๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fıkhus Sire => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:42:45



Konu Başlığı: Birinci Akabe beyatı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:42:45

10- Birinci Akabe Bey’atı
 

îslâm dini bu yıl içerisinde Medine'ye yayıldı. Ertesi yü gelin­ce, Peygamberimiz hac mevsiminde, Ensâr'dan on iki kişiyi karşı­ladı. Akabe'de buluştular. Bu birinci Akabe idi. Onlar Resûlullah'a kadınların bey'atı tarzında bey'at ettiler. Bir diğer deyişle, R«sülul-lah onlara cihad ve harb etmek üzere bir teklifte bulunmamıştı. (Ka­dınların bey'atı, Mekke Fethi'nin ikinci günü, erkeklerin bey'atı bittikten sonra olmuştu!..) Birinci Akabe bey'atında bulunanlar ara­sında, Es'ad bin Zürâre, Râfi bin Mâlik, Ubâde bin Sâmit ve Ebû'l-Heysem bin et-Tayyihan gibi kişiler vardı.

Ubâde bin Sâmit, bu bey'at etme olayını şöyle anlatıyor:

Biz on iki kişi idik. Resûlullah bize şöyle buyurdu: «Geliniz, Al­lah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın; hırsızlık etmemek, zina yapma­mak, çocuklarınızı öldürmemek, yalan dolanla hiçbir kimseye iftira atmamak, hayırlı bir İşte bana muhalefet etmemek üzere bana bey'­at edin! Sizden, verdiği sözde duranın ecir ve mükâfatını Allah üze­rine almıştır. Kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa, bu ona keffâret olur. Kim de bunlardan, yine insanlık haliyle birini işler de, işlediği o suçu Al­lah gizler açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır.» Ubâde bin Sabit: «Biz bu şekil­de Resûlullah'a bey'at ettik» demiştir[77].                     '

Medineliler memleketlerine dönmek isteyince, Resûlullah (s.a.v.) onlarla birlikte Mus'ab bin Umeyr'i gönderdi. Ve ona, Medinelile-re Kur'an okumasını, İslâm'ı öğretmesini, itikad .ve ibâdetler husu­sunda onlara geniş bilgi vermesini emretti. Bundan dolayı ona, Me­dine'nin Kur'an öğreticisi adı verildi.

Bunlardan dolayı Yüce Allah insanı iki görevle mükellef kildi:

a - îslâm şeriatını ve toplumunu İkâme etmek. b-Bu uğurda, sağa sola sapmadan, dikenli ve çileli yolda yü­rümek.

Şimdi biz, Resûlullah (s.a.v.)'in da'vetinin onbirinci yılının başında gözükmeye başlayan bu meyvalar ve bu meyvaların oluş key­fiyeti ile, onların hususiyeti üzerinde düşünelim:

1- Bu beklenilen meyvalar, Resûlullah'm kendi kavminden uzak olarak, Kureyş'in dışından geldi. Halbuki Resûlullah Kureyş'le birlikte yaşıyor ve onlarla temas kuruyordu. Niçin böyle oldu?

Biz bu kitabın baş taraflarında demiştik ki; Allah'ın, akıllara durgunluk veren hikmeti, İslâm da'vetinin kaynağı ve karakteri hu­susunda düşünen bir kişiye, öyle bir yön çizmiş ki, o yolla ilerler­ken asla şübheye düşmez ve kolayca inanır. Onunla diğer ideoloji­ler ve dâvalar arasında herhangi bir benzerlik bulamaz: Bunun için, Resûlullah okuma - yazması oîmayan bir ümmi idi. Yine bunun için, o herhangi bir medeniyetle ilişki kurmamış ve herhangi bir medeniyete veya belirli bir kültürü tanımamış ümmilerden oluşan bir milletin içinden peygamber olarak seçilmişti. Bundan dolayı Yüce Allah onu, üstün ahlâkın temizlik ve dürüstlüğün sembolü ola­rak yaratmıştı.

Bunun için, tlâhi kader, Resûlullah'm ilk yardımcılarının, kendi çevre ve toplumunun dışında olmasını gerekli gördü. Ta ki, herhan­gi biri, onun davetine, kendi toplum şartlarının ve kavminin arzu­larının nüfuz ettiği bir milliyetçilik dâvası gözüyle bakmasın.

Hakikatta, düşünen bir kişi için, görülebilen mucizelerin en açık­larından biri de şudur: İslâm'a dil uzatacak herhangi bir adam için açık bir kapı bulunmasın diye, tlâhi bir el, Da'vet-i Nebeviyye'nin hayatım her taraftan kuşatıvermiş.

Bizzat yabancı araştırmacılardan birinin söyledikleri de bu tarz­dadır. «İslâm Aleminin Bugünü» adlı kitabta, Dient'in şu sözü nak­ledilmektedir:

«Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatını katıksız bir Avrupalı üslûp­la tenkid etmeye uğraşan şu müsteşrikler, mü&lümanlarm tümünün, kendi peygamberlerinin siyreti üzerinde ittifak etmiş oldukları hu­susları yıksınlar diye uzun incelemeler yaparak ve kendi içinde dö­nen bu davalarıyla çeyrek asır geçirdiler. Bu uzun, detaylı ve de­rin incelemelerden sonra onların Siyret-i Nebeviyye'nin meşhur ri­vayetlerini ve yerleşmiş görüşleri yıkmaya güçlerinin yetmesi gere­kirdi. Acaba onların lehine, bunlardan hiçbir şey değişti mi? Bu so­ruya cevab Şu olacaktır: Onlar yeni en küçük birşeyin isbatını bile başaramadılar. Bilâkis biz bu Fransız, İngiliz, Alman, Belçikalı ve Hollandalı müsteşriklerin ileri sürdükleri yeni görüşler üzerinde dik­katimizi derinleştirdiğimiz vakit; karışıklıktan başka birşey görremiyoruz. Okuyucu onlardan birinin yalanladığı görüşü bir başka­sının doğruladığını görecektir[78]».

2- Medinelilerin, islâm'ı nasıl kabul etmeye başladıkları hu­susunda, sıraladığımız durumları düşününce de Yüce Allah'ın İs­lâm da'vetinin kabul görmesi için Medine hayatım ve çevresini ha­zırladığı; ayrıca, Medine halkının gönlünde bu dini kabul etmek için bir şuur oluşturduğu görülür. O halde, bu şuur hazırlığının kaynak­ları nedir?

Medine-i Münevvere'nin halkı, müşrik olan Araplardan yerliler­le, Arap Yanmadası'nm çeşitli yönlerinden buraya göç etmiş Yahu­dilerden oluşmuş, karışık bir toplum idi. Müşrik Araplar, iki büyük kabileye ayrılıyorlardı. Biri Evs, diğeri Hazrec kabilesi idi.

Yahudiler de üç büyük kabile idiler: Beni Kurayza, Beni Nadir, Beni Kay mika.

Yahudiler, âdetleri olduğu gibi, Evs ve Hazrec kabileleri ara­sına kin tohumlan ekinceye kadar uzun süre entrikalar çevirdiler. Bunun üzerine Araplar, kendi aralarında, insanı değirmen gibi Övü-ten sürekli savaşlarda birbirlerini yemeye başladılar. Muhammed bin Abdulvehhab, «Muhtasar-u Siyreti'r-Resûl» adlı kitabında, onlar arasında savaşın yirmi yıl devam ettiğini söylüyor[79].

Bu uzun süren düşmanlık badiresi içinde; Evs ve Hazrec kabi­lelerinden herbiri Yahudi kabilelerinden biriyle antlaşma yapmış­lardı. Evs kabilesi Beni Kurayza ile, Hazrec kabilesi ise Beni Nadir ve Beni Kaynuka ile yeminleşmişti. Aralarındaki savaşların sonun­cusu, Buas savaşı olmuştu. Bu savaş hicretten birkaç yıl önce olmuş­tu. O korkunç bir gündü. O gün reislerinin çoğu ölmüştü.

Bu sırada, Yahudilerle Araplar arasında ne zaman bir anlaşmaz­lık çıksa, Yahudiler Arapları; bir peygamberin peygamberlik vakti­nin yaklaştığını, kendilerinin onun bağlılarından olacaklarını ve o peygamberle birlikte Ad ve İrem kavimleri gibi onları Öldürecekle­rini söyleyerek tehdit ederlerdi.

Bu şartlar, Medine halkını bu y«»ni dine yönelmeye şevketti. Onları bu dine kuvvetli ümitlerle bağladı. Belki Arapların safları o dinin üstünlüğü ile birleşti. Eski güçlerini kazandılar, dağınıklıkları düzeldi. Aralarındaki anlaşmazlık sebebleri yok olup gitti.

İlâhi hikmet Medine'nin, dünyanın her tarafına yayılan İslâm selinin çıkış yeri olmasını gerekli gördüğü için; İbn KayyınVın Zadü'1-Mead adlı kitabında dediği gibi; Allah'ın Resulüne yaptığı İyi­liklerden biri de Medine'ye hicretin hazırlaması olmuştu.

3- Daha önce de dediğimiz gibi, Medine halkının, ileri gelen­lerinden bir toplumun İslâm'ı kabul etmeleri, Birinci Akabe Blatı'n-da gerçekleşmişti. Onların müslümaniıklarının şekli nasıldır? Islamın onlara yüklediği sorumlulukların sınırı nedir?

Onların müslümaniıklarının yalnızca şehadet kelimesini söyle­mekten ibaret olmadığını görmüştük. Bilâkis onların müslümanlık-lari; şehadet kelimesini dil ile söyleyip, kalb ile tasdik ettikten sonra da, Hesûlullah'a verdikleri ahde bağlılık şeklinde olmuştu. Resûlul-lah onlardan, İslâm'ın genel prensiplerine, ahlâkına ve nizamına tu­tunma yolunda; gidişatlarım İslâm boyası ile boyamalarını, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamalarını, hırsızlık yapmamalarını, zina et­memelerini, çocuklarım öldürmemeleri, birbirlerine Adice iftiralarda bulunmamalarım, Resûlullah'ın kendilerine emrettiği herhangi bir iyi işde ona muhalefet etmemelerini vaad olarak almıştı. [80]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Resûlullah'ın, bi'setinden beri geçen yıllar süresince karşılaştı­ğı olayların karakter indeki değişimin, nasıl başladığına, dikkat ede­lim:

Sabrın sonucu devşirilmeye. cehd ve gayret meyvesini verme­ye başladı. Da'vet filizi kuvvetlenip ürün versin diye gövdeleri üze­rine dikilmeye başladı.

Fakat biz müjde ve sonuçlardan bahsetmeden Önce. bir kere daha Hz. Peygamber'in bu eşsiz sabrının karakterini araştırmaya döneceğiz.

Resûlullah'ın, kendisine her türlü musibet Ve çileyi tattırmak için elinden geleni geri bırakmayan'kavmi Kureyş'i, islâm'a da'vet etmekte hiçbir kusur etmediğini gördük. Bilâkis, o hac mevsimi mü­nâsebetiyle, Mekke dışından çeşitli yön ve yörelerden gelen Arap kabilelerinin arasına giriyor, bir rehber gibi, kendisini onlara tanı­tıyor, onları Allah ile alışverişe ve Tevhid hazinesine da'vet ediyor, böylece onların arasında gidip geliyordu. Ama yine de kendisine olumlu cevab veren hiçbir kimseyi göremiyordu. İmam Ahmed ve Sünen sahipleri ile Hakim, Resûlullah (s.a.v.)'ın hac mevsiminde  halka takdim edip, şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar!

«Beni kavmine götürecek ve onlarla tanıştıracak bir kişi yok mu? ÇCinkü Kureyş, Rabbinln kelâmını tebliğ etmeme engel olu­yor[81]».

Bi'setin onbirinci yılı... Resûlullah (anam ve babam ona feda olsun) sükûn ve rahatlık olmayan bir hayatla karşı karşıya, Kureyş her dakika, onu öldürme fırsatını kolluyor; başından aşağı her çe­şit işkence ve belâyı dökmekle meşgul. Ama bütün bunlar onun kararlığından hiçbir şeyi eksiltmiyor, güç ve kuvvetinden hiçbir şeyi azaltmıyor.

Bi'setaı onbirinci yılı... Resûlullah (s.a.v.) ise; kavminin, kom­şularının, etrafım saran kabilelerin ve bütün toplulukların arasın­da (yurdunda); gariplut, zulmet ve korkunç tehlikelerle karşı kar­şıya... Fakat bütün bunlardan dolayı ümitsizliğe kapılmıyor, meta­netini yitirmiyor. Bunların hiçbiri, onun Rabbiyle olan dostluğuna hiçbir yan etkide bulunmuyor.

Bi'setin onbirinci yılı... Sabırla cihad Allah yolunda birleşir. Bu bir mahsul, dünyanın doğusuna ve batısına yayılacak olan bü­yük ve coşkun, İslam selinin doğmasına bir yoldur. O İslâm selinin önünde Bizans'ın kuvveti dize gelir, onun karşısında İran'ın aza­meti yere kapanır. Onun gücünden dolayı, medeniyetlerin ve nizam­ların tıim, değerleri erir, gider...

Cihadın, sabrın ve sıkıntılara girmenin bir bedeli, bir karşılığı vardır. Onlar olmadan, islâm toplumunun temellerini kurmak Al­lah'a göre çok kolay olur. Fakat Allah'ın kendi kulları hakkındaki kanunu budur. Allah, kullarının kendi güç ve kuvveti karşısında kendisine, isler istemez boyun eğmelerini dilediği gibi, yine kulla­rının kendisine ibâdet etmelerini, ihtiyari olarak da olsa emretmek­tedir.

Allah'a kulluk etmek, gayret sarfetmeden gerçekleşmez. $ehid olma isteği veya Allah yolunda işkenceye uğramadan mü'min mü­nafıktan ayrılmaz. İnsanın hiçbir gayret sarfetmeden ganimetlere konması adalet prensibine ters düşer.

Bunlar, Resûlullah'ın kurmakla görevlendiği İslâm toplumunu, belirleyici işaretlerinin başında gelir. Halka şehadet kelimesini tel­kin edip, sonra fesad çıkarmalarına, isyan etmelerine ve doğru yol­dan uzaklaşmalarına göz yumarken; onların şehadet kelimesini sa­dece dilleriyle tekrar etmelerine itibar etmek iş değildir. Doğrusu bir insan, şehadet kelimesini tasdik edip, helâli helâl ve haramı da haram olarak kabul edip, Allah'ın emrettiği farzları tasdik ettiği zaman, müslüman ismini alması doğru olur. Fakat bu şunun için doğru olur: Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygam­berliğini tasdik etmek yalnızca bir anahtardır. İslâm toplumunu kur­mak, onun düzen ve prensiplerini gerçekleştirmek için bir vesiledir. Bütün işlerde hâkimiyeti Allah'a bırakmak gerekir. Allah'ın birli­ğine, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine iman, nerede bu­lunursa, Allah'ın hâkimiyetine imanı, onun şeriat ve prensiplerine uyma zaruretini ortaya koyar.

Yapma kanun ve düzenlerin etkilediği bir kısım insanlar, mın çok az bir kısmını benimseyip, diğerlerini atmayı istemelerin­den dolayı takındıkları tavır tuhafın tuhafıdır kit onlar şu kâinatın yaratıcısı ve sahibiyle âdeta sulh ve uzlaşmaya benzer bir tutum içine giriyorlar... Kendilerine göre uzlaşma yolu, toplum hayatıyla ilgili konuları, İslâm'la kendi aralarında paylaşmaktır. Buna göre, toplumsal kurumlardan camilerle diğer ibâdet hususları, İslâm'a ait olacak. Bu sahada İslâm insanlara İstediği şekilde hükmedecek. Toplumun düzeni, kanunları ve ahlâki' davranışları kendilerine Ait olacak. Böylece onlar istedikleri g;bi birtakım değişiklikler ve dü­zenlemeler yapabilecekler...

Eğer kendilerine peygamberler gönderilip de onların peygam­berliklerini yalanlayan azgınlar ve tanrılıklarım ilân eden kişiler, peygamberlerin İslâm'a davetleri karşısında çözüm yolunu anlamış olsalardı; yani kendi hâkimiyetlerinden vazgeçmekle mükellef olma­dıkları, kanun ve nizamlarından herhangi bir şeyi terketmedikleri halde do müslüman olabilecekleri söylenmiş olsa, İslâm'a girmek­ten ve ona itaatlerini. açıklamaktan kaçınmazlardı. Ve bütün bu haklarına karşılık, bir cümleyi devamlı söylemekte veya bazı âyin­leri yapmakta, pek de cimri davranmazlardı. Fakat onlar biliyor­lardı ki bu din, önce onlara nizam ve hükümlere uyma ödevini yük­leyecek, kanun yapma ve hüküm koymanın yalnızca Allah'a âit olduğunu kabul ettirecek, işte bunun için onlar, Allah ve Resulü ile anlaşmazlığa düştüler ve müslumanlıklarım açıklamak onlara güç geldi.

Bu hakikati açıklamak ve İslâm'ı yalnızca bir kısım ibâdetler ve kelimelerden ibaretmiş gibi anlamaktan sakındırmak için Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: -Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce in­dirilen kitablara iman ettik diye boş iddiada bulunanlara bakmaz mısm! O azgın şeytan önünde muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki

onu (şeytanı) tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise, onları dö­nüşsüz bir sapıklığa düşürmek ister[82]».

Şu kadar var ki, bu bey'atın esasları arasında cihadla alâkalı bir maddeye rastlamıyoruz. Bunun sebebi şudur: Henüz cihad ve savaş o vakit farz kılınmamışta. Bunun için Resûlullah'ın, bu onikl kişi ile yaptığı bey'at cihada işaret etmekten uzaktı. Siyret ravileri-nin, bu bey'at kadınların bey'atı şeklinde olmuştur demelerinin ma­nası budur.

4- ResûluUah'ın, Allah'ın dinine da'vet görevi ile görevlendi­rilmiş olduğunda şübhe yoktur. Çünkü o, Allah'ın bütün insanlara gönderdiği bir elçidir. Allah'ın çağrısını tebliğ etmek onun için mutlaka gereklidir. Fakat İslâm'a giren bu insanların ödevleri ne­lerdi? Bu da'vet yükü ile alâkaları ne idi?

Bu sorulara en güzel cevabı, Resûlullah'ın Mus'ab zin Umeyr'i, Medine halkını İslâm'a da'vet etmek, onlara Kur'an okumayı, na­maz kılmayı ve Kur'an hükümlerini öğretmek için bu oniki kişi ile birlikte Medine'ye göndermesinde buluyoruz.

Mus'ab bin Umeyr, Resülullah (s.a.v.)'ın emrini yerine getir­mekle mutlu olarak Mekke'den ayrıldı. O Medine halkını İslâm'a çağırmaya, onlara Kur'an okumaya ve onlara Allah'ın hükümleri­ni tebliğ etmeye başladı. Bir defasında elinde mızrak onu öldürmek isteyen bir adam onun yanına gelmişti. O bu adama yalnız Allah'ın kitabından, İslâm'ın bazı hükümlerini bildiren Kur'an'dan bir kı­sım okudu ve sonunda adam mızrağını bırakıp onun meclisine otur­du. Muvahhid bir müslüman olarak Kuran ve İslâm ahkâmını öğ­renmeye başladı. Böylece Medine döneminde müslümanlık öyle bir yayıldı ki, her yerde konuşulan sadece İslâm idi.

Peki bu Mus'ab bin Umeyr kimdir?

Bu zât Mekke'nin en zenginlerinden birinin çocuğuydu. Akran­ları içinde en şık giyineni idi. İslâm'a girince bütün bu imkânla­rını bir yana itti. Ve Resûlullah'ın ardında İslâm da'vetine hizmete koyuldu. Bu uğurda her türlü azabı tatmaya ve her güçlüğe göğüs germeye devam etti. Tâ Uhud'da şehid oluncaya kadar... Uhud sa­vaşında şehid düştüğü zaman vücuduna kefen olarak sarılacak bir elbisesi bile yoktu. Başını örtüyorlar ayakları açılıyor, ayaklarını örtüyorlar başı açık kalıyordu. Durumu Resûlullah'a haber verdiklerinde, gençliğinde refah içinde yaşayan bu gence ağladı ve şöyle bu­yurdu: -Elbisesini vücudunun üst kısmına koyunuz. Ayak tarafını tzhir[83] ile örtünüz[84]».

îslâmi da'vette yalnızca nebilerin ve resullerin veya halifeleri­nin kendilerinden sonra gelen vârisleri olan âlimlerin üzerinde dur­mak pek önemli değildir. Çünkü İslâm da'veti, bizzat İslâm ger­çeğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hiçbir zaman müslüman, durumu veya işi ve ihtisası ne olursa olsun, da'vet görevini yerine getirme­de kendisini sorumsuz sayamaz. Çünkü İslâm da'vetinin hakikati «iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek» ten ibarettir. Bu da, Is-lâmdaki cihadın tüm mânâsının toplamıdır. Herkes biliyor ki, cîhad her müslümanın sürekli uyması gereken farzlardan biridir.

Buradan da anlaşılıyor ki, İslâm toplumunda müslümanlardan belirli bir gruba «din adamları» unvanını vermenin ne yeri, ne de anlamı vardır. İslâm dinine giren her kişi, mevkisi ve ihtisas ala­nı ne olursa olsun, bu din uğrunda cihad etmek üzere, Allah'a ve Resulüne bey'at etmiştir. İster erkek olsun, isterse kadın, isterse âlim olsun, isterse câhil; gerektiği vakit cihad bunların üzerine farz olur. Zaten m üsl umanların hepsi bu dinin adamlarıdır. Al la nü Teâlâ onlardan Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır. Onların Allah'ın dinini uygulama, şeriatına yardım etme yolunda mallarım ve canlarını seferber etmeleri gerekir.

Bilinen bir gerçektir ki, bu cihad ve da'vet mes'elesi ayrı, şe­riatın kesin naslan ışığı altında müslumanlara, hayatta karşılaşa­cakları müşkülleri, ulemanın ictihad yoluyla halletmesi ayrı şov... Bu ihtisas ve yol göstermedir. Bir sınıf ve imtiyaz doğurmaz. [85]

 

11- İkinci Akabe Bey'atı
 

Mus'ab bin Umeyr ertesi yılın hac mevsiminde (Bi'setİn onüçün-cü yılında) Medineli müslümanlardan büyük bir toplulukla birlikte Mekke'ye gelmişti. Medineli müşrikler, hacıların arasında gizlene­rek Mekke'ye doğru yola çıkmışlardı.

Muhammed bin İshâk. Kâab bin Mâlik'ten şöyle rivayet ediyor: Biz, Teşrik günlerinin ortasında Akabe'de Resûulllah'la buluş­mak üzere sözleşmiştik. Hac görevlerimiz bitip, Resûlullah ile bu­luşmayı kararlaştırdığımız gece gelince, bu gece kavmimizle birllkte kafilemizin yanında yatmıştık. Gecenin üçte biri geçince» biz gizr İlce birer ikişer kişilik grublar halinde konak yerimizden ayrılıp Re-sûlullah ile sözleştiğimiz yere geldik. Akabe yakınındaki vadide top­landık. Toplam yetmişüç kişi idik. Beraberimizde iki tane do kadın vardı: Kâab'ın kızı Nüscybe ile Amr bin Adiyy'in kızı Esma idi.

Kâab bin Mâlik sözüne devamla:

Biz vadide toplanmış Resûlullah'ı beklerken, O, amcası Abbas bin Abdülmuttalib ile birlikte çıkageldi. Bizim topluluk söze başladı ve şöyle dediler:

«Bizden, Rabbin için ve kendin için islediğin şeyi al...» Resû» lullah da onlarla konuştu ve sonra Kur'an okudu. Onları Allah'a çağırdı ve İslâm'a teşvik etti. Sonra: -Bana her yönden yardım ede­ceğinize, yanınıza vardığımda kendinizi, kadınlarınızı ve çocukları­nızı esirgeyip korudunuğuz şeylerden beni de esirgeyip koruyaca­ğınıza kesin söz istiyorum sizden...» diye buyurdu.

Bunun üzerine hemen Berâ bin Ma'rur, Resûl-i Ekrem'in elini tutup: «Evet yâ Resûlâllah! Seni hak dinle gönderen Allah'a hamdol-sun ki, kendimizi ve kadınlarımızı koruyup esirgediğimiz şeyler­den seni de korur, esirgeriz! Biz hemen bey'at ediyoruz! Biz, val­lahi, savaş ve silâh erleriyiz. Buna atadan, dededen mirasçı olduk» dedi.

Berâ bin Ma'rur konuşurken, Ebû Heysem bin Teyylhan söze karışarak: «Ey Allah'ın elçisi! Bizimle o adamlar (yahudiler) ara­sında sözleşme var. Biz bu hareketimizle onu kesip atmış oluruz. Biz bunu yaparsak, Allah seni muzaffer kıldıktan sonra bizi bıra­kıp tekrar kavmine, Mekke'ye dönersen bizim halimiz nice olur?» dedi.

.Bu sözler üzerine Peygamberimiz gülümsedi ve: «Benim kanım, sizin karunızdır. oiz benim kanımı isterseniz, ben de sizin kanınızı İsterim! Siz kanınızı akıtırsanız, ben de kanımı akıtırım! Ben siz­denim, siz de bendensiniz! Siz kiminle savaşırsanız, ben de onunla savaşırım. Siz kiminle barış yaparsanız ben de onunla barışırım* buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) onlara: «İçinizde bana on iki kişi gösteriniz ki, her biri kavimlerini temsil etsinler- buyurmuştu, Onlar da Haz-rec kabilesinden dokuz kişi, Evs kabilesinden de üç kişi olmak üze­re aralarından on iki temsilci çıkardılar. Onların seçimi tamamla­nınca, peygamberimiz temsilcilere; -Havarilerin İsa bin Meryem'e karşı kavimlerinden dolayı kefil oldukları gibi siz de kavminizin kefilsiniz.   Ben de kavmimin  -Müslüman olanların kefiliyim»   bu Resûlullah'ın elinin üstüne elini ilk koyan kişi Berâ bin Maf-rur oldu. Ondan sonra bütün topluluk bey'at etti. Kâab bin Mâlik sözüne şöyle devam eder:

Biz bey'at edince, Resuluİlah fs.a.v.) şöyle buyurdu: «Hemen ko­nak yerlerinize dönün.» Abbas bin Ubâde bin Nevİel de Resûlüllah'a: «Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, istediğin takdir­de, yarın sabah Mina'da bulunan halkın üzerine kılıçlarımızla sal­dırıp, onları kılıçtan geçiririz» dedi. Peygamberimiz: «Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Fakat siz yerlerinize dö­nünüz» diye buyurdu. Biz yatacak yerlerimize döndük. Sabaha ka­dar uyuduk. Sabah olunca, Kureyş ulularından bazıları geldi ve: «Ey Hazrec topluluğu! Bize ulaşan habere göre; siz adamımıza gelmiş, kendisini aramızdan çıkarıp götürmek, bizimle savaşmak üzere ara­nızda sözleşmişsiniz. Vallahi Arap kabileleri arasında, sizinle sava­şa girmekten duyduğumuz nefret kadar nefret duyacağımız bir ka­bile yoktun!» dediler. Ayrıca hiçbir şeyden haberi olmayan müşrik hemşehrilerimize gittiler. Onlar da Allah'a yemin ederek; «Böyle birşey olmadı. Biz böyle birşey bilmiyoruz» dediler. Kureyş'in ileri gelenleri de onların gerçekten birşey bilmediklerine kanaat getirdi­ler. Olayın tanığı olan Kâab bin Mâlik diyor ki, «Biz bu olup biten­lere hiç ses çıkarmıyor, sadece birbirimizin yüzüne bakıyorduk.»

Halk hac işini bitirip Mina'dan ayrılmıştı. Mekkeli müşrikler, Akabe bey'atı olayını araştırmaktan geri durmadılar. Neticede işin gerçekten olduğunu tesbit ettiler. Bizim arkamızdan adamlar çıka­rarak Ezahir[86] mevkiinde Sa'd bin Ubâde ile Münzir bin Amr'a ye­tiştiler. İkisi de kabile temsilcisi idi. Münzir'e güç getiremediklerin­den o kaçıp kurtuldu. Fakat Sadi tutup yakaladılar. Ellerini deve­sinin kolanı ile boynuna bağladılar. Sonra onu döverek ve alnında­ki saçlanndan tutup sürükleyerek Mekke'ye kadar götürdüler.» Olayı Sad şöyle anlatıyor:

«Vallahi, ben onların ellerindeydim. Beni sürüklüyorlardı. Bir­denbire onların arasından bjr adam bana doğru geldi. Bana: «Vah, vah! Yazık oluyor sana! Seninle Kureyg'ten herhangi bir adam arar-sında dostluk veya bir sözleşme yok mu?» dedi. Ben de: «Evet, var! Vallahi ben vaktiyle Cübeyr bin Mut'imi de, Haris bin Ümeyye'yi de memleketimizde ticaret yaparken haksızlık edenlere karşı koru­muştum» dedim. O da: «Yazık oluyor sana! Bu iki adamı adlarıyla yüksek sesle çağır» dedi. Ben de dediği gibi yaptım. Bunun üzerine

Mut'im bin Adiyye ile Haris bin Ümeyye gelip beni onların elinden kurtardılar.»

tbn Hişâm anlatıyor:

Yüce Allah, Resûlullah için savaşa izin verdiği vakit, Birinci Akabe bey'atının şartlarının dışında, harb ile ilgili birtakım şartlar koşuldu. Birinci Akabe bey'atı kadınlar bey'atı şeklinde olmuştu. Bunun sebebi de, Allah o zaman, henüz Resûlü'ne savaşma izni ver­memişti. Yüce Allah, Resûlü'ne savaş izni verince ve İkinci Akabe bey'atında siyah ve kırmızı savaş (Araplarla ve Arap olmayanlarla yapılan savaş kasdediliyor) üzere, onlardan biat etmelerini isteyin­ce, kendini ve Rabbinin dinini korumalarım şart koşarak onlardan söz aldı. Sözlerinde durmak kaydıyla onlara Cennet verileceğini ha­ber verdi.

Ubâde bin Sâmit: «Biz Resul ullah'a neş'eli ve neş'esiz zamanla­rımızda, darlıkta da, genişlikte de; emirlerine boyun eğip, itaat ede­ceğimize; kendi işinde münakaşa etmeyeceğimize, hiçbir kınayıcı-nın kınamasından korkmayacağımıza, ne olursak olalım, Allah yo­lunda ve Allah için hakkı söyleyeceğimize, iyiliği buyurup kötülük­ten sakındıracağımıza kesin söz verdik» dedi.

Resûlullaha, harbe izin verilmesi için, inen ilk âyet Cenab-ı Hakk'ın şu mübarek sözüdür:

«Kendilerine savaş açılan mü "m inlere (kâfirlere karşı savaş İçin) izin verildi. Çünkü onlar, zulme uğradılar. Şübhe yok ki Allah, mü­minlere zafer vermeye kadirdir. Mü'minler o mazlumlardır ki «— Rab-bimiz Allah'tır- demelerinden başka bir sebeb olmaksızın, yurtla­rından haksız yere çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını (müşrikleri) bir kısmı ile (mü'minlerle) defetmeseydi, içlerinde Al­lah'ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler elbette yıkılırdı. Muhakkak ki Allah dinine yardım edene yardım edecek, zafer verecektir. Şübhe yok ki, Allah çok kuvvetlidir, herşeye galibdir[87]»

 

İbretler Ve Öğütler
 

Şu İkinci Akabe bey'atı, Birinci Akabe bey'atı ile özde birleşir. Her ikisi de; Resûlullah1 in huzurunda, İslâm'a girmeyi ilân etme, Allah'ın dinine samimiyetle bağlanma, emirlere boyun eğip, itaat etme ve peygamberin  emirlerine  koşma konusunda kesin  söz  al-' maktır.

Ancak biz, Birinci Akabe bey'aü ile İkinci Akabe bey'alı ara­sında gözden geçirmeye ve incelemeye değer iki önemli fark görü­yoruz:

Birinci Fark: Medine halkından birincisinde, bey'at edenlerin sa­yısı sadece on kişi iken, ikincisinde, aralarında iki tane de kadın olmak üzere, sayıları yetmiş küsur kişiye varmaktadır.

Bu on iki kişi, birinci yılda, evlerinde uzlete çekilip, kendi ken­dileriyle yetinmekle kalmayıp, bilâkis etrafında bulunan, kadın-er-kek herkese İslâm'ı yaymak, onlara Kur'an okuyup Kur'an'ın ah­kâm ve nizamını açıklamak üzere Medine'ye dönmüşlerdi. Bunun için, îslâm bir yıl içinde Medine'de büyük bir hızla yayıldı. Hattâ Medine'de islâm'ın girmediği ev kalmadı. Her evin halkı, her za­man, İslâm'dan, İslâm'ın özelliklerinden ve onun hükümlerinden bahseder olmuştu.

İşte her yerde ve her dönemde Müslümanın ödevi budur...

İkinci Fark: Birinci bey'ata konulan maddeler, güç kullanarak yapılan cihada işaret etmekten uzaktır. Fakat ikincisinde bu, işaret yollu ifade edilmiştir. Hattâ, her yolla, Resûlullah'ı ve dâvasını sa . vunma zarureti ile cihad zarureti açıkça ifade edilmiştir.

Bu farkın sebebi şuradan ileri gelmektedir. Birinci Akabe bey'-atında bulunan kişiler, ertesi yıl hac mevsiminde ve aynı yerde Re-sûlullah ile tekrar buluşmak üzere, o an Müslüman olanlardan da­ha büyük bir kalabalıkla dönmek ve sözleşmeleri ile bey'atlarını tek­rar yenilemek için izin alıp gitmişlerdi.

Madem ki, henüz savaş için izin gelmemişti ve bu bey'at eden kişiler, bir yıl sonra tekrar Resûlullah ile buluşacaklar, öyle ise sa­vaşmak için söz vermeyi gerektiren bir durum yoktur.

O halde, birinci bey'at, daha sonra kadınların yaptığı bey'atın maddelerini taşıdığına ve bu maddelerin de sınırlı tutulduğuna gö­re, geçici bir bey'at oluyordu.

İkinci bey'ata gelince o, Resûlullah'm Medine'ye yapacağı hic-" rete temel teşkil etmiştir. Bunun için ikinci Akabe bey'atı, Medine'­ye hicretten sonra meşruiyeti tamamlanacak olan prensipleri kap­samaktaydı. Bu prensiplerin başında cihad ve da'veti kuvvet kul­lanarak savunma- gelmekteydi. Cihad, her ne kadar Mekke'de meş­ruiyetine izin verilmemiş olsa bile, yine de bir hükümdür. Ama Al­lah Azze ve Celle, bunun yakın bir gelecekte meşru kılınacağını Re-sûlullah'a ilham etmişti.

Buradadan da anlıyoruz ki, islâm'da savaşın meşru kılınışı, sahih olan görüşe göre, ancak Resûlullah'ın hicretinden sonra olmuştur, îbn Hişâm'ın siyretlndeki «Cihad, tkinci Akabe bey'atında, hicret­ten önce meşru kılındı» sözünden anlaşılan mânâ doğru değildir. İkinci Akabe bey'atının maddelerinde, savaşın o zaman meşru kı­lındığına dair bir işaret bulunmamaktadır. Çünkü Resûlullah (s. aV) Medinelilerden geleceğe dönük olarak, yâni kendisi onların yanına hicret edeceği ve onların yanında ikamet edeceği için cihad sözü almıştı. Yukarıda zikri geçen Abbas bin Ubâde'nin şu: «Seni hak dinle gönderen Allah'a andolsun ki, istediğin takdirde yarın sabah, M in a'da bulunan halkın üzerine kılıçlarımızla saldırır, kılıç­tan geçiririz» sözüne karşılık Peygamberimizin: «Bize henüz bu şe­kilde hareket etmemiz emrolunmadı. Fakat siz, yerlerinize dönünüz» şeklindeki cevabında, buna delil bulunmaktadır.

Cihad ve cihadın meşruiyeti hususunda ilk inen âyetin şu aşağıdaki âyet -olduğunda ittifak vardır:

«Kendilerine savaş açılan mü'minlere (kâfirlere karşı savaş için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şübhe yok ki, Allah mü'­minlere zafer vermeye kadirdir[88]». Timizi, Nesaî ve diğerleri îbn Abbas'tan şu hadîsi rivayet etmişlerdir. İbn Abbas (r.a.) şöyle de­di : «Resûlullah (s.a.v.) Mekke'den dışarı çıkarılınca, Ebû Bekir (r. a.) : «Peygamberlerini çıkardılar - Biz Allah'tan geldik, yine Al­lah'a dönücüleriz - ama onlar mutlaka kırılacaklardır. dedi. îbn Ab­bas diyor ki, Allahü Teâlâ: «Kendilerine karşı savaş açılan mü'min­lere (kâfirlerle savaşmak için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğ­radılar. Şübhe yok ki, Allah mü'minlere zafer vermeye kadirdir» âyetini indirince; Hz. Ebû Bekir (r.a.î dedi ki: «İleride savaş olaca­ğını kesinlikle anladım..[89]». Bütün bunlardan şu iki husus ortaya çıkıyor:

1- Savaş başlamadan önce, İslâm'ı tanıtmak, ona çağrıda bu­lunmak, delillerini ortaya koymak ve islâm'ın anlaşılmasında engel olacak problemleri çözmek en münasib olanıdır. Bu hususun, ciha­dın ilk merhalelerinden olduğunda şübhe yoktur.  Bunun için, bu merhaleyi gerçekleştirmek, sorumluluğunda tüm müslümanlann müş­terek olduğu bir farz-i kifâyedir.

2- Allah'ın kendi   kullarına   sığınıp   saklanacakları   bir kale mesabesinde olan Dârü'l-îslâm   (İslâm yurdu)   bulununcaya kadar, onlara savaş ödevini yüklememesi, O'nun merhametinin sonucu-suydu. îşte bundan dolayı İslâm'da ilk yurt (Dârü'l-lslâm) Medine-i Münevvere olmuştu. [90]

 

12- Cîhad Ve Cihadın Farz Kılınmasın Hakkında Genel Bir Açıklama
 

Madem ki, bu araştırma bizi cihad ve savaş hakkında bahset­me noktasına kadar getirecek, o halde burada cihadın kendisi, meş­ruiyeti ve geçirdiği dönemler üzerinde doğru ve sağlam görüşü açık­lamamız için bir miktar durmamız,gerekir.

Hadîs ilmi, İslâm'a Jikri savaş açan batılıların, hakkı bâtıl ile karıştırmak ve İslâm'a şubhe sokmak için açık kapı bulmaya uğ­raştıkları en önemli fırsat olma özelliğini hâlâ koruyor.

İslâm düşmanlarının nazarında, kendilerini korkuya salan ve dehşete düşüren İslâm esaslarının en tehlikelisinin cihad olduğunu okuyucu öğrendiği zaman; onların tüm düşüncelerini, özellikle ci­hadın meşruiyeti hususunda odaklaştırdıklarma şaşmayacak!... İs­lâm düşmanları çok iyi anlıyorlar ki, cihad ruhu yeniden müslü-manların gönlünde alevlenir ve müsl umanların hayatında tekrar stki sahibi olursa, o zaman, İslâmî hareketle cihadın kazanacağı önemi hiçbir kuvvet durduramıyacaktır. Bundan dolayı da bu nok­tada yapılacak ilk iş o İslâm selini durdurmak olacaktır.

Biz bu açıklamada; önce cihadın anlamını, İslâm'daki gayesini, geçirdiği merhaleleri ve nihayet en son karar kıldığı merhaleyi açık­layacağız. Daha sonra da onun anlamına karışmış safsataları ve anlaşılması güç olan taksimatı açıklamaya çalışacağız.

Cihadın anlamına gelince: O îslâmî toplumu kurmak ve Allah kelimesini yükseltmek için bu uğurda gayret sarfetmek demekt.r. Savaşarak gayret göstermek cihad türlerinden biridir. İslâm'da ci­hadın gayesi ise yine İslâm toplumunu kurmak ve gerçek İslâmî devleti oluşturmaktır...

Cihadın geçirdiği dönemlere gelince, gerçekten cihad bildiğimiz gibi İslâm'ın başlangıcında barışçı bir çağrı ile birlikte, bu uğurda­ki sıkıntı ve'zorluklara katlanmakla yetinmek olmuştu. Sonradan bunun yanına - Hicretin başlangıcı ile birlikte - savunma savaşı, yâ­ni her saldırıya aynıyla cevab vermek meşru kılınmıştı.

Bu dönemden sonra, müşriklerden, puta tapanlardan, inkarcılardan Müslümanlığı kabul etmelerinin dışında hiçbir şart kabul etmemek üzere; İslâm toplumunu kurma yolunda engel olarak du­ran her kişiyle savaşmak farz kılınmıştı. Puta tapıcılann, inkarcı­ların ve müşriklerin taşıdıkları inkarcılık veya puta tapıcılık fikri, İslâm toplumuyla uyum sağlaması imkânını ortadan kalktığı için, bu yol seçilmiştir. Ama kitab ehlinin durumu biraz daha farklıdır. Ki-tab ehlinin İslâm toplumuna boyun eğmesi ve müslümanların ver­diği zekâtın yerine *cizye» diye adlandırılan vergiyi İslâm devle­tine ödemesi şartıyla, onların İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesi kâfidir...

Bu merhale ile İslâm'daki cihad hükmü son şeklini aldı. Bu du­ruma göre-, her asırda yaşayan müslümanların başta gelen ödevi, kendilerinde yeterli guç ve savaş malzemesi bulunduğu takdirde ci­had etmektir. Bu son merhale hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyu­ruyor: «Ey îman edenler! Yakınızda bulunan inkarcılarla savaşın, sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Biliniz ki, Allah muhakkak takva sahipleriyle beraberdir[91]». Yine aynı konuda Peygamber Efen­dimiz şöyle buyuruyor: «Bana «Lâ ilahe illallah» diyene kadar insan­larla savaşmam emredildi. Kim şehadet kelimesini söylerse, malını ve canını benden korumuş olur. Gizli olarak taşıdığı küfrün, güna­hın hesabı Allah'a aittir[92]».

Buradan da anlaşılıyor ki; Allah yolundaki cihadı, savunma har­bi ve hücum harbi diye ikiye ayırmanın bir anlamı yoktur. Çünkü cihadın meşru kılmış sebebi ne sadece hücum, ne de sadece savun­madır. Asıl sebeb, İslâm toplumunu, bütün prensip ve sistemiyle kurma ihtiyacıdır. Bundan sonra, artık cihadın hücum veya savun­ma şeklinde olmasının farkı yoktur...

Meşru savunma savaşma gelince; o bir Müslumanın malını, mülkünü, namusunu ve hayatını savunması gibi bir şeydir. Bu sa­vunma İslâm fıkhındaki cihad terimiyle alâkası olmayan, savaşla­rın bir başka türüdür. Buna «saldırgana karşı savunma» adı verilir. İslâm fakîhleri, fıkıh kitablarında bunun için özel bir bölüm ayır­mışlardır. Bugün sözde araştırmacılar, konumuz olan cihadla bu sal­dırıya karşı nefs müdafaasını birbirine çok karıştırıyorlar. Hayret doğrusu!..

İslâm şeriatında, cihadın anlamının ve amacının özeti işte bu­dur.

Cihad üzerinde yalan dolanla yapılan eleştirilere ve safsatalara gelince; görünüşe göre bunlar, çelişkili iki nazariye olarak kendini göstermektedir. Fakat her ikisi de gerçekte ve işin hakikatmda bir­biriyle uyum içindedirler. Çünkü her ikisinde de cihadın meşruiye­tini temelinden ortadan kaldırmayı hedef alan müşterek bir tavır vardır.

Birinci nazariye, islâm'ın ancak kılıç zoruyla yayıldığını, Hz. Peygamber'in ve ashabının dini zorla kabul ettirme yolunu seçtik­lerini, iddia eder. Bu nazariyeye göre Hz, Peygamber'in ve ashabının eliyle gerçekleşen îslâmi fetihler zorbalıktır. O'nun ve ashabının eliyle gerçekleşen îslâmi fetihler, fikir ve ikna fethi değildi[93].

İkinci nazariyeye gelince, o da tamamen bunun aksini söylü­yor. Yâni İslâm dini, sevgi ve barış dinidir. Bu dinde cihad ancak saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmıştır. Müslü­manlar, buna mecbur bırakılmadıkça ve etrafları tamamen kuşatıl-madıkça savaşa başvurmazlar.

Bu iki nazariye yukarıda da dediğimiz gibi birbiriyle çelişkili olmalarına rağmen, yine de, İslâm'a fikri saldırıda bulunan İslâm düşmanları her ikisinden de muayyen bir gayeye varmak istiyorlar. Aslında o iki nazariyeden bir gaye kasdedilmiştir. îşte bunun izahı şudur:

îslâm düşmanları önce, İslâm dininin gayr-i müslimlere karşı saldırgan ve kindar bir din olduğunu piyasaya sürüp etrafa yay­dılar. Sonra onlar, bu şayianın müslümanlar tarafından reaksiyon­la karşılaşmasından ve İslâm hakkında ortaya atılmış bu haksız it­hama verilecek cevaptan çıkacak neticeyi beklediler.

Müslümanlar bu asılsız iddiaya karşı cevab vermeye yönelir­ken, yine o İslâm düşmanlarından bir grub, uzun ve yorucu araş­tırmadan sonra; kalkıp İslâm'ı savunur görünmeye ve bu haksız ithamı şöylece reddetmeye başladılar. îslâm dini diğerlerinin dediği gibi kılıç, mızrak ve saldırı dini değildir. Bilâkis o, bunların tama­men aksine, sevgi ve barış dinidir. İslâm'da cihad ancak zaruret ânında ve saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmış­tır. Yoksa müsîümanlar kendi dinlerini yaşamaya imkân bulduk­ları sürece savaşa arzu duymazlar!.

Bir kısım saf müslümanlar, öndeki çirkin iftiranın etkisiyle, bu «güzel» savunma biçimini uzunca alkışladılar. Onların bu savun­maları, başlangıçta yapılan iftirayı reddetmek için hazır hale gel­miş Müslüman gönüllerde hüsn-ü kabul gördü. Bunun üzerine, bu basit müslümanlar, onların bu savunma şeklini desteklemeye ve tasdik etmeye başladılar. Diğerinin ardından onların dedikleri gibi,' İslâm dininin, fiilî olarak barış ve sulh dini olduğunu; İslâm diya­rına saldırıda bulunulmadıkça ve onun sükûnetini ve rahatını boz­madıkça, başkalarıyla herhangi bir işi olmadığını, tez olarak ileri sür­düler.

Bu saf müslümanlar, istenilen sonucun bu olduğunun farkına bile varmadılar. Halbuki, birinci şayiayı ortaya atıp sonra ikincisini etrafa yayan kişilerin gizlice üzerinde anlaştıkları gaye bu idi.

Asıl maksad, müslümanların zihnindeki cihad fikrini silip at­mak ve gönüllerindeki coşkun ruhu öldürmekle sonuçlanan çeşitli metod ve yolları denemektir...

Biz buna şahit olarak arkadaşımız Dr. Vehbetû'z-Zuhayli'nüı «Îsâru'l-Harbî fi Fıkhı'1-1 slâmî» adlı kitabından, İngiliz Müsteşriki Anderson ile aralarında geçen konuşmayı buraya alacağız. Dr. ez-Zuhayli diyor ki:

«Batılılar, özellikle İngilizler, Müslüman toplumlarda cihad fik­rinin yeniden uyanmasından çok tedirgindir. Onlar müslümanların sözlerinin biraraya gelmemesini istiyorlar. Çünkü bu gerçekleşir­se müslümanlar düşmanlarının karşısına dikilirler. Bunun için Ci­had hükmünün nesholunduğunu gündeme getirmeye uğraşıyorlar. Yüce Allah kalblerinde iman taşımayanlar hakkında şöyle buyurur ve bu gerçeği açıkça ortaya koyar: «İnananlar; «Keski bir sûre in-dirilse de, cihada çıksak» derlerdi. "Fakat kesin anlamlı bir sûre in­dirilip, orada savaş zikredilince; kalblerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla bayılmış kimselerin bakışları gibi sana (Hz. Peygam-ber'e) baktıklarını görürsün...[94]». Ben İngiliz Müsteşriki Anderson ile (3 Haziran 1960) günü akşamleyin karşılaşmıştım. Ona bu mev-3u ile alâkalı görüşünü sordum. Onun bana nasihati şöyle oldu: «Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir» kaidesine binâen, ar­tık bugün cihad farz değildir. Anderson'un nazarında cihadın, müslümanların devletler arası anlaşmalar ve uluslararası kuruluş­larla ilgi kurabilmeleri için, çağdaş devletçilik kurallarılya birleş­mesi mümkün değildir. Çünkü cihad insanları İslâm'a sevketmek için bir araçtır. Bugünkü hürriyet ilkesi ve gelişmiş akıl, kuvvet kul­lanmayı şart koşan bir düşünceyi kabul etmez. Tabiî bu, müsteşri­kin fikri[95]».

Biz yine İkinci Akabe Bey'atı'ndan bahsetmeye dönelim:

Allahü Teâlâ murad ettiği için, bu ikinci bey'at haberi, Mekke müşriklerinin kulağına ulaştı. Halbuki iş Resûlullah ile Medineli müs-lümanlar arasında olup bitmişti.

Belki de müşriklerin bu olayı duymalarının hikmeti; Hz. Pey-gamber'in Medine'ye hicret etme sebeblerini hazırlamaktır. Müşrik­lerin kulağına değen bu haberin Resûlullah'ı sıkıştırmalarında; onu öldürmek ve ondan kurtulmak üzere fik'r birliği etmelerinde önem­li etkisi olduğunu göreceğiz...

Her ne olursa olsun, İkinci Akabe Bey'atı, Resûlullah (s.a.v.)'ın Medine-i Münevvere'ye hicreti için ilk adım olmuştu. [96]

 

13- Resûlullah'ın Medine'ye Hicret İçin Ashabına İzin Vermesi
 

İbn Sa'd Tabakafmda Hz. Âişe (r.aJ'den şunu nakleder:

Medineli yetmiş kadar Müslüman Resûlullah'a bey'at edip gi­dince, bu olay Resûlullah'ın gönlünü rahatlatmıştı. Yüce Allah, Re­sulü için güçlü, kuvvetli, savaşçı ve kahraman bir kavmi nasib et­mişti. Mekkeli müşrikler, Medineli müslümanların çıkışlarını öğre­nince, Mekke'deki müslümanlara eziyet ve işkenceyi artırmaya baş­ladılar. Müşrikler Resûlullah'ın ashabını birçok sıkıntıya soktular ve ellerinden geldikçe kötülük yaptılar. Ashâb şimdiye kadar uğra­madıkları eziyet ve hakarete uğradılar. Bu hakaret ve işkenceler üzerine Resûlullah'ın ashabı, Peygamberimize şikâyette bulunup, hic­ret için izin istediler. Peygamberimiz de: «Hicret edeceğiniz yer ba­na bildirildi. Orası Yesrib (Medine) 'dir. Kim gitmek istiyorsa ora­ya gitsin» buyurdu. Müslümanlar bunun üzerine hazırlanmaya, bir birleriyle anlaşmaya ve birbirlerine yardımda bulunmaya başladı­lar. Gizlice hicret etmeye karar verdiler. Resûlullah'ın ashabından Medine'ye ilk gelen kişi Ebû Seleme bin Abdül-Esed idi. Ondan sonra da Amir bin Rebia ile hanımı gelmişti. Medine'.ye hevdec içinde gelen ilk Müslüman kadın o idi. Daha sonra Resûlullah'ın ashabı grub grub gelip Ensâr'ın evlerine misafir oldular. Ensâr yâ­ni Medineli müslümanlar da onları bağırlarına basıp, onlara yar­dımda bulundular[97].

Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in ashabından Hz. Ömer (r.a.)'in dışında herkes gizlice hicret etti. Hz. AH bin Ebû Tâlib (r.a.) anlatıyor:

Hz. Ömer, hicrete karar verdiği zaman kılıcını kuşanıp yayını omuzuna astı. Oklarını eline alıp, bastonuna dayanarak, Kabe'ye doğru yürüdü. Kureyş'ten bir grub da, Kabe'nin yanında idiler. Hz. Ömer (r.a.), ağır ağır sükûnet içinde Kabe'yi yedi kez tavaf etti. Sonra Makanvı İbrahim'e gelip ni~maz kıldı. Namazım bitirdikten sonra, onların yanma gelip durdu. Ve: «Kara olsun yüzleri! Allah ancak bu burunları yere sürter. Anasını ağlatmak, çocuklarını ye­tim, karısını dul bırakmak isteyen varsa, şu vadinin arkasında ba­na gelip kavuşsun» dedi.

Hz. Ali sözüne devamla diyor ki; Ömer (r.a.)'i zayıf ve fakirler­den bir grubun dışında hiç kimse takib etmedi. Zaten o da onlara, buluşacakları yerleri öğretmişti. Sonra Hz. Ömer tek başına Mekke'­den çıkıp gitti[98].

îşte böylece müslümanlar, Medine'ye hicret etmede birbirini ta­kib ettiler. Sonunda Mekke'de, Resûlullah'ın, Ebû Bek:r'in, Ali'nin, tutuklanmış mü'minlerin, hasta veya yola çıkmaktan âciz olanların dışında hiç kimse kalmadı. [99]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabının Mekke'deki imtihan şekli; işkence, eziyet ve müşriklerden gördükleri çeşitli istihza biçiminde olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara hicret için izin verince, bu sefer onların imtihanları vatanlarını ve mallarını, evlerini ve evle­rinde bulunan kıymetli eşyalarını bırakıp gitme şekline dönüştü.

Onlar birinci ve ikinci imtihan karşısında, Rablerine karşı sa­mimi, dinlerine karşı vefakâr idiler. Onlar da her türlü sıkıntı ve meşakkatleri sarsılmaz bir sabır ve inatçı bir kararlılıkla karşıla­dılar. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara, Medine'ye hicret et­melerini işaret buyurunca, arkalarında malı, kıymetli eşyaları ve vatanı bırakarak Medine'ye yöneldiler. Bunu yaparken de alenî ola­rak değil, gizlice şehri terkettiler. İş bununla da kalmadı, dinlerini kurtarmak için tüm varlıklarını Mekke'de bırakıp, en kıymetli eş­yalarından ve sermayelerinden ayrıldılar. Ama buna karşılık, ken­dilerine yardımda bulunmak ve kucak açmak için Medine'de bekle­yen yeni kardeşler kazandılar.

Dininde Allah için samimi olan bir Müslümana, en güzel örnek şudur: İnancının selâmeti uğrunda; ne mala mülke, ne de vatana aldırış etmez. Resûlullah'ın, eshâbmın Mekke'deki durumu işte bu idi...

Yanlarına hicret eden mü'minleri evlerinde barındıran, onlara ellerinden gelen her türlü yardımı yapan Medine halkına gelince; onlar da Allah için sevmenin ve İslâm kardeşliğinin en güzel örne­ğini sergilediler.

Herkes -bilir ki, Azîz ve Celil olan Allah, din kardeşliğini soy kardeşliğinden daha güçlü kıldı. Bundan dolayıdır ki, İslâm'ın ilk yıllarında miras hukuku, din kardeşliği esasına ve din için hicret etme kurallarına dayanmaktaydı.

Akrabalık bağına dayalı miras hukuku, Medine müslümanlar için güçlü bir yurt (Dâr-ı îslâm) olduktan ve îslâm da orada tekâ­mül ettikten sonra, ancak son şeklini aldı. Bu konuda, Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor:

«Doğrusu inanıp, hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, can­larıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım eden­ler, işte bunlar (mirasda) birbirinin velileridir. îman edip de hic­ret etmetenler ise, hicret edecekleri zamana kadar sizin onlara hiç­bir şey ile velayetiniz yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar din hu­susunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulu­nan bir kavim aleyhine olmaksızın onlara yardım etmeniz üzerini­ze bir borçtur. Allah işlediklerinizi görür[100]».

Hicretin meşru kılmışından, iki tane şer'i hüküm çıkarılır:

1- Dârü'l-Harb'ten, Dârü'l-îslâm'a hicret etmenin farz oluşu: Kurtubi, îbnu'î-Arabi'den şunu naklediyor: «Bu hicret Hz. Peygam-ber'in döneminde farz idi. Onun farziyeti kıyamet gününe kadar bakidir. Mekke'nin fethi ile sona eren hicret ise, sadece Resûlullah (s.a.v.)'a mahsustur. Eğer Resûlullah, Dârü'l-Harb'de kalsaydı, gü­nahkâr olurdu"[101]. Bir Müslümanın ezan, cemaat, oruç, namaz ve di­ğer tslâmî hükümleri yerine getiremediği her yer Dârü'1-Harb gibi­dir. Cenâb-ı Hakk'm şu âyeti buna delil gösterilmiştir: «Kendi öz nefislerine zulmederlerken, canlarını alacağı kimselere melekler der­ler ki: «Ne işde idiniz?» Onlar da: «Biz yeryüzünde dinin emirlerini tatbik etmekten âciz kimselerdik» derler. Melekler de: «Allah'ın ar­zı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret edeydiniz ya?» derler, tş-te onların varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir yer­dir[102]». Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı, erkek, kadın ve çocuk­lar müstesnadır tabii...

2- Müslümanların her ne kadar yurtları ve ülkeleri ayrı olsa bile, mümkün olduğu sürece, diğer müslümanlara yardım etmeleri­nin farz oluşu: tmamlar ve âlimler; müslümanların yeryüzünde her­hangi bir yerde Müslüman kardeşlerinden mazlumlara, tutsaklara ve­ya ezilenlere yardım etmeye muktedir oldukları vakit, yardım etmi­yorlarsa, şübhesiz ki büyük bir günaha girmiş olurlar diye icma et­mişlerdir.

Ebû Bekir İbnu'l-Arabi diyor ki; «Müslümanların arasında esirler veya ezilenler bulunduğu takdirde, birbirleriyle dost ve mirasçı ol­maları hükmü kaimdir.» Aramızda gören göz kalmamak şartıyla sa­yımız ve hazırlığımız yeterli olduğu vakit, onları kurtarmaya çıkma­mız veya bir kuruşumuz kalmayıncaya kadar mallarımızın tümünü onları kurtarmak için harcamamız, ya da onlara bedenle yardım et­memiz farzdır[103]».

Müslümanların diğer müslümanlara yardımda bulunmaları ve onlarla her konuda dostluk kurmaları vâcib olduğu gibi, bu dostlu­ğun kendi aralarında da olması vâcib olur. Dostluğun, yardımlaş­manın veya kardeşliğin; müslümanlarla gayr-i müsUmler arasında gerçekleşmesi caiz olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde açıkça orta­ya koyduğu husus budur. Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: «Kâfir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz, bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük fesad çıkar[104]».

İbnu'l-Arabî, bu konuda şöyle diyor: «Allah, kâfirlerle mü'mhv lerin arasında dostluğu yasakladı. Bir kısım mü'minleri diğerleriy­le dost yaptı. Kâfirleri de kendi aralarında dost yaptı. Böylece onlar kendi dinlerine göre birbirlerine yardım etsinler ve kendi itikadla-nna göre muamelede bulunsunlar[105]».

Bu gibi ilâhî emirleri tatbik etmenin, her asırda müslümanların başarıyla ulaşmalarının temel şartı olduğunda şübhe yoktur. Nite­kim bugün müslümanların gördüğümüz şu güçlükleri, perişanlıkla­rı, düşmanlarınca her taraftan kuşatılmış olmaları ilâhî emirleri ihmâl edip onların aksine hareket etmelerine dayanmaktadır... [106]

 

14- Resullullah’ın Hicreti
 

Sahih hadîslerde ve siyret ulemasının nakillerinde şöyle riva­yet edilmiştir:

Hz. Ebû Bekir (r.a.) müslümanların birbirinin peşinden Medi­ne'ye hicret ettiklerini görünce, hicret için Resûlullah (s.a.v.)'tan izin istemeye geldi. Resûlullah (s.a.v.) da ona: «Acele etme, yavaş ol! Umanm ki, Allah bana da izin verir» buyurdu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) de: «Anam ve babam sana feda olsun! Sen bunu umuyor musun?» dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de cevaben: «Evet» buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Resûlullah'a arkadaşlık etmek için bekledi ve iki binek deve satın alıp ahırda besledi. Onların bakımını tam dört ay kendi üzerine aldı[107].

Bu sırada Kureyş, kendilerinden olmayan ve Mekke dışından bir­takım insanların Resûlullah'ın etrafında cemaat teşkil ettiklerini gö­rünce, Resûlullah'in, onların yanına gideceğinden ve kendileriyle sa­vaşmak için bir ordu toplamasından korkuya kapıldılar.

Bunun üzerine Kureyş müşrikleri, Resûlullah'ın durumunu gö­rüşmek ve ona ne yapacaklarını kararlaştırmak için Dâru'n-Ned-ve'de toplandılar, (Dâru'n-Nedve, Kusay bin Kilâb'm evi idi. Kureyş önemli işlerini orada görüşürdü.) Sonuç olarak hepsinin görüşü şu şekilde toplandı: Her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı alıp onların her birinin eline çok keskin birer kılıç Verecekler. Bu deli­kanlılar, doğruca Resûlullah'ın yanına gidecekler ve hepsi birden hücuma geçecek, bir tek adam vuruyormuş gibi kılıçlarını vuracaklar ve onu öldürecekler. Böyle olunca da, artık Abd-i Menaf oğulları, onlarla yâni bütün kabilelerle savaşma gücünü kendinde bulamaya­cak... Bu komplo için belirli bir gün kararlaştırdılar. Bu karar üze­rine Cebrail (a.s.) hemen Resûlullah'a gelip, hicret etmesini emretti ve o gecede kendi yatağında yatmasının sakıncalı olduğunu bil­dirdi".[108]876.lara yar­dımda bulundular*

Buhâri'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Aişe şöyle demiştir:

Bir gün biz, öğle sıcağında Ebû Bekir'in evinde (yâni babasının evinde) oturuyorduk. Ev halkından biri, Ebû Bekir'e: «tşte Resûlullah, başı sarih olarak bize doğru geliyor!» dedi. Halbuki Resûlullah bu saatte bize hiç gelmezdi. Hz. Ebû Bekir de: «Babam, anam ona feda olsun! Vallahi mühim bir hâdise olmadıkça onun bu sa­atte gelmesi âdeti değildi» dedi. Hz. Âişe rivayetinde devamla der ki: Resûlullah gelip, izin istedi, buyurun denildi, ö da evimize gir­di. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ebû Bekir'e: «Yanında bulunanları dı­şarı çıkar» diye buyurdu. O da: «Babam, anam sana kurban olsun, ey Allah'ın elçisi, onlar senin ehîin ve mahremindir, yabancı kim­se yoktur» dedi. Resûlullah: «Hicret için bana izin verildi» buyu­rarak söze başladı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) de: «Ben de size yoldaşlık etmek isterim» deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.) : »Evet olur» buyur­du. Ebû Bekir (r.a.): «Babam, anam sana kurban, yâ Resûlâllah! Şu iki binek devesinden birini beğen al» dedi. Resûlullah da «An­cak bedeliyle, yâni parasıyla kabul ederim» buyurdu.

Hz. Âişe der ki: Biz Resûlullah ile Ebû Bekir'in yolluklarım ha­zırladık. Her ikisi için bir dağarcık içinde bir miktar azık yapıp, koyduk. Dağarcığın ağzı bağlanacağı sırada, Ebû Bekir'in kızı kar­deşim Esma, belinin kuşağından bir parça yırtıp, ayırdı da onunla dağarcığın ağzını bağladı. Bundan dolayı Esmâ'ya, «Zâtu'n-Nitakayn: İki kuşaklı» adı verildi[109].

Resûlullah (s.a.v.) doğruca Ali bin Ebû Tâlib'in yanına gidip, onun da; halkın kendisine emanet olarak bıraktığı eşyaları sahiple­rine verinceye kadar Mekke'de kalmasını emretti. Çünkü Mekke hal­kından hiçbir kimse yoktur ki, üzerine titrediği eşyasını Resûlul-lah'a emanet bırakmasın. Bunu Resûlullah'ın doğruluğunu ve ema­nete riayetim bildikleri için yapıyorlardı.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) oğlu Abdullah'a, halkın kendileri hakkın­da gündüzün ne söylediklerini dinleyip, akşamleyin bu haberleri kendilerine getirmesini emretti. Kölesi Âmir bin Füreyre'ye de ko­yunlarım gündüzün otlatıp karanlık basınca da, sütlerinden fayda­lanmak için Sevr mağarasına doğru getirmesini söyledi. Kızı Es-ma'ya da, her akşam kendilerine yetecek kadar yiyecek getirmesini söylemişti.

tbn İshâk ve îmam Ahmed, her ikisi de Yahya bin Abbad bin Abdullah bin ez-Zübeyr'den Hz. "Ebû Bekir Ir.a.Vin kızı Esma lr.a.V-nm şöyle dediğini naklediyorlar. Hz. Esma diyor ki; «Hz. Peygam­ber, babam Ebû Bekir ile birlikte Mekke'den hicret ettikleri zaman,

Ebû Bekir parasının tümünü beraberinde götürdü.» Paranın tümü beş veya altı bin dirhem kadardı. Hz. Esma devam ederek diyor ki; •Onlar gittikten sonra dedem Ebû Kuhâfe evimize geldi. Dedemin gözleri de görmüyordu. Bize şöyle dedi; «Vallahi ben öyle sanıyor­dum ki o (Ebû Bekir), parasının tümünü yanında götürmekle sizi üzmüş.« Ben de ona dedim ki; »Hayır dedeciğim, o bize pek çok mal bıraktı.» Ve ben hemen taşları alıp, babamın paralarını koy­duğu, evdeki mazgal deliğine koydum. Üzerine de bir örtü attım. Sonra dedemin elinden tutup: «Dedeciğim, elini şu paraların üzeri­ne hele bir sür!» dedim. O da elini oraya sürünce: «Eh, bunu size bıraktığına göre mes'ele yok. Çok güzel, artık bu size yeter.» Valla­hi o bize birşey bırakmadı. Ama ben bunu yapmakla, ihtiyarı sa­kinleştirmek istedim[110].

Resûlullah (s.a.v.J'ın hicret ettiği gecenin yatsı vaktinde, müş­rikler onun kapısının önünde toplanmış, kendisini öldürmek için bekliyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ali'yi kendi yata­ğında yatmak için bırakıp, ona hiçbir kötülüğün ulaşamıyacağma onu ikna ettikten sonra, müşriklerin arasından çıkıp gitti. Halbuki Yüce Allah onlara bir nev'i uyuklama vermişti!..

Resûlullah ve arkadaşı Ebû Bekir, saklanmak için doğruca Sevr mağarasına gittiler. Tercih edilen görüşe göre bu olay, bi'setten on-üç yıl sonra Rebiü'l-Evvel ayının ikinci günü (20 Eylül 622) olmuş­tu. Peygamberimizden önce Ebû Bekir mağaraya girerek mağara­nın içinde yırtıcı hayvan veya yılanın olup olmadığını kontrol etmek ve Resûlullah'ı korumak maksadıyla el yordamıyla etrafı yokladı. Bu mağarada üç gün kaldılar. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah Mekke'de olup bitenleri haber vermek için karanlık basınca yanlarına geliyor, geceyi orada geçiriyor, sonra tan yeri ağarmadan yanlarından ay­rılıp, geceyi Mekke'de Kureyş'le birlikte geçirmiş gibi hemen şehre dönüyordu. Âmir bin Füreyre de sürüden bir miktar koyun alıp, on­ların yanına götürüyor. ;Abdullah oradan ayrılınca, Abdullah'ın ayak izleri belli olmasın diye onun- peşinden koyunları geri getiri­yordu.

Ama müşrikler -Hz. Peygamber'in çıkıp gittiğini öğrendikten sonra - Medine yoluna dağıldılar ve bulunabilecekleri muhtemel olan her yeri aramaya başladılar. Hattâ Sevr mağarasına kadar gittiler. Resûlullah ve arkadaşı müşriklerin ayak seslerini duydular. Bu­nun üzerine Hz. Ebû Bekir'i bir korku aldı. Hz. Peygamber'e fısıltı halinde; «Onlardan biri eğilip bakıverse, mutlaka bizi görür»  dedi.

Resûlullah da: «Yâ Ebâ Bekir! îki kişinin üçüncüsü Allah olursa akıbetin ne olacağını, yâni yakalanacağımızı mı sanıyorsun?» bu­yurdu[111].

Allahü Teâlâ müşriklerin gözlerini kör etti. Hattâ onlardan hiç­birine mağaraya girme arzusunu vermedi ve onlardan hiçbirinin aklına mağaranın içinde ne olduğunu araştırmayı bile getirmedi.

Arama işi sona erip, Abdullah bin Uraykıt yanlarına geldikten sonra, mağaradan çıkarak, Abdullah bin Uraykıt'ın rehberliğinde, sahil yolunu tutarak yürüdüler. Abdullah bin Uraykıt, müşrikler­den idi. Resûlullah ve arkadaşı ona iyice güvendikten sonra, Medi­ne'ye giden gizli yollarda kendilerine kılavuzluk etmesi için onu kiralamışlardı. Ayrıca, mağaranın dibinde iki binek devesi ile be­raber buluşmalarım kararlaştırmışlardı.

Mekke müşrikleri, Hz. Peygamberle Hz. Ebû Bekir'i bulup ge­tiren herkese, her biri için yüzer deve vermeyi vaadettiler.

Bir gün Müdlic oğullarından bir cemaat, aralarında Sürâka bin Cüşum olduğu halde, toplanmış oturuyorlardı. O sırada, kendilerin­den bir adam yanlarına gelerek: «Ben biraz önce, sahile doğru yö­nelen birkaç yolcu karaltısı gördüm. Öyle sanıyorum ki bunlar, Mu-hammed ve arkadaşlarıdır» dedi. Sürâka, adamın gördüğü yolcu­ların Hz. Peygamber ve arkadaşları olduğunu hemen anladı. Fakat başkalarını onları aramaktan vazgeçirmek maksadıyla adama; «Se­nin gördüğün falan ve filân kişilerdir. Şimdi bizim gözümüzün önün­den yitiklerini aramak için gittiler» dedi. Mecliste bir miktar daha kaldıktan sonra kalkıp gitti. Hemen atma binip sürdü. Resûlullah'a ve arkadaşlarına yetişti. Bu sırada at sürçerek yere kapaklandı. O da attan düştü. Sonra tekrar ikinci kez pıtına bindi ve Resûlullah'ın okuyuşunu duyuncaya kadar yanlarına yaklaştı. Resûlullah arka­sına bile dönüp bakmıyordu. Hz. Ebû Bekir ise, dönüp bakıyordu. Sürâka'nın atının ayakları diz kapaklarına kadar kuma gömüldü. Sürâka tekrar attan düşerek yere kapaklandı. Sonra hayvanı kal­kıncaya kadar zorladı. Fakat hayvan bir türlü ayaklarını kumdan çıkaramıyordu. Hattâ hayvanın ayaklarının izinden duman gibi bir toz bulutu göğe doğru yükselip dağıldı. Sürâka, Resûlullah'a birşey yapamıyacağını kesinlikle anladı ve içine büyük bir korku çöktü. Bunun üzerine Resûlullah'tan emân diledi. Resûlullah (s.a.v.) ve be­raberindekiler, Sürâka yanlarına gelinceye kadar durup beklediler. Sürâka, Resûlullah'tan özür dileyip bağışlanmasını istedi. Sonra onlara yol azığı ve diğer şeyler vermek istedi. Fakat onlar: «Hiçbir şe­ye ihtiyacımız yok» dediler. Ancak, ondan haberi yaymamasını iste­diler. Bunun üzerine o da, yolda kendisine rastlayanlara, «Ben her tarafı arayıp taradım, hiçbir yerde onları bulamadım. Benim ara­mam da size yeter» dedi[112]. Sürâka verdiği sözden dolayı, Resûlul-lah'ı ve beraberindekileri halkın nazarlarından saklayarak Mekke'ye döndü. Sürâka işte böylece sabahleyin Hz. Peygamberi ve arka­daşım öldürmek için yanlarına giderken, akşamleyin de onları ko­ruyarak ve halktan onları gizleyerek geri döndü. [113]

 
15- Küba'ya Geliş
 

Resûlullah (s.a.v.) Küba'ya ulaşmıştı. Küba'da bulunanlar, O'nu icarşılamaya çıktılar. Hz. Peygamber, Küba'da, Kûlsum bin Hedm'e misafir olarak birkaç gün kaldı. Çünkü Hz. Ali (r.a.) emanetleri sahiplerine verdikten sonra, Peygamberimize gelip burada ulaşa­caktı. Resûlullah (s.a.v.) burada, Küba Mescidi'ni inşâ etti. Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Allah'ın: «...İlk gündenberi temelleri takva üzere kurulan Mescid, içerisinde namaza durmana daha lâyıktır...[114]» bu­yurarak tavsif buyurduğu mescid işte budur.

Daha sonra Resûlullah (s.a.v.) Medine yolculuğuna devam etti. Mes'ûdi'nin rivayetine gçre; Medine'ye, Rebiül-evvel ayının on-ikinci gecesi girdi[115]. Ensâr hemen, etrafını sardı. Hepsi, Resûlul-lah'ın kendi evine inmesini rica ederek devesinin yularını tutup çe­kiyor, Resûlullah da. Cllara: «Devenin yolunu açınız! Nereye çöke­ceği ona emredilmiştir!» diyordu. Deve, Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin avinin karşısında bulunan, Neccâr oğullarından iki yetim çocuğa ait bir arsaya varıncaya kadar, Medine'nin sokaklarında yürüme­sine devam etti. Resûlullah (s.a.v.) : »înşâallah, konak yeri burası­dır» buyurdu. Ebû'Eyyûb gelip, devenin göçünü kendi evine taşıdı, tbn Hişâmın rivayet ettiğine göre; Neccâr oğullarından küçük kız­lar dışarı çıkarak, Resûlullah'ın gelişine ve kendilerine komşu olu­şuna çok sevinip, şarkılar söylediler. Kızların sevinçle okuduğu beyt şudur:

«Neccâr oğulları oymağının kızlarıyız, biz. Ne hoştur, komşuluğu Muhammed'in!»

Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara : «Beni seviyor musunuz?» diye sordu. Onlar da: «Evet, yâ Resûlâllah!» dediler. Bu sefer Peygambe­rimiz: «Allah bilir ki, kalbim sizin sevginizle dolu» buyurdu. [116]

 

16- Resûlullah  (S.A.V.)'İn, Ebû Eyyub'un Evindeki Misafirliğinden Bir Sahne
 

Ebû Bekir bin Ebi Şeybe, İbn îshâk ve imam Ahmed bin Han-bel birbirine benzer ifâdelerle, çeşitli tariklerden şunu naklediyor­lar :

Ebû Eyyûb, Resûlullah'ın kendi evinde misafir kaldığı günleri anlatırken şöyle dedi: «Resûlullah evime indiği zaman, evimin alt-katına inmişti. Ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, yukarıda bulunuyor­duk. Ben, Resûlullah'a: «Babam, anam sana feda olsun yâ Nebiyyal-lah! Ben, benim yukarında olmamı, senin de altımda bulunmam, hoş görmüyor, ağır bulunuyorum. Sen yukarı çık, yukarıda ol! Biz inelim, aşağıda bulunalım» dedim. Hz. Peygamber: «Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve elverişlidir» buyur­du. Ebû Eyyûb rivayetinde devamla diyor ki; Resûlullah, alt katta oturdu. Biz de evde onun üstünde bulunduk. O sırada, içinde su'bu-lunan testimiz kırıldı. Resûlullah'ın üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak, ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, tek örtüne­ceğimiz kadife yorganımızı, hemen suyun üzerine bastırdık. Ben, uta­narak Resûlullah'ın yanma indim. Resûlullah, yukarı çıkıncaya ka­dar, ona ricada bulundum.

Yine Ebû Eyyûb anlatıyor:

Biz, HesûluUah'a daima akşam yemeği yapıp gönderirdik. Kala­nını bize geri çevirdiği zaman, ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, Re­sûlullah'ın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bun­dan bereket umardık. Yine bir gece, yapıp, gönderdiğimiz soğanlı ve sarımsaklı yemeği, Resûlullah geri çevirmişti. Onda elinin izini göremeyince, feryad ederek yanına gittim ve: «Yâ Resûlâllah! Ba­bam, anam sana feda olsun! Sen, akşam yemeğini geri çevirdin. Fa­kat onda elinin izini göremedim. Halbuki ben ve Ümmü Eyyûb, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bun­da bereket ummaktaydık» dedim. Bunun üzerine Resûlullah: «Bu sebzede ağır bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben, melekle fısıl-

daşan bir kişiyim. Ama siz onu yeyinizl» buyurdu. Biz de ondan yedik. Ama, bir daha, onun yemeğine soğan ve sarımsak koyma­dık[117].

 

İbretler Ve Öğütler
 

Biz, geçmiş bölümlerde, müslümanlunn Habeşistan'a hicret et­melerini açıklarken; İslâm'daki hicretin mânâsından bahsetmiş vo o zaman, özet utarak demiştik ki; Allah Çello Celalühû, akide ve dinin kudsiyetini herşeyin üstünde kılmıştır. Akide ve dinin pren­sipleri yok olma tehlikesiyle karşılaşınca; malın, mevkinin, yerin ve yurdun hiçbir kıymeti kalmaz. Bunun için Ailahü Teâlû kullarına, akide ve İslâm uğrundu -gerekliği zurnan- butun bunları fudd üt­melerini, farz kılınıştır.                                                             

Biz önceki konularda da demiştik ki; Allah'ın evrendeki kanu­nu, gerçek din ve


Konu Başlığı: Ynt: Birinci Akabe beyatı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ekim 2010, 17:45:17
düzgün akidede kendini gösteren mânevi kuvvet­lerin, maddi kazançları ve güçleri korumasını gerekli kılar. Bir üm­met, ahlaki yönden ne kudur zengin, hakiki dine do ne kadar bağ­lı olursa; o ümmetin, vatanda, inalda ve şerefte kendini gösteren maddî gücü daha sağlam, daha çok ömürlü vo her yöndün daha güç­lü olur. Yok eğer bu ümmet, ahlâki yönden yoksul, inunç yönün­den şaşkın ve sarsıntılı ulursa; yukarıda saydığımız şeylerde kendini gösteren, maddi gücü çabuk elden çöküntüye ve evâle doğru yak-İaşır. Ve yine demiştik ki; tarih buna en büyük şahittir.

Cenâb-ı Hak, gerektiği zaman, din ve inunç uğrunda nıah mülkü feda etme prensibini farz kıldı. Müslümanlar, bu prensipten do­layı malı, canı ve vatanı kendilerine saklarlar. Gerektiği ilk anda da. onları terkederler.

bu ^çiçekte, Hesûlulluh'ın Mekke'den Medine'ye hicreti delil ola­rak bize yeter. Hicret, zahire göre, vatanı terk ve yitirme şeklinde olsa da, işin hakikatında vatanın korunması ve garanti altına alın­ması demekti. Birşeyin korunması şeklinde ortaya çıkan nice du­rumlar vardır ki, onu terketıne ve ondun vazgeçme şeklinde kendi­ni gösterir. Hesülullah ts.a.v.), hicretinden birkaç yıl sonra; kendi­sini gözetim altında tutanlardan ve onu öldürmek maksadıyla et­rafını kuşatanlardan hiçbiri kurşisına çıkma cesaretini bile gösteremez, kendisi eskisinden daha «üçlü, her yönden daha üstün olarak -devletini ve binasını kurduğu dinin üstünlüğü ile- çıkarıldığı vata­nına tekrar geri döndü.

Şimdi biz, yukarıda sunduğumuz hicret olayı üzerinde düşün­meye dönelim ve o olaydan her Müslüman için önemli olan ahkâm ve İşaretleri çıkaralım:

1- Hicret olayından bize görünen en bariz şey, Resûlullah'ın bu kutlu yolculukta kendisine arkadaş olması İçin sahâbe-i kiram­dan bir başkasını değil de, Hz. Ebû Bekir'i seçmesi ve geri kalmasını istemesidir.

İslâm âlimleri, bundan Resûlullah (s.a.v.)'ın Hz. Ebû Bekir'e kar­şı beslediği sevginin hududunu, ashabından, kendisine en yakın ola­nı Ebû Bekir olduğunu ve kendisinden sonra hilâfete en uygun olan larının yine Hz. Ebû Bekir olduğunu çıkarmışlardır. Resûlullah'ır hastalığı sırasında, halka namaz kıldırmak için, Hz. Ebû Bekir'i ye tine ta'yin etmesi ve Hz. Ebû Bekir'in dışında başkasının namaz kıl dırmaması için ısrar etmesi gibi birçok durumlar bu işareti destek lemektedir. Şu hadîs-i şerifteki mânâ da böyledir: -Eğer ben dost edin miş olsaydım elbetteki Ebû Bekir'i dost edinirdim[118]».

Gerçekten Hz. Ebû Bekir, Allah'ın kendisine ikram buyurduğı bu meziyyeti taşımaktaydı Hakikaten o sadık, hem de Resûlullah uğrunda mâlik olduğu şeylerin hepsini ve canını feda eden bir ar kadaş örneğiydi. Biz onun mağaraya önce girme hususunda naşı ısrar ett'ğini görmüştük. Çünkü o, mağaranın içinde yırtıcı hayvaı veya yılan, ya da insana zararlı yaratık bulduğu takdirde, kendi sini Resûlullah için feda etsin diye bunu yapmıştı. Ve yine biz onuı bu uzun ve yorucu yolculukta, Resûlullah'a hizmet uğrunda malın oğlunu, kızını, kölesini ve koyunlarının çobanını nasıl seferber etti ğini görmüştük.

Yemin ederim ki, Allah'a ve Resulüne İman etmiş her Müslı manın böyle olması gerekir. Bunun için Allah'ın elçisi şöyle buyı ruyor: «Sizden hiçbiriniz, beni, çocuğundan, ana-babasından ve bi tün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz[119].

2- Bazan bir Müslümaıım; Resûlullah (s.a.v.)'ın Iv.cretl ile H Ömer bin el-Hattâb'ın hicretini mukayese etmek ve kendi kend ne şöyle bir soru sormak aklına gelir: Niçin Hz. Ömer korkmadaı çekinmeden, müşriklere meydan okuyarak, açıkça hicret etti de, Re-sûlullah (s.a.v.) gizlice ve her türlü tedbiri alarak hicret etti? Yoksa Hz. Ömer, Resûlullah (s.a.v.)'dan daha mı cesur oluyor?

Cevaben: Gerçekten Hz. Ömer'in veya Resûlullah dışında, herhan-ji bir Müslümanın yaptığı işlere şeriatta delil olmayan şahsi işler nazarıyla bakılır. O kişinin, kendi zevkine uygun, Allah'a olan ima­nı ve cesaretinin kuvveti ile uyuşan metodlar, yollar ve araçlar ara­sında, dilediğini seçme hürriyeti vardır.

Ama Resûlullah böyle değildir. O kanun koyucudur. Yâni din ile alâkalı işlerinin tümü bizim için kanun olarak kabul edilir. Bun­dan dolayı -Teşri'» kaynaklarının ikincisi olan Uesûl'ün Sünneti; onun sözlerinin, davranışlarının, hususiyet ve takririnin tümüdür. Hz. Ömer'in yaptığının aynısını, Hz. Peygamber (s.a.v.1 yapmış ol­saydı, halk bunun farz olduğunu zannedecekti. Ve yine tedbir ve sakınmaya başvurmanın, korku ânında gizlenmenin caiz olmadığı­nı zannedecekti. Halbuki bu dünyada her ne kadar, sebeblerin Al­lah'ın yaratması ve iradesi ile meydana geldiği şübhe götürmez bir gerçek ise de; yine de Allah şeriatım sebeblerin ve müsebbebatın gereği üzere kurmuştur...

İşte bunun için Resûlullah (s.a.v.) bu gibi işLe, beşer aklının gösterdiği maddi yollan ve sebebleri kullandı. Hattâ Resûlullah (s.a.v.) bu yollardan hepsini kullandı, hiçbirini terketmedi. Bunun için Hz. Ali'yi kendi yatağında yatması ve onun elbisesini giymesi için geri bıraktı. Ayrıca düşmanların tahmin bile edemedikleri dağ yollarında kendisine kılavuzluk etmesi için iyice güvendikten son­ra, müşriklerden birinin yardımına başvurdu. Akla gelebilen mad­di tedbirleri hazırlayın caya kadar mağarada gizlenip üç gün bek­ledi. Bütün bunları, şunu açıklamak için yaptı: Allah'a güvenmek, ilâhi hikmetin olmasını murad ettiği şeye maddi vasıtaları sebeb olarak kullanmaya aykırı değildir.                         '

Resûlullah'ın böyle yapması, kendi hayatından korkmasından veya Medine'ye ulaşmadan önce müşriklerin eline düşme endişesin­den dolayı değildir. Buna da delil şu olaydır: Resûlullah (s.a.v.) bü­tün tedbirleri aldıktan sonra, müşrikler, mağaranın etrafını kuşat­tılar, Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir de içerdeydiler. Müşrikler­den biri eğilip bakacak olsaydı, onları oracıkta görürdü. Bu sırada Hz. Ebû Bekir'in kalbini korku bürümüştü. Bunun üzerine Resûlul­lah: -Yâ £bâ Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen sonucun ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanıyorsun!» bu yurarak onu teskin etti. İşte bu olay, onun korkmadiğına delildir. Halbuki, güvendiği bu tedbirler işlemez hale geldiğine Eöre. onun kor­ku ve ürperti duyması pek tabii idi.

O halde, Hesûlullah'in aldığı bu tedbirlerin hepsi, yapması ge­reken teşrii bir görevdi. Bütün bu tedbirleri uygulama sona erince, her işte itimadın yalnızca Allah'a olması gerektiğini nıüslümanla-ra öğretmek için, kalbini Allah'a bağlayıp Ü'nun levfik ve himaye­sine dayandı. Yine bu durum. Yüce Allah'ın kâinatta yarattığı «se-beblere riayet» etmeye aykırı düşmez.

Sözünü ettiğimiz bu hususta, yine en bariz delillerden biri de, Sûrâka'nın Resûlullah'a iyice yaklaştığı ve onu üldürmek isteğiy­le arkasından yetiştiği zanmii; Hesûlültah'ın o anki tavrıdır. Hesû-lullah (s.a.v.)'nı. Sürâka'mn kendisine ulaşmakta acele etmesinden dolayı korku duyması, başvurduğu tedbirlerin tümünün gereğiydi. Halbuki İtesûlullah Is.a.v.). Uabbi İle nıünûcata vo Kuran okuma­ya dalmıştı. Çünkü o, biliyurdu ki; kendisine hicret etmeyi em reden Allah, İnsanlardan kendisine gelecek zararı önleyecek ve K.-tab-ı Mübİn'de açıkladığı gibi onların şerrinden kendisini koruya­caktır!..                                                                                   .;

3- Yanında  bulunan  emanetleri  sahiplerine  vermek   için  Hz. Ali'nin, Hesûlullalı' (s.a.v.)'dan geri kalmasında, müşriklerin düştük­leri acâip  tenakuza açıkça işaret  vardır.   Aynı  zamanda müşrikler Hz.  Peygarnber'İ  yalanladıkları,   onu   bir  büyücü   veya  hitaba?, ola­rak güldükleri halde, etraflarında doğruluk  ve güven bakımından ondan daha iyisini   bulamıyorlardı.   Bunun İ7İ11  de  kıymetli   malla­rını, saklanması gereken eşyalarını yalnızca onun yanına koyuyor­lardı.   Bu  durum  da  gösteriyor  ki.onlaım   inkârları,   llesüluilah'in doğruluğundaki   kuşkuları   sebebiyle  tloğil   tlo,   ancak   kibirlerinden,. Hcsûlullah'ın   getirdiği   Hakkı   boğmak   işlemcilerinden,   kendi   baş­kanlık ve hükümıanlıklarının ellcrindon çıkucugı  korkusundan do­layı İdi.

4- Hkbû   Bekir   (r.a.)'in  oğlu   Abdullah'ın   haberleri   topla­yıp,  Itosûlullah'a  ve  babasına  naklederek,   Mekke  ile  mağara  ara­sında gidip gelirken  saıicLligi  gayrette,  kızkardeşi   Esma   (r.a.)'nın bu yolculuk için gerekli şeylerin hazırlanmasına katkıda bulunma­sında  ve  yiyecekle   bineği   hazırlamada   gösterdiği   gayreUe,   Müs­lüman gençlerin -erkek ve kadın olarçk - Allah yolunda İslam pren­siplerini gerçekleştirme ve İslâm  toplumunu kurına uğrunda nasıl olmaları gerektiğini görüyoruz. BirMuslumumıı nefsine hâkim ola-

rak kendisini ibâdete vermesi yeterli değildir. Bilâkis, İslâm uğrun-da çalışarak, her yönüyle, tüm gayretini ve gücünü sarfetmesi, üze­rine vâcibdir. Her zaman ve her asırda İslâm'ın ve müslümanlann hayatında, gencin rolü bu olmalıdır,

Resülultah (s.u.v.)'ın da'vctinln ilk yıllarında yaptığı cihaddu, etrafında bulunan kişiler gözönüne getirildiği zaman, büyük çoğun­luğunun henüz delikanlılık çağını geçmemiş gençlerden olduğu gö­rülecektir... Bu gençler, lalanı toplumunun kurulması ve İslâm'ın za­fere ulaşması için Unu güç ve lakatlarını seferber etmede ellerin­den geleni esirgemediler.

5- Sürâka.   Kesûlullah'a  yetiştiği   sırada kendisinin  ve  atının başına  gelenlere  gelince;  Onların   Hesûlulluh'â  ûit  büyük   bir   mu­cize olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Buharı ve Müslim başta ol­mak üzere hadis İmamları bu olayın sıhhat ve nakli üzerinde İttifak etmişlerdir, Bu mucizeyi de daha önce sözü edilen diğer mucizelere ilâve edebilirsin.

6- Rcsûlullah'ın   hicret   olayındaki   hârika  ve   mucizelerin   en barizlerinden biri de; .müşrikler evinin  etrafını  kuşatmış,  kendisini Öldürmek üzere gö/.elliyorlarltcn; onun kendi evinden çıkıp gitmesi­dir. Müşriklerin tümünün gözlerini uyku kapatmıştı da onlardan hiç­biri, Resûlullah'ın  çıkıp- gidişinin  farkına varamamıştı.  Rcsül-i   Ek­rem, Yüce Allah'ın: -Biz: hem önlerinden bir sed, hom arkalarından bir sed çektik.  Böylece onlun salıverdik.  Arlık görmezler[120]»  âyetini okuyarak çıkıp gitfiği zaman,  müşriklerin  başına saçtığı  topraktan gözlerinin domıası, kendi hayatı üzerine verdikleri kararla alay et­mesi demekti.

Bu nığcize Mekke müşrikleriyle, her zaman ve her asırdaki di­ğer müşriklere, Resûlullah'ın ve ashabının din uğrunda onlardan gördükleri her çeşit eza ve cefaların belirli bh\.dönem İçin olduğu­nu, yâni Yüce Allah'ın peygamberi ve müslümanlan tcrketmeUiğini; zaferin, onların yüzünden uzaklaşmadığını açıklayan ilâhi bir ilân mesabesinde olmuştu. Müşriklerin ve tüm din düşmanlarının bunun­la sevinmeleri ve bunu kendilerine bir müjde Kaymalım gereksiz­dir. Çünkü Allah'ın nusreti yakındır ve bu ııubretin yolları nerduy-se her an tahakkuk ölmekledir.

7- Medine-i Mu'novvcre'nin Rosûlullah'ı karşılayişlunndakî tub-lo;  çoluk çocuk,   kudın-erkok   tüm   Medine   halkı   (bjtsâr'ııı)   kalblo-rinden fışkıran coşkun sevgiyi bize gösteriyor. MudiucIHcr her gün, şehrin dışına çıkıyorlar, güneşin harareti altında, ftcsûl-i Ekrem'in gelmesini bekliyorlardı. O gün de akşam olunca, ikinci günün sa­bahında tekrar gelip beklemek üzere geri dönüyorlardı. Kutlu yol­cu ufuktan görününce, gönüllerindeki sevgi duyguları coştu ve dil­leri çözüldü. Resülullah'ın gelişine ve onu gördüklerine sevinerek kasideler ve şiirler söylemeye başladılar. Resûlullah da, aynı sevgi ile onlara karşılık verdi. Hattâ Neccâr oğullarının kızları etrafında kendi gelişine şarkılar söyleyip şiirler okurken; o da onlara bakıyor ve: «Beni seviyor musunuz... Vallahi kalbim sizin sevginizle dolu» diyordu...                                                               

Bütün bunlar bize gösteriyor ki; nesülullah sevgisi yalnızca ona uymak da değildir. Bilâkis, Resûlullah sevgisi, ona uymanın teme­li ve sebebidir. Kalbdc muhabbet duygusu olmasaydı, elbetteki amel­de ona uymaya sevkeden bir etken bulunmazdı.

Resûlullah sevgisinin ona uymak ve onu takip etmekten başka anlamı olmadığını sananlar yanılmışlar. Halbuki, -Bir kişiyi takib etmek ve ona uymak ancak bir sempati ve içlen gelen bir temayül ile olur» gerçeğini fark edememişlerdir. Duygulan coşturan, hisle­ri harekete getiren, kalbe kök salmış sevginin dışında, kişiyi başka­larına" uymaya sevkedecek bir faktör yoktur.

Bunun için Resûlullah, kalbin peygamber sevgisi ile dolu ol­masını, imanın ölçüsü yaptı. Çünkü, peygamber sevgisi, çoluk-çocuk ana-baba ve insan sevgisine üstün gelmiştir. Bu da gösteriyor ki," Resûlullah sevgisi, evlât ve ebeveyn sevgisi gibidir. Yâni her ikisi­nin de yeri kalb ve gönüldür. Yoksa mukayese olamazdı.

8- Resûlullah'ın, Ebû Eyyûb el-Ensari'nin evinde ikameti sıra­sında gördüğümüz fabloya gelince; o bize, ashabın Resûlullah'a kar­şı gösterdiği sevginin bir başka şeklini sergiliyor. Burada bu tablo­dan aklımıza gelen ilk düşünce; Resûlullah (s.a.v.) yemeğinin arta kalan kismnı geri gönderdiği vakit, Ebû Eyyûb'un ve hanımının, Resûluîlah'ın yemek labağındaki parmak izlerinden bereket umma­ları hususudur. Bu duruma göre, Hz. Peygambcr'in asarı (kullan­dığı eşya vs.) ile teberrük etmek (onlardan bereket ummak), biz­zat Resûluîlah'ın takrir buyurduğu meşru bir iştir.

Buhârî ve Müslim; Sahâbe-İ Kirâm'ın, Hz, Peygamber'in âsân ile teberrük ötmeleri, o âsûr ile hastalara şifâ dilemeleri veya yar­dım istemeleriyle ilgili olayları rivayet etmişlerdir.

BuhftiTnin Kitâbü'l-Libâs bahsinde, (Resûlulîah'ın saçından bah­sedildiği bâbdaî «Hz. Peygamber'in hanımı Ümmü Seleme, Resû­luîlah'ın saçlarından bir miktar saçı bir şişe içinde koruyordu. Sa-hâbe-i Kiram'dan birine nazar değse veya başına bir musibet gelse,

hemen Ümmü Seleme'ye içinde su bulunan bir kap gönderir. O da bu saç tellerini suya batırır, sonra bu suyu alır, şifa dileyerek ve bereket umarak içerlerdi» diye rivayet ettiği hadis bunlardan bi­ridir.

Bunun bir başkasını da Müslim, -Kitâbü'l-FezâiU bahsinde, Hz. Peygamber'in terinin hoşluğu babında şu hadîsi naklediyor; Enes bin Mâlik anlatıyor; «Resûlullah (s.a.v.), Ümmü'Süleym'in evine gi­rer ve Ümmü Süleym içinde yok iken, onun döşeği üzerinde gündüz uykusuna yatardı. Hz. Peygamber bir gün yine geldi ve Ümmü Sü-leym'in döşeği üzerinde gündüz uykusuna yattı. Biraz sonra Üm-Süleym geldi. Hz. Peygamber de terlemiş ve teri de döşeğin üstün­de bulunan bir deri parçası üzerine toplanmış halde idi. Ümmü Süleym kıymetli eşyalarını koyduğu küçük sandığını açtı, hemen bir bez parçasına bu birikmiş teri i.irip, almaya ve sonra da cam veya sırçadan yapılmış kabları içine sıkmaya başladı. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.v.) uykusundan uyandı ve: «Ne yapıyorsun yâ Ümmü Süleym?- diye sordu. O da: -Yâ Resülallah! Biz çocuklarımız için bunun berekitini ümid ediyoruz- dedi. Resülullah: «İsabet et­tin- buyurdu[121].

Yine Buhar! ve Müslim'de; Sahâbc-i Kirâm'ın, Resûlullah'm ab-dest suyuna koştuklarını, onun elbise vo bardak gibi vücut âza-lannın değdiği, birçok eşyadan hayır ve bereket umduklarını riva­yet eden hadisi şerifler bulunmaktadır".[122]

Resüluîlah'in maddi eşyalarıyla tevessül etmenin durumu bu olunca-, onun Allah katındaki mevkii ve âlemlere rahmet olarak gön­derilişi ile tevessül etmenin durumu nasıl olur?

Bizim, tevessülü teberrüke kıyas ettiğimiz sanılmasın ve mes'e-lenin kıyas yolu ile halledileceği de sanılmasın. Çünkü -Tevessül ve Teberrük» aynı anlama gelen iki kelimedir. Bu da birşeyi aracı kılarak hayır ve bereket ummaktır. Bu durumda Resûlullah'ın Al­lah katındaki mevkiinden tevessül, Asarı ile tevessül, yahut artığı veya elbiseleri ile tevessül hükmü sahih hadislerde sabit olan genel anlamda tevessül nev'İnin şümûlündekl cüzlerdir. Bu cüzlerin hepsi de usûl ulemasının «Tenkıhu'l-MenU dediği metodla nasların şü­mulüne dahildir[123].

Hz. Pcygnmber'in Medine-i Mürievvere'de, yeni toplumda yap­maya başladığı güzel İşlerden bahsedebilmek için, hicret olayından bu kadarcık açıklamakla yetinelim. [124]


[77] Buhari. KitâbU'l-Ehadlsİ'UEnblyâ;  Müslim:  Klt&bü'I-Hudûd

[78] îslâm Aleminin Büfünü: c. 1. s. 33.

[79] M. Bin Abdulvehhab, Muhtasar-u Siyretl'r-Resul: 8. 124

[80] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 166-169.

[81] lbıı Hacer, Fethü'l-B&ri: 7/156; tbn Kayyım, ZAdÜ'l-Meftd: 2/50; Fethu'r-Rab bini Fİ Tertlb-i Müsned-i İmam Ahmed: 20/269.

[82] Nisa sûresi, âyet: 60.

[83] tshlr, güzel kokulu bir ot (mütercimler).

[84] Müslim: c. 3, s. 48. Bkz.: İbn Hacer, el-ts&be: c. 3, s. 403.

[85] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 169-173.

[86] Ezahlr, Mekke'ye yakın bfr mevkiin adıdır.

[87] Hac sûresi,-âyet: 39-40. îbn Hişâm, Ahmed, Taberi... İbn İshâk'a dayanarak; Ma'bed bin Kâab bin MâMk'ten nakleder bu olayı...

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 173-176.

[88] Hac sûresi, âyet:. 39.

[89] Nesei: c. 1» s. 52; Tefsir, İbn-İ Kesir: c. 3, s. 224.

[90] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 176-179.

[91] Tevbe sûresi, âyet: 123.

[92] Bu hadîs müttefekun aleyhdir.

[93] Bu konuya örnek olarak Vloten'ln «Siyâdetü'l-Aratoiyye» adındaki kitabına ba­kınız, p. 5 ye sonrası: Nahdatu'l-Mısriyye.

[94] Muhammet! sûresi, âyet: 20.

[95] Dr. Zuhaylî, îsâru'l-Harbi, Fi Fıkhı'l-tslâm: s. 59, dip.

[96] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 179-183.

[97] îbn Sa'd, Tabakat: c. 1, s. 310-211; Taberi Tarüü: 1/367.

[98] Üsdül'-Gâbe: c. 4, s. 53.

[99] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 183-184.

[100] Enfâl sûresi, ftyet:  72.

[101] Kurtubî, Tefsir: 5/350.

[102] Nisa sûresi, âyet: 97-98.

[103] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an: c. 2, s. 876.

[104] Enfâl sûresi, âyet: 73.

[105] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an: 2/876.

[106] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 184-186.

[107] Buhari: 4/255.

[108] İbn Higâm, Siyret: 1/155; tbn Sa'd, Tabakaf: 1/212

[109] îbn Sa'd'ın Tabakaü'nda onun kuşağını parçalayıp bir parçasıyla su tulu­munu, diğer parçasıyla da yemek dağarcığının ağzım bağladığının rivayeti yardır.

[110] İbn Hişâm, es-Siyret: 1/488; tmam Ahmed, Müsned: 20/282.

[111] Bu hadîsi, Buhârî üe Müslim rivayet etmiştir.

[112] Bu hadîsi de Buhârİ ile Müslim rivayet etmiştir. Olayın geniş açıklaması Buhârî'de vardır: c. 4. s. 255-256.

[113] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 187-191.

[114] Tevbe sûresi, âyet: 108.

[115] Mes'ûdi, MürûcU'z-Zeheb: c. 2, s. 279, Beyrut baskısı.

[116] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 192-192.

[117] Ibni Hacer, el-îsabe: c. 1, s. 405; İbn Higâm, SlyruL:  1/49; İnmm Ahtııed. MUs-ned; 2Û/292.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 192-193.

[118] Müslim: 7/105.

[119] Bu hadis müttelekun aleyhtir.

[120] Yâsin suresi, ayet: 9.

[121] Müslim, Kttab-i Fezâtl.

[122] Şeyh Nasır el-Kbânt, bu gibi hadislerin bu asırda hiçbir faydası olmadıfcı go-rUşünU İleri sürüyor. Bu görüşünü Üslad Muhanımcd el-Munlasir tl-Kettanİ'-nln, Şeriat Fakültesi öğrencileri İçin seçmiş olduğu lıadfeler üzerine yaptığı tenkldde zikrediyor. Biz bu sözün bir nıüslUmanın ağzına yakışmadığı ve çok tehlikeli olduğu görüşündeyiz. Resûlullah'm söyleri, fiilleri ve takrirleri şe­riatta kaynaktır. Onların şeriattaki kaynak oluşları, sahih bir hadisin veya Kur'ân'm neshi olmadıkça kıyamete kadar devam edecektir. Teşrii fayda­ların en önemlisi ve ılellli, hikmetleri öğrenmek gereğine İnanmaktır. Uu sahih ve sağlam hadis-l şerifleri ne Kur'&ıı-i Kerim, ne de onlar giiıl bir sünnet yürürlükten kaldırmamıştır. Onların Tesrii muhtevaları kıyamete ka­dar lift kidir. Hu demektir ki. Hesülullah'ın Allah katındaki mrvklslylu tevekkül etmekten başka onun asan tlc tevessül ve tcbcrrUk etmeye de bir engel yok­tur. Bu husus, zamanla birlikte devam edecektir ve meşrudur. Bununla be­raber bu asırda onların hiçbir faydası yoktur, nasıl denilebilir?

Zannederim ki, onların faydalarını. Üstad Şeyh Nasırın görücü ile hü­kümsüz kılan sebeb, bu hadislerin tevessül konusundaki kendi görücüne teis düşmesidir. Ancak bunlar tek başına bilindiği gibi onların neshi ve fayda­larının sona ermesi için yeter aebeb değildir!..

[123] Tenkibu’l-Menât: Kıyasa mevzu olan hftrilııede ltUknıe İllet olmtısı umıılnn birçok vnsıHiır bulunabilir. Bunların hf|»sf Mel dıftlldlr. Bunlardan hanfitsl-nln olduğunu arayıp bulmaya denir (Mütercimler).

[124] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 193-200.