๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fıkhus Sahabe => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 04 Mayıs 2011, 16:13:50



Konu Başlığı: Hz. Ubade bin Samit
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Mayıs 2011, 16:13:50
Hz. Ubade Bin Samit (R.Anh)


Rasûlüllah efendimiz hicretten sonra Medine'de, Yahudilerle antlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahudiler, Müslümanlara saldırmayacaklar, onların düşmanlarına yardım etmeyeceklerdi!

Buna rağmen, Yahudiler sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler. Medineli Yahudiler, üç kabile hâlinde yaşıyor­lardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğullan. En cesurları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı. Kuyumculuk ve tefecilikle geçinirlerdi.

Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları üzerine, Rasûlüllah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslü­manlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da ge­lebileceğini ihtar ettiler. Yahudiler işi, daha da ileri götürerek dediler ki:

Savaşmasını bilmeyen kimselere yanı Kureyş 'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şayet Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa,  o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!

Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Ashâb-ı Kirama hareket emrini verdiler. Kaynukaoğulları, o çok sağlam kaleler­ine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahudiler, teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhametine sığın­dılar. Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla istişare ettiler. Yahudilere, nasıl bir ceza verilmesini, Ashabına da sordular. Münafıkların başı İbni Selül, söz aldı:

Yahudilerle benim, anlaşmalarım vardır. Ben, onların dostlu euııu bırakamam!.. deyince, Hz. Ubâde bin Sâmit de söz istedi ve dedi ki:

Yâ Rasûlüllah! Benim Kabilem de Yahudilerle dostluk anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün sözlerini;   ayaklar altına aldılar. Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve Pey­gamberinden  başka  dostum yoktur. Allah ve Rasûlüne sığınıyor, emirlerini bekliyorum.

Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:

“Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahudilerin dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resulünün dostluğu da, Onun olsun!”

Bunun üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzü oldu. Meâlen şöyledir:

"Ey îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah, zâlimleri doğru yola eriştirmez."

Peygamber efendimiz onlara karşı, pek merhametli davrandılar. Kaynukaoğullarımn, canlarını bağışladılar. Sâdece, Medine'den çıkarıl­malarını emrettiler. Bu vazifeyi de, Hz. Ubâde'ye verdiler. O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.

Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır:

Ben birinci Akabe'de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bey'at ettik ki:

“Allahû Teâlâ'ya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmiyelim, zina yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyley­erek iftira etmeyelim, herhangi bir iyilik hususunda O'na asi olmayalım.”

Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki:

“Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya aittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.”

Ubâde bin Sâmit, bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke'de yapılan ikinci Akabe bey'atinde de bulunan Hazrec kabilesinin oniki temsilcisin­den biridir. Bî'atte dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcımn kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bey'at ediyorum.”

Ubâde bin Sâmit'in annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu. Hicretten sonra Mekke'den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu. Hz. Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Rasûlüllah efendimiz kıydı.

İslâm güneşi parladıkça, Medine'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, bazı ailelerin yanına misafir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur'ân-ı Kerim öğretilmesini de istiyor­lardı.

Onlardan biri, Hz. Ubâde'nin misafiri oldu. Kur'ân-ı Kerimi iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hz. Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi ki:

“Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabul et!”

Hz. Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arzetti. Allahü teâlânın Resulü buyurdu ki:

“Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü taşımış olur­sun.”

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, ba'zı şeyler, bilhassa, Kur'ân Kerim öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir.

Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:

Birgün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan ba'zı zâtlarla beni görmeye geldi. Rasûlullah efendimiz, şehîdlerden bahsederek;

“Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.

Herkes susmuştu. Rasûlüllah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:

“Şehîd,  İslâmiyet! kabul  eden, hicret eden,  sonra Allah yolunda ölendir.”

Bunun üzerine Resûlüllah şöyle buyurdu:

“O zaman ümmetimin şehidleri çok az olur. Allah yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehiddir, karın  ağrısından ölenler şehiddir, lohusalıktan ölen kadın şehiddir.”

Ubâde  bin  Sâmit,  talebelerinden  Sanabic'in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:

“Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâ'at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ'at ederim.”

Bu Resûl-i Ekrem den işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i Ekrem'in diğer bir hadîs-i şerîfini rivayet ediyorum. Resûl-i Ekrem efendimiz buyurdu ki:

"Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Rasûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme haram olur."

Ubâde bin Şâmil şöyle anlatır: Birgün bir zât Peygamber efendimize. gelerek sordu:

“Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir?”

“Allahû Teâlâ'ya îmân ile O'nu tasdik, O'nun yolunda cihaddır.”

“Yâ Rasûlallah, daha kolayı yok mu?”

“O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!”

“Yâ Rasûlallah, daha da kolayını istiyorum.”

“O hâlde, Allahû Teâla sana ne kısmet etmiş ise ona razı ol!” Başka bir zamanda da Resûlüllah efendimiz o'na şöyle buyurdu:

“Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyi ve rağbet etmenizdir.”

Birisi Ubâde bin Sâmit'e dedi ki:

Ben harb ederken Allahû Teâla'nın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de isterim.

Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki:

“Sana bundan kâr yok”.

Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerifi okudu:

"Allahû Teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstağni olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim."

Ubâde bin Sâmit, Ashâb-ı Kiram'in en faziletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur'ân-ı Kerîm yazmıştı. Buyurdu ki:

"Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir."

"Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç."

Allahû Teâla'nın rızası için yaşayan Peygamber efendimiz, vazifeleri­ni tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hz. Ebû Bekir de ömrünü tamamladı. Arkasından, Hz. Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları, büyük fetihler yaptılar.

Hz. Amr İbni As kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu. Nihayet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!..

Bunun üzerine Hz. Ömer de, bir mektup yazdı:

"Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman gön­deriyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye bedeldir.

Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümam, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle."

Cuma günü, zevalden sonra hücum emrini ver. Çünkü o saatte, dualar kabul olunur ve Allanın rahmeti yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahû Teâla'dan yardım dilesinler. Son­ra da, hücuma kalksınlar!"

Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle konuştu:

Ey mücâhid gaziler. Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazret­lerinin; bizlere yardım için yolladığı bahadırları, işte sizlere tanıtıyorum:

Bu zât: Cennetle müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm'dır.

Şu kahraman; "Rasûlüllahın süvarisi" ve Bedir savaşını yaşayan kahramanlarından, Mikdâd bin Esved'dir. Bu genç ise; Peygamber efendimizin dualarına mazhâr olan, meşhur Mesleme bin Muhalled'dir.

Sonuncu Müslüman da; hem âlim, hem hafız, hem cengâver ve de Akabe Bey'atınm reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir.

Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hz. Ömer'in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübarek Cuma vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarım kıldılar ve zafer için, Cenab-ı Hakka dua ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücuma geçtiler. İşte bu îmânlı hücumlar sonunda, dualar nihayet kabul oldu. Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.

Hz. Ubâde, dirayetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi.

Bu iki zât, Şam'a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu halde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken;

Lâ ilahe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler. Kralın huzuruna   çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu konuşmalar geçti:

“Sizin yanınızda en büyük kelâmınız nedir? Lâ ilahe illallahü vallahü ekber'dir.”

“Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?”

“Hayır, biz bu sözün hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O, bize öğütten başka birşey değildir.”

“Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum; ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim.”

Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi. Hz. Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahabe olduğu için, bütün mü'minler ziyaretine koşuyorlardı. Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerini ve mübarek Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasihatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:

“Babacığım! Bana da bir nasîhatta bulunur musun? Fakat lütfen en önemlisi hangisiyle, onu söyleyiniz.”

“Beni yatağımda doğrultun, oturayım!” Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:

“Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; İmânın tadına eremezsin.”

“Fakat Babacığım, kaderin, hayrını ve şerrini nasıl anlıyabilirim?”

“Şöyle inanmalısın ki: kaderinde olmayan şey, seni asla bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, asla kaçamazsın.”   Hz. Ubâde'nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefat edeceğini anlayınca dedi ki:

“Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin!”

Hepsi gelince, onlara dedi ki:

“Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Bazılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız.”

Etrafındakilere helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:

Ruhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rekat namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde 'ye dua edin. Çünkü cenabı Hak, yüce kitabında "Sabır ve namazla, Allaha sığının/yardım dileyin!" buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni kabrime götürün. [149]

Sahabeler sade bir hayat yaşamışlardır. Hayatlarında şetafete yer ver­medikleri gibi, cenazelerinin defn işleminin de şetafetli olmasına müsaade etmemişlerdir. İnanmış insanlann eliyle dualarla âhiret uğurlan­mayı arzulamişlardır. Unutmayalım, Müslümanın hayatı da ölümü de Allah içindir.



[149] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahibe/M. Yusuf Cândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa,. Beyrut/ty