๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fihi Ma Fih => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Temmuz 2011, 23:10:37



Konu Başlığı: 50.Bölüm
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Temmuz 2011, 23:10:37
50. BÖLÜM  


Herşeyi, aramadıkça bulamazsın;
Fakat bu dost başka; bunu bulmadan arayamazsın.
İnsanın araması, şudur; bulmadığı şeyi arar insan; gece-gündüz onu arış-tırır-durur. Fakat
bulduğunu, maksadına erdiği halde arayıp istemesi, şaşılacak birşeydir. Bu,çeşit arayış, insanın aklına
sığmaz; insan bunu düşünemez bile. Çünkü insanın arayışı, bulmadığını elde etmek içindir. Bulduğunu
arayıp isteyiş, Tanrının arayıp istemesidir. Çünkü Ulu Tanrı, herşeyi bulmuştur; herşey onun kudretindedir,
«Ol der, olur.» Bulandır, yüceler yücesidir. Bulan ona derler ki herşeyi bulmuştur. Bununla beraber Tanrı,
«Odur isteyen, odur üst olan.» dediği gibi isteyendir de. Bu sözden maksat şudur öyleyse: A insan, sen, şu
sonradan meydana gelen isteklere düşmüşsün ya, bu isteklere düşüş, insanlık huyudur. Fakat böylece de
maksattan uzaksın sen. İsteğin, Tanrı isteğinde yok oldu mu, Tanrının isteği kavrar, kaplar seni; o zaman
Tanrı isteğiyle isteyen bir hâle gelirsin.
Birisi dedi ki: Tanrı ereni, Tanrıya ulaşmış kimdir? Ne sözde, ne işte, ne kerâmetlerde, ne
hiçbir şeyde buna kesin bir delil yok bize; çünkü söz, öğrenilmiş olabilir. İşte, kerâmetlere
gelince keşişlerde de var; onlar da gönüllerden geçenleri biliyorlar; büyü yoluyla pek çok
şaşılacak şeyler gösteriyorlar. Bu çeşit şeyleri saydı-döktü. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Senin birisine inancın var mı, yok mu?
Eyvallâh dedi; inançım da var, âşıkım da.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
O adam hakkındaki inancın bir delile, bir ize dayanıyor mu; yoksa gözünü açmışsın, onu görmüşsün
de ona mı sarılmışsın?
Hâşâ dedi o adam, bu inanç, delilsiz, izsiz-esersiz değil.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Peki, neden inanca bir delil, bir iz-bir eser yok diyorsun da bir-birini tutmaz sözler söylüyorsun?
Birisi dedi ki: Her eren, her büyük, Tanrıyla olan yakınlığım derecesinde hiç kimse
Tanrıya yakın olamaz; Tanrı, bana ettiği lûtfü kimseye etmemiştir sanısındadır.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu sözü eren mi söyledi, ermeyen mi? Bu sözü eren söylediyse, mâdem ki her erenin inancı böyledir;
her eren, kendisine böyle inanır diyor; şu halde bu lûtuf, kendisine mahsus değilmiş. Bu sözü eren

söylemediyse gerçekte eren odur. Tanrı hası odur; çünkü Ulu Tanrı bu sırrı bütün erenlerden gizlemiş
olduğu halde ondan gizlememiştir.
O kişi, örnek getirdi de dedi ki:
Bir padişahın on tane halayıcığı vardı. Halayıkçağızlar, bizim içimizden en çok kimi
seviyor padişah dediler; bunu bilelim, öğrenelim. Padişah, şu yüzük dedi, yarın kimin evinde
bulunursa en çok sevdiğim odur. Ertesi gün, o yüzüğün tıpkısı on yüzük yapılmasını buyurdu;
yaptılar. Her câriyeciğe bir yüzük verdi.
(Mevlânâ) buyurdu ki;
Soru hâlâ yerinde, bu söz cevap değil, bu sözün onunla bir ilgisi yok. Bu sözü, ya o on câriyecikten
biri söylemiştir, yahut başka bir câriye söylemiştir. O câriyeciklerden biri söylediyse o yüzüğün kendisine
mahsus olmadığını, her câriyecikte ona benzer bir yüzük olduğunu biliyor demektir, şu halde kendisinin bir
üstünlüğü yoktur, daha sevgili değildir. Yok, bu sözü o on câriyecikten başkası söylediyse, padişahın asıl
has kırnağı(*) odur; sevgilisi odur.
Birisi dedi ki: Aşığın alçalması, hor bir hale gelmesi, herşeye dayanması gerek. Bu çeşit
vasıfları sayıp dökmeye koyuldu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Âşığın sevgilisi böyle olmasını istiyor mu, istemiyor mi? Sevgili istemiyor da o, kendisini bu hale
sokuyorsa âşık değildir o, kendi dileğinin peşine düşmüştür. Sevgilinin dileğine uymuşsa sevgili de onun bu
hale gelmesini, alçalıp hor-hakıyr olmasını istemiyorsa nasıl oluyor da alçalıyor, hor-hakıyr oluyor? Anlaşıldı
ya, âşığın ahvali nasıl olacak, belli değildir; sevgili nasıl isterse öyle olur-gider. Esenlik ona, İsâ
buyurmuştur ki: Şaşarım canlıya; nasıl oluyor da canlıyı yiyor? Zahir ehli derler ki: İnsan hayvan eti yer ya,
maksat bu; çünkü ikisi de canlı. Hayır, bu yanlıştır. Neden mi? Çünkü insan et yer; oysa canlı değildir,
cansızdır. Hayvan kesildi mi, hayvanlığı kalmaz ki. Maksadı, şeyhin, müridini neliksiz-niteliksiz yiyip
bitirmesidir. Ben asıl böyle pek az görülür şeye şaşarım işte.
Birisi sordu da dedi ki:
Esenlik ona, İbrâhim, Nemrûd'a dedi ki: Benim Tanrım ölüyü diriltir, diriyi de öldürür.
Nemrûd, ben de yaparım bunu dedi, birini mevkiinden azlederim, öldürmüş olurum onu; birine
bir mevki veririm; âdeta diriltirim onu. Bu sözü duyunca İbrâhim, cevap veremedi, o sözü
bıraktı, bir başka delile sarıldı. Dedi ki: Tanrım güneşi doğudan doğdurur, batıdan batırır; sen,
bunun tersini yap. Bu söz, görünüşte öbür sözüne aykırı değil mi?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Hâşâ, İbrâhim, onun deliline cevap vermeden âciz değildi; bu söz, başka bir örnekle aynı sözdü zâti.
Yâni, Ulu Tanrı, ana karnında ki çocuğu rahim doğusundan doğdurur, mezar batısında da batırır. Sen
Tanrılık dâvâsı güdüyorsan onun tersini yap; yâni mezar batısından doğdur, rahim doğusunda batır dedi.
Demek ki bu da aynı söz, bu da İbrâhim'in getirdiği ilk delilden başka bir şey değil. Ulu Tanrı insanı her
solukta yeniden yaratıyor, onun içine yeni-yeni şeyler gönderiyor; öylesine ki ilki ikinciye benzemiyor, ikinci
üçüncüye benzemiyor. Fakat insanın, kendisinden haberi yok, kendisini tanımıyor insan.
Sultan Mahmud'a bir denizaygırı getirmişlerdi. Pek güzeldi, pek hoştu. Bayram günü ona bindi.
Bütün halk görmek için damlara çıktı, oturdu, seyre daldı. Bir sarhoş da evinde oturuyordu. Ona da hadi,
sen de gel, denizaygırını seyret diye zorla dama çıkarmak istediler. Ben kendi halimle oyalanmadayım,
istemiyorum, görme sevdâsında değilim dedi amma zora da dayanamadı. Çâresiz kaldı, dama çıktı, kıyıya
geldi. Fakat adam-akıllı da sarhoştu. Padişah geçerken sarhoş, atın üstünde padişahı görünce bu at neye
yarar bence dedi; benim olsaydı çalgıcı çalıp söylerken hemen ona bağışlayıverirdim. Padişah bu sözü
duydu. Pek öfkelendi. Tutup hapsetmelerini buyurdu. Aradan bir hafta geçince adam, padişaha birini
yolladı; ne suçum var, ne yaptım, âlemin padişahı buyursun da ben de bileyim diye suçunu sordu. Padişah,
adamı getirmelerini buyurdu. Adam gelince, a birşeye aldırmaz edepsiz, o sözü nasıl söyledin, ne haddin
var ki öyle bir lâf söylüyorsun dedi. Adam, ey âlemin padişahı dedi; o sözü ben söylemedim ki.
O sırada damda sarhoş bir adamcağız duruyordu. O sözü söyledi-gitti. Şimdi ben o adam değilim,
aklı-fikri başında bir adamım ben. Padişah ona elbise verdi, zindandan çıkardı.
Bize sarılan, bizim olan, bu şaraptan içip esriyen, nereye giderse gitsin, kiminle oturursa otursun,
hangi toplulukta konuşursa konuşsun, gerçekte bizimle oturur, bizim cinsimize katılır. Çünkü yabancılarla
görüşüp konuşmak, sevgiliyle sohbet etmedeki güzelliğin, hoşluğun aynasıdır. Kendi cinsinden olmayanlara
katılmak, kendi cinsinden olanları sevdirir, kendi cinsinden olanlara katar insanı. «Herşey, zıddıyla belirir,
Semazen.net
meydana çıkar.» Tanrı râzı olsun Abû-Bekr-i Sıddıyk, şekere ümmî adını takmıştı; yâni anadan doğma
tatlı. Şimdi başka meyveler, biz bu tatlı hale gelinceyedek ne acılar çektik; sen tatlılığı ne bilirsin; acılık
zahmetini çekmedin ki diye şekere karşı övünürler.


(*) Câriye anlamına gelen kırnak sözü, Türkçe ve böyle kullanılmıştır.