Konu Başlığı: 44.Bölüm Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2011, 14:45:29 44. BÖLÜM O gencin adı ne (dedi). Seyfeddin (dediler). Buyurdu ki: Seyf (kılıç), kındadır, görünmez. Seyfeddin ona derler ki din için savaşır. Çabası, tümden Tanrı içindir; doğruyu eğriden ayırır; gerçeği aslı olmayandan ayırdeder. Ancak önce kendisiyle savaşması, önce kendi huylarını güzelliştirmesi gerek. "Kendinden başla." Bütün öğütleri önce kendine vermek gerek. İnsan, sen de adamsın, elin-ayağın, kulağın, aklın, gözün, ağzın var demeli; peygamberler, erenler, devletler buldular, maksatlarına erdiler; onlar da adamdı; onların da benim gibi kulakları, akılları, dilleri, elleriayakları vardı. Ne yüzden onlara yol veriyorlar, kapıyı açıyorlar da bana yol vermiyorlar, kapıyı örtüyorlar yüzüme? İnsan, kendi kulağını kendi burmalı, gece-gündüz, ne yaptın, elinden ne biçim bir iş çıktı da makbul olmuyorsun, seni kabul etmiyorlar diye kendisiyle savaşmalı da seyfullah olmalı, Tanrı dili kesilmeli. Meselâ, on kişi, bir eve gitmek ister. Dokuzu yol bulur, eve girer; biri dışarda kalır, içeri almazlar onu. Kesin olarak bu adam, kendi-kendine düşünür, acaba ben ne yaptım ki beni içeriye almadılar; benden edepten dışarı ne meydana geldi diye ağlar, yakarır. İnsanın, suçu kendisine vermesi, kendisini kusurlu görmesi, edepsiz tanıması; bunu bana Tanrı yaptırıyor, ben ne yapayım, onun dileği böyle; dileseydi yol verirdi dememesi gerek. Çünkü bu, bir yolla Tanrıya sövmektir, Tanrıya kılıç çekmektir. Böyle olursa bu bakımdan Tanrıya çekilmiş kılıç olur, Tanrı kılıcı değil. Ulu Tanrı, hısımdan-akrabâdan münezzehtir. "Doğurmaz da, doğmamıştır da." Hiçbir kimse, kulluktan başka bir yolla yol bulamaz ona. "Tanrı zengindir, sizsiniz yoksullar." Tanrıya yol bulan kişiye, onun Tanrıya benden daha çok yakınlığı var, benden daha bildik, daha çok ilgisi var Tanrıyla diyemezsin; mümkünü yok bunun. Ona yakınlık, ancak kullukla olabilir. O, herkeseher- şeye, genel olarak vericidir. Denizin eteğini incilerle doldurur; tikene gülden elbise giydirir; bir avuç toprağa, garezsiz, geçmişsiz can bağışlar. Kâinatın bütün parça-buçuklarının payı vardır nîmetinden. Bir insan, filân şehirde vergili bir adam varmış; pek büyük bağışlarda bulunuyormuş diye buysa bana da verir umusuna düşer de ondan faydalanmak için mutlaka oraya gider. Tanrının nîmet verişi de bu kadar meşhur, bütün âlemin haberi var onun lûtfundan; peki, niçin dilemezsin ondan, neden vuslat elbisesi um-mazsın ondan? Dilerse kendi verir demişsin de tembelcesine oturup kalmışsın; hiç çabalamıyorsun. Aklı, anlayışı olmayan köpek bile aç kaldı mı, ekmeği kalmadı mı karşına gelir, kuyrucağını sallamaya, yâni, bana ekmek ver, ekmeğim yok benim, fakat sende ekmek var demeye koyulur; bu kadarcık bir anlayış vardır onda. Köpekten de aşağı değilsin ya; o bile toz-toprak içinde yatmaya; dilerse kendi verir demeye râzı olmuyor; yalvarıyor, kuyruk sallıyor. Sen de kuyruk salla, Tanrıdan iste, yoksulluk göster. Böylesine bir vergilinin karşısında yoksulluk göstermek, pek istenir-dilenir birşeydir. Mâdemki bahtın yok,bir kişiden baht iste ki onun bahtı yâverdir, devlet ıssıdır. Tanrı, pek yakındır sana. Ne düşünsen, ne kursan seninle biledir o. Çünkü düşünceyi, kuruntuyu var eden de odur, sana eş eden de o. Yalnız, pek yakın olduğundan göremezsin. Ne şaşılacak şey ki, yaptığın her işte aklın, seninle; onunla girişiyorsun giriştiğin işe. Fakat aklı hiç göremiyorsun, ancak eseriyle görüyorsun; asıl aklı görmene imkân yok. Meselâ, birisi hamama gider. Kızışır. Hamamın içinde nereye gitse ısı kendisiyle biledir. Ateşin ısısının tesiriyle kızışmıştır amma ateşi göremez. Hamamdan çıkar da ateşi gözüyle görürse anlar ki hamam da ateşle kızışmadadır, hamamdakiler de; bilir ki hamamdaki ısı, ateşlenmiş. İnsanın varlığı da büyük bir hamamdır. Orda aklın, canın, nefsin ısısı hep vardır. Fakat hamamdan dışarıya çıktın da öbür dünyaya yüz tuttun mu aklın da kendini görürsün, nefsin de, canın da. Anlarsın ki bu buluş, bu anlayış,aklın ışığındanmış; o düzenler, nefistenmiş; yaşayış da canın eseriymiş. Herbirinin özünü görürsün o vakit; fakat hamamda oldukça ateşi gözünle görmene imkân yok, ancak eseriyle görebilirsin. Yahut da hiç akar su görmemiş birinin gözlerini bağlasalar da suya alsalar yaş birşeyin gözüne vurduğunu, bedenini kapladığın duyar, fakat o nedir, bunu bilmez. Gözlerini açtılar mı ap-açık görür bilir ki şuymuş o. Önce eserleriyle bildi, şimdi kendisi gördü. Şu halde Tanrıya karşı yoksulluk göster, ihtiyâcın neyse ondan iste; bu isteyiş hiç mi hiç yitmez."Beni çağırın, icâbet edeceğim size." Semerkant'teydik. Hârezmşâh Semerkand'i kuşatmıştı. Asker çekmişti, savaşmadaydı. Oturduğumuz mahallede bir kız vardı, pek güzeldi. Öylesine güzeldi ki o şehirde eşi-benzeri yoktu. Her solukta duyuyordum, diyordu ki: Tanrım, nasıl revâ görürsün de zâlimlerin ellerine verirsen beni? Biliyorum, hiç revâ görmezsin bunu, sana güvencim var. Şehri yağma ettiler, bütün halkı tutsak edip götürdüler. O kadının câriyeciklerini bile tutsak edip götürdüler de ona hiçbir elem erişmedi; o kadar güzel olmakla beraber kimse ona bakmadı bile. Bilmelisin ki kim, kendisini Tanrıya tapşırırsa zararlardan emîn olur, sağ-esen kalır; onun katında hiç kimsenin dileği yitmemiştir zâti. Bir derviş, oğluna öğretmişti, alıştırmıştı onu. Çocuk ne isterse babası, Tanrıdan iste derdi. Çocuk ağlar-sızlar, dileğini Tanrıdan isterdi. Ondan sonra çocuğa istediğini verirlerdi. Böylece yıllar geçti. Çocuk, evde yalnız kalmıştı birgün. Derken canı keşkek istedi. Gayb âleminden geldi. Yedi, adam-akıllı doydu. Babası, anası geldiler. Birşey istemiyor musun dediler. Keşkek istedim, geldi, yedim dedi. Babası, hamdolsun Tanrıya ki bu durağa ulaştın dedi; Tanrıya güvenci de büsbütün arttı. Meryem'in anası, Meryem'i doğurunca onu, Tanrı evine adamış, ona hiçbir iş buyurmamayı kurmuştu. Götürdü, mescidin bir bucağına bıraktı. Zekeriyyâ, onu yetiştirmek istedi; fakat herkes de bu işi, üzerine almayı dilemedeydi. Aralarında kavga çıktı; herkes, ben yetiştireceğim demedeydi. O zamanın töresi şuydu: Herkes, suya bir sopa atardı; kimin sopası suyun üstünde durursa o iş, onun olurdu. Tesâdüf bu ya, Zekeriyyâ'nın falı düz geldi. Evet dediler, çocuğu o yetiştirecek; hak onun. Zekeriyyâ, hergün, Meryem'e yemek getirirdi. Hangi yemeği getirirse mescidin bir bucağında o yemeği bulurdu. Birgün Meryem'e, seni ben kabullendim, bu yemeği nerden getiriyorsun dedi. Meryem, yemeğe ihtiyâcım oldu mu, ne istiyorsam Ulu Tanrı gönderiyor dedi. Onun rahmetine son yok, kim ona dayanır, güvenirse dayancı-güvenci hiç yitmez. Zekeriyyâ dedi ki: Yârabbi, herkesin dileğini veriyorsun; benim de bir dileğim var; sen müyesser et. Bana öylesine bir erkek evlât ver ki senin dostun olsun; ben teşvik etmeden seninle düşsün-kalksın, sana ibâdette bulunsun. Ulu Tanrı, Yahyâ'yı verdi ona; hem de Zekeriyyâ'nın beli iki kat olduktan, iyice arık bir hale geldikten sonra. Anası da gençken kısırdı; ihtiyarlamışken iyiden-iyiye hayız gördü, gebe kalıp doğurdu. Bunlara bak da bil ki bütün bunlar, Tanrı gücüne karşı bahanedir ancak. Herşey ondan, herşeyde hükmeden, hem de kayıtsız hükmeden o. İnanmış, o kişiye derler ki bu duvarın ardında birisinin bulunduğunu, biz onu görmediğimiz halde onun, bizim hallerimizi, bir-bir bildiğini, gördüğünü bilir; hayır, bunların hepsi de hikâyeden başka birşey değil diyen, inanmayan kişinin aksine iyiden-iyiye inanır buna. Zâti inanmayanın da birgün kulağını burarlar; pişman olur, ah der, kötü söyledim, yanıldım; meğer hep oymuş, bense o, yok diyordum. Meselâ sen rebap çalmadasın; biliyorsun ki ben, duvarın ardındayım; rebap çalar-durursun, hiç ardını-arasını kesmezsin. Şu namaz, bütün gün kıyâmda, rükûda, secdede durman için konmamış ya; maksat, namazda, sende beliren halin, daima sende olmasıdır. Uykuda, uyanıklıkta, birşey yazarken, birşey okurken, hâsılı bütün hallerde Tanrıyı anıştan ayrılmamalısın ki "Onlar, namazlarını boyuna kılarlar" sırrına eresin, buna erenlere katılasın. Zâti şu söylemek, susmak, yemek, uyumak, öfkelenmek, bağışlamak, gibi bütün haller, bütün huylar, değirmenin dönüşünden başka birşey değil. Değirmen de kesin olarak suyla döner. Çünkü susuz sınamıştır kendini o. Peki, şimdi değirmen, bu dönüşü kendinden bilirse bilgisizliğin, hiçbir şeyden haberi olmayışın ta kendisidir bu. Bu dönüş de vardır, meydan da var; çünkü bu dünyanın halleridir bunlar. Tanrıya yalvar, sızlan; a benim Tanrım, şu dönüşten başka, cansal bir dönüş ver bana, onu müyesser et bana; bütün dilekleri veren sensin; senin keremin, rahmetin bütün varlıklara genel olarak sunulmada de. Soluktan-soluğa dileklerini Tanrıya bildir; boyuna an onu. Çünkü onu anış, can kuşuna güç-kuvvettir, kolkanat, O dileğe, bir uğurdan ulaşırsan nur mu, nu olur bu; tam ulaşamazsan Tanrıyı anmakla azar-azar, yavaş-yavaş için aydınlanır, dünyadan kesilir-gidersin. Meselâ bir kuş, göğe doğru uçmak ister; göğe ulaşamasa da soluktan-soluğa yeryüzünden uzaklaşır, öbür kuşlardan daha yücelerde uçar. Meselâ bir hokkada misk var, hokkanın ağzı da dar; içine el sığmıyor; miski çıkarmana imkân yok. Bununla beraber elini sürdükçe elin kokmada, burnuna o güzelim koku geliyor, seni hoş bir hale getiriyor ya. Tanrıyı anış da böyledir işte. Zâtına erişmesen de ulular ulusu Tanrıyı anışın tesirleri olur sana; onu anıştan pek büyük faydalar elde edersin. |