Konu Başlığı: 37.Bölüm Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2011, 15:15:20 37. BÖLÜM Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ, sahabeyle otururken kâfirler, îtirâza başladılar. Buyurdu ki: Hepiniz şunda birleşmişsiniz ki dünyada biri vardır, vahiy ıssı odur, ona vahiy gelmededir; herkese gelmemededir. O kişinin de işinde, sözünde, yüzünde, bütün varlığında bunun izi vardır. Şimdi o izleri gördünüz ya, ona yüz tutun, ona sıkı yapışın da elinizden tutsun sizin. Onlar alt olup bu söze karşılık söz bulamayınca kılıçlarına el atarlardı. Sonra gene gelip sahâbeyi incitirler, döverler, aşağılarlardı. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ, dayanın da buyururdu, bize üst oldular, zorla dinlerini yaymak istiyorlar demesinler; Tanrı bu dini yayacak. Sahâbe, zamanlarca gizli namaz kıldılar, Mustafâ'nın adını gizli andılar. Bir zaman sonra, siz de kılıç çekin, savaşın diye buyruk geldi. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ'ya anadan doğduğu gibi kalmış, okuma-yazma bilmez derler. Yazı yazamadığından, bilgiler ıssı olmadığından demezler; yazısı da, bilgisi de, buyruğu da anadan doğmadır, sonradan kazanılma değil de bu yüzden ümmî derler ona. Ayın yüzüne rakamlar yazan, yazı bilmez mi hiç? Dünyada ne var ki bilmesin o; herkes ondan öğreniyor öğrendiğini. Cüz'î akılda ne vardır acaba ki Akl-ı Küll'de olmasın? Cüz'î akıl, birşeyi, yahut ona benzer şeyleri görmeden, kendiliğinden birşey meydana getiremez. Adamlar, işte, kitaplar yazmışlardır, yeni hendese kuralları kurmuşlar, yeni yapılar yapmışlardır; fakat bunlar, yeniden meydana gelmiş şeyler değil. O çeşit şeyleri görmüşler, onlara fazlalıklar eklemişlerdir ancak. Kendiliklerinden yepyeni birşey meydana getirenler, Akl-ı Küll mertebesinde olanlardır. Cüz'î akıl, birşeyi öğrenebilir; bellemeye-öğrenmeye muhtaçtır. Akl-ı Küll, öğretmendir, bu ihtiyaç yoktur onda. Böylece de meselâ mezar kazma işi gibi, bütün işlerin, bütün sanatların temeli, başlangıcı vahiydir; halk bütün sıfatları, bütün hünerleri peygamberlerden öğrenmiştir; onlar, Akl-ı Küll'dür. Hikâye ederler ya, Kaabil, Hâbil'i öldürünce ne yapacağını bilmiyordu. Derken bir karga, bir kargayı öldürdü. Toprağı eşti, o ölü kargayı gömdü, üstüne toprak attı; Kaabil'e mezar kazmayı, ölü gömmeyi öğretti. Bunun gibi bütün zenaatlerde kimin aklı, cüz'î akılsa öğrenmeye muhtaçtır. Herşeyi ilk icat edense Akl-ı Küll'dür; Akl-ı Küll'e mazhar olanlar, peygamberlerle erenlerdir, onlar, cüz'î aklı Akl-ı Küll'e ulaştırmışlar, birleştirmiylerdir. Meselâ, insanın eli, ayağı, gözü, kulağı, bütün duyguları, gönülden, akıldan birşeyler öğrenebilir. Ayak, akıldan yürümeyi öğrenir. El, akıldan, gönülden tutmayı beller. Gözle kulak, görmeyi, duymayı öğrenir. Fakat gönülle akıl olmazsa bu duygular, bir işe yarar mı, yahut bir iş görebilir mi? Şimdi böylece bu göz de akla, gönüle karşı katıdır, kabadır; akılla gönülse lâtif; bu katı, o lâtifle durmada. Bunun bir inceliği, bir letâfeti varsa bile ondan geliyor; onsuz hiçbir işe yaramıyor, pisleşiyor, katılaşıyor, değersiz bir hale geliyor. Tıpkı bunun gibi cüz'î akıllar da Akl-ı Küll'e karşı bir araç, ne öğreniyorlarsa ondan öğreniyorlar, ondan faydalanıyorlar; Akl-ı Küll'e karşı katı, kaba onlar. (Birisi) bizi himmetle an, temel olan himmettir, söz olmazsa varsın, olmasın, zâti söz, parça-buçuktur dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Zâti bu himmet, canlar âleminde, bedenler âleminden önce de vardı. Bizi şu bedenler âlemine boş yere getirmediler; böyle birşeyin imkânı yok. Şu hakde sözde de iş var, söz de faydalar vermede. Kaysının yalnız çekirdeğini yere eksen hiçbir şey bitmez; fakat kabuğuyla ekersen biter. Şu halde anladık ya, şeklin de bir işi var. Namaz, içe-öze âit birşey; "Gönül huzûru yoksa namaz da yoktur" demişler; fakat şekil bakımından da namaz kılman, rükûa varman, secdeye kapanman gerek; ancak o vakit faydalanırsın, maksadına ulaşırsın. "Onlar, namazlarını daima kılarlar." Bu, can namazıdır. Şekil namazının vakti vardır, buysa boyuna kılınır-durur. Çünkü can, deniz âlemidir, sonu yoktur; bedense kıyıdır, kuruluktur, sınırı vardır, miktarı vardır. Demek ki daimî namaz, ancak canın namazıdır. Canın da rükûu, secdesi vardır amma görünüş bakımından da şu rükûu yerine getirmen, secdeye kapanman gerek. Çünkü anlamın şekle bağlılığı var; ikisi beraber olmazsa fayda vermez; kaysıyı kabuğuyla ekmedikçe bitmediği gibi hani. Şimdilik şekil, anlamın parça-buçuğudur diyorsun. Şekil tebaa, gönülse padişah; sonucu bütün bunlar, izâfî adlar. İş böyleyken nasıl bu, onun parça-buçuğudur diyebilirsin? Parça-buçuk olmadıkça ona nasıl asıl adı verilebilir? Demek ki o, parça-buçuk yüzünden asıl oldu. Bu parça-buçuk olmasaydı onun adı bile anılmazdı. Kadın dedin mi, çâresiz ona bir erkek gerek. Hâkim dedin mi, çaresiz bir mahkûm gerek. |