๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fihi Ma Fih => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2011, 15:24:50



Konu Başlığı: 33.Bölüm
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2011, 15:24:50
33. BÖLÜM  


Onu vahşi bir hayvan şeklinde gördüm.(*) Üstünde bir tilki postu vardı. Tutmak istedim. Küçücük bir odadaydı; deliklerden dışarıya bakmadaydı. Derken ellerini kaldırdı; şu yana-bu yana sıçramıya koyuldu. Sonra onun yanında Tebrizli Celâl'i gördüm. Bir hayvan şeklindeydi; benden ürktü. Yakaladım onu;
beni ısırmak istiyordu. Başını ayağımın altına aldım, adam-akıllı ezdim onu; içinde ne varsa dışarıya fırladı. Ondan sonra derisinin güzelliğine baktım. Bu deriye dedim, altın, mücevher, inci, yakut, bunlardan da kıymetli şeyler doldurulsa değer. Sonra da dedim ki: Ben alacağımı aldım; a ürkek hayvan; sen dilediğin yere kaç; ne yanı görürsen o yana sıçra. Zâti o, yenilmeden korktu da o yüzden sıçradı; oysa ki kutluluğu,
yenilmesindeydi. Gerçekten de o, akan yıldızların âni hareketlerini ve bundan başka daha da bâzı şeyleri gösteriyordu sanki. Onun gönlüne, herşeyi anlama dileği geldi. Fakat bu yolu tutup herşeyi bellemeye çalışan ve bundan tat duyan herkes, bunu elde edemez; buna imkân yoktur. Çünkü ârifin öylesine bir hali vardır ki bu tuzaklarla avlanamaz; bu av, ne kadar düz ve sağlam olursa olsun, bu tuzaklarla avlanmaya da lâyık değildir. Anlayışlı birinin, kendisini anlayabilmesi, ancak ârifin elindedir. Hiçbir kimse, o istemezse ârifi anlayamaz. Sen pusuya oturmuşsun; avlanmak istiyorsun.Avsa seni görüyor; ne kurduğunu, ne düzende bulunduğunu da görüyor. Av, dilediğini yapabilir; geçip giderken senin tasarladığın yoldan senin pusu kurduğun yerden geçmez; kendi bildiği, dilediği yoldan geçer-gider. "Tanrının yeryüzü geniştir." "Onun
bilgisinden, dilediği miktardan başkasını kavrayamazlar." Sonra bu incelikler, senin diline, senin anlayışına düştü mü, incelikleri kalmaz ki; hattâ sana ulaştıklarından bozulur-gider onlar, Hani bozuk olsun, düzgün olsun, ârifin ağzına düşen, anlayışına-kavrayışına ulaşan herşeyin, Tanrı yardımlarıyla, Tanrı lûtuflarıyla örtülüp bambaşka birşeye döndüğü gibi. Sopayı görmez misin hele? Mûsâ'nın elinde nasıl değişti, sopalığı
kalmadı. Hannâne direğiyle Peygamber'in elindeki çöp, Mûsâ'nın ağzındaki duâ, Dâvûd'un elindeki demir de böyle; Dâvûd'a karşı dağlar da böyle; bunlar da oldukları halde kalmadılar, olduklarından bam-başka bir hale döndüler. İşte ince anlamlar, dualar da karanlık, beden âlemine bağlı bir ele düşerlerse oldukları gibi kalmazlar.
Senin varlığın sende oldukça İbadet bile etsen Kâ'be meyhâneye döner.
"Kâfir, yedi mîdeyle yemek yer." Bilgisiz döşemecinin seçtiği şu eşek sıpası da yetmiş mideyle yemek yiyor; bir mîdeyleyse bile öyle geliyor adama. Çünkü sevilmeyen adamın herşeyi, her işi sevilmez. Sevilenin yaptığı herşey sevimli görünür. Döşemeci burada olsaydı yanına gider, ona öğüt verirdim; onu evden atıp
kendinden uzaklaştırıncaya dek de yanından ayrılmazdım. Çünkü o, döşemecinin kanını, gönlünü, canını, aklını bozuyor. Keşke şarap içmek gibi kötülüklere alıştırsaydı onu; çünkü bunlar, yardımcının yardımlarıyla düzelir-gider. Oysa ki o, evi seccâdelerle doldurdu. Nolurdu döşemeci, onu bu seccâdelere sarıp da yaksaydı; döşemeci, ondan da kurtulurdu, şerrinden de; çünkü o, yardımcı hakkındaki inancını bozuyor, göz
göre-göre önünde alay ediyor, kovuculukta bulunuyor da döşemeci susup duruyor, kendini öldürüyor âdeta. Döşemeciyi tesbihlerle, virdlerle, namazlarla avlamış. Dilerim Tanrı, bir gün döşemecinin gözlerini açsın; elbette açar; açar da ne yoksunluklara düştüğünü, yardımcı Tanrının rahmetinden ne kadar uzaklaştığını görür, eliyle başını keser onun; ona der ki: Beni öldürdün; bütün suçlar bende toplandı; bütün kötü işlere
ben daldım; kötü işlerimi, azgın, bozuk inançlarımı, evin bir bucağında otururken sırtıma yüklenmişim; bunu böyle gördüler; bunları yardımcıdan gizliyordum; hepsini de sırtıma yüklenmiştim; oysa, ondan gizlediklerimi hep anlıyordu da ne diye saklıyorsun diyordu bana; canım, elinde olana and olsun, o gizli şekilleri bir çağırsam hepsi de birer-birer önüme gelir, ap-apaçık görünür; kendini gösterir, halinden haber verir. İbâdet
yolunu tutarak kulları Tanrı yolundan azdıran, onların yollarını kesen bu çeşit yol kesicilerden Tanrı kurtarsın mazlumları. Padişahlar, savaşlarda bulunamayan şehir halkına, savaş erlerinin savaşını seyrettirmek, düşmanların
başlarını nasıl kestiklerini, kellelerin meydanda nasıl yuvarlandığını, erlerin saldırışını, geri çekilişini, kaçışını göstermek için meydanda top-çevgen oynatırlar. Meydandaki bu oyun, gerçek savaşı göstermek için bir usturlaptır sanki. Tanrı ehlinin namaz kılması, semâ 'etmesi de buna benzer işte. Gizlilik âleminde kendilerine has olan Tanrı buyruklarına nasıl uyduklarını, Tanrının yapma dediği işlerden nasıl çekindiklerini
göstermek içindir namazları, semâ’ları. Semâ'da nağmeler inşâd eden, namazdaki imama benzer; semâ edenler de ona uymuşlardır. Nağmeci, ağır ırlarsa semâ’ da ağır olur, hızlı ırlarsa semâ'da hızlaşır. Bu da, özden gelen, içten duyulan yap, yapma diye buyruk verenin buyruğuna uymayı gösterir.


(*) Bu cümle farsça, ondan sonra bu bölüm, bir beyitten başka sonuna dek arapçadır.