Konu Başlığı: 29.Bölüm Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2011, 15:39:25 29. BÖLÜM Hıristiyan Cerrah dedi ki: Şeyh Sadreddin'in ashâbından bir bölük halk, yanımda yediler-içtiler; sonra dediler ki: Sizin sandığınız gibi Îsâ Tanrıdır, bunun gerçek olduğunu biz de biliyoruz, fakat şerîati korumak için mahsustan gözlüyoruz, mahsustan inkâr ediyoruz. Tanrı aziz sırrını kutlasın, Mevlânâ dedi ki: Tanrının düşmanı, yalan söylüyor; hâşâ, olamaz bu. Bu söz, azdırıcı, azmış, aşağılatıcı, aşağılanmış, Tanrı eşiğinden sürülmüş. Şeytanın şarabının verdiği esriklikten doğma bir söz. Yahûdilerin düzeninden tundan tuna kaçan, boyu iki arşından kısa olan arık bir adamın yedi kat göğü koruması nasıl mümkün olur? Her göğün kalınlığı beş yüz yıllık yol; her göğün, öbür gökle arası beş yüz yıllık yol. Her yeryüzünün kalınlığı beş yüz yıllık yol; her yeryüzünün, öbür yeryüzüyle arası beş yüz yıllık yol. Arş'ın altında bir deniz var; onun da derinliği bu kadar. O denizde Tanrının bir meleği var; deniz, topuğunu aşmıyor. Daha da kat-kat artık şeyler var. Nasıl olur da aklın, bütün bunları düzüp koşanın, o arıkların arığı olduğunu söyler? Sonra Îsâ'dan önce göklerin, yeryüzünün yaratıcısı kimdi? Zâlimlerin dediklerinden arıdır o. Hıristiyan dedi ki (1): Topraktan olan toprağa gitti; temiz olan da temize ulaştı (2). (1-2) Bu cümleler farsçadır. (Mevlânâ) dedi ki: Îsâ'nın canı Allah'sa canı nereye gitti? Çünkü can, aslına, yaratanına gider. Asıl oysa, yaratan oysa nereye gitti öyleyse? Hıristiyan, biz böyle bulduk, bulduğumuz yolu tuttuk dedi. Ben de dedim ki: Babandan, babanın bıraktığı şeyler arasında kalp, kapkara bir altın bulur da ayarı tam, başka birşeyle karışmamış altın eline geçtiği halde değiştirmez, kalpı kabul eder, ben bulmuşum, yeter dersen; yahut babandan sana, çolak bir el kalsa, sonradan da bir ilâç, çolak elini iyi edecek bir hekim bulur da ilâç kullanmaz, hekime başvurmaz, ben elimi böyle çolak bulmuşum, iyileşmesini istemem dersen; babanın öldüğü, senin büyüdüğün yerin suyu tuzlu olur, sonra da suyu tatlı, bitkisi tatlı, halkı sağ-esen bir yere yol bulur da oraya göçmeyi dilemez, senden sayrılıkları giderecek tatlı suyu içmek istemez, biz bu yeri, sayrılıklar veren bu acı suyu bulmuşuz; bulduğumuza sarılmışız dersen bu, akıl işi değildir. Akıllı olan, sağduyu ıssı bulunan kişi, hâşâ, bu işi yapmaz, bu sözü söylemez. Ulu Tanrı sana, babanın aklından başka bir akıl, babanın görüşünden başka bir görüş, başka bir ayırdediş vermiş; görüşünü, aklını boşlama; seni aşağılık bir hale sokan, sana doğru yolu buldurmayan akla uyma. Yutaş'ın babası, ayakkabı dikerdi. Oysa padişahın tapısına ulaştı. Padişah ona, padişahların tapısında yapılması gereken edepleri, silâh kullanmayı öğretti, ona en yüce bir mevki verdi; o da kesin olarak, biz babamızdan ayakkabı dikmeyi öğrendik; bu mertebeyi istemeyiz; a padişahım, sen çarşıda bir dükkân aç bana da ayakkabı dikmeye başlayayım, geçinip gideyim demedi. Köpek bile köpekliğiyle av avlamayı öğrendi mi, padişahın avcısı olur; babasından, anasından bulduğunu- gördüğünü unutur. Oysa ki samanlıklarda, yıkık yerlerde otururdu; leşe düşkündü. Fakat şimdi padişahın ordusuna uymada, onların peşine düşmede. Doğan da böyle. Padişah onu terbiye ettikten sonra biz, babamızdan, dağlardaki kovuklarda yuva kurmayı, leş yemeyi gördük, padişahın davuluna kulak asmayız, avının peşine düşmeyiz demiyor. Hayvanın aklı bile babasından-anasından bulup gördüğü şeyden daha güzelini buldu mu ona sarılıyor da insan, aklıyla, ayırdedişiyle, yeryüzündeki yaratıkların hepsinden üstünken, anamdan-babamdan böyle gördüm diyor; Allah korusun, ne de kötü insandır bu çeşit insan. Evet, esenlik ona, Îsâ'nın rabbi, Îsâ'yı üstün etti, kendisine yaklaştırdı; Îsâ'ya tapı kılan, rabbe tapı kılmıştır; Îsâ'ya uyan, rabbe uymuştur derse doğrudur bu söz. Tanrı Îsâ'dan daha üstün bir peygamber yolladı da onun elinden Îsâ'dan beliren şeyleri, hattâ daha da üstününü belirtti mi, o peygambere uymak gerektir; hem de Tanrı için uymak gerek, kendisi için değil. Ona tapı kılmak, ancak Tanrı içindir. Onu kendisi için değil, Tanrı için sevmek gerek. Zâti Tanrıdan başkasını sevmek de Ulu Tanrıyı sevmektir. "Sonucu rabbine varır." Yâni Tanrıdan başkası için birşey sevsen, Tanrıdan başkası için arayıp dilesen gene o sevgi, Tanrıya varır-dayanır; onu da ancak onun için seversin sen. Semazen.net Kâ'be'yi örtüyle örtmek, bir hevese uymadan başka birşey değil; But olmaktan kurtulup Beyt oldu ya; beyt sözündeki "y" süs olarak yeter ona (*). (*) Bu beyit farsçadır. "Gözlerin yaratılıştan kara oluşu, sürme çekmeye benzemez." Hani elbisenin yırtık-pırtık oluşu, zenginliğin güzelliğini, debdebesini örter ya; elbisenin yeniliği, güzelliği de yoksulların yüzlerini, güzelliklerini, olgunluklarını örter; buna benzer işte. Yoksulun elbisesi yırtıldı mı, yüreği açılır, gönlü genişler (*). (*) Bu bölüm, notlarda belirtilen parçalardan başka, tüm olarak arapçadır. Baş vardır, altın taçla bezenir; baş vardır, altın taç, mücevherlerle süslü taç, onun büklüm-büklüm saçlarının güzelliğini örter. Çünkü güzellerin kıvırcık saçları, aşkı çeker mi çeker; gönüllerin taht kurduğu yerdir o baş. Altın taçsa cansızdır; o gönül sevgilisini örter. Süleyman'ın yüzüğünü her yerde, herşeyde aradık; yoklukta bulduk. Bu güzelle bunca düştük-kalktık; yokluğa râzı olduğu gibi hiçbir şeye râzı olmadı. Zâti ben, küçüklüğümden beri orospulara düşkünüm; işimgücüm buymuş benim; bilmiyorum işte; engelleri yokluk gidermede; perdeleri o yakmada. Bütün ibâdetlerin temeli bu; geri kalanlar parça-buçuk. Hani koyunun boğazını kesmezsin de ayağına üfler-durursun; ne faydası var bunun? Oruç, adamı yokluğa götürür; bütün güzelliklerin hazneleri de ordadır. "Tanrı, sabredenlerledir." Çarşıdaki dükkânda bulunan yenecek, içilecek, kullanılacak, alınacak şeylerin, bir sanatla ilgili nesnelerin herbirinin ipucu, insanın özündeki ihtiyaçtır. Fakat o ipucu gizlidir. O şey gerekmiyorsa o ipucu oynamaz, meydana çıkmaz. Böylece her şerîatin, her dînin, her kerâmetin, peygamberlerden beliren her mûcizenin, her halin... bunların herbirinin, insanın canında bir ipucu vardır; o gerekmedikçe ipucu oynamaz, görünmez. "Biz, ap-aydın kitapta herşeyi sayıp döktük, takdir ettik." Kötülüğü, iyiliği yapan bir midir, iki midir diye (birisi) sordu. (Mevlânâ) cevap verdi: Karşılıklı konuşurken, işkile düşünce kesin olarak iki olur. Çünkü hiç kimse kendisine aykırı olamaz, kendisiyle karşılaşamaz. Bu yüzden de kötülük, iyilikten ayrılamaz. Çünkü iyilik, kötülük olmadıkça olmaz. Anlaşıyorlar ya, iyilikten vazgeçmek de kötülükle olur; kötülüğe düşkünlük olmasaydı kötülükten vazgeçmeye de kalkışılmazdı; hiçbir şey de meydana gelmezdi. Hani Mecûsîler derler ya; Yezdan, iyilikleri yaratandır, Ahriman kötülükleri, istenmeyen şeyleri yaratan. Cevap verir de deriz ki onlara: Sevilen şeyler, sevilmiyen, istenmeyen şeylerden ayrılmaz ki. Çünkü istenmeyen, sevilmeyen bir tarafı olmayan sevgili bulunamaz. Zâti sevgili, istenmeyen, hoşlanılmayan şeyleri bulunmayan kişidir; fakat istenmeyen, hoşlanılmayan şeylerin yok olması, o çeşit şeyler olmadıkça mümkün değildir. Sevinç, gamın yok olmasıdır hani; amma gamın yok olması, gam olmadıkça mümkün değildir; şu halde her ikisi de, birbirinden ayrılmayan tek birşeydir. Bir de dedim ki: Birşey yok olmadıkça faydası görünmez; hani söz gibi. Sözün harfleri bitmeden, söz söylenmeden dinleyen, faydalanamaz. Ârif kişi hakkında kötü söyleyen, gerçekte iyi söylüyor sayılır. Çünkü ârif, o kınanan huydan zâti kaçar, o huya düşmandır. Şu halde o huyu kınayan, ârifin düşmanını kınamada, ârifiyse övmededir; sebebi de şu ki: Ârif, öylesine kınanan kötü huydan kaçmadadır; kötülükten kaçansa övülmeye geder; "Herşey, zıddiyle belirir." Öyleyse ârif, gerçek olarak bilir de der ki: O adam, benim düşmanım değil, beni kınamıyor. Ben, kutlu, güzel bir bahçeyim, çevremde de duvar var. O duvarın üstünde pislikler var, tikenler var. O bahçeye yolu düşen, bahçeyi görmüyor da o duvarı, o pisliği görüyor, onun kötülüğünü söylüyor. İş böyle olunca bahçe, o dama ne diye kızsın? Bu kötü söz, bahçeye girmek için duvarı aşmaya uğraşan kişiye zarar verir. Demek ki duvarı kınayış, bahçeden uzak kalıyor; kötüleyen, kınayan da kendisini öldürmüş oluyor. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ da "Bengüle-güle öldürenim" buyurmuştu ya. Yâni benim bir düşmanım yoktur ki kızarak öldüreyim onu demektir bu. Mustafâ, o kâfir, kendi kendini yüz çeşit öldürmesin diye onu bir çeşit öldürür-gider de bu yüzden güle-güle öldürmüş olur. |