> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Tasavvuf Eserleri > Mevlananın Eserleri > Fihi Ma Fih > 10.Bölüm
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: 10.Bölüm  (Okunma Sayısı 774 defa)
27 Temmuz 2011, 00:17:56
Vatan Var Olsun !
Dünyalılar
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 8.940


« : 27 Temmuz 2011, 00:17:56 »



10. BÖLÜM


Pervâne dedi ki: Mevlânâ Bahâeddin, Hudâvendgâr yüz göstermeden önce, Mevlânâ, bunun için Emir benim ziyaretime gelmesin, yorulup zahmet çekmesin; çünkü bizim türlü-türlü hallerimiz vardır. Bir hale düşer, söz söyleriz de, bir hale uğrar, söz söyleyemeyiz; bir halimiz olur, halkla ilgileniriz;
bir halimiz olur, yalnızlığa çekiliriz; bir halimiz de olur ki dalar-gideriz, şaşırır-kalırız; olur ya, Emîr, ben öyle bir haldeyken gelir ki gönlünü alamayız; onunla konuşmaya, ona Öğüt vermeye gücümüz yetmez; onun için şu daha iyi: Dostlarla oyalanmaya, onları faydalandır maya, gücümüz olursa biz gideriz, dostları ziyaret ederiz buyurmuştu diye özür getirdi. Emîr, Mevlânâ Bahâedin'e cevap verdim de dedim ki dedi: Ben, Mevlânâ benimle meşgul olsun, benimle konuşsun diye gelmiyorum ki; onunla şeref bulayım, kullarının arasına katılayım diye geliyorum. Şimdicek oluveren olayların biri şu: Mevlânâ diyelim kî meşguldü, yüzünü göstermedi, uzun bir zaman beni bekletti. Bu bekletiş, Müslümanlar, iyi kişiler, benim de kapıma gelince onları bekletirim, tez yol vermem,
bunun bu kadar güç, bu kadar zor olduğunu bilmem içindir; Mevlânâ, başkalarına bu çeşit davranmamam için beni terbiye etti.
Mevlânâ, (bu sırada gelip) buyurdu ki:
Hayır, sizi bekletmem, lütfûn da kendisidir. Hani anlatırlar ya, Ulu Tanrı, a kulum buyurur; duâya koyulup feryâda başladın mı isteğini tez yerine getirirdim; fakat senin ah etmen, feryât etmen, hoşuma gidiyor; onun için geciktiriyor, duânı tez kabul etmiyorum; fazla feryât etmeni istiyorum; çünkü sesin, feryâdın hoşuma gidiyor. Meselâ bir adamın kapısına iki yoksul gelse, birisi, sevilir, istenir biri olsa, öbürü de hiç hoşa gitmez biri bulunsa ev sahibi, kölesine, tez, durup dinlenmeden o hoşuma gitmeyen herife bir
ekmek parçası ver de çekilip gitsin der. Sevileneyse vaatlerde bulunur; daha ekmek pişmedi, dayan da ekmek pişsin der. Çok defa gönlüm ister ki dostları göreyim, onları doya-doya seyredeyim; onlar da beni doya-doya görsünler. Burada iyi öze sahip dostlar, birbirlerini iyiden-iyiye görürlerse o dünyada toplandıkları vakit bildiklik, tanışıklık, pekişmiş olacağından birbirlerini gene tanırlar, bilirler de dünya yurdunda da beraberdik
biz derler, birbirlerine bir hoşça sarılırlar; bağdaşırlar; çünkü insan, dostunu tez kaybeder. Görmez misin ki bu dünyada birisiyle dost olursun, sevgili dersin ona; gözünde bir Yûsuf kesilmiştir o. Fakat bir kötü iş yüzünden silinir-gider; onu kaybedersin; Yûsuf luk, kurtluğa, dönüverir; önceden Yûsuf gördüğünü şimdi kurt şeklinde görürsün. Görünüşü de değişmemiştir, neyse gene odur o; fakat şu bir tek eğreti hareket yüzünden onu yitirdin-gitti. Halbuki yarın, bir başka türlü toplanış belirecek; onun özü de bir başka öze
dönecek. Onu iyi tanımazsan, özüne iyiden-iyiye dalmazsan nasıl tanıyabilirsin onu? Hâsılı insanların birbirlerini iyiden iyiye görüp tanımaları, her adamda eğreti olan iyi ve kötü huyları bir yana bırakıp özlerine dikkat etmeleri, özlerini iyiden-iyiye görüp bilmeleri gerek. Çünkü insanların birbirlerine naklettikleri şu vasıflar, insanın asıl vasıfları değildir. Hani bir hikâye söylemişlerdir: Birisi, ben filân adamı iyi tanırım, onun
huyunu-husunu anlatayım size der. Buyur derler. Der ki: Benim seyisimdi, iki kara öküzü vardı. Şimdi, halkın, filân dostu gördük, onu tanırız demeleri de bunun gibidir. Söyledikleri her söz, gerçekte, iki kara öküzü vardı diyenin hikâyesidir âdeta. O anlatış, onu anlatış değildir;- o anlatış, hiçbir işe yaramaz. Şimdi insanın iyi-kötü, işlediği işleri bir yana bırakmak, özüne dalmak, nasıl bir özü var, ne çeşit bir mayası var, onu anlamak, bilmek gerektir; zâten görmek, bilmek de budur. Şaşarım insanlara; erenler, âşıklar, yeri-yurdu olmayan, şekli bulunmayan, neliği-niteliği de olmayan âleme, neliksiz-niteliksiz âlemine nasıl âşık olurlar, nasıl o âlemden yardım görürler, güç-kuvvet bulurlar, o âlemin tesiri altında kalırlar derler. Halbuki kendileri de gece-gündüz o âleme girerler. Bir adam, bir adamı sever, ondan yardım görür. Bu yardımı onun lûtfundan, ihsanından, bilgisinden, anışından, düşünüşünden, onun neş'esinden, gamından elde eder. Bütün bunlar da mekânsızlık âlemindedir. O, soluktan soluğa bu anlamlardan yardıma ulaşır, bunların tesiri altında kalır da buna şaşmaz; fakat tutar, erenler, âşıklar mekânsızlık âlemine nasıl âşık olurlar, o âlemden nasıl yardım görürler diye şaşırır-kalır. Bir filozof vardı; bu anlamı inkâr ederdi. Bir gün hastalandı, elden çıktı. Hastalığı uzadıkça uzadı. Tanrı hikmetini elde etmiş bir er, filozofun halini-hatırını sormaya gitti; filozofa, ne istiyorsun, dedi. Filozof, sağlık
istiyorum dedi. Eren, şu sağlığın şekli ne biçim, söyle bakalım, nasıl şey bu sağlık... Arılayayım da elde edeyim dedi. Filozof, sağlığın şekli yoktur deyince eren, madem ki dedi şekli yok, o neliksiz-niteliksizdir, onu nasıl isteyebiliyorsun? Söyle bakalım, sağlık nedir? Filozof, şunu bilmiyorum ki dedi, sağlık gelince güçkuvvet elde ederim, şişmanlar-gelişirim; betim-benzim ap-ak, al-al olur; açılır-neş'elenirim; tazeleşirgiderim.
Eren, ben dedi, senden sağlığın kendisini soruyorum; sağlık ne biçim şeydir? Filozof, bilmiyorum dedi, neliksiz-niteliksiz. O er, Müslüman olur, önceki yolunu-yordamını bırakırsan sana ilâç veririm, sağlamlaştırır, iyileştiririm, sağlığı ulaştırırım sana dedi.
Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin Mustafâ'dan, şu anlamlar neliksiz-niteliksiz amma görünen şekiller vasıtasiyle insan, o anlamlardan faydalanabilir mi diye sordular. Buyurdu ki: İşte buracıkta gökyüzü, yeryüzü... Şu şekil yüzünden o tüm anlamdan faydalan. Dönüp duran gökyüzünün tesirlerini, bulutların, vaktinde yağmur yağdırdığını, yazı-kışı, zamanın değişmesini görüyorsun; hepsi de doğru-düzen, hepsi de bir hikmete dayanmada. Şu cansız bulut, ne bilir vaktinde yağmur yağdırmayı; şu yeryüzünü görüyorsun, bitkiyi nasıl kabulleniyor, bire nasıl on veriyor; elbette bunları birisi
yapıyor; onu gör, şu dünya vasıtasiyle ondan yardım elde et; hani insanın da kalıbını görüyor, anlamından yardım elde ediyorsun ya; dünya vasıtasiyle de dünyanın anlamından yardıma er. Peygamber esridi, kendinden geçti de söz söylemeye başladı mı, "Allah dedi ki" derdi. Halbuki görünüşte onun dili söylüyordu. Fakat o, arada yoktu; gerçekte söyleyen, Tanrıydı. Fakat o evvelce kendini görürdü; bu yüzden de bu çeşit söz söylemeyi bilmez-anlamazdı; böyle sözlerden haberi bile yoktu. Şimdiyse ondan böyle sözler doğuyor, biliyor ki evvelki varlığı yoktur; bu, Tanrının tasarrufudur. Nitekim
Tanrı esenlikler versin, Mustafâ, kendinden bu kadar bin yıl önceki insanlardan, gelmiş-geçmiş peygamberlerden, tâ dünyanın sonunadek olacak şeylerden; Arş'tan, Kür-sî'den, varlıktan-yokluktan bahsediyordu; halbuki varlığı, dünkü varlıktı; onun, sonradan meydana gelen bu dünkü varlığı, bunları söylemiyordu. Sonradan meydana gelen, evveline evvel olmayandan nasıl haber verir; şu halde anlaşıldı ki o söylemiyor, Tanrı söylüyor. "Kendi dileğinden söz söylemez; söylediği, ancak kendisine vahyedilen
sözdür." Tanrı, sesten, harften münezzehtir. Tanrının sözü, harften, sesten dışarıdır. Fakat sözünü de, dilediği her harften, her sesten, her dilden akıtır-gider. Hani yollarda, kervansaraylarda havuz başlarına taştan bin insan, yahut bir kuş yaparlar; o heykellerin ağızlarından su akar, havuza dökülür. Bütün akıllılar bilirler ki o su, taştan yapılma kuşun ağzından gelmiyor, bir başka yerden geliyor. Bir adamı tanımak istersen söze getir, konuştur. Konuşmaya başladı mı, onu anlar-tanırsın. Bir yankesici olsa, birisi de ona,
adamı sözünden tanırlar dese, anlaşılmaması için mahsustan söz söylemez; söylemekten çekinir. Hani bir hikâye vardır: Bir çocuk, ovada annesine, kapkara gecede bana, dev gibi koca bir karartı görünüyor, pek korkuyorum der. Annesi korkma der, onu gördün mü yürekli bir halde saldır üstüne, görür-anlarsın ki bir hayaldir o. Çocuk, peki anne der; o kara şeye de anası bu çeşit bir tenbihte bulunduysa ne yaparım ben?
Ona da annesi, konuşma da anlamasınlar seni dediyse nasıl anlarım-tanırım onu ben? Annesi, onun karşısında sus, kendini ona ver, dayan. Olur ya, belki ağzından bir söz çıkar; çıkmasa bile senin ağzından, istemeden bir söz çıkar, yahut da hatırına bir söz gelir, aklında bir düşünce başgösterir; o düşünceden, o sözden, onun halini anlarsın. Çünkü onun tepkisi altında kaldın ya; aklına gelen söz, içinde beliren o düşünce, onun, ondaki hallerin sana vuruşudur der. Şeyh Serrezî, mürîtlerinin arasında oturmuştu. Mürîdin birinde kebap olmuş baş iştahı belirdi. Şeyh, filâna kebap olmuş baş getirin diye emir verdi. Dediler ki: A şeyh, onun kebap olmuş baş istediğini ne bildin? Şeyh dedi ki: Otuz yıldır ki bende istek kalmamıştır; kendimi bütün isteklerden arıttım, hepsinden de münezzehim; ayna gibi tertemizim, safım. Hatırıma kebap olmuş baş geldi; kebap olmuş başı içim çekti; bildim ki bunu isteyen filândır. Aynada hiçbir şekil yoktur, bir şekil görünürse aynadan değildir, bir başkasındandır o. Bir aziz, bir isteğini elde etmek için çileye girmişti. Ona, böyle bir yüce istek, çileyle elde edilemezçileden çık da ulu bir erin bakışı sana düşsün, isteğini elde et diye bir ses geldi. Eren, o ulu eri nerde bulayım dedi. Camide dediler. Bunca kişinin arasında nasıl tanıyayım, hangisidir dedi. Dediler ki: Git, o seni
tanır, sana bakar; bunu da şöyle anlarsın: Bakışı sana düştü mü, ibrik elinden düşer, kendinden geçersin; anlarsın ki sana bakmıştır. Öyle yaptı; eline içi suyla dolu bir ibrik aldı, mescitteki topluluğa su sunmaya başladı. Safların arasından geçerken ansızın onda bir hal belirdi; bir nâra attı; ibrik elinden düştü, kendinden geçti; bir bucakta kala-kaldı. Herkes gitti. Kendisine gelince yapa-yalnız olduğunu gördü. Kendisine bakan padiş...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: 10.Bölüm
« Posted on: 19 Nisan 2024, 22:05:03 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: 10.Bölüm rüya tabiri,10.Bölüm mekke canlı, 10.Bölüm kabe canlı yayın, 10.Bölüm Üç boyutlu kuran oku 10.Bölüm kuran ı kerim, 10.Bölüm peygamber kıssaları,10.Bölüm ilitam ders soruları, 10.Bölümönlisans arapça,
Logged
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes