๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Fetvalarla Çağdaş Hayat => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 11 Mart 2011, 21:32:55



Konu Başlığı: Terceme risaleler
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 11 Mart 2011, 21:32:55
12- TERCEME RİSALELER




1- İslâm Hukukunda Rüşvetin Durumu [1357] İbn Nüceym
 

Bir müddet geçtikten sonra bile olsa Hak'kı zafere erdiren, doğruluğu galip getiren, yalancıları rezil eden, hakta adaleti ya­yan ve bâtıla götürenleri engelleyen Allah'a hamdolsun. Peygam­berlerin en şereflisine, onun ehl-i beytine, ashabına, hepsine salât ve selâm olsun.

İmdi bu; rüşvet ve kısımları, bu meyanda kadı'nın (hâkimin) alması caiz olan ve olmayan, helâl olan ve haram olan rüşvet hakkında, rüşvetle hediye arasındaki fark ve rüşvet olarak alınan bir şeye sahip olunup olunamayacağı, ceza olarak uygulanan ta'zirin teşhir edilip edilemeyeceği hususlarında kısa bîr risaledir.

Günümüzde bununla ilgili bir fetva hadisesi olup ta Hanefîlerden birisi kadıya (hâkime) verilen rüşvetin de emir'e (hükümet yöneticisine) verilen rüşvet gibi olduğunu zannederek, nakledilegelen nasların hilafına cevap vermesi üzerine, bizi sevenlerden bazılarının teşviki, beni bunu yazmaya şevketti. Allah'tan rızasına muvafık kılmasını dilerim.

Rüşvet'in lugât ve ıstılahî olmak üzere iki mânâsı vardır. Lugâttaki mânâsı, "cu’l” yani yerine savaşan gaziye, ya da işçiye ve­rilen şey demektir. Kâmus'ta:

Rüşvet (şın ile) cu'l demektir. Ço­ğulu "Ruşan" ve "Rişen" gelir. "Raşa" (Fiil olarak) çulu ona verdi. "İrteşa" onu aldı ve "Isterşa" istedi demektir, deniyor. el-Misbâh'ta [1358] ise:

"Rişvet" (kesre ile):
Kendi lehine hükmet­mesi, ya da istediğine ulaştırması için kişinin hâkime, ya da baş­kasına verdiği şeydir. Çoğulu "Rişan" gelir. Tıpkı “Sidratün"ün çoğulu "Sider" olduğu gibi. Dammeli olarak "Rüşvet" şekli de kullanılır. O takdirde çoğulu "Ruşan" gelir. (Ka-te-le) babından olarak, "Raşevtühü-Raşven", ona rüşvet verdim, demek olur. "İrteşâ" rüşvet aldı demektir. Aslı "Raşâ-el-Ferhu" ifadesindendir ki, kuş annesinin kendisini yedirmesi için kafasını uzattı ma­nasınadır, deniyor. el-Mu'rtbte [1359] de:

"Rişve" ve "rüşvet", Ce­mileri er-Ruşa; "Raşâhu" Yani ona rüşvet verdi. "İrteşâ" ondan aldı, fiilindendir, denmekle iktifa ediliyor.

Istılahta ise, el-Misbâh'taki gibi tarif ediliyor.

İmâm Ebû Nasr el-Bağdâdinin [1360] Kudûrî şerhinde anlattığına göre, rüşvetle hediye arasındaki fark; rüşveti, kendisine yardım t etmesi için vermesi, hediyede ise herhangi bir şartın bulunma-1    maşıdır.

Rüşvet; Kitap, sünnet ve icmâ ile haramdır. Kitap'ta buna de­lâlet eden âyet-i kerîme şu mealdedir:

"Ey İman edenler, birbiri­nizin mallarını haram sebeplerle yemeyin..." [1361]

el-Kâdî, [1362] âyet-i kerîme'de geçen el-bâtıl; gasp, ribâ ve ku­mar gibi Şerîat'ın mubah kılmadığı yollardır, diyor. [1363] Yine Allah'u teâlâ:

"Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını, günah (ı mucip) sebeplerle yemeniz için onları hâkimle­re aktarma etmeyin." [1364] buyurur.

el-Bukâ [1365] el-Münâsebât'ta âyette geçen (ve tüdlü bihâ = onları aktarma etmeyin) kısmını tefsir ederken, "İdlâ" mastarın­dan olarak mânâsı:

Gizleyeciliğinden istifade ederek, basiretleri delilleri görmekten kör eden rüşvetle, hâkimlere sokulmayın, demektir, diyor.

Hulvânî [1366] ise bunun, su çıkarmak için kovayı gizlice kuyuya sarkıtmak mânâsından geldiğini söylüyor. Sanki rüşvet veren, rüşvetin kovasını, gizlice hakime uzatıvermiştir ki, adaletsizliğini çekerek, onunla bir mal yiyebilsin.

Sünnet'te ise rüşvetin haramlığı hükmüne delâlet eden birçok hadîs-i şerîf vardır. Bu meyanda:

(Allah'ın laneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun.)

(Hükümde rüşvet verene ve alana Allah lanet eylesin.)

(Rüşvet verene de, alana da, aralarında rüşvet için aracılık ya­pana da Allah lanet eylesin.) [1367] hadîs-i şeriflerini zikredebiliriz.

Rüşvetin kısımlarına, haram olanına ve haram olmayanına ge­lince:

Kâdî Hân [1368] fetvalarının el-Kâdâ bahsinde der ki:

"Rüşvet dört türlüdür. Bir çeşidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır. Kadâyı (yani hâkimliği) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz. Bu durumda rüşvet, alana da, kadıya da haram olur. Bu bir, ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime rüşvet ver­se, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır. Hüküm ister bi-hakkın verilmiş olsun, ister olmasın, değişmez."

Diğer bir şekli: Malının ya da canının telef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet alana haramdır ama, verenin vermesi ha­ram değildir. Yine malında gözü olana, malının bir kısmını rüşvet olarak verip, kalanını kurtaranın durumu da böyledir.

 Bir diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip et­mesi için rüşvet verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır. Bu durumda verdiği rüşvetin alana da helâl ola­bilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği miktarla, birgün geceye kadar ücretle tutar. Çünkü bu nevi icâre sahîhtir. Sonra müste'cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka işte çalıştırır. Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip et­mesi için rüşveti önceden verirse böyledir. Hiç rüşvet adı etme­den işini takip etmesini istese ve işi olduktan sonra rüşvet yerse durum ne olur? Bunda ihtilâf vardır. Alanın alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin görüşüdür. Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır. Aynen imâma ya da müezzine, şart koşmadan birşey vermek gibidir.

Fıkıh kitaplarının vasiyyetler bölümünde fukaha, kişinin canını ve malını zulümden kurtarmak için, kendi hakkında verdiğinin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler.

el-Hulâsa adlı kitapta [1369] denir ki:

Hâkim rüşvet alıp hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hü­küm nafiz olmaz. Ancak tevbe eder ve aldığını geri verirse, ver­diği hüküm sahîh olur.

el~Akdiye'de [1370] de şunlar vardır:

Hediyeler üç türlüdür:

Verene de alana da helâl olan:

Mücerred sevgiden dolayı ve­rilen hediyeler gibi. İkincisi, her iki tarafa da haram olan:

Yaptığı zulümde kendisine yardım için verilen hediye gibi. Üçüncüsü, ve­rene vermesi helâl olan:

Zalime, zulmünü def etmek için verilen hediye gibi. Bu alana haramdır.

Bu hususta çıkış yolu şöyledir:

İşini gördüreceği adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar. Sonra -eğer yaptıracağı iş, meselâ bir mesaj götürmek gibi, ücret vermenin caiz olduğu bir iş ise- onu bir işte çalıştırır. Ama çalışamacağı süreyi tayin etmezlerse, bu caiz değildir.

Bütün bunlar şartlı olursa böyledir. Ama hediye şartsız ola­rak verilse ve fakat alan, kendisine, devlet dairelerinde ona yar­dım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse, ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.

Her hangi bir ön şart ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu kabul etmekte bir beis yok­tur. Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen haber, takvanın ileri derecesini bildirir. Bu husus Bezzâziye'de [1371] de aynıdır.

Hâkim bir tutanak yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil istese hakkıdır. Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması helâl değildir. Zira kendisine vacip olan birşeyi yapmıştır. Vacip olan bir şeyi yapma karşılığında ücret almak ise caiz değildir. Yok eğer üzerine vacip olmayan bir şeyi yapsa, ücret alması caiz olur.

Fetevâ-yı Kâdîhân'da el-Bakkâil'den [1372] naklen şöyle birşey vardır:

Birisi, bu bekâr kızın nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım. Dul ise yarım dinar alırım, dediğinde, kızın başka velisi yoksa, onun bunu alması helâl olmaz. [1373] Ama bir başka velisi varsa, biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl olur.

Yetimin malını satsa da birşey alamaz. Eğer alsa ve bey'de de mezun olsa, alışverişi nafiz değildir.

Fethu'l-Kadîr'deki [1374] ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır. Alana da veren de haram olanı vardır. Kaza ve imaret makamla­rını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir. Bu şekilde iş başına gelen kadı olamaz.

İkincisi, kadı'nın hüküm vermek için rüşvet alması durumu­dur. Bu da her iki taraf için haramdır. Rüşvet alarak hüküm ver­diği hâdisede hükmü nafiz (geçerli) değildir. İster bi-hakkın, is­terse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez. Eğer haklı bir hü­küm vermişse o, zaten ona vacipti. Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması caiz olamaz. Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır. Önceden rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da bir fark yok­tur.

Üçüncüsü, bir zararı def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi halletmek için rüşvet almak halidir. Bu, alana haramdır ama, verene haram değildir.

El-Akdıye'de hediye kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısım­larından olarak gösterilmiştir.

Dördüncüsü, malına ve canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği şeydir. Bu, veren için he­lâldir ama, alan için haramdır. Zira müslümandan zararı def et­mek vaciptir. Vacibi yerine getirmek için mal almaksa caiz değil­dir.

El-Kunye'de [1375] mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir:

Zâlimler, halkın ormanlardan odun yapmasına, kendilerine birşeyler verilmeksizin müsaade etmiyorlarsa, o şeyi vermek de, almak da haramdır. Zira verilen bu şey rüşvettir.

Aynı yerde, âşıkların rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır.

Bu sağlam nakillerle anlaşılmış oldu ki, kadı'ya (hâkime) veri­len rüşvet, her iki taraf için de haramdır. İster hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir. Yine anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her iki taraf için de haramdır. Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş olur. Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu ta'zi [1376] ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır:

"Belli bir had cezası olmayan bir masiyeti işleyene ta'zir vâcib olur." el-Bedâyelde kaydedildiğine göre [1377], ta'zirin vacip olmasının sebebi, şerîatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan bir cinayeti irtikâp etmesidir. Bu cinayet ister Al­lah'ın hukukuna, isterse kul hukukuna karşı yapılmış olsun. Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır. Binaenaleyh, belirli bir had ce­zası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her akıllıya ta'zir uygulama salâhiyeti var mıdır? Denirse, Câmi'ul-Fusûleyn [1378] ve daha baş­ka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz. Aleyhine hü­küm veren kadı'ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı'nın ona ta'zir uygulama yetkisi vardır.

Ta'zir cezasını teşhir ederek uygulamak da caizdir. Çünkü bu da bir nevi ta'zirdir. İmâm Ebû Hanife'nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların huzurunda teşhir edilerek ta'zir edilir. Başka cezası yoktur" sözü bunu gösterir. İmâmeyn ise acı­tacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler. Fethu'l-Kadîr'de:

"İmâm Azam'ın (ta'zir uygulamam) sözü, (Dövmem) mâ­nâsında olmuş oluyor. Neticede ta'zirinde ittifak vardır. Şu kadar var ki, İmam ta'zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir ettirmekle iktifa etmiştir. Bu da bazan gizlice dövülmesinden da­ha ağır bir ceza olur. İmâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmiş­lerdir" deniyor. Mesele, el-İnâye [1379] de ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir. Teşhirin bir nevi ta'zir olduğunu ifade et­mişlerdir. Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona ta'zir uygulama yetkisi vardır. Çünkü ta'zir, kadı'nın gö­rüşüne bırakılmıştır.

Şöyle bir soru akla gelse:

Acaba kadi'nın, ta'zirde yüzü ka­rartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var mıdır? Çünkü bunlar "Müsle" (Uzve keserek cezalandırma) kabilindendir. Bu ise yasaklanan birşeydir. Evet yapabilir deriz. Zira bunlar müsle cinsinden değildir. Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz. Ömer'in şu fiiline verilecek cevabın tâ kendisidir:

İbni Ebû Şeybe'nin kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (ra) Şam diyarındaki valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun tutulmasını yazmıştır. Abdurrezzak da Musannef inde:

Hz. Ömer (ra) yalancı şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder. Fethül-Kadîride bu­nun "müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki:

"Müsle" ancak uzuvları, ya da bedendeki uzuv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder. Yıkamakla kaybolacak arazî şey­ler "müsle" değildir. Ulemadan bazıları da Hz. Ömer'in bu yaptığı bir siyaset idi. Binaenaleyh, hâkim bir maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir. Fethu'l-Kadîr'de ise, buna karşı, "Hz. Ömer'in Şam diyarındaki valilerine yazması, bu görüşü reddeder" denmiştir. Vurulacak sopanın kır­ka vardınlması, bunun siyaset olduğunun delilidir. Zira ta'zir, hadler derecesine vardırılamaz, denmesinin de bir mânâsı yok­tur. Zira bu, ihtilaflı bir meseledir. Alimlerden bunu caiz gören­ler vardır. Buna göre Hz. Ömer'in görüşünün de böyle olması caizdir. Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer’i bir nas vârid olmak­sızın hâkimin, umumun maslahatı için yaptığı şeydir. Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu gözönünde bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini umumun maslahatına uygun görürse, bunun için seva­bı gerektiren bir iş yapmış olur. İsterse şer'i bir nas bulunmasın. Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın durumu, buna asıl teşkil eder. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah en iyisi­ni bilir. [1380]



[1357] Tercemesini sunduğumuz Risalenin müellifi Zeynüddîn b. İbrahim (Zeynül-Âbidîn) b. Muhammed b. Nuceym el-Mısrî el-Hanefî, kısaca İbnu Nüceym olarak meşhurdur, (926/1519) tarihinde Mısır'da doğmuştur. Hanefî fukahâsındandır. Kendisine İkinci Ebû Hanîfe denmiş, meşhur Mecelle hazırlanırken, eserle­rinden büyük fapta istifade edilmiştir. Küllî kaideler ihtiva eden el-Eşbâh ve'n-nezâri, Kenz şerhi el-Bahrur-râik, Muhtasaru't-Tahrîr en meşhur eserlerindendir. er-Resailü'l-fıkhiyye'si, terceme ettiğimiz risale ile birlikte 41 muhtelif mevzulu ri­saleden oluşur. el-Hamevfnin "Ğamzu, “uyûni'l-besâir"i ile birlikte basılmıştır. Ri­saleler ayrıca müstakil olarak Dâni'l-kütib'iI-ilmiyye (Beyrut) de 1400 (1980) de basılmıştır. (970/(260) ta vefat etmiştir.

[1358] el-Misbâhu'l-münîr fîğarîbi'ş-şerhi'l-kebîr, Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Feyûmfnin (v. 770/1369) yazdığı lügat kitabıdır. Tertibi, Hanefi fıkhı ıstı­lahları hususunda yazılan el-Mugrib'in tertibine benzer.

[1359] El-Muğrib fî-tertibi'l-muvib: Nâsiruddîn Abdüsseyyid el-Mutarrizı'nin (v. 610/1214) fıkıh ıstılahlarına dair kıymetli bir eseridir. 1320 küsurlarda Hindis­tan'da basılmışsa da mevcudu kalmamıştır. Dr. Sadi Çogenli tarafından Erzurum Atatürk Üniversitesi Ed. Fakültesi'nde doktora tezi olarak edisyon kritiği yapılmıştır.

[1360] İmâm Ebû Nasr el-Bağdâdî (v. 474/1567) Ebû Nasr el-ekta' olarak meş­hurdur. Muhtasaru'l-Kudûrînin en meşhur sarihlerin dendir.

[1361] Kuran-ı Kerîm, en-Nisâ: 4/29.

[1362] el-Kâdî Nâsıruddîn el-Beydâvî v-685/1286) Şafiî mezhebine mensup büyük bir müfessirdir. Tefsir-i Beydâvî diye meşhur "En-vâru't-tenzîli ehl-i sün­net âlimlerince; usûl, hikmet ve edep ilimlerini de ihtiva etmesi bakımından, Zemahşerînin tefsîri yerine itibar görmüş, Osmanlı medreselerinde uzun müddet okutulmuş ve 150 civarında da haşiyesi yapılmıştır.

[1363] bkz, el-Beydâvî, Envâru't-tenzîl ve esrâru't-te'vîl, (Tarihsiz) Beyrut, 11/81.

[1364] el-Bakara: 2/188.

[1365] el-Bukâî (v. 885/1470) İbrahim b. Ömer b. Hasan er-Rubât b. Ali b. Ebî Bekr el-Bukâî Ebul-Hasan Burhânüddîn. Bir çok eseri vardır. Nazmüd'dürer fi-tenâsüb'il-âyâti vessüver'i Münâsebât-ı Bukâ'î olarak bilinir. Aynı zamanda tarihçi ve ediptir.

[1366] Şemsü'l-Eimme el-Hulvânî, Ebû Muhammed Abdü'I-Azîz b. Ahmed. (v. 456/1065) Hanefî fakîhidir. İmâm Muhammed'in el-.Câmiu'l-kebîr ve es-Siyeru'l-kebîr'ine şerhler yazmıştır. Başka eserleri de vardır.

[1367] bkz., Feyzu'l-Kadîr, V/268; bu mevzuda Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği hadîs-i şerifin meali şöyledir "Rasûlüllah, hükümde rüşvet alana da verene de lanet etti." Aynı babta daha sonraki hadîs-i şerifte sadece "hükümde" kelimesi eksiktir, bkz., Sünen-i Tirmizî, 111/613-614.

[1368] el-Hasen b. Mamur b. Muhammed Abdül-Azîz el-Özcendî, Ferganalı bir Hanefî fakîhidir. Kâdihân diye meşhurdur. İbnu Kemal Paşa, kendisini mes'elede müctehidler tabakasından sayar. (v. 592/l 196) Fetâvâyı Kâdihân diye meşhur fetvaların sahibidir, el-Hassân’in Edebü'l-kâdî'sına da şerhi vardır.

[1369] Hulâsatü'l-Fetâvâ, Tâhir b. Ahmed b. Abdürreşîd el-Buhâri'nin el-Hulâsa diye bilinen eseridir. Adı geçen müellif (542/1 148) tarihinde vefat et­miştir. Hadislerini Zeylaîtahrîc etmiştir.

[1370] el-Akdıye ismiyle Keşfu'z-Zunûn sadece Abdutrezzâk el-Merginânî'nin (v. 506/1113) Akdıyetür-Rasûl adlı eserini kaydetmektedir. Buradaki Akdıye'den maksat da bu olsa gerekir.

[1371] el-Bezzâziye, İbnu Bezzaz el-Kerdevî diye maruf Hâfizuddîn Muhammed b. Muhammed b. Şihâbmin (v. 827/1425) Hanefî fıkhına dair fetva kitabıdır. Ebus-Suûd Efendi'ye "Niçin mühim meseleleri havi ve Cami bir kitap yazmıyor­sunuz?" diye sorulduğunda, "el-Bezzâziye sahîbiniden utanıyorum. Hem kitabı da daha ortada" cevabını vermiştir.

[1372] el-Bakkâlî, Muhammed b. Ebi'l-Kâsım el-Bakkâlî el-Harzemî, (v. 562/1167) Lakabı Zeynul-Meşâyıh'tır. Tefsir ve fıkıh başta otmak üzere birçok sahada eseri olan bir Hanefî âlimidir.

[1373] Bizde başlık parası da buna dahildir.

[1374] Fethu'l-Kadîr, kısaca İbnu-Hümâm diye maruf el-Kemal Muhammed b. Abdulvâhid es-Sivâsî (v, 861 /1457)'nin eseridir. Hidâye'nin en büyük şerhlerin-dendir. Müellif bu eserini ikmal edememiş, Kadızade Şemsüddin Ahmed (v. 988/1580) tarafından Netâicu'l-Efkâr adlı tekmile ile tamamlanmıştır

[1375] Burada zikredilen el--Kunye'den murad, İmam Ebu'r-Recâ Necmüddin Muhtar b. Mahmud ez-Zâhidî el-Hanef’nin (v. 658/1261) Kunyetü'l-Münye 'Alâ-Mezheb-i Ebî Hanife'si olsa-gerektir. Mamafih, Hanefî fıkhında el-Kunye ism ile başka kitaplarda vardır, (bkz., Keşfu'z-Zunûn, 11/1357).

[1376] Ta'zir kelimesi lügatte men', red, icbar, tahkir, te'dip mânâlarını ifade eder. Hukukî bakımdan ta'zir, "Hakkında muayyen bir ceza, bir serî had bulun­mayan cürümlerden dolayı tatbik edilecek te'dip ve ceza demektir."

[1377] el-Bedâyiu's-Sanâyi, Ebû Bekr b. Mes'ud b, Ahmed el-Kâsânfnin (v. 587/1 191) en meşhur eseri olup es-Semerkandî'nin Tuhfetü'l-Fukahâ'sı üzer­ine şerhtir. Delil ve münakaşaları ve tertibi ile Hanefî fıkhında çok değerli bir eser­dir.

[1378] Câmi'ul-Fusûleyn meşhurdur, Bedrüddin es-Simâvî (Muhammed b. İsrâil)'nin (v. 823/1421) eseridir. Sadece muamelata dâir olup el-İmâdmin Fusûl'u ile el-Esruşninin Fusûl'ünden bir araya geldiği için bu adı almıştır.

[1379] el-İnâye, el-İmâm Ekmelüddîn Muhammed b. Mahmûd el-Bâbertî (Bayburt)'nin (v. 786/1384) el-Hidâye üzerine yazdığı şerhtir. Fethu'l-Kadîr ile birlikte basılmıştır.

[1380] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 533-543.