๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Emri Maruf Nehyi Münker => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 27 Mayıs 2011, 15:53:49



Konu Başlığı: Marufu emredip münkeri yasaklamak kuvvet ve iktidara muhtaçtır
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 27 Mayıs 2011, 15:53:49
III. Fasıl
İslâm Devleti Ma'rufu Emredip Münkeri Yasaklamağa Çalışmak Kuvvet Ve İktidara Muhtaçtır



Allah Teâla, İslâm ümmetine emir ve yasalarını teklif ettikten sonra, hayra yani İslâm'a da'vet, ma'rufu emredip münkeri yasaklamağa çalışmayı hemen peşinden getirmiştir. Yani mükellefiyet ile birlikte emir ve nehiylere muhatab olma devreye girer. Böylece emâneti yüklenmiş olur. Âl-i imran sûresinin şu âyetindeki incelik dikkatimizi çekmektedir:
“Siz, kendilerine apaçık deliller (ve yasalar) âyetler gedikten sonra parçalanıp ayrılanlar, ihtihaf ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar (in hali): En büyük azâb onlarındır.”195
Acaba âyette "tefrika ve ihtilafdan nehyetme" ile "ma'rufu emredip münkeri yasaklama" esasları niçin peşipeşine geldi? Bu husus, insanı, konu ile ilgili düşünceye ve fikir yürütmeye sevketmektedir. Çoğu kez de insanı bir takım sebeb ve yönlere bakmaya zorlamaktadır. Fakat dikkatlerimizden kaçmayan, en açık ve belirgin husus, ma'rufu emr münkeri mehiy görevinin, da'vet ve tebliğe ihtiyaç duyduğu gibi kuvvet ve iktidara da ihtiyaç duymuş olmasıdır. Zira kuvvet ve iktidar şüphesiz ki birlik ve ittifak halinde başarıya ulaşır.
Buna göre; şunu açıkça haykırabiliriz: "Tefrikaya ve dağılmaya yüz tutmuş cemaat ve ümmetler Allah'ın arzında iktidar kurmaya layık olamaz" Allah böyle bir topluma yabancı emperyalist güçleri musallat eder. Böylelikle o cemaat bu yabancı ve istilâcı güçlere kul ve köle olur. Onların her türlü emir ve arzularına mahkûm duruma düşer. (Artık bu yabancı güçler, başsız toplumların perde arkası yöneticileri olurlar o toplumun fertlerinin bu perde yöneticilerden haberleri olmaz. Sun'î sınırlarla çevrili toprak parçaları üzerinde köleliğe alıştırılmış böyle bir toplum ve millet, bu yabancı güçlerin egemenliğini, koruyuculuk ve himayeciliğini hürriyet ve bağımsızlık olarak kabul ederler. Siz onların sömürüldüğünü söylediğiniz takdirde, sizi fitneci, ayrılıkçı ve iç düşman olarak telakki eder. Zira bu toplum, yabancı gücün kültür istilasına uğramış bir toplumdur. Onların uyanışı adeta bir neslin değişmesi ve yeniden kendi kültürüyle irtibat kuruncaya kadar, yeniden bir kültür savaşı vermek kadar zor alacaktır. Beden yerli beden, kalp atışı yabancı atışı. Bu bedenin taze kana ihtiyacı vardır. Değiştirmedikçe değişeceğine inanmak kadar safdilik olmaz.....) (Çeviren).
Böyle bir toplumun uyanışını engellemek için, bu yabancı güçler daima her tedbiri almıştır. Onları mevcut sömürü düzenlerinin tasallutundan kurtaracak kendi kültürlerine ve inançlarına dayalı siyasal iktidarın gölgesinde yaşama hakkından daima mahrum bırakmışlardır. Bu güçler tarafından kültürel ve ekonomik bağımsızlıklarına fırsat verilmez olmuştur.
İşte âyet-i Kerime bu gerçeğe işaret etmiştir. Bu da müslümanlara şunu ikaz eder: Eğer siz ma'rufu emredip Allah'ın arzu etmediklerini yasaklamak istiyorsunuz; birlesiniz, bir araya geliniz, güç birliği, kültür birliği yapıp yardımlasınız. Ülfet ve sevgi sizleri bir ceset haline getirsin. Bu cesedin bir organı şikâyet ettiği zaman diğerleri onun şikâyetini dinleme fırsatını elde etsin ki, birliğinizi parçalamaya yönelik her türlü iç ve dış saldırılara hedef olmayasmız. Allah da sizlere tekrar ümmet olma şerefini bahşetsin.
Fakat siz bu anlaşmayı ve her sahadaki ittifakı sağlamazsanız siyasi gücünüz zaafa uğrar dağılır. (Sanki dağılmamış gibi. Tabii ki müellif bundan haberdar. Arzetmek istediği; genel bir kaideyi tarihe sunmaktır.) Binaenaleyh her türlü fikrî ve amelî krizle karşı karşıya kalırsınız. Bu krizlerden sonra da artık birbirinize; ma'rufa tâbi olmayı münkerden kaçınmayı tavsiye etmeniz de güçleşir, hatta imkansızlaşır. Dininizin, yapmanızı emrettiklerini Allah'ın arzında yaşama fırsatını bulamayacak, anayasal icraatınıza imkân kalmayacak, tüm câhiliyye düzenlerinin, önünüze diktiği engelleri, savaş yoluyla bile ortadan kaldırmak güçleşecek ve Tâğûtî güçleri yok etmeye yönelik siyasî güç ve otoritenize kavuşma imkânını elde edemeyeceksiniz. 196

İmam Râzî, bu âyetin iki açıdan kendinden öncekiyle bağımlı olduğunu söyleyerek şöyle izaha kalkışır:
“Birinci: sözün geliş ve üslûbuna bağlı olması.
İkincisi: Bu âyetin sadece ma'rufu emr münkeri nehiy hükmüne bağlı bulunmasıdır.
Allâme Seyyid Reşit Rıza, bu irtibatın birinci yorumunu uygun görmüş, fakat Razi'nin açıkladığı ikinci yönü tercih etmiştir.” 197
Şöyle ki: “Allah Teâlâ ma'rufu emr münkeri nehiy görevini farz kılınca; bir şartla bu görevi ifa etmek mümkün olacaktır ki o da: "Zulme ve azgınlığa karşı bu farziyeti yapabilme gücüne ve ehliyetine sahip olmaktır." Bu güç ise haktan ve dinden yana olan tüm inananların îman sevgisi ve kardeşliği üzerinde ittifak haline geçtikleri zaman elde edilmiş olabilir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ böyle bir ortamda bu işbirliğine talip olanları ayrılık ve ihtilaf fitnesinden korur. Bu tür ihtilafların önlenmesini sağlamak, bu farziyeti yerine getirirken zaaf ve çözülmelere düşmemeleri içindedir.” 198
Allame Nizâmüddin en-Nisâbûrî de bu ilişkiyi iki âyet-i kerime arasındaki alâkaya bağlı olarak açıkladı.199 Şayet bu münâsebet ve ilişkiden sarf-ı nazar etsek bile, ma'rufu emr-münkeri nehiy çalışmasının, her türlü bölünme ve ihtilaftan korunması ve bu hususda ümmetin saflarının birleşmesi için çok ciddî bir çalışmaya ihtiyaç olduğunu, âyet manen bizi ikaz etmektedir.
İmam İbn-i Teymiyye bu hususu destekleyerek der ki; “Ma'rufu emretmek, kaynaşma ve cemaatleşmeyi gerektirdiği gibi, ayrılık ve parçalanmaktan da men' etmeyi gerektirecektir.” 200
Gerçekten de Ma'rufu emr, münkerden nehiy görevinin, istenen hedefe ulaşması ve tam isabeti, ancak müslümanların iktidar ve hâkimiyet kurmalarına bağlıdır. Bunun da gerçekleşmesi için, ümmetin Kur'an'da ve İslâm'da ittifak edip kaynaşması şarttır.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki "ma'ruf ve münker görevi", İslâm ümmetinin sorumlu olduğu mücerred bir da'vet izinden ibaret olmayıp, aynı zamanda siyasi bir çalışmaya da muhtaçtır. "Mu'ruf ve münker" görevinin hakkıyla ifasından sonradır ki İslâm devletine giden yol açılacaktır. Daha açık bir ifâde ile bu görevi hakkıyla îfâde etmenin yolu; hem da'vet, hem siyâsettir.
Geçmiş konularda bu görevin da'vet yönünü izaha çalışmıştık. Bundan sonra ise konunun siyâsi yönünü ele almağa çalışacağız. Allah Teâlâ bu ümmetin ilk ve en yüce nesli hakkında verdiği hükmü şöyle beyan buyurmuştur: "Bu ümmet siyasal iktidarın gücünü ve anahtarını elinde tuttuğu müddetçe, ma'rufu emreder, münkerden nehyeder. Yani basiretli ve şuurlu bir anlayışla taşıdıkları sancağı ve insanlar arasında; inandıklarını yükseltmeye çalışmaları için hakk'a da'vet etmeleri şarttır. Yaşadıkları dünyada otorite ve hâkimiyet kurmadan, gaye ve hedeflerine erişmeleri imkânsızdır. Çünkü bu güç kurulmadan, sonucu elde etmeleri Allah Teâlâ'nın yasasına aykırıdır."
Hâc süresindeki âyet-i kerimede Allah Teâlâ, Peygamber'in (s.a.v.) ashabı hakkında hüküm verirken, kendilerine hâkimiyet ve iktidar yoluyla nimet vermeden, diğer amellerinin bir değer ifade etmeyeceğini açıkça beyân etmiştir.
“Onlar (o mü'minlerdir ki) eğer kendilerine yer (yüzün)de bir iktidar mevkii ve imkânı verirsek, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, ma'rufu emrederler, münkeri nehyetmeye çalışırlar. (Bütün) işlerin âkibeti (nihayet) Allah'a (râci) dır.” 201


195 Al-i İmran: 3/105
196 Müellefin parmak bastığı konuyu ve noktayı daha da açığa çıkarmak ve acı bir gerçeği su yüzüne vurmak için geniş bir açıklama zarureti ortaya çıkmış bulunmaktadır. Vereceğimiz açıklama çeşitli eserlerden tarama biçiminde olacaktır. Şöyle bir başlık yapmak uygun olacaktır:
İslâm Topraklarinda Yasayan Müslüman Larar Asi Kültürel Ekonomik, Siyasi İşbirliği ve Bloklar
Günümüzde batının doğuya karşı takındığı tavır, eskinin değişik bir bakışından başkası değildir. Batı tek devlet tasavvurunu; AET, Avrupa Parlementosu ve NATO teşkilatlarıyla tamamlamıştır. Tek gaye; Hıristiyan kültürüne dayalı ve haçlı ruhunun temelleri üzerinde, batının menfaatlerini savunucu bir edâ ile dünyayı "Siyasi açıdan birleştirme gayreü'nin sonucu kuvvetlinin zayıfı bir nakavat darbesiyle yere yıkıp dünyanın siyasal birliğini (sağlayıcı bir yöntem kullanarak küfür hakimiyetini) kurmaktır. (Arnold Toynbee Medeniyet Yargılanıyor: 129-130}
Batının İslâm'la karşılaşması, henüz çocuk çağda iken, Arap İslâm toplumunun kahramanlık dönemine rastlar. Müslümanlar, bu dönemde dünyada İslâmın HÂKİMİYET ÇAĞINI yaşadılar, İslâmî bir devletin kuruluşunu başardılar." (A.g.e: 177).
19. yüzyılın başlarında batının başlattığı "sanayi devrimi ve asırlık islâm düşmanlığı" ilkesi hâkimiyet sahnesine çıktı. Batının İslâm dünyası üzerine yoğun saldırıları, iki medeniyeti günümüzde yeniden karşı karşıya getirdi. Görülecektir ki bu, batı medeniyetinin bütün insanlığın büyük bir toplum halinde birleştirilmesini ve modem batı tekniği sayesinde kullanabildiği! yerdeki, gökteki ve denizdeki her şeyin kontrolünü isteyen büyük hırsının bir parçasidır."(A.g.e: 179)
Onun için İslâm ile batının çağdaş karşılaşması, geçmişteki ilişkilerinden yalnızca daha canlı ve içten olmakla kalmamış, batılı adamın dünyayı "batılılaştırma" eylemini açığa çıkaran bir olay olmuştur ki, iki dünya savaşını görmüş bir neslin tarihinde bu, gerçekten en ilginç ve en önemli olaylardan sayılmalıdır. Bu yüzden İslâm, bir kez daha bau ile karşılaşıyor. Ne var ki bu sefer kozlar, haçlı seferlerinin en kritik dönemlerinden daha çok aleyhine; çünkü çağdaş batı ona karşı yalnız silah yönünden değil, aynı zamanda silah sanayinin son derece bağlı olduğu "ekononik hayat anlayışı (=homo ekononıiko=ekonomik hayvan) konusunda da ve hepsinin üstünde ruhsal kültürde-medeniyet denilen ve kendi kendine dışa dönük ürünleri yaratan ve besleyen o derûnî güçte-de üstün...." (A.g.e: 180)
Batının sakladığı bu çirkin yüzünün bizzat bir batılı'nın ağzından yapılan itiraflar, aslında saklanmadığı, tarihin vesikaları arasında göremememiz için bilmem ki herhangi bir ispata ifatiyaç var mıdır? Ama ne yazık ki kültürümüzün kimliğini taşıyan entellektüellerimiz bu ihanet plânını idrakten yoksundurlar. Batıyı batıdan daha çok savunan bir gençlik oluşmasında, batı hesabına çalışan bu aydınlar bir gün hesap vereceklerdir. Zira bir buçuk asırdır, batının bu hain perde arkası çirkin yüzünü genç nesilden saklayarak hep güzel gösterdiler. Bu, aslında batı adına yapılan bir kültür istilâsından başka bir şey değildi. Şayet yabancı emperyalist bir güç silah zoruyla bu ümmetin toprağını işgal etseydi, bundan daha idealini yapmazdı.
Bu devrin ihanet planlarını en güzel şekilde uygulanıp bir devrân süren, sonra da yabancı emellerin kurbanı olduğunu anlayınca da tarihin en büyük ihanet plânına kurban giden cennetmekân Abdülhâmit Han'ın ruhaniyetinden istinıdad dileyen filozof Dr. Rıza Tevfik şöyle diyecektir.
"Nerdesin şevketli Sultan Hamid HAN feryadım varır mı bârigâhma ölüm uykusundan bir lâhza uyan. Şu nankör milletin bak günahına. Tarihler ismini andığı zaman Sana hak verecek hey koca Sultan
Bizdik ulanmadan iftira atan Asrın en siyasî padişahına Milliyet dâvası fıska büründü Rıdây-ı diyanet yerde süründü Türk'ün ruhu zorla âsî göründü Hem peygamberine hem Allah'ına"
Evet bu aydın kişi, istilâcı güçlerin emellerine işte böyle hizmet ettiğini ifâde ederek bir devrin ihanet planlarını böylece sergilemiş ve sonunda da itiraf -ı zünüb eylemişti. Oyun güzel sahnelenmişti batı tarafından. Çünkü bu, üç asırlık için yazılan senaryonun ürünü idi. Mevsim mevsim sahneleniyordu yapılmak istenen. Bıçak can damarını kesme hedefini iyice tesbit etmiş ve koca bir ümmetin merkezî otoritesi çok hassas hesaplarla darmadağın edilmişti. Bir saat başsız kalması dahi fitnenin hâkimiyeti diye nitelendirilen bu ûmmet, yarım asrı aşkındır başsız ve biatsız bir toplum halinde yaşamağa mahkûm edilmiştir. (Çeviren)
"Batının nihayet medreselerimizde yetişmiş Afganfyi ve Abduh gibilerini de İngiliz efendileriyle birlikte aynı locaya kayıtlı yüksek dereceden bir mason olarak gösterdiği zaman da şaşirmıyoruz. Belgeler artık önümüze serilmiştir. Onların duyumsal entrikaları ortaya çıkarmıştır ki, sömürgecilik, hiç bir zaman siyasî ve hatta iktisadî çıkarlar için sahnelenmiş bir olay değildir. Sömürgecilik İslâm'ın temelindeki manevî ve sosyal gerçekliğe düşman bir kültür çatısının yükü olmuştur." (Cihad-es-Sufî: 66). "Kolayca ispat edilebilir ki, İslâm dünyasındaki modemist hareket doktirini ve siyâsetin, doğrudan doğruya sömürgeci kuvvetlerden almış ve onların siyâsetlerini ikmâl etmiştir. İşte bu sebepledir ki onların mirasçıları müslüman ülkelerde kâfirlerin kurdukları yönetimlerin yüksek basamaklarında bulunmaktadırlar." (A.g.e: 70).
Nihayet asrımızda toprak sömürü ve askerî işgal metodlarının emperyalistlere gayelerini gerçekleştirmekten daha çok zarar verdiği anlaşıldı. Bundan dolayı emperyalistlerin stratejisinde yeni değişmeler oldu. Toprak işgalini terkederek bunun yerine kafa ve kalpleri sömürmeye yöneldiler. İşte kültür emperyalizmi adıyla bilinen şey budur". (Kültür emperyalizmi-Hedef ve metodları: 15)
"20. asırda kültür savaşının -her asırda geçerli olduğu gibi- insan ve silah gücüyle yapılan savaştan daha tehlikeli olduğu anlaşılmıştır.
"Batı dünyası İslam dünyasını askerî, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda yenilgiye uğrattıktan sonra bir sürt siyasal hegemonyası altında tuttu. II. Dünya savaşında siyasal özgürlüğe sahip halkı müsîüman ülke sayısı bir elin parmakları sayısına bile ulaşmıyordu.
Emperyalist batı, onları öyle parçalara ayırmıştı ki bu devletlerin birbirleriyle bağlantı imkânı ortadan kalsın ve bu devletler sürekli bir biçimde kendilerine bağımlı kalsın. Batı böylece teknolojik üstünlüğün verdiği avantajlarıda kullanarak bu devletleri birer koloni gibi kullandı. Kendi hâkimiyetini sağlayan bütün şeylerin hammadde!erini dahi bu devletlerden alıp, teknoloji artıklarını bu devletlere verdi. Bazen bu devletlerde oluşturduğu koloni merkezleriyle, bazan da bu devletlerdeki yerli işbirlikçi uşakları eliyle emperyalist programını sürdürdü. Onlara enjekte ettiği pragmatist hukuk sistemleri ve kokuşmuş ahlâk yapısıyla ruhlarını köreltmeye ve uşak nesiller yetirtirmeye çalıştı."
Fakat sevindirici bir durumdur ki son yıllarda batının emperyalist amaçlarının farkına varıp görebilen ve buna karşı İslâm dünyasında ortak bir işbirliği kurulmasını amaçlayan çalışmalar su yüzüne çıkmıştır.
"Aslında batı kendi emperyalist politikasını sürdürmek için bu birliği çok önceleri oluşturmuştur. AET vb. kuruluşlar ancak bu amaca yönelik kuruluşlardır.
İslâm dünyasındaki çabalar ise şimdilik pek öyle iç aydınlatıcı değildir. Bunun nedenleri bir çok temele dayanır. Bir kere bunu engelleyen etken ideolojiktir, "İslâm dünyası" dediğimiz bütünün karmaşık bir yapısı vardır. Bu, asırların emperyalist güçlerinin müştereken uyguladıkları plânın sonucudur, tşte bu sonuçla ortaya çıkan İslâm dünyası, yeniden İslâmlaşma hareketiyle özbenliğine kavuşması şartiır. Sosyalist ve kapitalist dediğimiz sistemlerden birinin peyki halinde bulunan devletler olduğu gibi, kendi içinde bütünlük dediğimiz devletlerden bir ikisi dışında sağlam bir temele oturmamışlardır. Birbirleriyle rekabet, hatta çatışma içinde bulunan ya da bulundurulan devletlerin sayısı az değildir. Bütün bunlar, İslâm dünyası dediğimiz topluluğun birleşmesini bir güç haline gelmesini engelleyen etkenlerden birkaçıdır.
Bizin için önemli olan; kapitalist ya da sosyalist bloklardan birini tercih etmiş devletlerin bir güç birliği oluşturması ve birbirleriyle ilişkilerini yoğunlaştırması değildir. Aksine bu devletlerin ortak miraslarını, dünya nizâmlarını ve uygulamadan kaldırdıkları kendi sistelerini uygulamaları ve her türlü emperyalizme karşı bir dayanışma oluşturmalarıdır. Batının koyduğu sistemleri ve kurumları çalıştırarak uygulamaya koymak, birleşmeye çalışmak ve bundan fayda beklemek safdilik olur."
(İslâm ülkeleri arasında ekonomik ve sosyal işbirliği-Abdurrahman Kureyşi) "Çeviren".
197 Tefsir-ul Kurani-l Kerim (El-Menar): 4/48
198 Mefâtihu-l Ğayb: 3/21
199 Ğarâibu-l Kur'an ve Rağaâibu-l Furkan: 4/33
200 Mecmûatu-ı Resâili-l Kübrâ: 1/309
201 el-Hacc: 41( Önceki âyette zikredilen durum, muhacirlerle ilgili olunca, bu âyette sözü edilen vasıflar da aslında onlara ait olması gerekir. Fakat âyette istenen vasıf ve özellikleri sadece o günkü muhacirlere ait sanmak, âyetin kapsam ve sahasını daraltmak demek olur. Zira "sebebin hususî olması hükmün umûmi olmasına engel değildir." hukukî kaide meşhurdur. Binaenaleyh bu hükmü: "Bu vasıfların muhacirler hakkında söz konusu olabileceğini ileri sürerler. Fakat âyete geniş bir perspektifden bakan mûfessirler ise bu âyeti ümmetin aile-aile, fert-fert her kesime ait bir sorumluluk yüklediğini anlamışlardır.
Katâde şöyle buyurur: "Bu âyet, Nebi'in (s.a.v.) ashabı hakkında nazil olmuştur, "İbni Abbas (r.a.) da: "Muhacir, ensâr ve tabiin hakkında nazil olduğunu ileri sürer." İkrime: "Beş vakit namaz kılanlar" hakkında nazil olduğunu ileri sürerken. Hasan el-Basri (r.a.) ve Ebu's-Âliyye: "Muhammed'in (s.a.v) ümmeti" hakkında nazil olduğu kanaatindedirler. Ayetin vasfettiği bu ümmet, yeryüzünde iktidar Mevkiine geçtiğinde namaz vb. ibâdetleri, İslâm devletinin verdiği geniş ve kâmil anlamdaki hürriyetleri sayesinde dosdoğru yapacak ve şer'i ölçülere bağlı olarak da Allah'ın arzında yaşama hakkını elde etmiş olacaktır.
İbni Ebi Naci'ye göre: "Ayette bahsi geçenlerin ulu'l-Emr yani İslâm Devletinin yöneticileridir. Ed-Dehhâk ise: "Allah Teâlâ, bu âyette zikri geçenlerin yeryüzünde Hâkimiyet ve iktidar kurumlarının şart olduğunu ileri sürdüğü kimselerdir," der. (Ümmetin bu şarta bağlı kalması farzdır.) Kuuubî, bütün bu görüşleri arzetüklen sonra, bu son görüşü tercih etmiştir. (Kurtubî el-Câmi il-Ahkâmi-l Kur'an: 12/73)
Celâlüddin el-Umerî, Kur’an ve Sünnet’te Emr-i Ma’ruf Nehy-i Münker, İnsan Yayınları: 125-128.