๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Emri Maruf Nehyi Münker => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Mayıs 2011, 20:39:24



Konu Başlığı: Marufu emr ve mûnkeri nehiy İslâm ümmetinin görevidir
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Mayıs 2011, 20:39:24
Ma'rufu Emr Ve Mûnkeri Nehiy,İslâm Ümmetinin Görevidir


Şu açıklamalara dayanarak diyebiliriz ki, ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışmak, her asırda tazeliğini koruyan, peygamberlerin ve onların ümmetlerinin, özellikle İslâm Ümmetinin ifâ borcunda oldukları ve ayakta kalabilmelerinin yegâne gücü ve stratejisidir. Müslüman, İslâm'ın üstün hikmet ve mekânını, gaye ve hedefini kavrayıp düzenli olarak, sadece nefsinde yaşamakla yetinmez. Onun bundan sonra Allah teâlâ'nın yeryüzündeki şahidi olarak, O'nun mesajını tüm insanlığa iletme sorumluluğunu taşıyarak, araya giren engelleri kaldırmağa ve insanların hak ile karşı karşıya gelmesine çalışacak, bâtılın tüm engellemelerine karşı en son varlığını tüketecektir. O, işte buna kumanda etmek için gönderilmiştir.
İslâm böyle bir görevi ibâdet kabul etmiş, zühd olarak îlân etmiştir. (Zaten asıl zühd İslâm ile meşgul olmaktır. Mü'min İslam ile meşgul iken yalnızdır. Onun bundan başka meşgalesi olamaz. Halk arasında yalnız kalmak karanlığa saplanan yolun ışığı olmak ve çokluk içinde yokluğu zevk kabul etmek Asıl bunlara gönül bağlamak Evet asıl zühd Beşerin liderliği ve yöneticiliği, mü'minin bu sınırsız merhameti ile renk kazanmıştır. Allah'a (c.c) ibâdet ve O'nun kullarına gerçek doğruyu göstermek, batılların bulanıklığını ve şüpheciliğini dağıtmak. Evet bu iki tanım, ma'ruf ve münker kavramlarının doğru olan bir başka tanımlarıdır. Bunlardan birini ihmâl etmek diğerini anlamsız bırakmaktır. Aksi halde insanın hüsranını hazırlayan bir suç olur. Şu âyet-i kerimeyi dikkatle dinleyiniz ve sonra elinizi şakaklarınıza dayayarak düşününüz.
“Siz insanlar için (insanlığın faydası için) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz.”37
Ayet-i kerîme "İslâm ümmetini", "en hayırlı ümmet" diye vasıflandırdı. Bu vasıflanmanın göze çarpan iki önemli özelliği vardır:
1- Bu ümmetin iyiliği emredip yâni İslâm'ın onaylamadığının dışında, Allah'ın (c.c) arzuladığı herşeyi emretmesi ve İslâm'ın onayladığının dışında kalıp Allah Teâlâ'nın arzu ve direktiflerine aykırı her şerri ve ona götüren yolları, vasıtaları ve düşünceleri yasaklamaya çalışması.
2- Allah'a îman edip O'na teslim olması ve bu inancım hâkim kılma çalışması.
Zira Allah'a (c.c) îman demek; insanın, ibâdetini yalnız Allah'a tahsis etmesini sağlaması ve bunun ise Allah'ın (c.c) hâkimiyetine boyun eğmeye götürmesi demektir. Her konuda O'nun hâkimiyetinin belirtileri görülmüyorsa, bu kuru bir iddiadan öteye geçmez. Zira îman, kalbin teslimiyet ve bunun sonucu hak olana uyma eyleminin gerçekleşmesidir. Sağlam bir iman, uygun bir eylemi doğurur. Mü'min böyle bir îmân olgunluğunu ispat etmek mecburiyetindedir.
Allâme el-Hazin, âyetteki "Allah'a îman" deyimini şöyle açıklar: "(Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz. Yâni O'nun koyduğu hükmü (ve hayata verdiği modeli) tasdik ediyorsunuz. Tevhîdi (her hususda O'nun tek ve eşsiz oluşunu), ibâdet (en yüksek merci ve başvurulacak son kapı) anlayışını yalnız O'na tahsis ediyorsunuz. 38
Bu açıklamalar bize gösteriyor ki, İslâm Ümmeti "en hayırlı ümmet" olma haysiyyetini ve taşıma liyakatini haketmiştir. Çünkü kötülüğün renk verdiği bir dünyaya nisbetle en hayırlısıdır. Bir taraftan "doğruyu ve hakkı"
göstermesi, öbür taraftan da kâmil anlamda "Allah Teâlâ'ya itaatkâr bir ümmet" olması bakımından, ona bu meşru hakkı kazandırmaktadır.
İslâm ümmetinin, bu vasfıyla peygamberlere benzemesi ve tümünün tevhid çizgisinde yürümüş olması, hiçbir ümmetin erişemeyeceği büyüklükte bir şeref pâyesidir. Övülmeye lâyık olması açısından da yeterli bir sebeptir. Bu vasıftaki bir ümmetin hayır yarışında önde olması gayet tabiîdir. Geride kalmasının tasavvuru bile doğru değildir.
Allâme es-Sâvî bu âyete şu yorumu da getirir: “Bu ümmetin tabiatında; başkasına hakkı ve doğruyu göstermesi bakımından peygamberlerin müşterek vasıflarında bir benzeyiş varvr.”39
Gerçekten ma'rufu emretmek, münkeri nehyetmek, Allah Teâlâ'ya inanmak ve bu inancı "Kayıtsız-şartsız" kavramlarıyla sınırlandırmak gibi özellikler, bu ümmeti geçmiş ve gelecek ümmetlerden ayıran ve ona "en hayırlı ümmet" vasfını kazandıran özelliklerdir. Bu özelliklerle bilinen ve tanınan bu ümmet ne zaman ki düşmanlarmca keşfedilip bu özelliklerini kaybetti, Allah Teâlâ da onun şeref ve azamet elbisesini soydu. Böylece tarihdeki seyir çizgisinden ve yörüngesinden çıkarak diğer ümmetler seviyesine düşürüldü. (Bu, düşmanın itirafı ile 300 yıllık bir plân sonucu ve kültür istilâsıyla başarıya ulaşmıştır. Bu ümmetin istikbâlini omuzunda taşıyacak olan gençlik savaşa sokulmadan öldürüldü. Ama mukaddes gençlik, emânetini taşıma sorumluluğunu anlamakda gecikmedi. Şimdi geç de olsa vahyin ışığında şekillenen müstakbel gençliğin bu yeniden doğuşun sancılarını çektiğini görme bahtiyarlığına eriştiğimiz için bir ömür boyu Allah'a hamd etme makamında, dudaklarımızda şarkısını bırakıp giden üstâd Necib Fazü'ı rahmet ve minnetle hatırlıyoruz. Ruh dünyamızda estirdiğin fırtınayı dindirmeden onu okyanuslara taşırmağa çalışacağız inşaallah......)
Hz. Ömer (r.a.) bu âyet-i kerîmeyi bir hac mevsiminde okumuş ve şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Kim şu ümmetten bir ferd olduğu için sevinirse, o ümmetten olduğuna dair Allah'ın nişanını taksın.”40
Mücâhid; bu âyeti tefsir ederken; “Siz, insanlara ma'rufu emredip onları münkerden uzaklaştırmanız ve Allah Teâlâ'ya îman etmeniz şartı üzere insanlan hakka da'vet etmeniz nedeniyle onların en hayırlısısınız.”41 diyerek hayırlı olma nedenini belirtir.
Allâme el-Kurtubî der ki:
"Ma'rufu emreder, münkeri nehyedersiniz." (Bu, mü'minin gerçekleştirmek istediği ve onu son hedefe vardıran iki ana temeli belirten ve ümmetin yeniden oluşumunu garanti eden bir görevdir.) Övülmeye lâyık bir görevdir. Ama bu vasfı taşıdığı sürece bu övgü îslâm ümmetine yeterlidir. Aksi anlamda izzet ve şeref gibi ancak Allah'ın (c.c) takdir edeceği fırsatı kaçırmış olur. Bu ise şeriatımızın reddettiği ve dalâlet diye vasfettiği bir damgadır. Bu damgayı yiyenler övülme vasfını kaybeder, yerilmeyi hak eder. Âkibet ölüp yok olmaktır. 42
Râzî bu gerçeği, fıkhî ve hukukî bir kaide olarak açıklar ve şöyle der: "Usûl-i fıkıhda meşhur bir kaidedir: "Bir hükmün uygun bir vasıfla yan yana gelmesi, o hükmün bu vasıfla açıklandığına delâlet eder." Burada Allah Teâlâ bu ümmeti "hayırlı olma" hükmüyle vasfetti. Sonra bu hükmün akabinde bu itaatleri yani ma'rufu emr, münkeri nehyetmeye çalışma ve Allah'a kayıtsız şartsız îman etme gibi özellikleri zikretti. Binaenaleyh bu "hayırlı olma" vasfı bu ibâdet ve itaatlerle açıklanmıştır. 43
"Ma'rufu emr ve münkeri nehyetmek", ayrılığa düşmeleri tasavvur olunmayan mü'minlerin özelliklerindendir. Mü'min olma vasfını taşıdıkları müddetçe onları bu özellik ve vasıflardan uzak düşünmek mümkün değildir. Allah Teâlâ onları dâima bu vasıfla görmek ister. Binaenaleyh onların en bariz görüntüleri "Ma'rufu emretmek, münkeri ortadan kaldırmağa çalışmaktır", îmân için istenen ölçü; insanın sadece kendi kendisini günahlardan temizlemesi demek değildir. Gerçek îman, şerefli varlık olan insanlığı küfür ve şirkin kirlerinden uzaklaştıran îmandır. Şirkin karanlığında şuursuzca yürüyen insanlığı gördüğünde yırtınmayan, acı çekip garipleşmeyen bir kalp sahibi, ruhunu, özünü ve sevmemi kaybetmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, bu ümmeti "en hayırlı ümmet" diye vasıflandırdı. Zira insanlığın menfaatma, kurtuluşuna neden olan her olumlu hizmeti bu ümmet üstlenmekte, insanlığın tabiatıyla zıtlaşan ve ölüme mahkûm eden her olumsuz davranıştan da uzaklaştırmağa çalışmaktadır. Ehl-i kitap müminlerini de "hakkı ayakta tutan topluluk" diye vasfetti. Çünkü ehl-i kitabın hak çizgisinde ve tevhid üzere olan bu topluluk Allah'ın kitabım okur, ibâdeti yalnız Allah'a (c.c) tahsis eder ve ölüm ötesine inanırdı. Üstelik de bu grup ma'rufu emreder, münkeri yasaklamağa çalışırdı.
Bütün bunlar gösteriyor ki " en hayırlı" olma ile "hak üzere sebat etme" gibi vasıfları taşıyanlar, bu ümmete mensup olduğu, onunla organik bir bağla bağlı olduğu ve onun şahs-ı manevisi ile renk kazandığı anlamına gelmez. Böyle bir kişinin ümmetin yeterli ve emin bir ferdi olabilmesi için böyle bir vasfa sahip olması yeterli değildir. Bununla beraber Rasûlullah'm (s.a.v.) "risalet davasına" gönülden bağlı, mutlak değerlerin meş'ale taşıyıcısı rolünü üstlenerek insanlığın "yöneticiliğini ve yol göstericiliğini" de üzerine almak, İslâm ümmetinin hakikî bir ferdi olmasının zorunlu şartıdır. (Çünkü onun Allah'ın mutlak otorite Bağlılığını gösteren bir yöneticilik vasfı vardır. Taşıdığı "hayırlılık" vasfının gerekli sonucudur bu vasıf. Geçmişte bu ümmetin sergilediği muhteşem örnek, insana sosyal hayatın pisliklerini temizleme ve siyasal örgütlenişi çürüten şer sızmalarını kontrol etme imkânını vermektedir. Bu ışık, insan hayatının her an ve her alanında bir hidâyet kaynağıdır. Peygamberin mirasını devam ettirmede en güzel yarışı, bu ümmetin sâlih kişileri üstlenmiştir. Başında ulemanın bulunduğu dönemlerde bu ümmet, insanlığın yöneticiliğini kimseye kaptırmadı. O zaman bugün çokça aranılan saadet ve ihtişam devrini yaşadı. Zira tüm sâlih kişiler her zaman "zıtlık içinde birlik" ortaya koymuşlardır.) "Çeviren"
Allâme Ebussuud bu ifâdeye şu yorumu getirdi: "İyiliği (ma'rufu) emrederler, kötülükten (münkerden) nehyederler." Bu iki sıfat, başkasını kemâle erdirme ile ilgili üstün sıfatlarla "Yahudi milletine muhalefeti" gerçekleştirdiğinden "ilâhi mükâfatı" haketmiş ümmetin ayırıcı alâmetidir. Ruh olgunluğu ile ilgili özellikler de "Yahudiye zıddiyet" beyânının izlerini taşır. Sorumluluk taşımada onlara dalkavukluk etmeyip, aksine taarruz etmiş, insanları haktan saptırma ve Allah'a ulaştıran yolu tıkamada onlara muhalefette bulunmuştur bu ümmet. Çünkü o Yahudiler kötülüğü emrettiler, iyiliği yasakladılar. 44
Allâme Ebu'l-Hayyan el-Endülûsî bu yoruma şunu da ilâve eder:
"Onlar nefislerini kemâle erdirip ruh olgunluğunu elde edince, ma'rufu emredip münkeri nehyetmek yoluyla başkasını kemâle erdirmeye koşarlar"45
Hz. Lokman'ın (a.s.) oğluna yaptığı vasiyette "namazı dosdoğru kılmak" hususu "ma'rufu emr, münkeri nehiy" göreviyle yanyana zikredilmiştir. Bu iki ibâdet, kişinin kendisini ve başkasını kemâle erdirmesinin iki unvanıdır.
Âlûsî bu âyet-i şöyle tefsîr eder: "Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl. Kendini kemâle erdirmek için iyiliği emret. Başkasını kemâle erdirmek için de kötülükten vazgeçirmeye çalış.46 İmam Râzî bu hususu daha geniş açıklayarak şöyle demektedir:
"İnsan, kendini bir ibâdetle ruhî olgunluğa erdirince, başkasının olgunlaşması için de çalışır. Şüphesiz ki peygamberlerin çabası ve âlimlere bıraktıkları miras, nefsî ve ruhî olgunlaşmaya erdikten sonra başkasının da bu olgunluğa ermesine vesile olmaktan ibaretti"47
Tevbe sûresinde geçen bir âyette bu husus daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Allah Teâlâ mü'minleri şöyle vasıflandırdı:
“Tevbe edenler, ibâdet edenler,.(cihad ve ilim tahsili için) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, (insanlara) iyiliği emredenler ve (onlan) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın sınırlannı (ceza yasalarını) koruyanlar (yok mu!) İşte onlar da cenneL ehlidir. (Habibim!) Sen o mü'minlere (cenneti) müjdele.” 48
Âyette geçen mü'minlere ait bu sıfatlar, onun kendisine ait aslî sıfatlarıdır. Tevbe, ibâdet, hamd, Allah yolunda seyahat, rükû ve secde gibi sayılan bu sıfatlar, mü'minlerin kendi dışındakilere etkisi olmayan sıfatlardır. Yani bunlar, gerçek bir mümin olmak için cephe gerisindeki hazırlık safhasıdır. Fakat ma'rufu emredip münkeri nehye çalışmak, kendi dışındakileri muhatap alan ve İslâm toplumunun oluşmasını hedefleyen çalışmayı temsil eder.
Allâme İbn-i Kesîr der ki:
"Onlar; Allah'ın kullarına faydadan başka bir şekilde yaklaşmazlar. Ma'rufu emr, münkeri nehiy yoluyla insanları Allah Teâlâ'ya itaate yöneltirler. Çünkü yapılması gerekeni yapar ve terkedilmesi gerekeni bilerek terkederler. Bunlar da, bilerek ve tatbik ederek helâl ve haram sınırları içinde Allah'ın şer'î cezalannı korumak ve yerine getirmektir. Allah'a ibâdet ederler, insana nasihat ederler. Bunun için Allah Teâlâ: "Mü'minleri müjdele." buyurdu. Çünkü îman tüm sıfatları kapsamına alır. Gerçek saadet de bu sıfatlarla bezenmektir. Allah'ın boyasıyla (İslâmla) renklenebilmek. Tüm dava bu.) 49
Allame el-Âlûsî âyetteki sıfatları taşıyanları veciz bir cümle ile açıklamağa çalışır: "Sanki bu âyet şunu demek istemiştir: "Onlar ruhi kemâle eren ve başkasını kemâle erdirenlerdir. 50
İmam Râzî, "ma'rufu emr, münkeri nehiy" kavramını izah ederken: "Bu görv yalnız ibâdetten ibaret değildir. Belki ibâdetlerin en zoru, fakat en hâyâtî olanıdır." der ve yorumunu şöyle sürdürür: "Âyette geçen mü'mine ait her sıfat birer ibâdettir. Bunların her biri insanın kendi tekâmülü ile ilgilidir, başkasına ait değildir. Fakat münkeri (dinin onaylamadığı her kötü söz ve davranışı) yasaklamağa çalışmak, mü'minin kendi dışındaki insanların tekâmülü ile ilgili bir ibâdettir. 51




37 Âl-i İmran: 3/110.
38 Lübâbü't-Te’vil Fi-Meâni’t Tenzil: 1/339
39 Hâşiyetü's 'Sâvî alâ Tefsiri'l-Celâleyn: 1/153
40 Câmiü'l-Beyan Fi-Tefsiri'l-Kur'an: 4/28
41 Câmiu'l-Beyân fi-Tefsiri'l-Kuran 4/28
42 el-Câmiu-li Ahkâmi'l-Kur'an: 4/173
43 Mefhatihu'l Gayb: 3/37
44 Mefâtihu'l-Ğayyb Tefsiri kenarında (İrşadu'l-Akli's-Selim ilâ mezâya'l-Kitabı'l-kerim : 2/506
45 el-Bahru'l-Muhit: 3/36
46 Ruhu'l-Meânî: 21/89
47 Mefâtihu'l-Gayb: 6/575
48 et-Tevbe: 9/112. (Emâme'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Bir adam Allah Rasûlû'nden, seyahate çıkmak için izin istedi. Allah Rasûlü'de (s.a.v): "Benim ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır." buyurdular. (Çeviren)
49 Tefsiru İbni Tesir: 2/392
50 Rûhul-Meânî: 11/32
51 Mefâtihu'l-Gayb: 4/523.