> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı  (Okunma Sayısı 2095 defa)
28 Eylül 2010, 23:55:13
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 28 Eylül 2010, 23:55:13 »



Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı


On iki mesele altında ele alınacaktır.

Birinci Mesele:

Ameller niyetlere göredir; hem ibadet hem de âdet türünden olan tasarruflarda önemli olan maksatlardır.

Konu ile ilgili deliller sayılamayacak kadar çoktur.

Maksat ve niyetlerin, âdetlerle ibâdetler arasını ayıran bir unsur olması, keza ibâdetler içerisinde vacibi vacip olmayandan ayırması, âdetler içerisinden vâcib, mendub, mubah, mekruh, haram, sahih, fâsid ve benzeri hükümlerin arasının yine maksatlarla ayrılması onla­rın dikkate alındıklarını göstermeye yeterli bir delildir. Aynı amel iş­lenir ve onunla bir´durum kastedilir, ibadet olur[1]; başka bir durum kastedilir, ibadet olmaz. Hatta bir fiil işlenir ve onunla bir durum kas­tedilir ve sonuçta iman edilmiş olur; aynı fiille bir başka durum kaste­dilir ve kâfir olunur. ALLAH için ya da put için secde etmek gibi.

Aynı şekilde, fiil işlenirken hirkasıt bulunursa o fiile teklîfî hu-kümler taalluk eder; niyetten uzak olarak gerçekleşmişse, o fiile her­hangi bir teklifi hüküm bağlanmaz. Uykuda bulunan, gafil olan, ya da cinnet geçiren (deli, mecnun) kimselerin fiilleri gibi.

Konu ile ilgili bazı nasslar: "Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız ALLAH´a has kılarak O´na kulluk etmekle emrolunmuşlardi[2]"öyle ise dini ALLAH için halis kılarak O´na kulluk et[3]"Gönlü iman ile dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra ALLAH´ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara ALLAH katından bir gazap vardır[4] "Verdiklerinin kabul olmasına engel olan, ALLAH´ı ve peygamberini inkar etmeleri, namaza tenhel tenhel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir[5]"Kadınları boşadığmızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın, haklarına te­cavüz etmek için onlara zararlı olacak şekilde tutmayın.[6] .Edi­len vasiyyetten ve borcun ödenmesinden sonra zarara uğratılmaksızın (mirasta) ortak olurlar[7]"Mü´minler, mü´mınleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa ALLAH katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır.[8] Bazı hadisler de şöyle: "Ameller niyetlere göredir ve herkes için ancak niyet ettiği vardır[9]"Kim ALLAH´ın dininin yüce olması için savaşırsa, ALLAH yolunda cihad eden kimse işte odur"[10]Ben şirkten en müstağni ola­nım. Kim bir amel işler ve o amelde bana bir başkasını ortak koşarsa, ben payımı o ortağıma bırakır (ve o ameli kabul etmem.)[11] Bu mânâyı şu âyet de teyit eder: "Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işle­sin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.[12] Hz. Peygamber ihramlıbirkimse için, eğer kendisi avlamamışyadakendisi için avlanmamışsa av etinden yemeyi helal kılmıştır.[13]Aslında bu ko­nu gayet açıktır ve delillendirmeye de hiç ihtiyaç yoktur.

İtiraz: Niyet ve maksatlar kısmen dikkate alınmış olsalar da, mutlak surette ve her hal ve durumda dikkate alınmamıştır. İddiamı­zın doğruluğuna deliller vardır:

(1)

Şer´an yapılmaya zorlanılan ameller vardır. Bir fiili zorla yapan kimse, zoraki yaptığı o fiilde Şâri´in emrine uymuş olmayı amaçlamaz. Zaten zorlama da bunun için yapılmıştır. Böyle bir kimse, kendisine ulaşacak cezayı gidermek için o fiili işlediği zaman, bu haliyle emredil­miş fiili kastetmiş olmaz. Çünkü kabullenilen tez, amellerin ancak meşru niyetleriyle sahih olacağı şeklinde idi. Bu kişi ise böyle bir ni­yette bulunmamıştır. Dolayısıyla şer´î zorlama altında yaptığı bu ame­lin sahih olmaması gerekecektir. Sahih olmayınca da o ameli işlemiş olmasıyla işlememiş olması arasında bir fark olmayacaktır. Bu du­rumda o kimseden, söz konusu ameli ikinci bir defa yine işlemesi iste­nilecektir. İkincisinde de aynen birincisinde olduğu gibi olacak ve bir teselsüldür gidecek; ya da zorlama abes (beyhude) olacaktır. Her ikisi [326] de muhaldir. Ya da üçüncü bir şık olarak amel niyetsiz sahih olacak­tır.[14]Bizim demek istediğimiz de budur.

(2)

Ameller iki kısımdır: Âdetler ve ibâdetler. Âdetlerin i şlenmesi sı­rasında emre uymuş olma için niyete ihtiyâç bulunmadığı, aksine on­ların sadece meydana gelmiş olmalarının yeterli olduğu fukaha tara­fından belirtilmiştir. Meselâ, vediaların (emanetlerin) ve gasbedilmiş. malların iadesi, eş ve akraba nafakalarının ödenmesinde olduğu gibi. Bu durumda nasıl olur da mutlak olarak ´Her türlü tasarruflarda önemli olan maksatlardır´ diye genellemeye gidilebilir ! İbâdetlere ge­lince, bunlarda da niyet yine mutlak surette şart koşulmuş değildir. Aksine bu konuda da ilim adamları arasında tafsilat ve görüş ayrılık­ları bulunmaktadır. Meselâ ilim adamlarından bir grup abdestte niye­tin şart olmadığım ileri sürmüşlerdir. Oruç ve zekat konusunda da du­rum aynıdır. Halbuki bunlar ibadetlerdir. Sonra gayr-ı ciddî (hezl) olarak azad ve adakta (nezir) bulunan kimseyi., yaptığı tasarruflarıyla ilzam etmişlerdir. Nitekim nikah, talâk ve ric´at konusunda da aynı tavrı göstermişlerdir. Hadislerde de: "Üç şey vardır ki onların ciddîsi de, ciddî şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ueazâd[15] "Kim oyun olsun diye nikah akdederse, ya da oyun olsun diye basarsa ya da oyun olsun diye azadda bulunursa tasarrufu geçerlidir" 16 buyrulmuştur. Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Dört şey vardır ki, konuşulduğu zaman geçer­li olurlar: Talak, azad, nikah ve adak."

Gayr-ı ciddî bulunan (hâzil) bir kimse´nin şaka yolu ile bu gibi bir tasarrufta bulunması durumunda, onların hakikaten meydana gelmeşine yönelik bir kaselinin bulunmayacağı açıktır. Mâlikî mezhebin­de bir kimse Ramazan ayında oruç tutarken, oruç niyetinden vazgeçse fakat bilfiil orucunu bozmasa o kimsenin orucu sahih olmaktadır.[16]Bir kimse öğlen namazını kılarken tamamladım zannıyla iki rekat sonun­da selam verse ve sonra da iki rekat nafile namaz kılsa, sonra farzı ta­mamlamadığını hatırlasa, nafile olarak kıldığı iki rekat farzın kılma­dığı diğer iki rekati yerine geçer. Niyetten vazgeçilmesi meselesinin aslı ihtilaflı bir konu olmaktadır.[17]Bütün bunlar gerçek anlamda niye­tin bulunmaması durumunda ibadetin sahih olabileceği konusunda açık olmaktadır.

(3)

Bazı ameller vardır ki aklen onlarda emre uyma (imtisal) kasdı-nın bulunması imkansızdır. Yaratıcının varlığını bilmeye ulaştıran ilk düşünce, imanın tamamlanması için zorunlu olan şeyleri bilme gi­bi. Bunlarda emre uyma kasdının bulunması, âlimlerin de belirttikleri gibi muhaldir. Bu durumda nasıl olur da: ´Niyet olmaksızın hiçbir amel sahih olmaz´ denilebilir ! Bütün bunlar sabit olduğuna göre tezi­nizin doğru olmadığı ortaya çıkar. Dolayısıyla şu sonuca ulaşılır: Her amel niyet ile değildir; her türlü tasarrufta önemli olan mutlak surette niyet ve maksatlar değildir.

Cevap: Bu itiraza iki hususu belirterek cevap vereceğiz:

(1)

Amellere taalluk eden maksatlar iki türlüdür:

(a) Her fail-i muhtarda, hür irade sahibi olması açısından zorun­lu olarak bulunması gereken maksatlar: Burada ´Her amel şer´an niyeti ile muteber olmaktadır´ demek sahih olur. Onunla Şâri´in emrine uymuş olmayı kasdetsin etmesin far-ketmez ve bu durumda teklîfî hükümler o amele taalluk eder. Daha önce belirtilen deliller bu hususa delalet etmektedir. Çünkü her akıllı ve hür iradeli (muhtar) fail, işlediği fiilde mutlaka bir amaç bulundurur. Bu amac iyi ya da kötü olma­sı, yaptığı işin de şer´an yapılması ya da terki istenilen birşey olması ya da yapılmaması istenilen birşey olması Önemli de­ğildir. Eğer fiilin ihtiyarı bulunmayan bir kimse tarafından işlendiğini farzedecek olursak, zor altında kalan, uyku ha­linde olan, cinnet geçiren ve benzeri mükellef olmayan kimse­lerin durumunda olduğu gibi, o takdirde bunların fiillerine,geçen delillerin gereği taalluk etmeyecektir. Bu tarzda olan şeyler, Sâri´ tarafından amaçlanmış şeyler değildir. Geriye, ihtiyar ile yapılan şeylerin mutlaka bir kasıt içermesi zorun­luluğu kalmaktadır. O zaman da onlara hükümler taalluk edecektir ve getirilen genellemeden hiçbir amel geri kalma­yacak; onun çerçevesi altına girecektir. İtirazda ileri sürülen herşey, bu iki kısmın dışına çıkamaz. Çünkü bu durumda olan ya kendisi gibiler için şer´an maksutbuîunan ikrah (zor­lama) veya hezl veya delil talebi ya da benzeri durumların ge­reğinin kaldırılmasını kastetmiştir ve bu durumda o tasarruf o şer´î hüküm üzere indirilecek ya kabul edilecek ya da edil­meyecektir. Ya da hiçbir kasıt bulunmayacak ve o halde de ona hiçbir hüküm taalluk etmeyecektir. Eğer bir hüküm taal­luk etmekte ise, bu teklif hitabı ile değil vaz´ hitabı ile olacak­tır. Dolayısıyla biz uykudan ya da gafletten dolayı orucu boza­cak şeylerden kendisini tutan bir kimsenin orucunu eğer sa­hih kabul edecek olursak, bu vazî hitabın bir neticesi olacak­tır. Sanki Sâri´ Teâlâ aynı imsaki, orucun kazasının düşürül­mesine ya da şer´an o orucun sahih kılınmasına sebeb olarak belirlemiştir şeklinde yorumlanacak; o onunla vücûben yü­kümlüdür mânâsı çıkarılmayacaktır, Diğer Örneklerde de du­rum aynıdır.

(b) İkinci kısım: Her fiil için zarurî olmayan, aksine taabbudî olan fiiller için taabbudî olmaları açısından zorunlu olan niyet ve maksatlar. Çünkü ihtiyar altına giren bütün fiiller, niyet ve kasıt bulunmaksızın taabbudî özellik göstermezler. Bu konuda namaz, hac vb. gibi aslî ibadet olarak konulanlar hakkında bir problem yoktur. Âdetlerle ilgili olanlara (âdiyyât) gelince, bunların niyet olmaksızın taabbudî fiiller­den (taabbudiyyât) olmalarına imkan yoktur. Bu konuda amellerden hiçbiri de müstesna değildir. Sadece (ALLAH´ı bul­ma maksadını taşıyan) ilk düşünce bundan hariçtir; çünkü onda niyetin bulunmasına imkan yoktur. Ancak o da aslında, onda bulunan taabbud kasdı kendisine y...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 28 Eylül 2010, 23:57:06 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı
« Posted on: 26 Nisan 2024, 16:58:27 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı rüya tabiri,Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı mekke canlı, Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı kabe canlı yayın, Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı Üç boyutlu kuran oku Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı kuran ı kerim, Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı peygamber kıssaları,Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadı ilitam ders soruları, Yükümlülüklerinde Mükellefin Maksadıönlisans arapça,
Logged
29 Eylül 2010, 00:06:38
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Eylül 2010, 00:06:38 »

Dördüncü kısım: Genel olarak ele aldığımızda konu iki bakış açı­sına sahip bulunmaktadır;

(a) Hazların isbatı yönü.

(b) Hazların düşürülmesi yönü.

Eğer biz nazları dikkate alacak olursak, bu durumda kendisi için maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışan kimsenin hakkı bundan başkaları zarar görse dahi önce gelecektir. Çünkü masla­hatın temini ya da mefsedetin uzaklaştırılması Sâri´ için istenilen ve amaçlanan birşeydir. Bu yüzdendir ki, yemesi-içmesi haram olan şey­ler zaruretten dolayı mubah kılınmış, dirhemi dirhem karşılığında ve­resiye vermek anlamına gelen karz akdi duyulan ihtiyaçtan dolayı ve kullara genişlik olsun diye caiz kılınmış; yardımlaşmanın temini için ihtiyaç duyulan ariyye uygulamasında ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurma karşılığında tahmin yoluyla satılmasına izin verilmiştir. Buna benzer daha pek çok mesele vardır ki, deliller onların Şâri´in amacı dahilinde olduğunu göstermektedir. Bu sabit olduğuna göre, ki­şinin (aslında mubah bulunan şeylerden bazılarını) başkalarından önce hareket ederek ele geçirmesi halinde, o şey üzerinde şer´an hak sahibi olacaktır ve o şey başkasının değil onun mülkü altına girecektir. Ona herkesten önce ulaşmış olması, Şâri´e karşı bir muhalefet içer­memektedir; dolayısıyla fiil sahih olacaktır. Böylece geri kalanın hak­kını, önce varanın hakkına takdim etmenin şer´an gözetilmiş birşey olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak önce varan kendi hakkını düşü-rürse o zaman bu mümkün olabilir. Önce varanın hakkını düşürmesi gibi bir mecburiyeti de bulunmamaktadır; hatta zarûrîyyât konusun­da kendi nefsi için gerekli olan hakkını kullanması mecburiyeti vardır ve bu gibi durumlarda hakkını düşürme gibi bir seçeneği yoktur. Çün­kü o şey kesin olarak kendi hakkı olmaktadır; başkasının hakkından olduğu ise zan ya da şek (şüphe) ölçüsündedir. Bu zararın uzaklaştırıl­ması konusunda açıktır. Maslahatın temini konusunda da eğer onun bulunmaması zarar verecekse durum aynı olacaktır.

ed-Davudî´ye soruldu; "Sultana haraç adı altında verilen angar­yadan kurtulma imkanı olan bir kimsenin bunu yapması caiz midir " O: "Evet, başka türlüsü de helal olmaz" diye cevap verdi. Ona şöyle de­nildi: "Sultan haracı tek tek şahıslar üzerine değil de belli bir yerleşim yeri ahalisine topluca koysa,"[97]bundan kurtulmaya kadir olan kimse bunu yapabilir mi Eğer o kendisini kurtarırsa diğer ahaliye haksızlık olacak ve haracı onlar tamamlamak zorunda kalacaklardır." Cevap olarak: "Evet yapabilir dedi" ve şöyle devam etti: "İmam Malik, zekat tahsildarının nisab miktarına ulaşmayan iki ortağın koyunları için or­taklardan birinden zekat alması hakkında: ´Bu bir zulümdür ve kendi­sinden alman ortak üzerinde kalır, öbür arkadaşından verdiğinin ya­rısını alamaz´ demiştir. Devamla: "Ben bu konuda Sahnûn´dan rivayet edilen görüşü kabul etmiyorum. Çünkü zulüm emsal gösterilemez. Hiç bir kimsenin, zulüm başkasına isabet edecek korkusuyla kendisi­ni zulüm altına sokması gerekmez. Yüce ALLAH şöyle buyurur: "İnsan­lara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı du­rulmalıdır."[98]ed-Davudî´nin sözü böyle. Bazı nakillerde Yahya b. Ömer´in bu doğrultuda: "Kişinin kendisinden zulmü uzaklaştırmasın­da bir sakınca yoktur" dediğini gördüm. Halbuki zulmü kendisinden uzaklaştırması durumunda eğer zulüm açık bir haksızlık ise o zulmün bir başkasına yükleneceği bilinmektedir. Abdu´1-Ganî, el-Mü´telef ve´1-Muhtelef adlı eserinde Hammad b. Ebî Eyyub´dan nakleder: Hammad b. Ebî Süleyman´a: "Ben konuşuyorum ve benden nöbet kaldırılıyor. Benden kaldırınca da tabiî bir başkasına konuyor" dedim. O: "Sana sadece kendin hakkında konuşmak düşer. Senden kaldırılınca onun kime konulduğuna aldırış etmezsin" dedi.

Başka türlü uzakl aştırıl amam ası halinde zulmü def etmek için rüşvet vermek, isyancılara mal vermek, esir mübadelesi için kafirlere fidye vermek, hacca gitmek isteyenlere haraç vermek de bu kabilden­dir. Bütün bunlar günah ile bir fayda elde etmek ya da bir zararı defet­mek demektir. Cihad faziletini istemek de bu kabildendir. Halbuki ci-hadda kâfirin küfrü üzere ölmesi veya kâfirin müslümanı öldürmesi gibi durumlar bulunmaktadır. Hatta Hz. Peygamber "Al­lah yolunda Öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi gerçek­ten arzu ederim[99] buyurmuştur. Bunun tabiî sonucu onu öldürenin cehenneme girmesidir. Âdem´in iki oğlundan biri (Habil): "Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı is­terim"[100] demiştir. Dahası, cezalarki bunların tamamı maslahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması demektir başkalarına zarar verme anlamı içerir. Şu kadar var ki, mefsedetin defi için bütün bun­lar ilga edilmiş, dikkate alınmamıştır. Çünkü sözkonusu zararlar bu hükümlerin meşru kılınması sırasında Sâri´ tarafından gözönünde bulundurulmuş değildir. Hem sonra maslahatın temini, mefsedetin defi için çalışan kimsenin tarafı öncelikli olmaktadır. Bu konu üzerin­de daha önce durulmuştur.

İtiraz: Bu nokta çeşitli meselelerde problem doğurur. Çünkü sa­bit bir kaide olarak "Zarar ve zararla mukabele yoktur." Zikredilen meselelerde ise başkalarına zarar verme mevcuttur. Bu durumda kaide gereği onların meşru olmaması gerekir, Bunu şu örnekler de destekler: Bir kimsenin elinde yiyecek bulunduğu zaman, o kimse na-çar halde kalan bir kimseye kendisinin de o yiyeceğe ihtiyacı bulunduğu halde bedelli ya da bedelsiz vermesi için zorlanabilmektedir. Keza muhtekirin (karaborsacı) elinde bulunan yiyecek mallarını dev­let başkanı (bedelini ödeyerek) zorla elinden alabilmektedir. Çünkü o malları elinde tutması başka insanlara zarar vermektedir. Daha baş­ka benzeri konular da mevcuttur.

Cevap: Bütün bunlarda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Şöyle ki: Geçen meselelerde bulunan ve yerleşik asıllarda sözkonusu olan başkalarına zarar verme, izin sırasında Şâri´ce maksûd değildir; izin sadece kişinin maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalış­ması hakkındadır. Hem sözü edilen meselelerde iki zarar verme karşı karşıya gelmektedir (tearuz): (a) Zilyede ve mâlike zarar verilmesi. (b) Zilyed ya da mâlik olmayan kimseye zarar verilmesi. Bilindiği üzere şeriatta zilyed ve mâlikin hakkı Önce gelir ve hakların çatışması durumunda hak sahibine karşı durulmaz. Kısaca izin, izin olması açı­sından başkalarına zarar vermeyi gerektirmez. Nasıl gerektirebilir ki, şeriatın özelliği böyle birşeyi yasaklamaktır. Dikkat edilecek olur­sa görülecektir ki, maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimse, bu fiiliyle başkalarına zarar vermeyi kastederse günahkar ol­maktadır ve o yaptığı şeye ihtiyacının bulunması da durumu değiştir­memektedir. Bu da göstermektedir ki, Sâri´ Teâlâ başkalarına zarar verilmesini kastetmemektedir; aksine zarar vermeyi yasaklamıştır ki, o da zilyed ve mâlikin zarara uğratılmasıdır.

Yiyecek maddesine zaruret ölçüsünde ihtiyaç duyan (naçar) kim­se ile ilgili mesele aslında bizi desteklemektedir. Çünkü yiyecek mad­desini vermeye zorlanan kimse, bizzat o yiyeceğe yokluğunda zarar göreceği ölçüde muhtaç değildir. Eğer aynı ölçüde onun da muhtaç olduğunu farzedecekolursak, o takdirde zorlanması zaten sahih olma­yacaktır. Dolayısıyla konu aynı tartışma konusu olmaktadır. Yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, onu vermesinden dolayı zarar görmemektedir. Bu nokta iyi kavranmalıdır. Muhtekirin durumuna gelince; o ihtikâr (stok) yapmak suretiyle hatalı bir yola girmiş ve ya­sak olan birşeyi işlemiş ve bu haliyle insanlara da zararlı olmuştur. Bu durumda devlet başkanının onu zarara sokmaksızın insanlara verdiği zararı bertaraf etmesi gerekecektir. Sonra ihtikar meselesi, kamu ya­rarı için özel zararlara katlanmanın caiz olduğu üçüncü kısımdan ol­maktadır.

Bütün buraya kadar anlatılanlar nazların dikkate alınması du­rumuyla ilgili idi.

Onları dikkate almadığımız zaman ise iki durumla karşı karşıya oluruz:

(1)

Kendi nefsim düşünmeyi bir tarafa bırakarak, eşitlik üzere diğer insanların içerisine girme. Bu gerçekten övgüye değer bir davranıştır. Böyle davranışlar Hz. Peygamber zamanında yapılmıştır. O şöyle bu­yurur: "Eş´arîler gazada yiyecekleri biter veya Medine´deki çoluk ço­cuklarının yiyecekleri azalırsa ellerindeki yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde eşitlik üzere taksim eder­ler. Onlar bendendir; ben de onlardanım,"[101] Buradakendi hakkını dü­şüren kimse, başkalarını bu konuda kendisi gibi görmekte ve onu san­ki kardeşi veya oğlu veya yakın bir akrabası ya da yetimi saymakta ve kendisini onlara vacib ya da mendup olarak bakmakla yükümlükimse olarak görmekte; kendisini ALLAH´ın kulları arasında huzur ve sükunu teminle, onların hayırlarını kollamakla görevli saymaktadır. Bu ha­liyle o, hak sahibi olsa bile diğer insanlardan biri gibi olmaktadır. Du­rumu böyle olunca, o kimsenin artık o hakkı kendisine tahsis etme yo­luna gitmesi mümkün değildir. Aksine, o hakkı insanlar arasında paylaştırmakiçin kendisini görevli hissedecektir. Aynen şefkatli bir baba­nın çocuklarını ihmal ederek yalnız başına yiyip içemeyeceği gibi, bu kimse de Öyle olacaktır. İşte Eş´arîler bu mertebede bulunmaktadır ve Hz, Peygamber [ altömiul onlar hakkında; "Onlar benden, ben de on-lardamm" buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber uyul­ması gereken en büyük Önder, şefkat konusunda da en müşfik babadır. Zira o, ümmetini ihmal ederek hiçbir konuda kendi nefsini düşünme­miştir. Müslim´de Ebû Sa´îd´den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defa biz Hz. Peygamber ile beraber bir seferde iken devesi üzerinde bir adam geliverdi ve gözünü sağa sola çevirmeye başladı. Bunun üze­rine Rasulullah: "Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı olmayana versin ve kimin fazla azığı varsa olmayana versin!" buyurdu.

Ravi der ki: "Mal çeşitlerinden söylediğini söyledi. Hatta artan bir malda hi...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 00:08:00 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:10:15
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Eylül 2010, 00:10:15 »

Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü nefislerin ihyası, akılla­rın ve bedenlerin kemali kulların kendi haklarından değil; Allah´ın kullar üzerindeki haklarından olmaktadır. Bu hususlarda kullara bir tercih hakkı tanınmaması bunun en büyük delilidir. Bu durumda Yü­ce Allah kulun hayatını, bedenini ve yükümlü tutulduğu şeyleri anla­ması ve böylece yerine getirmesi için vasıta olan aklını tamamladıktan sonra, kulun kalkıp da bunları düşürmeye çalışması sahih olmayacak­tır; onun böyle bir yetkisi yoktur.

Ancak, bazen mükellef, kendi kesb ve esbaba tevessülü bulun­maksızın belaya maruz kalır ve bu yüzden canı veya aklı ya da bir orga­nı ortadan kalkabilir. Bu gibi yerlerde kul hakkı katıksız bir hal alır. Zira vuku bulan şey, ortadan kaldırılması imkanı bulunmayan şeyler­dendir. Bu durumda kendisine tecavüzde bulunan kimseyi cezalan­dırma hakkında tercih hakkı bulunmaktadır. Çünkü o kişi (müteca­viz ) hakkında tahsil edilebilir bir hak şeklini almıştır. Aynen bir türlü borç gibi. Bu durumda mağdur hakkını dilerse terkeder. Daha uygun olanı da, küllî üzere bırakmış olmak için terki olmaktadır. Yüce Allah: "Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu azmedilmeye değer işlerden­dir[177] "Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah´a aittir"[178] bu­yurur. Bunun izahı şöyle: Kısas ve diyet, mağdurun canına ve bedeni­ne ait maslahatların ortadan kalkması karşılığında bir telafi olmakta­dır; çünkü bunlarda bulunan Allah hakkı ortadan kalkmış ve telafisi imkansız bir hal almıştır. Fıkhı konularda zikredilen tafsilat üzere te­daviye kalkışılması vacip olmaması halinde hasta olmayanı hasta et­mek, kendinden vacip olmayan zâlimi uzaklaştırmak gibi konularda olduğu gibi ortadan kaldırılması mümkün olanlardan meydana gelen şeylerde de durum aynıdır. Mala gelince, o da aynı tarz üzere carîdir. Çünkü hakkın kul için olduğu belirdiği zaman, onun o hakkını düşürme yetkisi bulunacaktır. Allah Teâlâ: "Borçlu darda ise, eli genişle-yinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız si­zin için daha hayırlıdır"[179] buyurmuştur. Ancak kişinin elinde mal olur ve onun üzerinde şer´an mubah kılınmış bir maksat doğrultusun­da olmaksızın bir tasarrufta bulunmak ya da onu itlaf etmek isterse, buna yetkisi yoktur. Bu kabilden olan diğer hususlarda da durum ay­nıdır. Helalin haram, haramın da helal kılınması vb. Allah hakların­dan olmaktadır. Çünkü bu yeniden bir teşrî (hüküm koyma), insanları gereği ile icbar edecek şer´îküllî bir esasın inşası demektir; halbuki on­ların buna yetkileri yoktur. Zira birşeyin helal ya da haram kılınması­na esas olan, o şeyin güzellik ve çirkinliğinin tesbiti, akıl yoluyla olma­maktadır. Bu durumda yapılan şey, Allah´tan başkası için bir pay bu­lunmayan bir alanda taşkınlıktan başka birşey değildir, haddi aşma­dır. Bu yüzden, bu gibi konularda hiçbir kimsenin seçim hakkı bulun­mamaktadır.

Soru:Daha önce, her kul hakkına mutlaka Allah hakkının da bir taalluku bulunduğu ve neticede içerisinde Allah hakkı bulunmayan hiçbir kul hakkının olmadığı geçmişti. Bu durumda kulun kendisine nisbet edilen hakkını düşürme yetkisinin bulunmaması gerekir. Bu izahtan sonra kulun tercihine bırakılmış bulunan hiçbir hak kalmaz. Sonuç olarak dakul hakkı gider ve geriye sadece bir kısım hak (yani Al­lah hakkı) kalır.

Cevap: İşte bu tek kısım iki kısma bölünmüş olmaktadır; çünkü kul hakkı olan şeyin haklığı Şâri´in tanıması sonucu olmuştur; yoksa esastan kul ona müstahak değildir. Bu husus bu kitapta daha Önce ge- [378] nişçe ele alınmıştı.[180] İşte bu noktadan hareketledir ki, hem kul hak­kından, hem de Allah hakkından söz etmek mümkün olmuştur.

Sırf Allah hakkı olan[181] şeylere gelince, kulun onlar karşısında herhangi bir tavır göstermesi sözkonusu değildir.

Kul haklarına[182] gelince, kulun bu gibi haklarda Allah´ın kendi­sine verdiği yetkiye dayanarak tercih hakkı bulunmaktadır ve bu yetkiyi müstakil olarak kendi iradesinden almış değildir. Az önce veri­len izahlardan, kulun kendisine ait haklarda kısmen muhayyer kılındığı[183] ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu konuda helal olmak kaydıyla yiyecek, içecek ve giyecek türleri[184] arasında bir tercihte buluna­bilmesi; keza ahş-veriş, muamelât, hak davasında bulunma gibi konu­larda seçim yapması delil olarak yeterli olmaktadır. Kulun bu gibi hakları düşürme yetkisi olduğu gibi bunlar karşılığında bir bedel al­ma, elinde bulunan şeyler üzerinde eğer tasarrufu alışılmamış tür ve şekilden değilse herhangi bir kısıtlılığa uğratılmaksızın tasar­rufta bulunma hakkı da bulunmaktadır. Burada bütün mesele, Allah hakkı ile kul hakkı arasını ayırabilmektedir. Bu hususa bu kitabın üçüncü nev´inin sonunda işaret edilmişti. Allah´a hamdolsun! [185]

Onuncu Mesele:

Dış görünüş itibarıyla caiz ve meşru bir şekilde ya da caiz olma­yan bir biçimde, bir hükmün düşürülmesi ya da başka bir hükme"çev-rilmesi konusunda hileye başvurmanın hükmü ne olacaktır. Öyle ki o hükmün düşmesi ya da başka bir hükme dönüşmesi başvurulan bu yol olmasa gerçekleşmeyecekti. Bu durumda kişi amacına bu yollarla ulaşmak istemektedir. Halbuki, araç olarak kullandığı o şeyin amacı için meşru kılmmadığım da bilmektedir. Bu durumda hileye başvur­ma sanki iki unsur içermektedir: (a) Dış görünüşte fiillerin hükümle­rini biribiri ile değiştirme, (bj Şeriatta belli bir amaç için meşru kılın­mış bulunan fiilleri, o hükümlerin değiştirilmesi için bir araç ve vasıta kılma. Bu durumda acaba şer´an hileye başvurmak ve onun doğrultu­sunda amel etmek sahih olur mu Yoksa olmaz mı

Bu üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur. Sahih olup olmadığına geçmeden önce de hilenin mahiyetini açıklamak gere­kecektir:

Şöyle ki: Yüce Allah bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmış­tır. Bunu ya bir kayıt olmaksızın ve bir sebebe bağlamaksızm mutlak olarak yapmıştır. Nitekim namazı, orucu, haccı ve benzerlerini böyle vacip kılmıştır. Zinayı, ribayı, öldürmeyi ve benzerlerini de yine bu şe­kilde haram kılmıştır. Bazı şeyleri de sebeplere bağlayarak vacip ya da haram kılmıştır. Zekatı, keffaretleri, nezre vefayı, ortak için şufa hak­kını vacip kılması; boşanmış kadının, gasbedilmiş ya da çalınmış mal ile faydalanmanın vb. haram kılınması gibi. Hal böyle iken kişi kalkar ve kendisine vacip kılman bir hükmün düşürülmesi ya da haram kılı­nan birşeyin mubah kılınması için herhangi bir yolla girişimde bulu­nur ve bunun neticesinde de zahir itibarıyla kendisine vacip olan şey vaciplikten çıkar ya da haram olan şey şeklen helal hale dönüşür.İşte böylesine bir girişime "hile" ya da "tahayyül" adı verilmekte­dir. Örnekler: Mukim halde iken namaz vakti giren bir kimse üzerine dört rekat namaz kılması vacip olur. Kişi bu namazın tamamını kendi­sinden düşürmek için şarap ya da uyku ilacı içer; böylece baygın gibi aklı başında yok iken namaz vakti çıkmış olur. Ya da dört rekatli na­mazı kısaltmak ister ve bunun için yolculuğa çıkar. Aynı şekilde Ra­mazan ayına yetişen bir kimse, orucu tutmamak için yolculuğa çıkar. Hacca gitmeye gücü yetecek kadar malı olan bir kimse, üzerindeki hac görevini düşürmek amacıyla elinde bulunan malını bir başkasına hibe eder ya da herhangi bir yolla elinden çıkarır. Başka birisine ait cariye ile cinsî ilişkide bulunmayı arzu eder ve onu gasbeder. Adam da cariye öldü zanneder ve ona cariyenin kıymetini Öder ve böylece cariye ile cinsî ilişkiye girer,. Yahut bir kimse, bakire bir kızı kendi rızasıyla ni­kahladığına dair yalancı şahitler dinletir ve hakim de şahitlere daya­narak o doğrultuda hükmeder ve böylece o kızla cinsî ilişkide bulunur. Peşin vereceği on dirhemkarşıhğında belli bir süre sonra yirmi dirhem almak ister ve buna şöyle bir kılıf bulur: Meselâ bir elbiseyi peşin ola-rakon dirheme satın alır. Sonra aynı elbiseyi almış olduğu satıcıya yir­mi dirhem karşılığında veresiye olarak satar. Falanı öldürmek ister ve onun gideceği yola onun Ölümüne neden olacakmesela mızrak dikmek ya da kuyu kazmak gibi bir sebep hazırlar. Zekat yükümlülüğünden kaçmak ister ve bunun için elindeki malı bir başkasına hibe eder veya malı itlaf eder ya da nisap miktarına ulaşmaması için ayrı olan malları toplar ya da birleşik olanları ayırır.[186] Haramların helal kılınması ve vacibin düşürülmesi konusundaki diğer örnekler de bu şekildedir. Ay­nı şey helalin haram kılınması konusunda da geçerlidir. Meselâkadm, kocasına ait bulunan cariyenin ya da kumasının ona haram olmasını ister ve bunu temin için onları emzirir, Şer´an sabit olmayan bir hak is-batı için yapılan hileler de aynıdır: Meselâ, vârise vasiyet yasağını del­mek için, ona karşı borç ikrarında bulunur ve böylece maksadına ulaş­mak ister.

Bütün bu ve benzeri tasarruflar, şer´an sabit bulunan hükümleri, dış görünüşü itibarıyla sahih, esas itibarıyla ise batıl olan bir fiili (kılıf) araç olarak kullanmak suretiyle başka hükümler haline dönüştürme çabalarıdır (hile 1. Bunların teklîfî ya da vazî hükümlerden olması ara­sında bir fark bulunmamaktadır. [187]

On Birinci Mesele:

Bu anlatılan şekliyle hileler genelde[188] meşru değildir. Kitap ve sünnette bunu ortaya koyacak deliller sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bunlar özel hallerle ilgilidir. Bununla birlikte bu delillerin tü­mü birden değerlendirildiği zaman hilenin seran menedildiği ve dinde yasak olduğu kesin olarak ortaya çıkar: Bunlardan bir kısmını burada arzedeceğiz:

Kitaptan deliller: Münafıkların özellikleriyle ilgili bulunan âyetler; "İnsanlardan inanmadıkları halde ´Allah´a ve âhiretgününe inandık´ diyenler vardır. Banlar Allah´ı ve inananları aldatmaya ça­lışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değiller­dir,[189]Bu ve devam eden âyetlerde Yüce Allah onları yermiş, şid­detli azapla tehdit etmiş, onları rezil rüsvay eylemiştir. Onların yap­tıkları aslında şundan ibaretti: Kanl...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:12:05
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 29 Eylül 2010, 00:12:05 »

Fasıl:

Bu bahis, Sâri Teâlâ´mn hem ibadetlerle hem de âdetlerle ilgili konularda tabî maksatları bulunduğu esası üzerine kuruludur. Âdetler konusunda durum açıktır ve ilgili örnekler de geçmiş bulunu­yor. İbâdetler konusunda da aynı şey sabit bulunmaktadır.

Meselâ namazı ele alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi ALLAH Teâlâ´mn huzurunda saygı ile durmak, ihlas ile ona yönelmek; O´nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O´nu anmak suretiyle nefse kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce ALLAH bu meyanda şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl[243] "Muhakkak ki namaz haya­sızlıktan ve fenalıktan alıkor; ALLAH´ı anmak ne büyük şeydir."[244]Ha­diste de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta bulunur" [245] buyrulmuştur.

Sonra namazın tâbi maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya meşgalelerini bir an olsun unut­maya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim hadiste Hz. Pey-gamber´in Biîal´e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği rivayet edilmiştir.[246]Keza hadiste: "Gözümün aydınlığı namazda kılındı"[247] buyrul­muştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce ALLAH: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz sen­den rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz"[248] buyurmaktadır. Bi­razdan gelecek hadiste de bu mânâ açıklanmıştır. Namazla ihtiyaçla­rın giderilmesi amacı vardır; istihare namazı ile hacet namazı bunun için meşru kılınmıştır. Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtul­mak amacı vardır ki, bu halis genel bir fayda olmaktadır. Namaz kıla­nın ALLAH´ın koruması altında olması amacı vardır: Hadiste: "Kim sabah namazını kılarsa; o ALLAH´ın himayesinde olur"[249]buyrulmuş­tur. En yüce mertebelere erişme amacı vardır. Yüce ALLAH: "Ey Pey­gamber! Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan na­maz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir"[250]bu­yurur. Yüce ALLAH, gece ibadeti karşılığında ona övgü makamını (ma-kam-ı mahmûd) vermiştir.

Oruçta, şeytanın dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyân kapı­sından girmek; bekarlık halinde onunla harama düşmekten korun­mak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle gelmiştir: "Ey genç­ler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar evlensin__Evliliğe güç yetire- ´

meyenler ise oruç tutsun; çünkü oruç onun için bir siperdir[251] "Oruç bir kalkandır.[252] "Kim oruç ehlinden ise, o cennete Reyyân kapısın­dan davet edilir."Aynı şekilde diğer ibadetlerde de uhrevî faydalar bunlar genel olmaktadır—yanında dünyevî faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar aslî faydaya tâbi durumundadır. Aslî fayda, daha önce de geç­tiği gibi ALLAH´a itaat ve O´na tazimde bulunmaktır. Bundan sonra zik­re dilen-edilmeyen bütün faydalar aslî maksadın peşinden gelen talî maksatlar olmaktadır. Tâbi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultu­sunda eîe alınır ve değerlendirilir; birincisi aslî maksadı teyid eden ve onu güçlendiren talî maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bu­lunmak gibi. İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan amaçlar, aslî maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını temin eder ya da hızlandırır. Üçüncü­sü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan ve hazlar bahsinde sozkonusu edilen tâbi maksatlardan bulunanlar. Bu konu üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza aslî maksadı teyid sonucunu gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan aynî zıdlık doğuranlarla aynî zıdhk doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.

Sonra burada ibadetlerle ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var: Bu, ibadetlerle, itaatkar kul için sonuçta ALLAH tarafından bahşe­dilen nimetlerin ve mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da âhirette sevap alma, cennete girme ve orada yük­sek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu arzu, insanı amele —ki onun esasını ALLAH´a saygı ve 0-nun büyüklüğü karşısında eğilme amacı teş­kil eder— itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen bir kulluk sa­hih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu tavırda nihaî amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O´na karşı ihlas göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kul­luk görevini bir nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi ye­rinde değildir. Bu nokta üzerinde daha önce durulmuştu.

Diğer taraftan, övülmek, saygı görmek ve dünyevî çıkar elde et­mek amacıyla amelde bulunması halinde, yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi amellerde sebat edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır; zira ihlas yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. ALLAH için olduğu varsayılsa bile, onun bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, ALLAH´a olan ihlas kasdını güçlendiri­ci ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını güçlendi­rici bir özellik arzedecektir..

Ancak ihsana muhtaç olması durumunda, onu ALLAH´tan isteme­lidir. Men ve sebeblerin bulunmaması nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve bu durumda ameli, insanlar gör­sün için değil mahza İhlasın gereği olur. Bunun şahinliği konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet amacı olan ALLAH´a saygı ve O´nun huzurunda durma amacını gerektirici ve güç­lendirici bir özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce ALLAH´ın: "Eh­line namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz; sana rızkı veren Biziz"[253] buyruğu olmaktadır. Ri­vayete göre Hz. Peygamber ehlinin ALLAH´ın lutfuna ve rız­kına muhtaç duruma düşmesi halinde, bu âyet gereğince onlara na­maz kılmalarını emrederdi.[254] Bu ALLAH için kılınan bir namazdır, ancak onunla ALLAH katında bulunan nimetler istenilmektedir.

İbnu´î-Arabî ve şeyhi de bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat etmesi, imametinin sahih olması ye kendisine uyulması için amelini izhar etmesi durumunda; eğer o ki­şi şer´an imamet şartlarının tam olarak kendisinde bulunması ve ken^ dişinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emro-îunduğu şeyi yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin aslî meşruiyet sebebini zedelemezler. Ama (şer´an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması sebebiyle memur olmayıp) insanlar katanda adaleti­nin sübut bulmasını ya da imamlık yapmayı vb. kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku vericidir ve bu amel devam­lılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla insanlardan makam ve saygı talebinde, bulunma vardır.

Burada üzerinde durulacak noktalardan biri de, velilik derecesi­ne ya da ilim ve benzeri bir makama nail olmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu konuda da iki durum[255] bulun­maktadır: Caiz olan yönün delili[256] "Bizi ALLAH´a karşı gelmekten sakı­nanlara önder yap"[257]âyeti ve mü´minin hurmaya benzetildiği belirti­len hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer, ("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna): "O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu" demiştir. Utbiyye´ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Mâlik ile şeyhi arasındaki İhtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.

Bu türden problem arzeden hususlardan biri de, insanın kendisi­ni ibadete vermesi suretiyle herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi, harikuladelikler elde etmesi, kera­met sahibi olması, garib ilimlere ve manevî alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.

Böyle bir davranış için şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıy-îa böyle bir kasıtta bulunmak caizdir; çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, ALLAH´ın seçkin kullarından olmak, insanlar içide seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise talep edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru bulun­maktadır. Bundan Önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor; aralarında bir fark yoktur.

Şöyle de denilebilir: Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çün­kü bunlar, gayb ilmi hakkında düzmecede bulunma girişimidir ve Al­lah´a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir araç kılma da durumun veha-metini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel ALLAH´a ibadetten kop­maya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir açıdan Yüce ALLAH´ın: "İnsanlar- içerisinde ALLAH ´a bir yar kenarındaymış gibi kul­luk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirseyüz üstü dönerler.[258] buyruğu altına girmektedir. Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa sevinir ve yaptığı ibadetler­den kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte bulunup da ulaştığı şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise zayıflar. Eğer maksadına ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar; belki de ALLAH Teâlâ´nm salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin so­nuçlarını yalanlamaya bile kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sa­bah ALLAH için ihlaslı olursa; hikmet pınarları onun kalbinde ve dilin­de dökülmeye başlar"[259] hadisini işitmiş ve hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü hikmet kapısı kendisine açılma­mış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında şöyle demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; ALLAH için ihlasta bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır. Bu tür şeyleri ta­lepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu bilmiyorum. Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü yü­kümlülüklerle ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde edilmesi bizden istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de yapılmamaktadır. Tefsir kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz. Peygamber´e "Hilale ne oluyor ki, iplikgibiincecikgö­züküy...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 00:12:51 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:13:24
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 29 Eylül 2010, 00:13:24 »

[171] Usûl kitaplarının hüsün vekubııh m «selesinde; m üellif de çeşitli yerlerde ko­nuya temas etmiş bulunuyor.

[172] Yani Şâri´in maslahat olarak belirlediği maslahat, mefsedet. olarak belirledi­ği de mefsedet olur, bunlar akıl yoluyla bilinmez. (Ç)

[173] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/377-378

[174] Çünkücihad kötülüğün, hatta en büyük kötülüğün önlenmesi iğindir ve. o kö­tülüğü önlemenin e.i ile yapılan şekli «Imaktadır. Çünkü cilısıd Allah´m dini­nin en yüce olması için konulmuştur. Buna kim karsı çıkar ve çalışırsa, boyun eğip inadı terkedinceyt: kadar nıüslümanlanıı onlarla çar­pışması bir görev olacaktır.

[175] Nisa 4/29.

[176] Bakara 2/188; Nisa 4/29.

[177] Şûra 42/43.

[178] Şûra 42/40.

[179] Bakara 2/280.

[180] Dördüncü nev´in on dokuzuncu meselesinde, fiillerin üçe taksim edildiği fa­sılda.

[181] Ve Allah hakkı galip bulunan haklara.

[182] Yani kul hakkı galip olan haklara. Müdebberin satılmaması hakkı gibi, mâlî haklar gibi. Bu tür haklarda kul hakkı tarafı ağır basmaktadır. Dolayısıyla onu düşürme yetkisi vardır.

[183] Yani her ne kadar içerisinde Allah hakkı bulunsa da, kul hakkı tarafı galebe çalmaktadır.

[184] Yani yeme ve içme konusunda değil, yenilecek, içilecek ya da giyilecek şeyle­rin seçimi konusunda kulun seçim hakkı vardır. Yeme, içme gibi konular î^e Allah haklarından bulunmakta ve hayatın ikamesi için zaruri bulunmakta­dır.

[185] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/378-382

[186] bkz 1/275

[187] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/382-383

[188] On ikinci meselede gelecek fasıl da bu an latılanş ekliyle kendisi m: hile demek mümkün olan bazı şekillerin sahih ve meşru olduğu belirtilecektir. O yüzden buruda ´genelde´ kaydı getirilmiştir.

[189] Bakara 2/8.

[190] Münafıklarla ilgili bu örnekte hilede aranan her iki unsur da bulunmakta­dır: Şöyle ki: a) Kanlarının ve mallarının dokunulmazlığı yok iken, bu hük­mü dokunulmazlığa çevirmişlerdir, b) Gönüllü Allah´a itaat için konulmuş bulunan bir hükmü, kendi emellerine âlet etmişlerdir.

[191] Bakara 2/14.

[192] Bakara 2/264.

[193] Nisa 4/38.

[194] Nisa 4/142.

[195] Kalem 17-19.

[196] Öyle anlaşılıyor ki, onların şerîatlerine göre, hasat esnasında hazır bulun­mayan yoksulların hakkı düşüyordu. Onlar da işte bu noktayı yoksulların haklarım düşürmek için bir hile olarak kullanmışlardı.

[197] Bakara 2/65.

[198] Bakara 2/231.

[199] Bakara 2/228-229.

[200] Nisa 4/12.

[201] Nisa 4/6.

[202] Nisa 4/19.

[203] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275.

[204] Kaynağını bulamadık.

[205] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275

[206] Daha önce geçti. bkz. 11/289].

[207] Buraya kadar olan kısmı hk. bkz. Ruhârİ, Esri be, fi; Kim Davud, Eşribe (v İbn Mâce, 8, Fitun, 22; Ahmed, 5/318.

[208] Bu söz.Muhammedtsa) ümmetinin mesh (yani hayvan şekline çevirme), ye­re batırma gibi azaplardan emin kılındığını belirten haberlere ters düşmek­tedir. Kaldı ki mevkuf olarak rivayet edilmiş olması onun tearuz için yeteri i olmadığını gösterir. Müellifin buna rağmen bu ve benzerlerini bumda zikret­mesinin sebebi güçlü olan delilleri daha da Küflendirmek içindir.

[209] Daha önce geçti. bkz. [1/290].

[210] Ahmed, 2/28.

[211] Daha önce geçti. bkz. 11/276].

[212] Tirmizî, Ahkâm, 9; Ebu Davud, Akdiye, 4; İbn Mâce, Ahkâm, 2; Ahmed, 2/164.

[213] İbn Mâce, Sadakat, 19(2/813).

[214] "Daha Önce geçti. bkz. [2/305].

[215] Ahmed, 5/424.

[216] Daha önce geçti. bkz. [1/276].

[217] Daha önce geçti. bkz. [1/296].

[218] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/

[219] Meşru hibe, Şâri´iıı zekatta gözetmiş olduğu cimrilik duygusunun ortadan kaldırılması, insani ara yardımcı olunması, onlara iyilikte bulunulması ama­cına ters düşmez. Şeklî hibe ise,— müellifin arzettiği şekilde gerçekleşen hi­be gibi— Şâri´in hibeden gözetmiş olduğu amaca ters düşer.

[220] Çünkü talak hakkı kendi elindedir.

[221] Yani her ikisi de, dünyevî bir amaca ulaşabilmek için mânasını kastetme­dikleri bir sözü söylemektedirler.

[222] Yani zor altında küfür kelimesi söylemek. (Ç)

[223] Daha önce de geçtiği gibi bu bir alaya almadır; Allah ve Rasûlünü aldatmaya yeltenmedir. Rııradft dünyevî mefsedetten söz edilmemektedir. Çünkü münafiğın böylesi davranışları neticesinde nıahnı ve canını koruması gibi dünyevî maslahatı bulunmaktadır. Ancak dünyevi maslahatlar ne uiır maslahatlar karşı karşıya geldiği zaman, dünyevî maslahatlar ihmal olun. ve dikkate alınması batıl olur.

[224] Yani birinci kısmın caîzliği, ikinci kısmın ise caiz olmadığı. (Ç) "

[225] Bakara 2/230.

[226] Buhâri, Talak, 7, ;37; Ebu Davud, Talak, 49;Nesâî, Talak, 9; Muvatta, Talak, 17-18;Ahme(i. 1/214.

[227] Tarifleri daha Önce geçmişti.

[228] Buharı, Büyü, 89; Vekâle, 8; Müslim, Müsâkât, 65; Muvatta, Büyû, 20-21.

[229] Yani iyi cins hurmayı, katkılı hurmayı sattığı aynı kişiden atabileceği gibi, bir başkasından da alabilir. (Ç)

[230] Müellif, Endülüslüdür. (Ç)

[231] Bu görüşe göre, şer´îkaynaklann istikrasından elde, edilen mânâlar, hikmet­ler, sırlar ve maslahatlar; ttğer bunlara lafızlar, lügavî konuluşları itibarıyla delalet, etmiyorlarsa, o zaman bunlar temel alınamaz ve ulaşılan neticeler Şâri´in maksatlarından sayılamaz.

[232] Yani maslahatlar bidüziyelik arzetmezler; ayrılmaz değiller, sırları da kav-ranamaz. Meselâ nikahta nesil maslahatını ele alalım: Bunun Şâri´in mak­sadı olduğunun izahı nasıl olacaktır Diğerlerinde de durum aynı.

[233] Cuma 62/9.

[234] Nitekim bu görüş İmanı-ı Gazzâlî´ye ait olmaktadır. Bunlar "tirşeyi emret­mek onun zıddmı yasaklamış ohnak anlamına gelmez; aklen bunu tazam-m un da etmez" diyorlar. Birinci görüş el-Kâdî ve ona tâbi olanların görüşü ol­maktadır.

[235] Yani bu durumda bunlar üzerine bir hükümde bulunulamaz ve bir neticesi olmaz. Çünkü her ikisi de birbirine eşit olmakla birîikte tearuz halinde bu­lunmaktadırlar ve aralarında birini tercihte bulunmaya da imkan yoktur. Bu durumda her ikisi de düşecektir. Bu haliyle onlardan istifade nasıl olacak ve nasıl gereği ile amel edilecektir

[236] . Gülsuyu, üzümsuyu, meyvesuyu gihi sıvılarla (mukayyed su) temizlik yapı­lamayacağı; temizliğin ancak mutlak su ile yapılacağı görüşünü ileri sür­müştür. Hanefî mezhebinde maddî pisliklerin izalesi için mutlak su ile olma­sı şartı yoktur. (Ç)

[237] On sekizinci meselede.

[238] "Istıshâb", aksi bir delil olmadıkça birşeyin eski hali üze.re bulunduğuna hükmetmektir. (Ç)

[239] Bu illeti belirleme yollarından münasebet yolu olmaktadır. Sağduyu sahip­ten böyle bir yolu kabul ile karşıiam aktadırlar. Geriye bu üçüncü yolun, ge­çen ilk iki yönden farklı olup olmadığı konusunu ele almak kalıyor. Orada "Burada münasebet, İlleti belirleme yollarıyla bilinir" diyor, illeti belirleme yollarından birinin münasebet olduğu ise bellidir. Eğer bu münasebetten ise, o 2aman bunun üçüncü bir yön olarak takdimi izaha muhtaç kalacaktır.

[240] Çünkü muta nikahında mutlak surette süre belirleme vardır. Hülle nikahın­da ise böyle bir süre belirleme yoktur ve nikahlayan ikinci koca eğer dilerse kadını hiç boşamayabilir de. Bu yüzden müellif muta nikahmdaki muhalefetin daha şiddetli olduğunu söylemiştir.

[241] Hacc 22/11.

[242] Meselâ cennete girmek, Allah´ın sevgili kulu olmak gibi amaçlarla. (Ç)

[243] Tâ Hâ 20/14.

[244] Ankebût 29/45.

[245] Mu vatta, Nida, 29; Ahmed, 2/67.

[246] Daha önce geçti. bkz. [2/1.39].

[247] Daha önce geçti. bkz. [2/139].

[248] TâHâ 20/132.

[249] Müslim, Mesâcid, 261; Tirmizî, Salât, 51; IbnM&ce, 6; Ahmed, 4/312; 5/10

[250] İsrâ 17/79.

[251] Daha önce geçti. bkz. [2/220],

[252] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 161. 244- Buharı, Savm, 4; Müslim, Zekât, 85.

[253] Tâ Hâ 20/132.´

[254] Daha önce geçti. bkz. [1/209].

[255] Bunlar övülme, saygı görme ve kendisine mal verilmesi kasdı ile hakkında bir mani olmayan kasıt.

[256] Öbür kasdın men edilmesi konusunda ihtilaf bulunmamaktadır.

[257] Furkân 25/74.

[258] Hacc 22/11

[259] bkz. Keşfu´1-hafâ, 2/310. (Zayıf senedle rivayet edilmiştir.}

[260] Bakara 2/189.

[261] Bakara 2/260.

[262] H/.. İbrahim, bu talebini ibadetle değil dua ile yapmıştır.

[263] Yani Allah´ın kemal sıfatları ve onun noksanlıklardan m ünezzehliği, sonsuz kudreti hakkında.

[264] Arı, karınca, kelebek ve mikroplar gibi. Runl ar hakkın da elde edilen bilgiler-den koca koca ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır. Bununla birlikte bu işin mütahıssısları henüz daha işin başında olduklarını itiraf etmekledirler.

[265] A´raf7/185.

[266] Gâşiye 88/17 vd.

[267] Kâf 5O/6.

[268] bkü. İbnMâce, Kittm, 18; Ahrned, 3/7.

[269] Bakara 2/45.

[270] Mâide 5/2.

[271] Bu iki kısımda ibadetlerle ya da âdetlerle ilgili konular arasında fark yoktur.

[272] Meselâ ibadetlerle manevî âlemlere muttali olmayı kastetmek gibi. Orııçia şehveti teskin etmek gibilerine gelince, bunlar da bu kabilden olmakla birlik­te, müellif bunu daha önce geçen ibadetlerle haz talebinde bulunma konusu­na havale etmiş olmakta...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes