> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Tafsil Üzerine Deliller
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Tafsil Üzerine Deliller  (Okunma Sayısı 3060 defa)
29 Eylül 2010, 01:14:33
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 29 Eylül 2010, 01:14:33 »



Tafsil Üzerine Deliller

İKİNCİ TARAF
TAFSİL ÜZERE DELİLLER
(Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re´y)


KİTAP (KUR´ÂN)


Daha önce deliller genel olarak ele alınmıştı. Burada ise ayrı ayrı ele alınacaktır.

Deliller dört tanedir: Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re´y (yani Kıyâs ve diğer aklî deliller).

Kitap ve Sünnet, diğer delillerin aslını teşkil ettiği için, biz bu­rada sadece ikisi üzerinde duracağız. Hem sonra Kitap ve Sünnet konularını işlerken, araştırıcının diğer konular için ihtiyaç duyaca­ğı pek çok şey zaten verilmiş olmaktadır. Bununla beraber usûlcü-ler, Kitap ve Sünnet üzerinde durdukları gibi onlar üzerinde de du­rarak tekellüfe girmişlerdir. Biz, icmâ ve re´y hakkında sükût geç­meyi ve sadece Kitap ve Sünnet üzerinde durmayı uygun gördük. Yardım ancak ALLAH´tandır.

Bu ikisinden birincisi yani Kitap, bütün delillerin aslım teşkil eder. Bu konu altına çeşitli meseleler girer:

BİRİNCİ MESELE:


Kitap, şeriatın küllî esaslarını teşkil eder, İslâm ümmetinin belkemiğini oluşturur; o hikmet pınarı, peygamberlik mucizesi, göz­lerin ve kalplerin nurudur; ALLAH´a ondan başka giden yol yoktur, onsuz kurtuluş imkânsızdır, ona muhalif birşeye yapışmak yoktur. Bütün bunlar delil ikamesine ihtiyaç göstermeyecek kadar açık-se-çik şeylerdir. Çünkü bunlar, İslâm dininde zorunlu olarak bilinir.

Durum böyle olunca, şeriatın küllî esaslarına vakıf olmak, onun yüce maksatlarını kavramak ve din âlimlerinden olmak iste­yen bir kimsenin zorunlu olarak gece gündüz Kur´ân´ı kendisine yoldaş edinmesi, sadece biri ile yetinmeyerek hem nazari hem de amelî olarak onu kendisine rehber edinmesi ve üzerinde düşünüp çalışması gerekecektir, ki bunun sonucunda arzusuna ulaşabilsin, maksadını elde etsin ve kendisini ilklerden ve Önde gelen din âlimlerinden bulsun. Buna kendiliğinden kadir ise ne âlâ! Ancak bu mertebeye sadece, Kitabı açıklayıcı durumda olan sünnete vakıf olanlar kadir olabilirler. Değilse, o zaman müctehid imamlar ve se­lefin önde gelenlerine ait açıklamalar, bu yüce maksadı ve üstün mertebeyi kavraması konusunda elinden tutacak ve ona yardımcı olacaktır.

Sonra, bilindiği gibi Kur´ân en büyük mucizedir ve onun i´câzı, Arap fasihlerini susturmuş, beliğlerini acze düşürmüş ve onun bir benzerini getirememişlerdir. Kur´ân´ın bu özelliği, onu, Arap dilinin özelliklerini taşıyan Arapça bir kitap olmaktan çıkarmaz, içerisinde bulunan ALLAH´ın emir ve yasaklarım kolay bir şekilde anlamayı en­gellemez. Ancak bu, Arap diline gerçek anlamda vukuf şartı ile mümkün olacaktır. Nitekim İctihâd bölümünde bu konu açıklana­caktır. Eğer Kur´ân´ın i´câzı, onu anlaşılır olmaktan çıkaracak ol­saydı, o zaman kullara yönelik teklif hitabı, anlaşilamayacağı için takat üstü yükümlülük şeklini alacaktı. Böyle bir yükümlülük şekli ise bu ümmetten kaldırılmıştır. Bu özellik, onun i´câz yönlerinden birini teşkil eder. Zira üslup, mânâ, anlaşılırlık ve kavranıl abilir-lik... gibi tüm yönlerden insanların sözlerine benzer bir kelâm ko­nulsun, fakat hiçbir kimse ona bir nazirede bulunanlasın; bunun için herkesin bir araya gelmesi ve birbirine yardımcı olması ve böy­lece bir benzerini getirmeleri için meydan okunsun, üstelik bunlar bu konuda da en yetkili kimseler olsunlar, buna rağmen bir sûresini dahi ortaya koymaktan aciz kalsınlar, işte bu durum onun gerçek bir mucize oluşunu gösterir.

Konu ile ilgili nasslardan bazıları şunlardır:

"And olsun ki, Kur´ân´ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur "[1]

"Ey Muhammedi Biz Kur´ân´ı ALLAH´a karşı gelmekten sakınan­ları müjdelemen ve inatçı milleti uyarman için senin dilinde indire Tek kolaylaştırdık´[2]

"Bilen bir millet için Arapça okunarak âyetleri uzun uzun açık-lanmıştır"[3]

"Apaçık Arap diliyle, uyaranlardan olman için.[4]

Bu durumda Kur´ân´ın i´câzı hangi yönden[5] olursa olsun, bu onun anlaşılır ve mânâlarının kavranılır olmasına engel değildir.

"Ey Muhammedi Sana indirdiğimiz bu kitap mübarektir; âyet­lerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar"[6]Kur´ân´ın bu yönü, onun mânâlarının anlaşılabilmesinin ve böylece üzerinde dü-şünülebilmesinin mümkün olmasını gerektirir. Diğer benzeri yön­ler için de durum aynıdır ve bu husus açıktır. [7]

İKİNCİ MESELE:


Kur´ân´ı tam olarak anlayabilmek için nüzul sebeplerini bilmek gerekir.

Buna iki husus delâlet eder:

1.

Kur´ân´ın i´câzı iki şeyle bilinir:

a) Arap dilinin kullanılışında gözetilen maksatları bilmek.

b) Meânî ve Beyan ilimlerini bilmek. Bu ilimlerin esasını ise, halin iktizâ ettiği durumları bilmek teşkil eder: Meselâ, biz­zat hitap yönünden hitabın halini, hitap edenin (muhâtıb) veya muhatabın halini ya da hepsinin halini bilmek gibi. Zi­ra aynı söz, iki ayrı hale, iki ayrı muhataba ve daha başka durumlara göre farklı farklı anlaşılabilir. Meselâ, istifhamı (soru) ele alalım: Bunun lafzı aynıdır; fakat gerçek soru ya­nında takrir (onaylama), tevbîh (azarlama) vb. gibi başka mânâları da verir. Keza emir sîgası, emretme yanında, ibâ-ha, tehdit, ta´cîz... vb. gibi mânâlar da içerir. Bu durumda maksûd olan mânâya delâleti ancak haricî unsurlar (hal karineleri) belirler. Bunların esasını da halin gerekleri oluş­turur. Her hal nakledilemez, her karine de nakledilen sözle birlikte bulunamaz. Maksadı belirlemeye delâlet eden bu karinelerden bir kısmı yok olduğu zaman, o sözün anlaşıl­ması tümden imkânsız hale gelebilir veya ancak kısmen doğru anlaşılabilir. İşte nüzul sebeplerini bilmek, bu türden olan müşküleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla nüzul sebeple­rini bilmek, Kitab´m anlaşılabilmesi için zarurî olan ilimler­dendir. Sebebin bilinmesi ise, halin gereğim bilmek demek­tir.

2.

Nüzul sebeplerini bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine dü­şülmesine yol açar, aslında zahir olan nassları mücmel hale sokar ve bunun sonucunda ihtilâflar doğar. Bu ise, anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine sebep olabilir.

Bu hususu Ebû Ubeyd´in naklettiği şu olay gayet iyi açıklar: İbrahim et-Teymî anlatır: Birgün Hz. Ömer yalnız başına kaldı ve düşünceye dalarak kendi kendine: "Bu ümmet nasıl olur da ihtilafa düşebilir; peygamberi bir, kıblesi bir" dedi. (Onun bu düşüncesini okur gibi) İbn Abbâs şöyle dedi: "Ey Mü´minlerin emiri! Bize Kur´ân indi ve biz onu okuduk. Okurken, onun kimin hakkında nazil oldu­ğunu biliyorduk. Bizden sonra kavimler gelecek; bunlar Kur´ân okuyacaklar fakat kimin hakkında indiğini bilmeyecekler. Bunun sonucunda Kur´ân hakkında şahsî görüşler (re´y) ortaya çıkacak. Onun hakkında şahsî görüşler ortaya çıkınca da ihtilafa düşecek­ler, ihtilafa düşünce de birbirine girecekler" Böyle deyince Hz. Ömer onu susturdu ve azarladı. İbn Abbâs da oradan ayrıldı. Hz. Ömer, onun sözleri üzerinde düşündü ve ne kastettiğini anladı. Bu­nun üzerine onu çağırttı ve: "Sözlerini bana tekrarla!" dedi. O da tekrarladı. Hz. Ömer, sözünün mânâsını anladı ve bu yorum hoşu­na gitti.

İbn Abbâs´m sözü dikkate alınması bakımından sahihtir ve o anlaşıldığında maksat en yakın bir şekilde ortaya çıkacaktır.

İbn Vehb, Bükeyr´den rivayet eder: O Nâfi´e: "İbn Ömer´in Harûriyye[8] hakkındaki görüşü ne idi " diye sorar. Nâfi´ şöyle der: "Onları insanların en şerlileri görürdü. Çünkü onlar, kâfirler hak­kında inen âyetlerden hareket etmişler ve onları mü´minler aley­hinde kullanmışlardır" İbn Abbâs´m üzerine dikkat çektiği re´yin mânâsı işte budur ve Kur´ân´ın niçin indiğini bilmemekten kaynak­lanmaktadır.

Mervan, kapıcısına: ´Tâ Râfi´! İbn Abbâs´a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı sevinen ve yapmadığı şey­den dolayı da övülmeyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göreceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbâs şöyle ce­vap verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var Hz. Peygamber yahudileri çağırmış ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sak­ladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmaktan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler" İbn Abbâs sonra şu âyeti okudu: "ALLAH, kendilerine kitap verilenlerden, onu insan­lara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kö­tüdür! Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşla­nanların, sakın sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanma;elem verici azap onlaradır[9] Bu sebep, âyetten maksadın, Mervân´-ın anladığı şekilde olmadığını ortaya koymuştur.

"Kunût" kelimesi çeşitli mânâlara gelir[10]; dolayısıyla "Kûmu lillâhi kânitîn"[11]âyetini bu mânâlardan herhangi birine yormak mümkündür. Ancak âyetin iniş sebebi bilindiği zaman, murad olan mânâ açıklık kazanmış olur.[12]

Hz. Ömer, Kudâme b. Maz´ûn´u Bahreyn´de görevlendirmişti. el-Cârûd, Hz. Ömer´e geldi ve: "Kudâme içki içti ve sarhoş oldu" de­di. Hz. Ömer: "Bu dediğine şahitlik eden var mı " diye sordu. el-Cârûd: "Ebû Hureyre, dediklerime şahitlik eder" dedi. ( Hz. Ömer, onu çağırttı ve): "Ey Kudâme! Çaresiz seni cezalandıracağım" dedi. Kudâme: "Vallahi, eğer ben onların dediği gibi içmiş olsam bile, sen beni cezalandıramazsın" dedi. Hz. Ömer: "Niye " diye sordu. O: "Çünkü ALLAH Teâlâ: ´İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış ol­duklarından dolayı bir günah yoktur.´[13] buyuruyor" dedi. Hz. Ömer: "Ey Kudâme! Hiç şüphe yok ki sen, yanlış tevilde bulunuyor­sun. Eğer sen ALLAH´tan sakınmış olsaydın, O´nun haram kıldığı şeyden uzak dururd...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 01:15:49 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Tafsil Üzerine Deliller
« Posted on: 26 Nisan 2024, 02:27:34 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Tafsil Üzerine Deliller rüya tabiri,Tafsil Üzerine Deliller mekke canlı, Tafsil Üzerine Deliller kabe canlı yayın, Tafsil Üzerine Deliller Üç boyutlu kuran oku Tafsil Üzerine Deliller kuran ı kerim, Tafsil Üzerine Deliller peygamber kıssaları,Tafsil Üzerine Deliller ilitam ders soruları, Tafsil Üzerine Delillerönlisans arapça,
Logged
29 Eylül 2010, 01:17:52
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Eylül 2010, 01:17:52 »

Cevap: Bu itirazın cevabı inşALLAH ikinci delil yani Sünnet´in açıklanması sırasında verilecektir.[165]

Kur´ân´dan yapılan nâdir istidlallerden biri Hz. Ali´den gelen hamilelik süresinin (en az müddetinin) altı ay olduğudur. O bu so­nucu: "Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer"[166] âyeti ile "Onun sütten kesilmesi iki yıldır"[167]âyetinden çıkarmıştır.[168] Mâlik b. Enes, sahabeye söven kimsenin fey´den payı olmayacağına şu âyetle istidlalde bulunmuştur: "Onlardan sonra gelenler: ´Rab-bimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde mü´minlere karşı kin bırakma...´ derler[169]Bazıları çocuk mülk edinilemiyeceğini söylemişler ve bunu: "Rahman çocuk edindi dediler. Hâşâ; hayır; melekler şerefli kılınmış kullardır"[170] âyetinden çıkarmışlardır.[171] İbnu´l-Arabî, ceninin kan pıhtısı (alak) haline dönüşmeden önceki haline "insan" demlemeyeceğine: "İnsa­nı, kan pıhtısından yarattı"[172]âyetini delil olarak kullanmıştır. Münzir b. Saîd, Arabm tabiatında, Araplara ait özelliğin mevcut bulunmadığına: "ALLAH sizi annelerinizin karnından birşey bilmez halde çıkarmıştır"[173] âyetiyle istidlalde bulunmuştur. Bu konuda en ilginç olanı, Kurtubalı İbnu´l-Fahhâr´ın istidlalidir: O, olumsuz cevap verirken başın yana sallanmasının, olumlu cevap verilirken ise öne eğilmesinin, doğuluların yaptığının aksine daha uygun ol­duğunu çünkü ALLAH Teâîâ´nın: "Onlara: ´Gelin de ALLAH´ın peygam­beri sizin için mağfiret dilesin´ dendiği zaman başlarını (yana) çe­virirler[174]buyurduğunu söylemesidir. Sûfî Ebû Bekir eş-Şiblî, bir­şey giydiği zaman onun bir yerini yırtardı. İbn Mücâhid: "Kendisin­den yararlanılan birşeyi ifsad etmenin ilimde bir yeri var mı ki " diye sorduğu zaman: "Süleyman: ´Onları bana getirin´ dedi. Bacak­larını ve boyunlarını vurmaya başladı"[175] âyetini okudu. eş-Şiblî sonra: "Kur´âii´da sevgilinin sevgilisine azap etmeyeceği nerededir "diye sordu. İbn Mücâhid sustu ve ona: "Sen söyle!" dedi. O ´Yahu­diler ve Hıristiyanlar, ´Biz ALLAH´ın oğulları ve sevgilileriyiz´ dediler. ´Öyle ise günahlarınızdan ötürü size niçin azabediyor ..[176] âyeti­dir, dedi. Bazıları, kadınları dinlemenin caiz olmadığı görüşlerine: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Mu­sa: ´Rabbirn, bana kendini göster bakayım´ dedi"[177]âyetini delil ola­rak kullanmışlardır. Bu istidlal şekillerinden bazıları tartışmaya açıktır.

Fasıl:

Buna göre, en kâmil şekilde hakkında bilgi sahibi olunması is­tenen her meselenin mutlaka önce Kur´ân´a vurulması gerekecek­tir. Eğer Kur´ân´da bizzat ele alınmışsa ya da nev´ine veya cinsine ait açıklama bulunmuşsa, bunlar esas alınarak o mesele dindeki yerine oturtulacaktır.-Eğer orada mesele hakkında birşey buluna­mazsa, o zaman çeşitli bakış açıları ve değerlendirme şekilleri orta­ya çıkacaktır. Belki onlar inşALLAH yerinde zikredilecektir.

Deliller bölümünün birinci kısmında geçtiği üzere; her şer´î de­lil ya kesindir; ya da sonuç itibarıyla kesin olan bir asla çıkmakta­dır. Kat´î olan kaynaklar içerisinde en üst mertebeyi Kur´ân nassla-rı teşkil eder. O, ilk başvurulacak kaynaktır.

Ancak amaç, meselenin hükmünün tesbiti değil de sadece amel ise, o zaman âhâd yolla nakledilen sünnete başvurmakla da yetini-lebilir. Nitekim böyle bir durumda müctehidin görüşüne başvur­mak da yeterli olmaktadır. En zayıf olanı ise bu sonuncusudur. Me­selenin illâ da Kur´ân´dan bir asla dayandırılması, o meselenin ken­disine başvurulabilecek bir esas halini alabilmesi ya da o şeyin din­den sayılabilmesi için buna olan ihtiyaç sebebiyledir. Bunun için, o meselenin sadece vahid haber yoluyla öğrenilmiş olması yeterli de­ğildir. Nitekim bu konu daha önce geçmişti. [178]

YEDİNCİ MESELE:

Kur´ân´a nisbet edilen ilimler çeşitli kısımlara ayrılır:

1. Alet ilimleri: Onu anlamak ve içermiş olduğu mânâları el­de edebilmek için araç durumunda olan ve ondan ALLAH Teâlâ´nın muradının ne olduğunu anlamaya yardımcı olan ilimler. Bunlar; mutlaka olması gereken Arap diline ait ilimler, kıraat ilmi, nâsih ve mensûh ilmi, usûlü fıkıh ilmi gibi ilimlerdir. Bunlar üzerinde durmayacağız.

Ancak, bazen aslında Kur´ân´ı anlamak için araç durumunda olmadığı halde, onu araç olarak görme ve gerçek âlet ilimleri gibi onların da istenilen bir vesile durumunda olduğunu iddia durumla­rı olmaktadır. Meselâ, Arap dili ve edebiyatı, nâsih ve mensûh ilmi, nüzul sebepleri ilmi, Mekkî ve Medenî ilmi, kıraat ilmi, usûlü fıkıh ilmi evet bunlar bütün âlimlerce Kur´ân´ı anlamaya yardımcı oldu­ğu kabul edilen âlet ilimleridir. Ama bunun dışında kalan ilimlere gelince, bazıları onları da vesile olarak görmüşlerdir. Halbuki aslın­da öyle değildir. Meselâ Râzî: "Onlar üstlerindeki göğü nasıl yap­mışız, süslemişiz bakmazlar mı Onda hiçbir çatlak da yoktur"[179] âyetinin anlaşılabilmesi için astronomi bilmenin gerekli olduğunu söylemiştir. Feylesof İbn Rüşd, Faslu´l-mekâl fîmâ beyne´ş-şerî-ati ve´I-hikmeti mine´l-ittisâl adını verdiği kitabında, felsefenin de gerekli olduğu zannına kapılmıştır. Zira ona göre, felsefe bilme­den şeriattan ne kastedildiğini gerçek anlamda anlamak mümkün değildir. Halbuki biri çıksa da, tam onun dediğinin aksini söylesey­di, ona karşı koyma konusunda sözleri hiç de yabana atılmazdı.

Râzî ve İbn Rüşd gibilerle, onların bu görüşüne katılmayan kimseler arasında hakem, selef-i sâlihin bu ilimler karşısındaki du­rumu olacaktır. Acaba onlar, sözü edilen bu ilimleri öğrenmişler midir Ya da onları terk mi etmişlerdir Veya onlar bu gibi ilimler­den gafil mi bulunuyorlardı Halbuki biz, onları Kur´ân´ı gerçek an­lamda anlamış kimseler olarak bilmekteyiz ve buna hem Rasû-lullah, hem de ulemânın kahir ekseriyeti şahitlik etmek­tedir. Bu durumda şimdi kişi, ayağını nereye koymalı Daha başka nev´iler de vardır ki, uğraşanlar onları bilmektedir. Otorite olan kimsenin açıklaması gibisi yoktur. İşte Ebû Hâmid (el-Gazzâlî), tec­rübe sonrasında bu iddiaların asılsızlığını ortaya koyan bir kimse olarak, kitaplarının birçok yerinde konuyla ilgili yeterli açıklama­larda bulunmuştur.

2. Kur´ân´m bütün olarak ele alınması sonucunda elde edilen ilim: Burada sözü edilen Kur´ân´m; emir, nehiy ya da daha başka yollarla yönelen hitap olması açısından değildir. Aksine onun olduğu gibi alınması, bir bütün olarak değerlendirilmesi açısından ulaşılan sonuçlardır. Bu, Kur´ân´m ihtiva ettiği nübüvvete delâlet eden şey olmasıdır; yani onun Hz. Peygamber´in mucize­si oluşudur. Bu mânâ, şer´î hükümlerin elde edilişi gibi Kur´ân´m belli âyetlerinden çıkarılmamaktadır. Zira Kur´ân´m âyetleri ya da sûreleri, aynen şer´î hükümleri emir ya da nehiy gibi yollarla orta­ya koyduğu gibi, bu hususa temas etmemiştir. Onda olan sadece, bütün insanların onun hatta bir sûresinin benzerim getirmekten âciz olduklarına dikkat çekmek olmuştur. Şimdi Kur´ân´m mucize oluşu, belli bir sûre ya da belli bir âyete veya belirli bir tarz ve üslûba has değildir; aksine mucize olan onun mahiyetidir, kendidir. Nitekim Hz. Peygamber buna işarette bulunarak şöyle buyurmuştur: "Hiçbir peygamber yoktur ki, kendisine insanoğlunu imâna getirecek türden bir mucize verilmiş olmasın. Bana verilen ise, ALLAH´ın bana ilkâ ettiği vahiydir ve ben kıyamet gününde pey­gamberler içerisinde tâbisi en çok bulunan olmayı ümit ediyo­rum"[180] O, ALLAH Teâlâ´mn indirmiş olduğu şekliyle Rasûlullah´-m doğruluğuna delâlet etmektedir ve onun karşısında son derece fasih olanlar, ona karşı aşırı husûmet besleyenler, ona ben­zer ya da ona yakın bir söz ortaya koymaktan aciz kalmışlardır. Onun mucize oluşu yönünü burada izah etme gereği duymuyoruz. Çünkü onun i´câzmm hangi yolla olduğu farzedilirse edilsin, ona delâlet edecek olan Kur´ân´m bizzat kendisi ve mahiyetidir ve onun hangi tarafını ele alacak olursanız olun, o yön, sizi Rasûlullah´m doğruluğuna götürecektir. Bu kısım hakkında da burada söz etmek durumunda değiliz; çünkü asıl yeri Kelâm kitaplarıdır.

3. ALLAH Teâlâ´mn, Kur´ân´ı indirmesi, onunla insanlığa hitapta bulunması sırasında takındığı âdet-i ilâhîden ve on­lara karşı yumuşaklık ve güzellikle muamele etmesinden çı­karılan ilimler: ALLAH Teâlâ, kendisi kadîm ve münezzeh olmakla birlikte Kitabım insanların anlaması için Arapça olarak göndermiş, içerdiği bilgi ve hayırlar üzerinde düşünmeden Önce onlara mânâları yaklaştırmak, lütufta bulunmak ve onlara öğretmek için anlayabilecekleri seviyeye inmiştir (tenezzülât-ı ilâhiyye). Bu, Kur´ân´m içermiş olduğu ilimlerin dışında kalan bir bakış tarzı ol­maktadır. Bu esasın doğruluğu, İctihâd bölümünde ortaya çıkacak­tır. Bu, ALLAH Teâlâ´mn sıfatlarıyla ahlâklanma ve O´nun fiillerine uyma demektir.

Bu esas, hem aslî hem de fer´î çeşitli türden kaideleri, edebî güzellikleri içine alır. Maksadın anlaşılması için burada bazı örnek­ler zikredelim:

a) Uyarmadan önce, sorgulamanın olmaması ilkesi: Buna, biz­zat ALLAH Teâlâ´mn kendisi hakkındaki şu buyruğu delâlet etmektedir: "Biz, peygamber göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz" [181] O´nun kulları hakkındaki âdet-i ilâhisî, muhalefet sebebiyle sorgulamanın, ancak peygamber gönde­rilmesinden sonra olması şeklinde cereyan etmiştir. Kullar üzerine peygamber gönderilerek hüccet ikâme edildikten sonra: "Artık dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin"[182]buyruğu gereğince sorumluluk başlayacak ve herkes yaptı­ğının karşılığını görecektir.

b) Kullara kendisiyle hitap ettiği şey üzere delil ikâmesi konu­sunda mübalağa etmek. ALLAH Teâlâ, Kur´ân´ı bizzat muhte­vasının doğruluğuna bir delil olarak indirmiştir. Bununla yetinmeyerek, peygamberinin elinde gerçekleşmek üzere, haddizatında yeterli olacak başka mucizeler vermiştir.

c) İlk kez günah işleyeni cezalandırmaması ve günahta ısrar eden inatçılara karşı ise açık delillerin ikâmesinden sonra inkâr ve isyan üzerinde devamlılıkla...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 01:20:26 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 01:22:30
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Eylül 2010, 01:22:30 »

Bütün bunlar eğer nakli sahih ise Arabm anladığı mânâların dışında şeylerdir ve Allah´ın kelâmı hakkında muraddır diye ileri sürülen ve delilden yoksun bulunan iddialardır. Hz. Ebû Bekir Sıddîk şöyle derdi: "Eğer Allah´ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır " Hadiste de: "Kim Kur´ân hak­kında kendi görüşünce birşey söylerse, isabet etse de hata etmiş olur´[305] Buna benzer daha başka uyarıcı sözler vardır. Buna rağ­men, izaha ihtiyaç duymamanızın sebebi, bu gibi sözlerin kadri yü­ce insanlardan nakledilmiş olmasıdır. Hatat el-Gazzâlî bile , Ihyâ´smda ve diğer eserlerinde bunlara yer vermiştir. Konu, bu in­sanların sözü edilen yorumlardan ne kastettiklerini bilmeyen kim­seler için yanlış anlamaların olabileceği bir yerdir. Çünkü bu gibi sözler karşısında insanlar iki gruptur:

Bir grup, onları tasdik ve zahiri üzere olduğu gibi alıp kabul etmekte ve Allah´ın kitabından muradın o olduğuna inanmaktadır. Bunun sonucunda, tefsir kitaplarında o yorumlara ters düşen söz­lerle karşılaştığı zaman ya onları yalanlamakta ya da bocalamakta­dır.

Bir diğer grup ise bu gibi yorumları mutlak surette yalanlamakta ve reddetmekte; onların Allah´ın kitabına yapılmış iftira ve yalanlar olduğuna inanmakta ve onları Bâtınî tevilleri ile eş tut­maktadır. Her iki grup da insaf ölçülerinden biraz uzaklaşmakta­dırlar. Bu gibi problemleri izale için konuya girmeden önce, bu ka­bilden nakledilen şeylerin durumunun açıklık kazanacağı herkesçe kabul gören bir esasın ortaya konması gerekmektedir. O da şudur: [306]

ONUNCU MESELE:

Deriz ki: Kalplere doğan ve basiretlere âyân olan Kur´anî mü­lâhazalar (i´tibârât-ı Kurâniyye[307]) eğer şartlarını tam olarak bu­lundurmak suretiyle sahih olurlarsa iki kısımda mütalaa edilirler:

1.

Asıl doğuşu Kur´ân´dandır ve şâir mevcut varlıklar ona tâbi olur. Basiret nurunun evrendeki perdeleri duraksamaksızm kaldırabilmesi için, genel anlamda mülâhazanın sahih olması gerekir. E-ğer duraksama varsa, o mülahaza seyrü sülûkünü tamamlamış ehl-i tahkikin açıkladığı üzere ya sahih değildir ya da tam değil­dir.

2.

Asıl doğuşu mevcudat olur bunun cüz´î ya da küllî olması farketmez ve Kur´ânî mülâhaza ona tâbi olur.

Eğer birinci türden ise, o mülâhaza sahihtir ve Kur´ân´m bâtı­nını anlama konusunda o, problemsiz muteber kabul edilir. Çünkü bu durumda Kur´ân´m anlaşılması, kalplere ancak Kur´ân´m iniş amacına uygun olarak doğar. Bu amaç onun, mutlak olarak değil de yükümlülüklerin çeşidi ve haller itibariyle mükelleflerden her birine uygun düşecek şekilde tam hidayet olmasıdır. Durum böyle olunca, bu hidayetin yolu üzere yürümek, sırât-ı müstakim üzere yürümek olacaktır. Sonra Kuranı mülâhazalar ancak ve ancak tak-lid ya da ictihad üzere amel yönünden Kur´ân´a ehil olan kimseler­den doğabilir. Böylesi insanlar ise, aynen onunla amel etme, onun ahlakıyla ahlâklarıma konusunda onun sınırlarını aşmadıkları gibi, mülâhazaları sırasında da Kur´ân´ın genel çerçevesini dışarı taşmazlar. Aksine onlara anlayış kapısı, onun içerdiği hükümlere uy­gun düşecek şekilde aralanır. Buna göre, bu türden olan Kur´ânî mülâhazaların normal seyrinde cereyan etmiş olacağı için kabul görmesi ve muteber sayılması lâzım gelecektir. Buna, Selef-i sâlih-den Kur´ân´ı anlayışları hakkında bize kadar gelen nakiller şahitlik eder. Çünkü onların tamamı Arap dilinin ve şer´î delillerin gerekle­ri doğrultusunda olan şeylerdir. Nitekim daha Önce açıklanmıştı.

Eğer ikinci türden ise, o zaman Kur´ân´m bâtınını anlamak için onu dikkate alıp almama konusunda durup araştırmak lâzım­dır. Onların mutlak olarak alınması mümkün değildir. Çünkü on­lar, birincinin aksinedir ve Kur´ân´m anlaşılması konusunda mut­lak surette dikkate alınacaklarını söylemek sahih değildir. Bu du­rumda deriz ki:

Zikri geçen âyetlerde sözü edilen bâtını mânaların, geçen şart­ların gereği üzere câri olmadıkları ortaya çıkarsa, o zaman onlar Kur´anî olmayan bir mülâhazaya yönelik olacaklardır. Buna da vücûdî (ya da haricî) mülâhaza denir.[308] Bunlar vakıada yer aldıklan için, Kur´ân´a onlara uygun mânâlar vermek sahih olur. O, bu cihetten, hâss değil de müşterek olur. Dolayısıyla böyle bir mülâha­zada bulunan kimseden, ona uygun düşen bir şahit istenmez. An­cak mürşidin ihtiyaç duyduğu hariç.( ) O hâss bir durumdur ve bu-rasıyla ilgili olmayan kendi başına bir ilimdir. Bu yüzden de mahal­line hasredilir: Buna göre "el-câr zî kurbâ" nm kalp; "el-câr el-cü-nüb" ün nefs-i tabî´î... olması bir mülâhaza olarak sahih olabilir. Çünkü varlık âleminde bulunan şeylerin birbirine karşılık tutulma­sı, erbabı katında hem sahih hem de kolaydır. Şu kadar var ki, ilimde yüksek payeye ermiş olmayan ya da onun irşadı altında bu­lunmayan kimseler için bu, aldatıcı olmaktadır.

Sonra, Kur´ân hakkında bu tür mülâhazalar ileri süren kimse­ler, hitaptan maksûd olan mânânın sadece bu olduğunu iddia etme­mişlerdir; bilakis mülâhazasını ileri sürmekte ve onun murâd-ı ilâhî olduğu konusunda ise sükût etmektedirler. Eğer bu kabilden birşey gelmiş ve sahibi murâd-ı ilâhînin o olduğunu söylemişse, o, Kur´ânî ile vücûdî (yani haricî ya da vâki´î) mülâhazalar arasında ayırım yapmayan hal erbabından olmalıdır. Bu durum, en çok sey-rü sülük esnasında epey yol alan, yolunda yürüyen fakat henüz matlûbuna ulaşamayan kimselerde görülür. Bâtmîlerden vb. olup da sözüne bir değer verilmesi gerekmeyen kimselerin ortaya attık­ları şeylere ise itibar edilmez. el-Gazzâlî, Mişkâtu´l-envâr´da, İhyâ´nın Şükür bölümünde[309] ve Cevâhiru*l-Kur*ân adlı kitabın­da[310]Kur´ânî itibar ile diğerleri hakkında konuya açıklık getirecek örnekler vermiştir. Oralara bakarak konu üzerinde düşününüz. Ba­şarı ancak Allah´tandır.

Fasıl:

Aynı durum Sünnet için de sözkonusudur; çünkü gerek Kitap ve gerekse Sünnet geçen ve şahitleri ortaya konulan sahih mülâha­zalara ve aynı şekilde haricî itibarlara açıktır. Benzer şeyleri, "İçe­risinde köpek ve suret bulunan eve melekler girmez"[311] hadisi vb. hakkında da farzetmişlerdir. Hak ve doğruya ulaşma yolu açıklık kazandığına göre, burada tekrara girmeye gerek duymuyoruz[312] .

ONBİRİNCİ MESELE:

Medine döneminde inen sûrelerin Mekkî sûreler üzeri­ne bina edilerek değerlendirilmeleri, keza Mekkî ve Medenî olan sûrelerin de kendi aralarında nüzul sırasına göre birbi­ri üzerine tertip edilerek ele alınmaları gerekir. Aksi takdirde doğru olmaz. Bunun delili şudur: Medine döneminde gelen sûre­lerin mânâsı çoğu kez Mekkî olanların mânâsı üzerine kurulmuş­tur. Nitekim her iki dönemde, sonra gelen nasslar da, daha önceden gelmiş olanların üzerine tertip edilmiştir. Bu sonucu istikra ortaya koymuştur. Bu ya bir mücmelin beyanı, ya umumun tahsisi, ya mutlakın takyidi, ya detayları getirilmemiş olan şeylere açıklık ka­zandırılması veyahut da tamamlanmamış olan şeylerin tamamlan­ması yoluyla olmuştur.

Bunu teyid eden ilk şahit, şeriatın bizzat kendisidir; çünkü o, ahlâkî güzellikleri tamamlamak ve İbrahim´in [şeriatından tahrife uğrayan şeyleri düzeltmek için gelmiştir,[313]

Bu ilk şahidin arkasından En´âm sûresi gelir. Bu sûre inanç­ların esaslarını ve dinin temellerini açıklamak üzere inmiştir. Alimler, Kelâm âlimlerinin Vâcibul-Vücûd´un (yani Allah´ın) isba-tından başlayarak devlet başkanlığına kadar sıraladıkları tevhid esaslarını bu sûreden çıkarmışlardır. Bu onların söyledikleri. Bir de bizim kitabımızda ortaya koyduğumuz bakış açısından yaklaşıl­dığı zaman, bu sûrede şeriatın bütün küllî kaidelerinin açıklanmış olduğu yakından görülecektir.[314] Bu kaideler öyle bir özellik arze-der ki, bunlardan biri ihlâle uğradığı zaman şeriatın düzeni bozu­lur; onlardan biri bulunmasa genel esaslar eksik kalır.

Sonra Hz. Peygamber Medine´ye hicret ettikten son­ra kendisine gelen ilk sûre Bakara sûresi oldu. Bu sûre, En´âm sûresinde konulmuş olan temeller üzerine kurulan takvanın esasla­rını belirtmiştir. Çünkü bu sûrede mükellefe ait bütün fiillerin hü­kümleri açıklanmıştır. Eğer başka sûrelerde de ele alınmışlarsa, bu Bakara sûresinde bulunanların tafsilatı mahiyetindedir. Bakara sûresi (mükellefe ait fiillerle ilgili olmak üzere) anahatlarıyla şu ko­nuları içerir: İslâm´ın esasları olan ibâdetler; yemek, içmek vb. ko­nularla ilgili hükümler; alış-veriş, nikâh, talâk ve bunlarla ilgili ko­nular gibi muamelât; ceza hukuku ile ilgili hükümler...Aynı şekilde bu sûre, dinin, nefsin, aklın, neslin ve malın ko­runması gibi zarurî esasları da içerir. Eğer bu sûrede, En´âm sûre­sinde olmayan birşeye temas edilmişse, bu ikmâl esasına mebnî ol­muştur. Daha sonra gelen Medenî sûreler, aynen sonraki tarihli Mekkî sûrelerin En´âm sûresi üzerine bina edildiği gibi, Bakara sûresi üzerine kuruludur. Diğer sûreleri de iniş sırasına göre ele al­dığımız zaman, tıpa tıp onların da kendi aralarında aynı durumda olduklarını görürüz. Bu itibarla Kitap üzerinde değerlendirme ya­pacak kimselerin bu noktayı gözardı etmemeleri gerekmektedir. Çünkü bu, Tefsir ilimlerinin inceliklerindendir ve kişi, bu konudaki bilgisi oranında, Allah Teâlâ´nın kelâmını daha iyi bir şekilde kav­rayabilecektir.

Fasıl:

Aynı durum Sünnet için de varittir. Çünkü o, Kitab´m açıklayı-cısıdır. Dolayısıyla değerlendirme ve açıklama konusunda, mutlaka Kitab´a uygun bir şekilde ele alınacaktır Onlardan hangisinin tarih itibarıyla daha sonra varit olduğunu bildiğimizde, hadislerde mey­dana gelen nâsih ve mensûhlan ayırt edebiliriz. Nitekim Kur´ân´da da durum aynı idi. Henüz İslâm´ın bütün hükümleri konulmadan önce pek çok hadis vârid olmuştu. Bunlarda pekâlâ mutlak ve umûmî ifadeler bulunmuş olabilir ve muhtemelen bunlar bazı şüp­heler de uyandırabilir. Bunlar, eğer tüm hükümler yerle...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 01:23:14
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 29 Eylül 2010, 01:23:14 »


[45] Bakara 2/75-

[46] Mâide 5/41.

[47] Nisa 4/46.

[48] Müddessir 74/43.

[49] Kehf 18/22.

[50] Bakara 2/260.

[51] Hucurât 49/14.

[52] Zümer 39/67.

[53] Zümer 39/67.

[54] Tevbe9/61.

[55] Yâsîn 36/47.

[56] Allah´ın meşîetine karşı konulmaz; dolayısıyla onlardan itiraz yerine derhal teslim olma ve emre uyma gerekirdi.

[57] Çünkü Allah´ın meşîetini öne sürerek itiraz ediyorlar, öbür taraftan kendilerine yönelik olan ilâhî meşîete imtisal etmiyorlardı. Yani ilâhî meşîeti hem kendileri için delil olarak kullanıyorlar, hem de ona uymu­yorlardı.

[58] Enbiyâ 21/78-79.

[59] Çünkü Davud´un (s.a.) hata ettiğini açıkça söylememiştir. Bu, hükmün sadece Süleyman´a bildirilmiş olması ifadesinden çıkmaktadır.

[60] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/337-343

[61] Meselâ, hem müjde hem de uyarı içeren âyetlerin birden gelmesi gibi. Bunun en güzel örneğini İnşân (Dehr) sûresinde görmek mümkündür.

[62] Bakara 2/6.

[63] Bakara 2/24.

[64] Bakara 2/26-27.

[65] Bakara 2/62.

[66] Bakara 2/81.

[67] Bakara 2/102.

[68] Bakara 2/103.

[69] Buifadeyle"mâ nensah... "kasdetmiştir

[70] Bakara 2/112.

[71] Bakara 2/121.

[72] En´âm 6/1.

[73] En´âm 6/12.

[74] En´âm 6/15.

[75] En´âm 6/17.

[76] En´âm 6/32.

[77] En´âm 6/36.

[78] En´âm 6/39.

[79] En´âm 6/48.

[80] Meselâ Rahman sûresini ele alalım. Bu sûrenin ilk üçtebiri Allah Teâlâ´-nın varlığına delâlet edici âyetler olup, arkasından gelen umut ve korku verici âyetler için bir ön hazırlık mahiyetindedir. Böylece O, ilmi, kudreti, yaratıcılığı ile müjdelediği şeyleri gerçekleştirmeye, korkuttuğu şeylerle de cezalandırmaya kadir olduğunu beyan etmiş oluyor. İkinci üçtebir kısmı son derece belirgin korkutucu ve azap tehdidi içeren âyetlerden oluşur. Son üçtebiri ise müjde ve umut verici âyetlerden meydana gelir.

[81] Zümer 39/53.

[82] Çünkü Allah Teâlâ, günahları mutlak olarak zikretmiş, büyük ya da kü­çük uy irimi yapmamış, affı için herhangi bir şart da koşmamış, "dilediği­ne" gibi bir kayıt da getirmemiş; üstelik arkasından da "Çünkü O, çok bağışlayandır, merhametlidir" buyurarak mânâyı pekiştirmiştir.

[83] Hûd 11/114.

[84] Bir adam Hz. Peygambere (s.a.) gelerek : Tâ Rasûlallah! Bostanda bir kadın buldum ve ona herşey yaptım; öptüm, kucakladım, ancak onunla ilişkide bulunmadım. Ne uygun görürsen onunla hükmet!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) birşey söylemedi ve adam kalkıp gitti. Hz. Ömer: "Eğer kendisi örtseydi, Allah onun durumunu örtmüştü" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) arkasından gözüyle adamı takip etti ve: "Onu bana geri çevirin" buyurdu. Geri çevirdiler. Dönünce ona "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir´" âyetini okudu. Hz. Ömer "Yâ Rasûlallah! Bu sadece ona mı has, yoksa herkes için geçerli midir " diye sordu. Hz. Peygamber {s.a.) de herkes için geçerli olduğunu söyledi, (bkz. İbn Kesir, 2/462]

[85] Alak 96/6.

[86] Ahzâb 33/58.

[87] NÛr 24/22.

[88] Zümer 39/53.

[89] Bakara 2/260.

[90] Âl-i İmrân 3/135.

[91] Nisa 4/110.

[92] Nisa 4/31.

[93] Nisa 4/40.

[94] Nisa 4/48.

[95] Nisa 4/64.

[96] Nisa 4/110.

[97] Übeyy b. Halef veya Ümeyye b. Halef veya el-Velîd b. el-Muğîre veya el-Âsî b. Vâil ya da dördü birden. Çünkü bunlar zengin idiler ve Hz. Pey-gamber´i (s.a.) çokça alaya alıyorlardı. Sûrede geien özellikler onları tam tutmaktadır.

[98] Alak96/6.

[99] Murad her ne kadar cins ise de âyet Ebû Cehil hakkında inmiştir. Bu âyetler sûrenin başındaki âyetlerden uzun bir süre sonra inmiştir.

[100] Ahzâb 33/58.

[101] Çünkü bu da, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber´in (s.a.) Safiyye bt. Hu-yey´le evliliği ile ilgili olarak fesat kazanını kaynatan münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiştir.

[102] Nûr 24/22.

[103] Zümer 39/53

[104] Zümer 39/53.

[105] Zümer 39/54.

[106] Bakara 2/260.

[107] Âl-i İmrân 3/135.

[108] Zümer 39/53.

[109] Nisa 4/110.

[110] Nisa 4/105.

[111] Nisa 4/107-109.

[112] Nisa 4/31.

[113] Nisa 4/40.

[114] Nisa 4/42.

[115] Nisa 4/37.

[116] Nisâ4/4Û.

[117] Nisa 4/64.

[118] Nisa 4/48.

[119] Mü´minûn 23/57-61.

[120] Bakara 2/218.

[121] İsrâ 17/57.

[122] Zümer 39/53.

[123] Ahzâb 33/58.

[124] Daha önce bu âyetin, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber´in (s.a.) Safiyye bt. Huyeyle evliliği ile ilgili olarak dedikodular çıkaran münafıkların ba­şı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiş olduğu belir­tilmişti. Öyle ya da böyle âyet kâfirlerden bir grup yani münafıklar için inmiştir. Şu anda konumuz ise, korku ya da umut tarafından sadece bi­rinin kendilerine galebe çaldığı mü´minier ve onların İrşad ve eğitilmele­ri idi. Bazı durumlarda ihmal yönü galebe çalan kimselerin irşad ve eği­timi konusunda meselâ "inananların gönüllerinin Allah´ı anması ve O´ndan inen gerçeğe içten bağlanma zamanı daha gelmedi mi " (57/16) gibi bir âyeti verseydi o zaman daha açık olur ve kullandığı "azar" ifadesi de yerini bulurdu. Dünya ve âhirette lanete maruz kalan­ların ebedî helaklerinin "azar" diye nitelenmesi doğru olmaz.

[125] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/343-353

[126] Burada külliden maksat, belli bir şahsa veya hale ya da zamana has de­ğil manasınadır. Keza hükmün mufassal olarak ve şartlarını, rükünleri­ni, mânilerini beyan ederek gelmiş olması mânâsına değildir.

[127] Yani sonuçların dikkate alınması şekliyle ki buna istihsân denilmekte­dir.

[128] Yani kıyâs yoluyla.

[129] Yani detayların, şartların, mânilerin öğrenilmesi, şer´î hakîkatların key­fiyetlerinin bilinmesi konusunda. İşte bu ihtiyaç, Kur´ân´ın getirdiği esasların küllîliğınin bir alâmeti olmaktadır.

[130] Nahl 16/44.

[131] Buhârî, Fedâilu´l-Kur´ân, 1.

[132] Mâide 5/3.

[133] Sünnet bahsinin Dördüncü meselesinde bu konu genişçe ele alınacaktır.

[134] Bu, Kur´ân´m, şer´î hükümleri külli olarak verdiğine dair bir başka istidlal (temellendirme) şekli olmaktadır.

[135] Nisa 4/105.

[136] Haşr 59/7.

[137] Nisa 4/115.

[138] Yani deliller gibi şeriatın en önemli konusunu içermiş olan bu üç âyet, kapsam bakımından en geniş küllî delillerden olur.

[139] Buhârî, Libâs, 82-87 ; Müslim, Libâs, 119.

[140] Haşr 59/7.

[141] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/353-355

[142] Yani genel çerçevenin belirlenmesi, mânânın küllî olarak konulması şek­linde. (Ç)

[143] . Yani şeriatı icmâlen kavramış olur ve onun mücmel ve küllî esasların­dan biçbir eksiği olmaz.

[144] Mâide 5/3. Ancak dinin ikmâlinin sadece Kitapla değil de hem Kitap hem de Sünnetle olması düşünülebilir. Âyette de ikmâlin sadece Kitapla yapıldığına dair bir tahsis yoktur.

[145] NahI 16/44.

[146] Kitap´tan maksadın Kur´ân olması tefsirine göre bu âyet burada delil olur. Ancak Kitap için yapılmış Levh-i Mahfuz gibi başka tefsirler de vardır.

[147] En´âm 6/38.

[148] Yani Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkileri en kâmil anlamda dü­zenleyen eksiksiz nizam.

[149] İsrâ 17/9.

[150] Tİrmizî, Sevâbul-Kur´ân, 14 ; Dârimî, Fedâilul-Kur´ân, 1.

[151] Dârimî, Fedâilu´l-Kur´ân, 1.

[152] Buhârî, Müsâfirûn, 139 ; Ebû Dâvûd, Tatavvu´, 26 ; Ahmed, 6/54, 91.

[153] Kalem 68/4.

[154] İsrâ 17/82.

[155] Âl-i İmrân 3/193.

[156] Buhârî, Ezan, 54 ; Ebû Dâvûd, Salât, 60.

[157] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2.

[158] Nisa 4/59.

[159] Ahzâb 33/36.

[160] Nahl 16/44.

[161] bkz. Buhârî, Nikâh, 27 ; Müslim, Nikâh, 37.

[162] Buhârî, Zebâih, 28, Meğâzî, 38 ; Müslim, Nikâh, 30, Sayd, 23-25.

[163] Buhârî, Tıbb, 57 ; Müslim, Sayd, 11; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 , Et´ime, 32.

[164] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31; Tirmizî, Diyât, İŞ.

[165] Dördüncü Mesele´de hem soru hem de cevap hakkında yeterli tafsilat-ge-lecektir.

[166] Ahkâf 46/15.

[167] Lokman 31/14.

[168] Buna usûlde sarih olmayan mantûkun delâletlerinden işaret yoluyla olanı demişlerdir. Bu ifadesi maksûd olmayan lazımı bir delâlet şekli olmakta­dır.

[169] Haşr 59/10. İmam Mâlik, "Allah´ın fethedilen memleketler halkının mal­larından (fey´) peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, ye­timler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. ...Allah´ın verdiği bu ganimet malları bilhassa yurtlarından çıkarılmış ve mallarından edilmiş olan, Al­lah´tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah´ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir, işte doğru olanlar bunlardır. Onlar Medine´yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler­dir ve kendilerine hicret edip gelenleri severler..." şeklinde devam eden âyetten sonra gelen "Onlardan sonra gelenler: ´Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde mü´minlere kar­şı kin bırakma,..´ derler" âyetim , fey´ mallarında hakkı bulunan kimse­ler için hal cümlesi yapmış ve böylece yukarıdaki sonuca ulaşmıştır. Sahabeye s...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes