> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Şer’i Deliller
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Şer’i Deliller  (Okunma Sayısı 2765 defa)
29 Eylül 2010, 00:15:54
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 29 Eylül 2010, 00:15:54 »



Şer’i Deliller


Rahman ve Rahîm olan Allah´ın adıyla...

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed´e, onun âl ve ashabına salât ve selamla...

Bu konu ilk önce genel olarak ele alınacak, daha sonra da her delil üzerinde ayrı ayrı durulacaktır.

Serî deliller dörttür: Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas.

Birinci Taraf: Genel Olarak Deliller



Genel olarak deliller bahsinde:

a) Delillerle ilgili küllî esaslar.

b) Bunlarla karşılaşılan özel durumlar (avarız)[1] olmak üzere iki husus üzerinde durulacaktır.

Birinci husus on dört mesele altında ele alınacaktır.

Birinci Mesele[2]:



Şeriat, zarurî, hâcî ve tahsînî diye derecelenen esasların ko­runması amacıyla gelmiş olduğuna göre, bu husus şer´îatm her konusunda, bütün delillerinde yaygın olarak bulunacak ve belli bir mahalle, sadece özel bir konuya ya da kaideye münhasır kılınmış olmayacaktır.[3] Çünkü bunlar küllî esaslardır ve çerçeveleri altına giren her cüzî üzerinde hâkim konumdadırlar. Cüzînin gerçek ya da göreli (izafî)[4] olması arasında fark yoktur. Bu küllilerin ötesinde daha da genel bir başka küllî de yoktur. Dahası bunlar şeriatın esasları olmaktadır ve şer´îat da tamamlanmıştır. Şeriatın esasla­rından bir kısmının kaybolması ve onların isbatı için kıyas ya da başka bir yola ihtiyaç duyulması sahih değildir. Şeriat, genel ve özel olarak bütün insanlığın maslahatlarının teminine kâfidir. Çün­kü Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Bugün size dini­nizi tamamladım[5]; "Kitap´ta Biz hiçbirşeyi eksik bırakmadık"[6] Hadiste de: "Sizi dosdoğru geniş cadde üzere bıraktım.... Bundan sonra Allah´a karşı sapandan başka kimse helak olmaz"[7] Dinin ta­mamlandığını ve yolun apaydınlık olduğunu gösteren benzeri de­liller burada hatırlanabilir.

Durum böyle olunca, cüzîler[8] —ki bunlar şer´îatın esasları ve onların altında bulunanlar oluyor— o küllî esaslardan alındığına göre[9] —aynen varlık âleminde bulunan her türün cüzîsi ile küllisi arasındaki ilişkide olduğu gibi—, Kitap, sünnet, icmâ ya da kıyas­tan özel delil getirme sırasında aynı zamanda o cüzîlerin küllilerine vurulması[10] zarurî olacaktır. Zira cüzîlerin küllî esaslarına ihtiyaç hissetmemeleri muhaldir. Bu durumda, meselâ cüzî bir konuda, o cüzînin[11] küllisini dikkate almadan bir nassa tutunan kimse hata etmiş olacaktır.[12]

Küllî esası gözardı ederek cüzîye yapışan kimse hata ettiği gi­bi, cüzîye aldırmaksızm küllî prensipten hareketle hükme ulaş­mak isteyen kimse de hata etmiş olacaktır.

Bunu şöylece açıklayabiliriz: Külliye dair olan bilgi, cüzîlerin ele alınması ve onların istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edilmektedir. Küllî —küllî olması hasebiyle—, cüzîleri bilmeden ön­ce bizce malûm değildir. Çünkü varlık âleminde küllî diye birşey yoktur. O sadece —aklî konular bahsinde de belirtildiği üzere— cüzîler zımnında (aklen) bulunmaktadır. Şu halde, cüzîyi dikkate almadan küllî ile yetinmek demek, henüz bilinmeyen birşey ile ye­tinmek demektir. Çünkü cüzî bilinmeden külliyi bilmek mümkün değildir; külliye dair bilgiyi ortaya çıkaran cüzî olmaktadır. Sonra cüzînin cüzî olarak konulması, küllinin tam ve kıvamında olması içindir. Bu durumda, cüzîyi görmemezlikten gelmek, küllinin cüzü olması sebebiyle aslında bizzat küllîyi dikkate almamak demektir. Bu ise bir çelişkidir.[13] Çünkü cüzîyi dikkate almamak, küllinin sıh­hati hakkında kuşku uyandıracak bir unsurdur. Zira onu dikkate almamak, ancak onun külliye gerçekten muhalefeti ya da muhale­fet ettiği zannı durumunda olur. Küllî cüzîye muhalif bulunursa —ki biz külliye dair olan bilgiyi ancak cüzîden çıkarıyorduk— bu, o külliye dair bilginin henüz gerçekleşmiş olmadığını gösterir. Çünkü o cüzînin, o küllînin bir parçasını oluşturması imkân dahilindedir ve o zaman küllî olduğu iddia edilen şey o cüzîden o parçayı alma­mıştır. (Bu haliyle de o küllî olamaz.) Bu imkân dahilinde olduğuna göre, külliye dair tam bilgiye ulaşabilmek için mutlak surette cüzîye başvurmamız gerekecektir. Bu da gösterir ki, cüzîyi dikkate almaksızın mutlak surette külliye itibar edilip sonuca ulaşılmaz. Bütün bunlar, şer´an istenilen şeyin, Şâri´in kasdının gözetilmesi ve korunması olduğunu teyid ediyor. Küllî, mahiyet itibarıyla bu an­lama gelir[14] cüzî de aynı şekildedir. Bu durumda, her meselede her ikisinin de birden dikkate alınması zorunluluk arzeder.

İstikra neticesinde bir kaideye ulaşılır ve sonra cüzî bir mesele hakkında, bu kaideye herhangi bir şekilde ters düşen bir nass gelir­se; mutlaka aralarının telif edilmesi yoluna gidilecektir. Çünkü Sâri´, o cüzî hakkında nass koyarken, mutlaka öbür taraftan o [ioj küllînin korunmasını da istemiştir. Zira onun küllîliği şer´î maksat­ları kavradıktan sonra zorunlu olarak bilinmektedir. Bu durumda —hal böyle iken— Şâri´in dikkate aldığı birşeyi ihmal ederek kaidelerin ihlâl edilmesi mümkün değildir.[15] Bu sabit olunca da, küllî dikkate alınırken, cüzînin ilga edilmesi mümkün değildir.

İtiraz: Küllînin küllî olduğunun sabit olabilmesi için, cüzîle­rin tamamının ya da çoğunun istikraya tâbi tutulması gerekir. Bu­rum böyle olunca da, küllînin altına girmeyen bir cüzînin düşünül­mesi mümkün olmayacaktır. Zira istikra, tam olarak yapılması du­rumunda kesinlik arzeder. Bu durumda daha sonra cüzî üzerinde durmak boşuna bir çaba olur.[16] Cüzînin küllîye muhalif olacağını farzetmek de doğru değildir. Meselâ biz istikra neticesinde insanın canlılığı sonucuna ulaştığımızda, canlı olmayan bir insanın bulun­ması mümkün olmaz. Ona küllînin hükmü ile hükümde bulunmak, kesin bir hükümdür ve küllînin hükmünün onda bulunmaması mümkün değildir. (O cüzî hakkında özel delil) bulunsun bulunma­sın durum farketmez. Bu küllî vasıtasıyla ona hükümde bulunulur ve hüküm için cüzîye ihtiyaç duyulmaz. Çünkü küllî doğrultusunda olmayan hiçbir cüzî olamaz. Bazı cüzîlerin, küllîye muhalif olduk­ları farzedilse bile, bu onların gerçek cüzî olmamaları sebebiyledir. İnsana nisbetle heykel vb. örneğinde olduğu gibi. Burada da aynı­dır. Biz dinin, nefsin, neslin, malın ve aklın korunması için zarurî olan şeylerin şer´an muteber olduğunu ve bu sonucun da cüzî delil­lerin istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edildiğini gördükten sonra, bunların korunmasına ve onlar nerede bulunurlarsa orada dikkate alınacaklarına dair kesin bir bilgi sahibi oluruz. Bu durum­da karşılaştığımız ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız her cüzî hakkında ulaştığımız bu küllî doğrultusunda hükmederiz. Çünkü o cüzî de asla diğerlerinden farklı olmayacaktır ve hiçbir zaman küllîye muhalefet etmeyecektir. Zira (cüzî) konuluşunun aksine bulunmaz. Yüce Allah: "Eğer o Allah´tan başkasından gelseydi, on­da çok aykırılıklar[17] bulurlardı"[18] buyurur. Hal böyleyken, külli­den hareketle cüzînin hükmüne ulaşıldıktan sonra, ayrıca cüzînin dikkate alınmasının ne anlamı vardır

Cevap: İtiraz genel olarak yerindedir. Ancak detaylara indiği­mizde doğru değildir. Çünkü, zarurî esasların korunmasının mu­teber olduğu bilinse de, korunmanın belli bir yönden olduğu biline­mez. Çünkü korunmanın çeşitli yolları vardır ve akıl bunları kav­rayabilir de kavrayamaz da. Kavrayabilse de, belirli bir zaman ya da mekân veyahut da âdete nisbetle kavrayabilir; daha farklı za­man, mekan ya da âdete göre kavrayamayabilir. Bu durumda, onun mutlak olarak dikkate alınması, bizzat kaidenin kendisinin ihlâli olur Meselâ küt bir âletle (musakkal) Öldürme olayında şöyle de­mişlerdir: Eğer böyle bir âletle gerçekleştirilen öldürme olaylarında kısas uygulanmazsa, o zaman kısas ile cinayetlerin önü alınamamış olur. Çünkü kısas, sadece kesici ve delici âletle (muhadded) öldür­me durumlarına hasredilmiş olacak, öldürme cinayetine giden kapı kap atıl amamı ş olacaktır. Tek kişinin birden fazla kimse tarafın­dan birlikte öldürülmesi durumunda (kısasın uygulanmaması) [12] halinde[19] de vaziyet aynıdır. Hasta iken namazda ayakta durmak´ gibi zarurî olan şeylerde, hâcî esaslarla ilgili kaidenin bir gereği olarak azimet olan emir ve yasakların hükmünü ortadan kaldıran diğer ruhsatlar da bunun gibidir.[20] Aslında şahinliğini engelleyici kaidelere rağmen, istisna yoluyla sahih kabul edilen muameleler de bu türdendir; Arâyâ, kırâz (mudârabe), müsâkât, selem, karz vb. muameleler gibi.[21] Eğer biz, bütün zarurî olan esasları dikkate al­saydık, o zaman bu, hâcî esasları veya bizzat zarurî olanları ihlâle uğratabilirdi.[22] Ama biz böyle yapmaz da, her mertebede onların cüzîlerini de dikkate alırsak, bu o mertebede ve diğer mertebelerde bulunan küllilerin korunması anlamına gelir. Çünkü bu üç merte­be birbirine hizmet eder; bazısı bazısını tahsis eder. Durum böyle olunca da, hepsinin kendi yerinde ve içerisinde bulunduğu hale göre dikkate alınması ve değerlendirilmesi gerekecektir.

Yine Sâri´ Teâlâ bazen, bunlardan[23] hakkında bir nass olma­dıkça akılla asla kavranması mümkün olmayan şeyleri dikkate alır. Bunlar, cüzîyyât konusunda şer´îatın hakkında beyanda bu­lunduğu şeylerin çoğunluğunu oluşturur. Çünkü akıllı kimseler, fetret[24] devrelerinde kendi akılları doğrultusunda bunları koru­makta idiler; ancak bu, insanlar içerisinde âdil olmayan, aralarında hak-nasfet ölçülerine sığmayan bir şekilde oluyordu; bu konuda bir kargaşa yaşanıyordu, bir maslahat elde edelim derken başka bir maslahat ortadan kaldırılıyor, bir ya da daha çok kural ihlâle uğru­yordu. İşte böyle bir ortamda iken, şer´îat maslahat prensibini dik­kate alarak her zaman ve mekanda mutlak hak ve nasfet Ölçülerini ikame eyledi, maslahatlar içerisinden bidüziyelik arzedenlerle başka bir yönden diğer maslahatlarla çatışanları belirtti. Arâyâ vb.tasarrufların istisna...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Şer’i Deliller
« Posted on: 24 Nisan 2024, 06:31:22 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Şer’i Deliller rüya tabiri,Şer’i Deliller mekke canlı, Şer’i Deliller kabe canlı yayın, Şer’i Deliller Üç boyutlu kuran oku Şer’i Deliller kuran ı kerim, Şer’i Deliller peygamber kıssaları,Şer’i Deliller ilitam ders soruları, Şer’i Delillerönlisans arapça,
Logged
29 Eylül 2010, 00:18:24
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Eylül 2010, 00:18:24 »

Fasıl :

Burada sözü edilen iki itibarın geçerliliği, biri diğerine vasıf durumunda olan muhtelif fiillerde sozkonusu olur. Böyle olmayan fiillerde ise, iki itibar geçerli olmaz.

Şöyle ki: Aralarında telâzum bulunan fiiller, ya biri diğerinin vasfı olur ya da olmaz. Eğer ikincisi ise, aralarında gerçek anlamda telâzum yok demektir. Meselâ zina veya hırsızlığın terki ile birlikte namazın terki gibi. Çünkü bu iki terkten biri diğeri için bir vasıf durumunda olmaz. Zira işleme konusunda aynı anda bir arada bu­lunma (tezahüm) durumu yoktur. Çünkü mükellef için, meşru ve­ya gayr-ı meşru her fiili terketmesi mümkündür. Bu durum, mü­kellef için onların aynı anda ve aynı zamanda bulunması gereken şeyler olmadığı içindir. Bunun da sebebi, onların selbî bir duruma dönük olmalarıdır. Selbî olan şeyler, tamamen itibarî şeyler olup bir hakikatları yoktur. Eğer birinci durum sozkonusu ise, fiillerden biri diğeri için ya selbî bir vasıftır ya da vücûdî bir vasıftır. Eğer selbî bir vasıf ise, ya onun itibara alınmış olduğu özel olarak şer´îatta sabittir ya da değildir. Eğer birinci şıktan ise, o zaman haricî olan şeklin dikkate alınacağı konusunda bir problem bulun­mamaktadır: Meselâ, namazda taharetin, kıbleye yönelmenin ter-kedilmesi gibi. Eğer ikinci şıktan ise, selbî vasfın dikkate alınma­yacağı konusu açıktır. Borcunu ödemekten kaçmak için namaza sıgınan bir kimsenin borcu ödemeyi terkle birlikte namaz kılması gi­bi. Çünkü bu namaz, her ne kadar bir vacipten kaçış diye nitelense de, bu hariçte varlığı olmayan tamamen takdirî itibarî bir vasıf ile olmaktadır. Eğer vasıf vücûdî ise, bu konu üzerinde durulması gereken bir husus olmaktadır: Gasbedilen yerde namaz kılma, gas-bedilen bıçakla hayvan kesme, özü haricinde kalan özelliklerinden dolayı fâsid olan alış-veriş türleri vb. gibi.

Hasılı, terkler —terk olmaları hasebiyle- hariçte telâzum ya­ni birinin varlığından diğerinin lazım gelmesi durumunu doğur­mazlar. Şer´an bir telâzum sabit olmadıkça, fiillerle terkler arasın­da da böyle bir durum olmaz. Meselenin asıl kaynağı şudur: Terk­ler, vücûdî fiil için vücûdî vasfın yokluğu durumunda ancak itibara alınırlar. Meselâ namaz için taharet gibi. Fiillerle fiillerin bir arada bulunmasına gelince, hariçte bir araya geldiklerinde telâzum doğu­ran işte bunlar olmaktadır. Bu durumda onlardan belli bir nitelik­le anılan tek bir fiil ortaya çıkar ve bu durumda daha önce de geçti-ği gibi hem o fiile hem da o vasfa birden bakılır. ALLAH-u a´lem! Bu meselenin, emir ve nehiy bahsi ile de ilgisi bulunmaktadır. [124]

Beşinci Mesele:


Serî deliller iki kısımdır: a) Sırf nakle yönelik olanlar, b) Sırf rey ve düşünceye yönelik olanlar. Bu taksim, delillerin asıllarına nisbetle olmaktadır. Yoksa bunlardan herbiri diğerine muhtaç bu­lunmaktadır. Çünkü naklî delillerle istidlalde bulunabilmek için mutlaka düşünceye ihtiyaç vardır. Nitekim rey ve düşüncenin mu­teber olabilmesi için de mutlaka şer´î bir dayanağının olması gerek­mektedir.

Birinci kısım, Kitap ve Sünnetten ibarettir. İkinci kısım da kı­yas ve istidlali içine alır. Bunlardan her bir gruba daha başka de­liller de —ittifakla ya da ihtilafla— katılır. Birinci gruba bütün şe­killeriyle icmâ[125], sahabî kavli[126] ve bizden öncekilerin şer´îatları katılır. Çünkü bütün bunlar ve bu anlamda olanlar düşünceye yer vermeksizin sırf nakil ile amelde bulunma anlamına gelir. İkinci gruba ise, istihsan ve nazarî bir duruma râci olduklarını kabul et-meraiz durumunda mesâlih-i mürsele katılır. Eğer maslahatlar mânâların genel çerçevelerine girerler (umûmâtı-ı maneviyyeye râci) dersek, o zaman onlar da birinci gruba dayandırılmış olurlar. Nitekim bu husus, bu kitabın ilgili yerinde[127] —ALLAH´ın izni ile— anlatılacaktır.

Fasıl:

Sonra bütün sert delillerin aslında birinci kısım içerisinde yer aldığını da söyleyebiliriz. Çünkü biz ikinci kısım içerisinde yer alan delilleri akıl yolu ile ispat etmiş değiliz. Onları sadece birinci kısım­dan olan deliller yolu ile ispat etmiş bulunuyoruz. Çünkü onlara iti­mat etmenin sahih olacağını gösteren deliller onlardan çıkmış­tır.[128]Durum böyle olunca, birinci kısım deliller temel dayanak ol­maktadırlar.

Bu durumda birinci kısımdan olan delillerin, teklifi hükümlere mesned teşkil etmesi iki yönden olmaktadır:

a) Cüzî ve ferî hükümlere delalet etme yönü.

b) Cüzî ferî hükümlerin tesbitinde kıstas olarak kullanılacak kaide ve prensiplere delalet yönü.

Birinci delâlet şekline örnek: Meselâ, taharet, namaz, zekat, hac, cihad, av, boğazlama, alış-veriş, had ve cezalar vb. gibi konu­larla ilgili hükümleri göstermesi.

İkinciye örnek de, meselâ icmâm, kıyasın, sahabî kavlinin, biz­den Önceki şeriatların hüccet oluşlarını göstermesi gibi.

Fasıl:

Sonra birinci kısmı oluşturan deliller de sonuç itibarıyla iki açıdan Kitaba çıkarlar. Şöyle ki:

a) Sünnet ile amel etmek ve ona itimat etmek, ancak Kitab´ın delalet ve onayı ile olmuştur. Çünkü peygamberin doğruluğuna de­lil mucizelerdir. Hz. Peygamber ise "Bana verilen şey, sadece ALLAH´ın bana indirdiği vahyidir´[129] sözü ile kendi mucizesi­nin yalnızca Kitaba münhasır olduğunu belirtmiştir. Gerçi Hz. Pey-gamber´in pek çok mucizesi bulunmaktaydı; ancak bun­lar içerisinde Kur´ân´ın mucizeliği hepsinden daha büyük oluyordu.Hem sonra Yüce ALLAH Kur´ân´da: "Ey inananlar! ALLAH´a itaat edin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin..."[130] buyuruyor ve pek çok yerde de "ALLAH´a ve Rasûlünne itaat edin..."[131] buyruğunu tekrarlıyordu. Bu emrin tekrar edilmiş olma­sı, ALLAH Rasûlünün, —ister Kitap dahilinde olsun ister Kitap hari­cinde (yani Sünnet)— ne getirirse getirsin mutlaka ona itaat edil­mesi gerektiğini gösterir. Yine Yüce ALLAH: "Peygamber size ne ver-rirse onu alın; sizi neden menederse ondan geri durun[132] "Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesin­den veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar"[133] vb. bu­yurmaktadır.

b) Sünnet, Kitabı açıklamak ve onun mânâlarını şerhetmek için gelmiştir. Bu hususu belirtmek üzere Yüce ALLAH şöyle buyur­maktadır: "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur´ân´ı indirdik[134] "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et"[135] âyette sözü edilen tebliğ iki çeşit olur:

1. Risâletin yani Kitabın tebliği.

2. Onun mânâsının açıklanması.

Hz. Peygamber de emredildiği şekilde yapmıştır. On­dan gelen Sünnet üzerinde düşünüldüğü zaman, onların Kitabı be­yan sadedinde olduğu görülecektir. Bu, konu ile ilgili genel bir açık­lama olmaktadır; tafsilat —inşALLAH— ileride gelecektir.[136]

Bu durumda ALLAH´ın kitabı asılların aslı, düşünürlerin düşün­celerini dayandıracağı son merci, ictihad erbabının hükümleri ala­cağı temel kaynak olmaktadır ve onun ötesinde başvuracak daha başka bir esas da yoktur. Çünkü o ALLAH´ın kadîm kelâmı olmakta­dır ve "Doğrusu herşey Rabbinde biter"[137]. Yüce ALLAH şöyle buyu­rur: "Sana herşeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur´ân´ı indirdik[138]"Kitab´ta Biz hiçbirşeyi eksik bırakmadık"[139] Bu konu ileride detaylarıyla birlikte açıklanacaktır.[140] [141]

Altıncı Mesele:



Bütün şer´î deliller iki mukaddime üzerine kurulurlar:

a) Birincisi, hükmün dayanağının (menât) tespitine yönelik iş.

b) Bizzat hükmün kendisine yönelik iş.

Birincisi nazarîdir (fikrî). Burada nazarîden kasdını, nakli ol­mayan demektir. Zorunlu olarak tespit edilmiş olması ile fikir ve düşünce yolu ile tespit edilmiş olması arasında fark yoktur. Bu du­rumda burada nazarî ile, zarurînin karşılığını kastetmiş olmuyo­rum.

İkincisi ise, naklidir. Bu husus, her şer´î talep konusunda gayet açıktır; hatta aynı durum[142] aklî ve naklî diğer konularda da geçer­lidir.

Bu durumda şöyle dememiz doğru olacaktır; Birincisi hükmün dayanağının tespitine (tahkîkî´l-menât); ikinci ise hükme yö­neliktir. Ancak burada amaçlanan şey, şer´î talep konularının açık­lığa kavuşturulmasıdır. Meselâ ´Her sarhoşluk veren haramdır´ de­diğimiz zaman, bu küllî ile herhangi bir cüzî hakkında hüküm ver­mek, işaret edilen iki husus gerçekleştirilmeden önce mümkün ol­maz. Çünkü şer´î hükümler, fiili işleyenler hakkında, işledikleri fiil­lerin mahiyetine uygun hükümde bulunmak için gelmişlerdir. Meselâ kişi şarap içmeye yeltendiği zaman ona önce: ´Bu şarap mı değil mi ´ denilir. Bu safhada mutlaka onun şarap olup olmadığının üzerinde durulması gerekmektedir. Hükmün dayanağının tespiti işinden kastedilen işte budur. Muteber bir inceleme sonucunda onun şarap olduğunu ya da şarap emareleri taşıdığını tespit edince: ´Evet, bu şaraptır´ diyecektir. Bu noktada ona: ´Her türlü şarabın kullanılması haramdır´ denilecektir ki ondan kaçınsın. Aynı şekilde meselâ kişi bir su ile abdest almak istese, bu noktada mutlaka su üzerinde durması gerekecek ve onun mutlak[143]su olup olmadığını tespite çalışacaktır. Bu da suyun rengine, kokusuna ve tadına bak­mak ile olacaktır. Bu incelemeden sonra o suyun aslî yaratılışı üze­re olduğu ortaya çıkınca, hükmün dayanağı onun katında ortaya çıkmış ve suyun mutlak su olduğu belirmiş olacaktır. Nazarî olan mukaddime işte bu oluyor. Sonra bu nazarî mukaddimeye ikinci ve naklî mukaddimeyi ekleyecek ve ´Mutlak olan her su ile abdest al­mak caizdir´ diyecektir. Abdest almakla yükümlü mü, değil mi ko­nusunun tesbitinde de aynı şeyi yapacak; önce abdestsiz olup olma­dığını tespit edecek; bu tespiti yaptıktan sonra da —ki bu hükmün dayanağı oluyor—, naklî mukaddimeyi getirecek ve böylece abdest almakla yükümlü olduğu sonucuna ulaşacaktır. Hades halinin b...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 00:19:16 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:20:44
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Eylül 2010, 00:20:44 »

Bunun pek çok örnekleri vardır: Meselâ bâtınîlerin kendi çirkef görüşlerine bilinen meşhur tevillerle istidlalde bulunmaları gibi. Kitap bahsinde —inşallah— bu konuda açıklamalar gelecektir. Tenasüh[244] inancında olanların kendi inançlarına ´´İstediği şekilde seni terkip eden.,[245]âyetini delil olarak kullanmaları gibi. Pek çok itikadı mezhep mensupları, kendi görüşlerinin doğruluğunu or­taya koyabilmek için Kitap ve Sünnet´in zahirine sarılma yoluna gitmişlerdir. Halbuki bu görüşler ilk nesillerce ne sözü edilmiş ne de onlardan hiçbir kimsenin aklından geçmemiş şeylerdir. Hâşâ böyle şeyleri düşünmekten onlar uzaktırlar. Kur´ân´m koro halinde okunmasının [246] , halka halinde yüksek sesle zikir çekmenin câizli-ğine dair "Allah´ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için bir kavim toplanırsa..[247]"Allah´ı zikrederek bir kavim topla­nırsa...[248] gibi zikir meclislerinin fazileti hakkında gelen hadis­lerle istidlalde bulunma çabaları da aynıdır.Keza müezzinlerin geceleyin (evlere vurarak) çağırmasının ca-izliğine de "Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O´na çağı­ranları! yalvaranları[249] kovma,[250] ve "Rabbinize gönülden (tazarru ile) ve gizlice çağırın I yalvarın´ü[251] âyetleri ile delillendir-me çabaları da böyledir. Geceyi ihya edenlerin Kur´ân´ı cehri ola­rak okumalarını da delil olarak kullanmışlardır. Mescidlerde ve başka yerlerde raksetnıenin (oyun, dans) câizliğine, Habeşlilerin mescidde kılıç-kalkan oynadıklarını belirten hadisle ve bu hadiste bulunan Hz. Peygamber´in onlara: "Haydi bakalım ey Erfide oğulları!´[252] buyurmasım delil olarak kullanma çabaları da aynıdır.

Bir bid´at koyan ya da selef-i sâlih zamanında bulunmayan ve sonradan ortaya çıkan birşeyi güzel gören ve bu tavrını destekle­mek için de şöyle bir delil getirmeye çalışanlar vardır: "Selef-i sâlih, Hz. Peygamber zamanında bulunmayan bazı şeyler orta­ya koymuşlardır. Meselâ, Kur´ân´ın mushaf haline getirilmesi, ki­tapların tasnif edilmesi, divanların kurulması, zenâatkârların taz-rr.inle sorumlu tutulmaları ve benzeri usûlcülerin mesâlih-i mürse-le bahsinde zikrettikleri diğer örnekler gibi" Böyle bir yaklaşım ser­gileyen bu kimseler meseleyi karıştırmakta ve hata etmektedirler. Fitne ve fesat çıkarmak, keyfi tevillere girişmek için şer´î nasslar içerisinde bulunan müteşâbihâta yapışmışlardır. Böyle bir yakla­şım din adına tümden hatadır ve inkarcıların yoluna uymaktan başka birşey değildir. Çünkü böyle bir yola başvuran ve keyfi tevil­lere girişen kimseler, ya şer´î kaynaklardan selefin anlayamadığı şeyleri anlamışlardır; ya da onların anlayışından sapmışlardır. Doğru olan bu sonuncusudur. Zira seleften ilk nesiller (mütekaddi-mûn), doğru yol üzere idiler; zikri geçen vb. delillerden de ancak üzerinde bulunageldikleri şeyleri anlamışlardır. Bu sonradan icad edilmiş şeyler ise onlar zamanında yoktu; onlarla amel etmiş de de­ğillerdi. Bu durum, sözü edilen delillerin sonradan icad edilen o mânâları asla içermediğini gösterir. Onların sonradan icad edilen mânâlara muhalif olarak amelde bulunagelmeleri de sonradan or­taya çıkıp da yeni yeni mânâlar çıkaran kimselerin istidlallerinde, uygulamalarında hatalı olduklarını, bu tavırlarıyla Sünnete muha­lif düştüklerini gösteren icmâî bir delil olur.

Bu tür istidlallerde bulunan kimselere şöyle denilir: Senin or­taya çıkardığın bu mânâ, ilk nesillerin uygulamasında yer alıyor mu Yoksa onların uygulamaları içerisinde böyle birşey yok mu Eğer olmadığını sanıyorsa —ki mutlaka öyle olması gerekiyor— o zaman kendisine: Senin dikkatinden kaçmayan birşey hakkında onlar gaflet içerisinde mi idiler Yoksa onlar câhil mi idiler Tabiî bu soruya evet diyemeyecektir; çünkü böyle bir cevap kendisinin rezil ve rüsvaylığını ortaya koyacak ve icmâm delinmesi gibi bir so­nucu getirecektir. Eğer o: Onlar diğer delilleri bildikleri gibi bu de­lillerin kaynaklarından da haberdar idiler, derse ona bu kez: Peki, sence onlarla bu delillerin gereği ile amel etme arasına giren ve on­ları amelden engelleyen şey ne idi Niçin bunları bırakarak başka delillere gittiler Onların bu tutumu —Ey yalancı!— senin değil de onların hata üzerinde birleşmelerinin bir sonucu olmaktan başkası olabilir mi Halbuki kesin şer´î ve örfî deliller bunun aksini söylü­yor. Dolayısıyla selef-i salibin üzerinde bulunduğu uygulamalara ters düşen her yeni şey sapıklığın tâ kendisidir.

Eğer bu sahip olduğu görüşün evvelki nesiller içerisinde sükût geçilmiş (meskûtun anh) konulardan olduğunu iddia ederse bakılır: Eğer meskûtun anh olur ve deliller içerisinde ona cevaz bulunursa o zaman zaten muhalefetten söz edilmez. Muhalefet, onlardan nak­ledilenin zıddına hareketle inad göstermesi durumundadır ve bu, münker olan bid´at olmaktadır. Bu durumda ona şöyle denilir: Ha­yır (bu sükût değil) aksine muhaliftir. Çünkü şer´îatta sükût geçi­len konular iki kısımdır:

a) Hz. Peygamber zamanında esbâb-ı mûcibesi oldu­ğu halde sükût geçilmiş ve ve hakkında o zamanda bulunan hükümler ötesinde ilave bir hüküm getirilmemiştir. Bu du­rumda (ziyadeye gidilerek) ona muhalefet imkânı yoktur. Çünkü selefin şunlarm amel ettiği şeyi terketmiş olmaları ona zıt düşmektedir. Kim şeriata onda olmayan birşey ekle­mek isterse Sünnete muhalefet etmiş olur. Nitekim Makâsıd bölümünde bu husus açıklanmıştı,

b) Hz. Peygamber zamanında esbâb-ı mûcibesi bu­lunmayan ve bu yüzden de hakkında sükût geçilen konular. Bunlar daha sonra meydana gelmiş ve bu gibi durumlarda genel prensiplerden hareketle şer´îatm ruhuna uygun hü­kümler konulmuştur. Bunlar mesâlih-i mürsele diye anıl­maktadır. Bu esas, şer´î hükümlerin üzerine kurulduğu esas prensiplerden biri olmaktadır. Çünkü bu prensip de —usûl kitaplarında belirtildiği gibi— şer´î delillere dönük olmakta- : dır. Dolayısıyla bunların bid´at cinsi altına sokulması sahih değildir. Sonra mesâlih-i mürsele —delil olarak kabul edenlere göre— asla taabbudî konularda geçerli değildir. Bu prensibin geçerli olduğu saha, ümmetin varlığını sürdürmesi ve fertlerinin âdetlerle ilgili tasarruflarında kollanması ge­reken konulardadır. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, -ki o mesâlih-i mürsele ile amel konusunda en geniş davranan­dır— ibâdetler konusunda çok titiz davranmakta ve ibadet­lerin mutlaka ilk nesillerin uygulamasına uygun düşmesi konusunda ısrar etmektedir. O yüzden de delillerin mutlak !ifadesi yasak getirmese bile bazı şeyleri yasaklamış, bazı

şeyleri de mekruh görmüştür. Çünkü onun kabul ettiği pren­sibe göre, bu tür delillerin mutlak ifadeleri uygulama ile ka­yıtlanmış olmaktadır; dolayısıyla onların üzerine bir ilave getirmek mümkün değildir. Usûl kitaplarında yine bildirildi­ği üzere, mutlak bir nassa rağmen eğer uygulama belli bir şekil üzere cereyan etmişse, mutlak olan o delil, bir başkası hakkında hüccet olmaz.[253]

Hasılı, hakkında mutlak bir delil bulunan bir durum hakkında emir ya da izin bulununca, ilk nesillerin de onunla ilgilendikleri ve gereğince amel edegeldikleri görülürse, o şeyde uygulama dışın­da başka bir şekilde de amelin olabileceğine dair bir delil olamaz.Aksine onun (mutlak ifadenin), sözkonusu farklı şekle de delalet edebilmesi için tabi olacağı bir delile muhtaçtır. Bütün bunlar bu kitapta Emir ve Nehiy konusunda, fakat başka bir açıdan açıklan­mıştır. Şu halde selef döneminde mevcut uygulamaya muhalif olan görüşler sükût geçilmiş (meskûtun anh) konulardan değildir. Keza bunlar mesâlih-i mürsele kabilinden de değildir. Şu halde geriye sadece, selef-i sâlihin uygulamasına ters düşme durumu kalmakta­dır. Ayakların kayması için de bu kadarı yeterlidir. Tevfîk ancak Allah´tandır.

Fasıl:


Bil ki: Selef-i sâlihînin uygulamasına muhalefet hep aynı kate­goride değildir. İçlerinde hafif olanları olduğu gibi şiddetli olanları da vardır. Bu konunun açıklanması uzun izahlara ihtiyaç gösterir. O yüzden bunu müctehidlerin değerlendirmelerine bırakalım. An­cak muhalif durumunda olanlar iki gruptur:

a) İctihad ehlinden olanlar. Böyle birisi içtihadında ya bütün gayretini kullanmış olur[254]; ya da öyle olmaz. Eğer Öyle ise, onun için bir günah sözkonusu olmaz ve o her halükârda sevap alır. Eğer içtihadın tam hakkını vermez ve taksir gösterirse, o zaman o kişi usûlcülerin belirttiği üzere günah­kar olur.

b) İctihad ehlinden olmayanlar. Böyle bir kimse kendisini mu­halefet içerisine yanlışlıkla ya da mugalata sonucunda sok­muş olmaktadır. Çünkü böyle bir kimsenin muhalefete yet­kisi olduğuna dair ehil kimseler tarafından şehadette bulu­nulmamış; kendileriyle birlikte bunların da meseleye dahil olduklarını kabul etmemişlerdir. Böyle bir kimsenin tavrı kötü karşılanmış ve yerilmiştir.

Selef-i sâlihin (mütekaddimîn) uygulamasına muhalefet ancak bu tip insanlardan sudur eder. Çünkü müctehidler, her ne kadar mesâilde ihtilaf etmişlerse de, ihtilafları genelde iki noktada topla­nır: a) Ya ilk nesillerin üzerinde ihtilaflı oldukları[255] konularda ih­tilaf etmişlerdir. Bu kısımda ilk nesillerin amel konusunda da ihti­laf etmeleri lazım gelir, b) Ya da bir mesele ki, mütekaddimîn (meselâ sahabe) için görüş itibarıyla ihtilaf ortaya çıkmaz ve her­kes kendi görüşü doğrultusunda istidlalde bulunmaz. Buna rağmen kendilerinden amel konusunda farklı durumlar rivayet edilir. Müc-tehidlerin ihtilafı ikinci olarak işte böyle bir konuda olur.[256]

İkinci kısma yani içtihada ehil olmayanlara gelince, bunlar amele uygunluk noktasında tercihi gerektirecek unsurlardan ne bulunduğunu bilemezler. Çünkü delilin amele uygunluğu, kullanı­lan delilin bir şahidi olur; onu icmâın tasdik ve teyidi gibi güçlendi­rir. Çünkü amel (uygulama, teamül) bir nevi fiilî icmâ olmaktadır. Delilin amele muhalif düşmesi durumu ise böyle değildir. Çünkü Öylesi bir muhalefet, delili zayıflatır veya onu yalana çıkarır. Sonra delilin amele uygun düşmesi, deliller için sözkonusu olan ve onları zayıflatıcı rol oynayan ihtima...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:22:25
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 29 Eylül 2010, 00:22:25 »

[81] Daha önce geçti. bkz. [2/305].

[82] Çünkü bu hadis zannî bir delil olmakta, onu teyid eden kesin bir esas bu­lunmadığı gibi, reddeden başka bir esas da bulunmamaktadır.

[83] Daha önce geçti. bkz. [2/46].

[84] Çünkü buradaki amaç, katî olanla mânâ bakımından uyum içinde olması­dır. Bu ise, usûlcülerin kastettikleri şeyden daha Özel bir durumdur. Çün­kü bazen, haberin mânâsı, özel mânâsında katî olanla uyum içerisinde ol­mayabilir. Ancak, onunla amel bakımından, katî olan kaide (yani vâbid haberle amel kaidesi) altına girdiği için o da katî sayılacaktır. "Katil, vâris olamaz" haberi, burada murad olan mânâ ile değil de, usûlcülerin kastettikleri mâna ile katîye raci olur. Çünkü mânâsı konusunda, kendisi­ni teyid eden katî ile uyum içinde değildir. O yüzden, burada kastedilen daha özel bir mânâ olmaktadır

[85] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/12-22

[86] Bu, ilâhî ve itikadı hükümlerin delilleri konusunda açıktır. Amelî hüküm­lere gelince, bunlardan maksat tasdik değil, sadece fiilin işlenmesidir. Ge­lecek diğer izah şekillerinde durum birincideki gibi olabilir ve onlarda, da ıtikâdî hükümlerle, amelî hükümlerin delilleri arasında bu açıdan- bir fark bulunmaz.

[87] Çünkü böyle bir durumda, akıllı kimsede, getirilen yükümlülüğe zıd düşen ve onu engelleyen akıl bulunmaktadır. Çünkü getirilen delil akıl ile çatış­mada ve akıl onun zıddınm makûl olduğunu düşünmektedir. Meselâ deli ise böyle değildir. Onun getirilen hükmün ne lehinde ne de aksi istikame­tinde düşünme gibi bir durumu yoktur. Onun için denilebilecek şey, sadece onun o yükümlülük için hazır olmadığıdır. Akıllı kimse ise, o şeyin zıddı için kendisini kabule hazır görmektedir. Birşeye ulaşmak için vasıtası olmayan kimse ile, o şeyin zıddına ulaştıracak vasıta içerisinde olan kimse arasında fark vardır. O şeyden ikincinin uzaklığı daha fazla ve güçlü ola­caktır.

[88] Yani itikadı konularda,

[89] Yani deliller karşısında bir süre inat ettikten sonra veya inat etmeden he­men.

[90] Yani amelî konularda. Bu ayırım ehl-i sünnete göredir. Mutezileye göre ise.

her iki durum da (yani tasdik ve itaat) açıkça cereyan eder. Çünkü akıl, bu delillerin gereğinin güzelliğini tasdik eder. Öyle ki, deliller, aklın idrak et­miş olduğu güzelliğe uygun olur.

Ehl-i sünnete göre, akılların boyun eğmesi amelî konuların delilleri hakkın­da da geçerli olabilir; şu mânâda ki akıllar şer´îatın bidüziyelik arzedecek şekilde sadece kulların dünyevî ve uhrevî maslahatlarım temin etmek için geldiğini genel olarak kavrayabilir; özel hükümde bulunan husûsî masla­hatı kavrayıp kavrayamaması ise Önemli değildir. İşte bu, aklın boyun eğ­mesinin mânâsı olur.

[91] Şâri´in, şer´îatı anlaşılır olsun için koyması bahsinde.

[92] Sûre başlarındaki harfler de bunlardandır. Burada sözü edilen müteşâ-bihâttan farklıdır. Çünkü müteşabihât bir bakıma kavranabilir, ancak netliğe ulaşılamaz. Burada sözü edilen kısım ise asla mânâsı kavranama-yacak şeylerdir. Böylece bir sonra sözü edilecek kısım ile aralarında fark olduğu anlaşılmalıdır.

[93] Hıristiyanlıkta Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlüsünden oluşan inanç sistemi. (Ç)

[94] Yani bu haliyle onlar, anlamı akılla anlaşılabilen kısımdan olmaktadır.

[95] Üçüncü itiraz noktasının cevabı ile birleştirilmiştir. Çünkü her iki itiraz noktasının esası aşağı yukarı aynıdır.

[96] Âl-i İmrân 3/7.

[97] Necran hıristiyanları aslen Arap oldukları için müellif böyle bir kayıt getir­miştir. Onlar aslen Arap olmakla birlikte komşuları olan Acemlerin ifade tarzlarının etkisinde kalarak ´Biz yarattık´ ... gibi ifadelerden ne kastedil­diğini anlayamamışlar ve tazim için olan bu ifadeyi gerçek anlamda çok­luk için sanmışlardır.

[98] Arap diline vakıf olması denilse idi daha isabetli olurdu.

[99] Mü´minûn 23/101.

[100] Sâffât 37/27.

[101] Nisa 4/42.

[102] En´âm 6/24.

[103] Naziât 79/28-30.

[104] Fussılet 41/9-11.

[105] Lafzı tercümesiyle "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametli idi..." anla­mında. (Ç)

[106] Sâffât 37/27.

[107] Nisa 4/42.

[108] Nisa 4/82.

[109] Meselâ bkz. İbn Kuteybe, Te´vîlu müşkili´l-Kur´ân, Beyrut 1981 ; İbn Ku-teybe, Te´vîlu muhtelefı´l-hadîs, Beyrut 1985. (Ç)

[110] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/22-29

[111] Bu mesele, usûl kitaplarında ele alınan bir şeyin aynı yönden hem vacip hem de haram olmasının muhalliği´ konusu ile ilgilidir. Müellif burada bu mesele ile, konu üzerinde derinleşmek ve gasbedilmiş bir yerde kılı­nan namazın hükmü gibi meselelerde niçin ihtilaf edildiğini açıklığa ka­vuşturmak istemektedir.

[112] . Şâri´in emirden maksadı, zihnî makûllüğe yöneliktir görüşünde olanlar bu esas üzerine şunu bina ediyorlar: Kişi emredilen şeyi, zihinde itibar edilen şart ve rükünleri ile birlikte tam olarak yapması durumunda sa­hih olacaktır ve bu kimseler bu görüşe varırken, o şeye eklenen haricî durumları dikkate almamaktadırlar. Çünkü Şâri´in maksadı bu kadarlık-la gerçekleşmiş olmaktadır. Meselâ gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz, Şâri´in namazın hakikatinde bulunmasını istediği şart ve rükünleri içer­mesi durumunda sahih ve yeterli olacaktır ve namazın hakikati dışında haricî vasıflar onun sıhhatine hükmetmek için —nehyi gerektiren bir mefsedet olsa da— dikkate alınmayacaktır. Çünkü bunlar hârici özellik olmaları itibarıyla emredilen şeyin bir parçası kabul edilmeyeceklerdir. Bunun sonucunda da, tümünün fesadını gerektiren bir kısmı sahih, bir kısmı fâsid gibi bir durum meydana gelmeyecektir.

Ama biz, deliller, zihnen makûl olan bu şeyin haricî fertlerine yöneliktir diyecek olursak o zaman iş değişecektir. Çünkü fertler ancak dış şekil ve kalıpları ile kendilerini göstereceklerdir ve bu haricî şekiller fertlerin ma­hiyetine dahil olacaklardır. Bu durumda emredilen şeyle birlikte hariçte bulunan keyfiyet ve haller, emredilen şeyin bir parçası sayılacak ya da parçası gibi kabul edilecektir. Bu durumda meselâ gasbedilen yerde kılı­nan namaz örneğinde, gasbedilen şeyle faydalanma namazın bir parçası gibi kabul edilecek ve bunun sonucunda namaz, hem sahih olan hem de fâsid olan unsurlardan meydana gelmiş olacağından fâsid olacaktır. Bu mesele ve getirmiş olduğu izahlar, müellifin gerçekten ilminin çok derin olduğunu göstermektedir. Allah ona rahmet etsin!

[113] Yani hariçte vuku şekli gözönünde bulundurularak verilecek; zihinde bu­lunana uygunluğu ölçüsünde değil. Hüküm hariçteki vuku şekli esas alı­narak verilmesi durumunda, o zaman fiilin üzerinde bulunduğu hal, şekil ve kalıpların mutlaka dikkate alınması gerekecektir. Dolayısıyla, eğer fii­lin fesadım gerektiren bir özellikle birlikte bulunmuşsa, o müfsid unsur fiili ifsad edecektir.

Taraflardan her birinin delili -görüldüğü gibi- sanki kuru bir iddia gibi gözükmekte; söze karşı söylenmiş söz intibaını vermektedir.

[114] el-Ka´bî, her mubahta bir haramın terki olduğu görüşündedir. {Görüşü ve reddi daha önce geçti. bkz. [1/111, 124]. ) Bu durumda her mubahın vacip olması lazım gelirdi. Halbuki siz, şer´î hükümler içerisinde her iki tarafı da birbirine eşit olan ve mubah diye anılan bir kısmın bulunduğun­da bizimle görüşbirîiği içerisindesiniz.

[115] Yani bunlarda kesinlikle fiilin özünde bulunmayan tamamen haricî du­rumlar dikkatte alınmış olmaktadır. Eğer öyle olsaydı, onları yasaklamak sahih olmazdı.

[116] Meselâ, tâat üzere ya da günahlara karşı güç kazanmak amacıyla yemek gibi. Aslında yemek mubah iken, bu gibi hârici Özellikler sebebiyle tâat ya da masiyet halini almaktadır. Bu kısım sedd-i zerîadan başka olmakta­dır. Sedd-i zerîada, aslında caiz olan bir işin, harama götürmesi sebebiyle yasaklanması durumu vardır. Örtülü ribâya götüren satışlar (büyûu´1-âcâl) gibi. Böylece müellif burada, kendilerinde Şâri´in haricî va­sıfları dikkate almış olduğu üç tür zikretmiştir: İkisi bunlar. Üçüncüsü de bayram günü oruç tutmanın, güneşin doğması ve batması sırasında na­maz kılmanın yasak kılınması gibi hususlardır. Bu üç tür ile, sadece zihnî makûliyetin dikkate alınmasının bâtıl olduğu gösterilmeye çalışıl­mıştır.

[117] Makâsıd bölümünün üçüncü nevinin yedinci meselesinde konu ele alın­mış ve hakların birbiri ile aynı anda aynı yere taalluk edebilecekleri, bir­birlerine zıd düşebilecekleri vb. belirtilmişti. Meselâ aynı anda hac etme ve cihad yükümlülüğünün karşı karşıya gelmesi gibi.

[118] Tevbe 9/102.

[119] Gasbedilmiş bıçakla hayvan kesme, fâsid ahş-verişlerde vb. olduğu gibi.

[120] Bu delilden çok demogojiye benziyor.

[121] Tevbe 9/102.

[122] Meselâ, namaz için taharetin terki gibi. Bu her ne kadar selbî bir nitelik ise de, şer´an itibara alındığa sabit olduğu için sanki vücûdî nitelik gibi iş­lem görmüştür.

[123] Çünkü âyet, salih amellerle TEbûk gazvesinde cihadın terki arasını bir­leştirmeleri hakkındadır. Burada terk, tamamen selbî bir niteliktir; meselâ namaz için taharet gibi değildir.

[124] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/29-35

[125] Yani İmam Ahmed´den rivayet edildiği gibi meselâ icmâm sadece sahabe­ye has bir durum olduğunu söylesek de söylemesek de; veya İmam Mâlik´in dediği gibi sedece Medine ehlinin icmâmı esas alsak da, almasak da ; veya icmâın hüccetliği için tevatür şartını arasak da aramasak da; icmâm senedinin kıyas da olabileceiğini kabul etsek de —Zahirîler gi­bi— etmesek de hiçbir fark olmayacaktır. Ancak bu son durumda yani icmâm senedinin kıyas olması halinde o icmâ birinci gruba değil ikinci gruba katılmış olacaktır.

[126] Tabiî kendi şahsî içtihadı olmadığı zaman.

[127] İctihâd bahsinde onuncu meselede.

[128] Yani ikinci kısmın de...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes