> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı  (Okunma Sayısı 1949 defa)
27 Eylül 2010, 01:33:03
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 27 Eylül 2010, 01:33:03 »



Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı

Konu onüç mesele altında işlenecektir:

Birici Mesele:


Serî yükümlülükler, yaratılış konusunda gözetilen maksatların korunmasına yöneliktir. Bu maksatlar üç kısımda top­lanır ve bir dördüncüsü de yoktur:

a) Zarurî olanlar.

b) Hâcî olanlar.

c) Tahsînî olanlar.


a) Zarurî Olan Maksatlar (Zarûriyyât):


Onsuz olmayan, din ve dünya işlerinin kıvamı kendilerine bağlı bulunan hususlardır. Eğer bunlar bulunmayacak olsa, dünya işleri yolundan çıkar, fesad ve kar-grı şa doğar, hayat ortadan kalkar. Keza bunların bulunmaması duru­munda âhiret işleri rayından çıkar; kurtuluşa erme ve cennet nimetle­rine kavuşma imkanı ortadan kalkar, apaçık bir hüsrana maruz kalı­nır.

Bunların korunması iki yolla gerçekleşir:

1. Bu tür zarurî olan maksatlara varlık kazandırmak ve onların

temellerini sağlam atmak yoluyla. Bu onların varlık kazanmaları açısından göz önünde bulundurulmaları ve dikkate alınmaları demektir.

2. Zarurî olan hususlara zarar vereceği ve onları bilfiil yada beklenti halinde de olsa ortadan kaldırmaya sebebiyet vereceği bilinen şeyleri uzaklaştırmak yoluyla. Bu da onların yok ol­mamaları açısından gerekli tedbirlerin alınmasından ibaret olmaktadır.[1]Örnek vermek gerekirse şöyle diyebiliriz: îman,[2]kelime-i şehâdet getirme, namaz, zekat, oruç, hac ve benzeri ibâdetler, varlık [9] kazandırma açısından dinin korunmasına yöneliktir. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak ve benzeri konularla ilgili beşerî davranışlar[3] (âdât) da, aynı şekilde varlık kazandırma açısından nefsin ve aklın ko­runmasına yönelik şeylerdir. Muamelât[4] ise yine varlık kazandırma açısından hem neslin ve malın hem de nefsin ve aklın korunmasına yö­neliktir. Fakat bu, beşerî davranışlar (âdât) vasıtasıyla (dolaylı) ol­maktadır. Cezaî hükümlere (cinâyât) gelince, bunlar da bütün bu zik­redilenlerin korunmasına yöneliktir. Ancak bu koruma onların orta­dan kaldırılmalarına imkan vermeme; böylece mevcudiyetlerinin sür­dürülmesini sağlama açısından olmaktadır. (Buraya kadar anlatılan ve gerek vücud verme ve gerekse ortadan kaldırılmasını engelleme ve varlığını sürdürme açısından zarûriyyâtın tamamını) iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama prensibi içerisinde toplamak mümkündür.

İbâdetlerle beşerî davranışlara (âdât) misal verilmiştir. Muame­lât ise, insanın başkasıyla birlikte olan ve bir maslahatın teminine yö­nelik davranışlarıdır. Mülklerin bedelli ya da bedelsiz intikalini sağla­yan akitler, köleler üzerine yapılan akitler, menfaatler üzerine akdedilen kira ve iş sözleşmeleri, evlilik akitleri gibi. Cezaî hükümler (cinâyât) ise, korunması istenilen şeyleri ortadan kaldırmaya yönelik fiillerdir. Bu duruma engel olacak ve söz konusu maslahatların orta­dan kalkması durumunda onların telâfisine yönelik önlemler alınmış ve «erekli hükUtnlnr getirilmifttr, NpI´niıı korunmanı için getirilan ki-im ve diyet hükümleri, aklın korun ması için getirilen had cezanı, net­lin korunması için malların kıymetlerinin tazmini,[5]malın korunman İçin el kesme ve tazminat hükümlerinin getirilmesi... bu kabilden ol-inaktadır.

Zarûriyyâtın tamamı beş konuda toplanır:

1. Dinin korunması.

2. Nefsin korunması.

3. Neslin korunması.

4. Malın korunması.

5. Aklın korunması.[6]

Bu beş hususun korunmasına bütün dinlerde/milletlerde •dilmiştir.[7]

b) Hâcî Olan Maksatlar (Hâciyyât):

Onsuz olmakla birlikte bir genişlik ve kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığı za­man genelde sıkıntı ve güçlüklere sebep olan şeylerdir. Bunlara riâyet edilmediği takdirde, mükellefler çoğunlukla sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalırlar.[8] Ancak bu sıkıntı ve güçlükler, zarûriyyâtın bulun­maması durumunda doğan ve genel maslahatlarda beklenti halinde bulunan yaygın fesad derecesine ulaşmazlar.

Hâciyyât da ibâdetler, yeme içme gibi beşerî davranışlar (âdât), muamelât ve cezaî hükümler konularında geçerli bulunmaktadır.

İbâdetler için ruhsatlan örnek verebiliriz. Ruhsatlar hastalık ve yolculuk sebebiyle arız olabilecek meşakkatin ortadan kaldırılmasını amaçlar. Beşerî davranışlarda (âdât) avın helal kılınmasını, helal ol­mak kaydıyla yiyecek, içecek, giyecek, barınak ve binek gibi şeylerin iyi ve kalitelilerini kullanmanın helalliğini misal gösterebiliriz. Muamelât konusunda ise, kırâz (mudârabe), müsâkât, selem gibi akit­leri, alış veriş muamelelerinde ağacın meyvesi, kölenin malı gibi tâbi durumunda olan şeyleri itibara almamak (ilga) gibi şeyler örnek ola­rak gösterilebilir. Cezaî hükümler bahsinde ise, levs ,[9] tedmiye[10] ve kasâme[11] ile hükmetmek, diyeti âkile[12] üzerine yüklemek, zenaatkâr-ları tazminle sorumlu tutmak ve benzeri konular örnek olarak hatırla­nabilir.

c) Tahsîniyyât:

Üstün ahlak anlayışına uygun bir davranış gös­termeyi, sağduyu sahiplerinin hoş karşılamayacağı nahoş hallerden uzaklaşmayı temine yönelik şeylerdir. Bunlar üstün ahlâk (mekâ-.rim-i ahlâk) anlayışının gerektirdiği şeylerdir.

Tahsîniyyât da, zarûriyyât ve hâciyyâtın geçerli bulunduğu sa­halarda söz konusu olmaktadır:

İbâdetlerde necasetin giderilmesi, ki bütün taharet konuları bunun içeritlne girer avrat yerlerinin örtülmesi, güzel elbiselerin giyilmesi, nafile ibâdetlerle, gönüllü yapılan sadaka ve benzeri leylerle AIIhIı´u yaklaşılmaya çalışılması gibi şeyler tahsîniyyât türündendir. Beşeri davranışlarda (âdât) yeme ve içme kuralları, pis ve iğrenç şeyleri yeme ve içmeden uzak durma, israf ve pintilikten kaçınma gibi şeyler örnek olarak zikredilebilir. Muamelât konusunda kazurat gibi pis şeylerin ihtiyaçtan fazla olan su ve. ot gibi şeylerin satımını yasak­lım», koloyu şehâdet ve devlet başkanlığı (imamet) ehliyeti vermeme, kadımı devlet başkanı (imâm) olma ve kendi kendisini evlendirme ilahiyolu tanımama, kölelik hukukunda kitabet akdi, müdebberlik vb. ynllıtrİH ıslaha gitme ve anların azad edilmeleri için çağrıda bulun-Hltt gibi konuları tahsîniyyât için örnek olarak hatırlayabiliriz. Cezai konulurla ilgili hükümler arasında ise, hür insanın köle karşılığında kjıA» olunmaması, cihâd esnasında kadınların, çocukların ve rahible-fin oldürülmemesi esaslarını örnek olarak gösterebiliriz.

Bu verdiğimiz az sayıdaki misaller, onlar durumunda olan diğer hükümlerin de aynı şekilde olduklarına delâlette bulunur. Tahsîniy-yftllıııı olan bu hükümler, zarûriyyât ve hâciyyâttan olan aslî masla-hatlnrn fazladan bir güzellik ve kemâl vasfı getirme amacına yönelik­tir. Çünkü bunların bulunmaması durumunda ne zarurî ne de hâcî maHİahatların ihlâle uğramaları söz konusu değildir. Bunlar sadece Ültlün ahlak ve kemâl anlayışının bir gereği olmakta ve güzelleştirici, lünleyici bir özellik arzetmektedirler.[13]

İkinci Mesele:


Zikri geçen üç mertebenin de tamamlayıcı unsurları (mü-kem milât) bulunmaktadır. Öyle ki, bu tamamlayıcı unsurlar bulun-ınıiHalar, zarurî, hâcî ya da tahsînî olan asıllarında gözetilen asli hik-motler ihlâle uğrayıp ortadan kalkmış olmazlar.

Aslı zarurî olan tamamlayıcı unsurlara misal olarak, kısasta ta­rafların her yönden birbirlerine eşit olmaları hükmünü verebiliriz, Çünkü böyle bir hüküm için zaruret bulunmamakta, aşırı bir ihtiyaç da gözükmemektedir. Bununla birlikte (kısas hükmünün hikmetini) tamamlayıcı bir unsur olmaktadır.[14] Keza nafaka, ücret ve kirazda

emsalleri göz önüne alarak takdirlerde bulunmak,[15] yabancı kadına bakmayı,[16]sarhoş edici şeyden az bir miktar içmeyi ve ribâyı[17] yasak­lamak, helal ya da haramlığı şüpheli konularda takva gereği davran­mak ve onlardan kaçınmak; farz namazları cemâatle kılmak, sünnet­leri ikâme etmek, cuma namazı kılmak gibi dînî şeâirden (semboller, alâmetler) olan şeyleri ortaya koymak, eğer zarûriyyâttan olduklarını söyleyecek olursak satış akdinde rehin ya da kefil istemek veya şâhid tutmak gibi hükümleri zarûriyyât bahsinde tamamlayıcı unsurlara misal verebiliriz.

Hâciyyât konusunda tamamlayıcı unsurlara (mükemmilât) ge­lince, küçük kızın evlendirilmesi durumunda denklik ve mehr-i misil (emsal mehir) aranmasını buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bunlara nikâhın aslına duyulan oranda ihtiyaç duyulmaz. Satış akdinin zarûriyyâttan değil de hâciyyâttan olduğunu söylememiz durumunda ise, kefil ya da rehin istemek veya akde şâhid tutmak gibi hususlar hâciyyâtm tamamlayıcı unsurlarından olacaktır. Keza namazın kısal­tılmasını meşru kılan yolculuk esnasında (öğle ve ikindi ya da akşam ve yatsı) namazlarının cem yoluyla kılınması, şuurunu kaybedeceği endişesinde bulunan hastanın namazını cem ederek kılması hâcîy-yâtın tamamlayıcı unsurlarından olmaktadır. Bu ve benzeri hüküm­lere tamamlayıcı unsurlar (mükemmilât) diyoruz; çünkü eğer bunlar meşru kılınmış olmasaydı hâciyyâttan gözetilen genişlik, kolaylık ve hafifletme aslî amacı ihlale uğramış ve ortadan kalkmış olmayacaktı.

Tahsînî konularda olan tamamlayıcı unsurlara gelince, bunlara örnek olarak da tuvalet âdabı, taharetlerde müstehap olan hususlar, vâcib olmasa bile başlanmış bulunan amellerin tamamlanmaya çalı­şılması, helal kazançtan infakta bulunulması, kurban ve akîka konu­sunda kurbanlık için iyi hayvanın, azâd için değerli olan kölenin seçil­mesi ve benzeri hususları verebiliriz.

Bu meselenin örneklerinden şöyle bir netice ortaya çıkmaktadır: Hâciyyât zarûriyyât için tamamlayıcı unsur mâhiyeti arzet-mektedir. Keza tahsîniyyât da hâciyyât için tekmile durumun­dadır. Çünkü zarûriyyât bütün maslahatların asıl va esasını teşkil et­mektedir. Nitekim bu konunun ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 27 Eylül 2010, 01:35:04 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı
« Posted on: 28 Mart 2024, 15:06:12 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı rüya tabiri,Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı mekke canlı, Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı kabe canlı yayın, Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı Üç boyutlu kuran oku Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı kuran ı kerim, Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı peygamber kıssaları,Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdı ilitam ders soruları, Şari´in Şeriatın Konulmasındaki Kasdıönlisans arapça,
Logged
27 Eylül 2010, 01:37:17
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 27 Eylül 2010, 01:37:17 »

Bu hususu şu hadis de ifâde eder: Hz. Peygamber´e En-sâr hanelerinden hangisinin daha hayırlı olduğu sorulmuştu. Onları hayırlılıklanna göre sıraya koydu ve şöyle cevap verdi: "Ensâr hanele­rinin en hayırlısı Nece ar oğulları hânesidir. Sonra Abdul-Eşheloğulla-rı hanesi, sonra Haris b. el-Hazrecoğullarıhanesi, sonra da Sâideoğul-ları hânesidir." Bu sözünün hemen arkasından Hz. Peygamber, bunla­rın arasında bir zıtlık olduğu anlaşılmasın diye "Ensârın her hanesinde hayır vardır" sözünü ilâve etmişlerdir.[53] Zira ism-i tafdîl kipi aynı zamanda zıtlık anlamı belirtmek için kullanılabilmektedir.Meselâ: "Hayır! Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha bakîdir[54] âyetinde ism-i tafdîl olan kelimeleri bu ablamda kullanılmışlardır. Hz. Peygam-

ber´in sözü sonrasına ilâve ettiği kısımdan ela anlıyoruz ki, Ensâr hanelerinden bazılarını diğerlerine üstün kılmasından, daha alt mertebede tutulan hanelerin üstün olmadığı ve onların meziyetlerinin dü­şürüldüğü anlamı çıkmaz. Eğer öyle olsaydı, bu söz onlar için bir övgü­den çok yergi olurdu. Hadisin sonunda bizim arzettiğimiz bu anlam vurgulanmaktadır. Çünkü hadis şöyle devam ediyor: "Biz Sa´d b. Ubâde´yeyetiştik ve: Görmedin mi RasûlullahEnsâr hanelerinin ha­yırlılarını söyledi de bizi en sona bıraktı, dedik. Bunun üzerine Sa´d Rasûlullah´a yetişerek:

— Yâ Rasûlallah! Ensâr hanelerinin hayırlılarını söylemiş, bizi en sona bırakmışsın!´ dedi. O da:

—´Size hayırlılardan olmanız yetişmiyor mu ´ buyurdu."

Dolayısıyla bu hadiste belirtilen öncelikler, geri plânda zikredi­lenlerin az ya da çok hayırlı olmadıklarını belirtmek için değil, önceki­lerin fazladan daha başka meziyetlere de sahip olduklarını bildirmek için olmaktadır.

Şahıslar, türler ve sıfatlar arasında yapılan takdimleri de aynı şekilde anlamak gerekir. Yüce Allah: "İşte bû peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık[55]"And olsun ki, peygamberleri birbirinden üstün kılmışızdır.[56]buyurmakta, hadiste de "Güçlü mümin, Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve daha sevimli­dir. Hepsinde de hayır vardır [57]buyrulmaktadır.

Kısaca şöyle dememiz mümkündür: Aynı türe ait fertlerin, o tü­rün hakikatine nisbetle sıralamaya (tertibe) sokulması mümkün de­ğildir. Aksine böyle bir sıralama, ancako fertlerin, o türün hakikati dı­şında sahip oldukları özellikler ve haricî nitelikleri dikkate alınmak suretiyle yapılabilir. Bu gerçekten üzerinde durulması gereken bir

tesbittir. Kim bu tesbitimiziîyi anlarsa şerîatı anlama sırasında karşı­laşabileceği birçok güçlük ve problemler çözülmüş olacaktır. Peygam­berlerin birbirlerine olan üstünlükleri,[58] imanın artması ya da eksil­mesi ve benzeri ferî fıkıh meselelerini, bu tesbitten habersiz oldukları için birçoklarının yanıldığı serî manâları bu arada bu tür problemlere örnek olarak hatırlatabiliriz.Tevfîk ancak Allah´tandır. [59]

Yedinci Mesele:


Buraya kadar anlatılanlar neticesinde, Sâri´ Teâlâ´nın, şerîatı vaz etmesindeki amacının dünyevî ve uhrevî maslahatlanngerçekleş-tirilmesi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu amaç gerçekleştirilirken, hem küllî hem de cüzî düzeyde bir nizâmın ihlâline imkan verilmemiştir. Bu durum zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât bölümlerinin tümü için geçerlidir. Eğer bu maslahatlar gerçekleştirilirken nizamda ya da hü­kümlerde ihlâller olsaydı, o durumda teşri maslahatlar için yapılmış olmayacaktı. Zira böyle bir durumda onların maslahat olması, mefse-det olmalarından daha uygun olmayacaktı. Halbuki Sâri Teâlâ´nın on­larda gözetmiş olduğu kasid mutlak anlamda maslahat olmalarıdır. Dolayısıyla bu şekilde konulmuş olmaları için bunların, mutlaka bü­tün mükellefler ve her türlü yükümlülük ve ortam için ebedî, küllî ve genel vasıfta olması gerekmektedir.Biz İslâm şeriatını incelediğimizde Allaha hamd olsun ki du­rumun aynen arzettiğimiz tarzda olduğunu görüyoruz.Keza üç hususun da (zarûriyyât, tahsîniyyât ve hâciyyât) küllî ol­dukları ve bunların genel anlamda hususîlik göstermedikleri, her ne kadar cüzîyyâta indirgendikleri oluyorsa da, bunların da küllî bir bi­çimde olduğu, yine bazı şeyler hakkında hususîlik gösterseler de, bun­ların küllî bir bakış neticesinde olduğu ileride açıklanacaktır. Öbür ta­raftan bunlar küllî oldukları için çerçeveleri altına cüzîler girecektir. Küllî bakış, cüzîlerin ele alınması içindir. Küllî asılların cüziyyâta in­dirgenmesi, onların küllî oluşlarını zedelemez. Bu anlattıklarımız ne­ticesinde, teşrîde kemâle ulaşmış bir nizamın mevcut olduğu ortaya çıkmaktadır. Teşrîde kemâle ulaşmış bir nizâmın bulunması duru­munda ise, teşrîin amaç ve gerekçesi olan maslahatların ortadan kaldırıhnasmı gerektirecek bir durumun bulunması söz konusu olamaz. [60]

Sekizinci Mesele:

Şer´an celb edilmek istenen maslahat ve def edilmek iste­nen mefsedetler, sadece âhiret hayatına yönelik bir dünyâ ha­yatının gereklerini temin için [61]dikkate alınmakta; sırf nefisle­rin arzu ve istekleri doğrultusunda celb ya da defleri istenil­memektedir.

Delilleri:


(1)

İnşallah ileride de geleceği gibi, şeriat, sadece mükellefleri arzu ve heveslerinin esiri olmaktan kurtarmak ve sırf Allah´ın kulu olmala­rını temin etmek için gelmiştir. Şeriatın bu amacıyla, onun, kulların arzu ve hevesleri, her nasıl olursa olsun öncelikle zevklerinin tatmin edilme si istekleri doğrultusunda konulmuş olduğunu varsaymak, bir­birleriyle bağdaşmayacak şeylerdir. Yüce Rabbimiz bu meyanda şöyle buyurmuşlardır: "Eğergerçek (hak) onların heveslerine uysaydı, gök­ler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.[62]

Daha önce de belirtildiği gibi, mükellef için doğan maslahatlar genelde zararlarla katkılı bulunmaktadırlar. Nitekim mefsedetler de bazı faydalar içerir durumdadırlar. Mesela: İnsan hayatının dokunulmazlığı vardır ve onlar her türlü saldırıdan korunmalıdırlar (can gü­venliği esastır). Eğer, ya malın heder edilerekcamn kurtarılması ya da can pahasına da olsa malm korunması gibi bir durum ortaya çıkarsa, malın ziyanı göze alınarak insanın kurtarılmasına öncelik verilecek­tir. Eğer insanın kurtarılması ile dînin ihyası karşı karşıya gelecek olursa* insanın ölmesi pahasına da olsa, dînin ihyâsı öne alınacaktır. Nitekim kâfirlerle cihâd edilmesi, mürtedin öldürülmesi bu esasın birer ayrıntıları olmaktadır. Keza bir insanın hayatı ile pek çok insa­nın hayatı karşı karşıya geldiğinde, bir insanın hayatını ortadan kal­dırarak pek çok insanın hayatını kurtarmak da Öncelik arzedecektir. Yolkesicinin Öldürülmesi örneğinde olduğu gibi. Bu örneklerde de gö­rüldüğü gibi, maslahat ve mefsedetler iç içedir. Yeme ve içmede insan hayatının bekası söz konusudur. Apaçık faydalar içermesine rağmen yeme ve içmede de, gerek onu elde etme esnasında, gerek çiğneme ve yudumlamada, gerek yiyip içtikten sonra hazmetme, dışarı atma vb. gibi hususlarda birçok sıkıntı ve meşakkatler bulunmaktadır.

Bütün bunlarda önemli olan husus, nefislerin arzu ve hevesleri doğrultusunda olmaksızın, din ve dünyanın (birlikte) direği duru­munda olan maslahat yönüdür. Hatta bu konuda sağduyu sahibi in­sanlar, şeriat gelmeden önce dahi, onun getireceği detaylara ulaşamasalar bile, kısmen de olsa esas maslahatlarda görüş birliğine ulaşmış­lardır. Mesela dünya ya da âhiret için dünya hayatının yaşanılır halde tutulması ilkesini benimsemişler ve bir şeriat üzere olmamalarına rağmen bu yüzden birçok arzu ve heveslerin gereğini yasaklamışlar­dır. Şeriat geldiğinde ise, bütün bunlara açıklık getirmiş, âhiret haya­tına yönelik bir dünyâ yaratmak için bütün mükellefleri gönüllü ya da gönülsüz itaate sevketmiştir.

(3)

Bütün menfaat (yarar) ve mazarratlar (zarar) izafî (göreli) olup, değişmez bir gerçeklik arzetmezler. Yani menfaat ya da mazarratlar halden hale, kişiden kişiye ve zamandan zamana farklılık gösterirler. Mesela yeme ve içme insan için açık bir menfaat olmaktadır. Ancak bu, yemek ihtiyacının bulunması, yenilecek şeyin lezzetli, temiz olması; acı ve tiksinti verici olmaması, yer yemez hemen veya zaman içinde bir zarar verici olmaması, elde edilmesi uğrunda gerek dünyada gerekse âhirette bir zarar doğurucu olmaması; keza o şeyin yenilmesinden do­layı hemen ya da zaman içerisinde bir başkasına zarar verilmiş olmaması... gibi şartların bulunmasına bağlıdır. Bu şartların tümü ise, çok nadir bir arada bulunabilir. Pek çok menfaat, bazı insanlar için zarar olabilir; batta aynı insanlar için dahi farklı zaman ve durumlarda za­rar şeklim alabilirler. Bütün bunlar, maslahat ve mefsedetlerin, şehevî arzuların yerine getirilmesi için değil de, dünya hayatının ayakta tutulması için meşru kılındıkları ya da yasaklandıkları konu­sunda açıktırlar. Eğer şehevî arzuların yerine getirilmesi için konulmuş olsaydı, o durumda arzu ve heveslere tâbi olma neticesinde bir za­rarın ortaya çıkmaması gerekirdi. Oysaki durum öyle değildir. Bura­dan da, maslahat ya da mefsedetlerin arzu ve heveslere tâbi olmadık­ları anlaşılmaktadır.

(4)

Aynı fiil hakkında gözetilecek amaçlar farklılık arzedebilir. Bun­dan dolayı bir fiilin işlenmesi durumunda, o fiil ondan fayda bekleyen kimseler için menfaat olacakken, işlenmemesini isteyen kimseler için de zarar sayılacaktır. Bu durumda çoğu kez ihtilafların meydana gelir olması, şeriatın şehevî arzu ve istekler doğrultusunda konulmuş ol­masına imkan vermez. Şeriatın tam ve ahenk içerisinde yürürlükte olabilmesi için mükelleflerin garazlarına uysun uymasın, mutlak an­lamda maslahatın esas alınması gerekecektir.

Fasıl:

Bu arzettiğimiz açıklamalar sonucunda şu kaideler ortaya çıka­caktır:

(1)

Mutlak surette "Menfaatlerde asıl olan izindir (mübahlıktır); za­rarlarda ise yasaklıktır" dememiz doğru...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Eylül 2010, 01:39:18
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 27 Eylül 2010, 01:39:18 »

Bu Tezin Delilleri:

1) Arap edebiyatının pek çok yerinde bidüziyelik arzeden kural­ların gereklerinden çıkılmış olması, nesir olan ifadelerde ihtiyaç olma­dığı halde, manzum olan metinlerde başvurulan hususiyetlerin kulla-

Kaldı ki, Arapların daha önceden Tabiat Târihi adı verilen canlıların ha­yatını konu edinen ilimle uğraştıklarına dair bize herhangi bir nakilde bulu­nulmamış, bu ilimle uğraşan bir kimsenin olduğu nakSedilmemiştir. (Müellif burada Arap dediği zaman Hz. Peygamber devrinde yaşayan Arapları kas-detmektedir. Bu nokta unutulmamalıdır.) Bu durumda müellifin görüşüne göre, Nahl sûresinde bulunan sütün ve balın oluşumu ve bunların yaratılışı sırasındaki Ranbinıizin ortaya koyduğu acaiblikler ile ilgili âyetleri (16/66-67) anlamak için arının ve süt veren hayvanların büny e veyaşantıl arım konu edinen ilimlerden yararlanmamız caiz değildir. Halbuki, pek çok âyetin biti­minde "Bunda düşünen yahut, akıl eden kavimler için âyetler vardır" şeklin­de belirtilen ibret alma ve dikkat çekilen hususlardan kendisine bir pay çı­karma amacının gerçekleşebilmesi için, meselâ burada balın ve sütün nasıl vücuda geldiğinin iyice bilinmesi gerekecektir. Aksi takdirde amaca tam ola­rak uiaşm ak zordur. Bu ise arımıı ve süt veren canlının hayatını konu edinen ilimle mümkündür. Keza bal hakkında "Onda insanlar için şifa vardır" âyetinin de tam olarak anlaşılabilmesi için, balın kimyasal analizinin ve hangi türden hastalıklara nasıl şifa olduğunun, hangi tür hastalıklara da aksine zararlı bulunduğunun bilinmesi gerekecek ve buna göre âyetteki "nâs = insanlar" kelimesinin başındaki el takısının (ön ek) cins için mi, ya da umûm için mi olduğu anlaşılacaktır. İşte böyle. Vakıa Allah´ın kitabı sade­ce Araplar için değil bütün insanlar için konulmuştur ve herkes ondan ken­di kabiliyet ve ihtiyacı ölçüsünde alır. Aksi takdirde bütün Arapların kitabı anlama konusunda birbirleriyle eşit olmaları gerekirdi. Halbuki durum hiç de öyle değildir.kullanılmasi,[142] meramı ifadede daha uygun olan yolların terkedilmesi. Bu tür tasarruflar Arap dilinde az değildir ve bunlar dil bakımından zayıf da kabul edilmemektedir. Aksine, asıl kurallar gereği olan kullanış şe­killeri daha çok olsa da, bunlar da çoktur ve güçlü kullanış şekilleridir.

2) Arap dilinin bir özelliği olarak, ifade edilmek istenen anlam bozulmuyor s a, bazı lafızlar kullanılarak onların müteradiflerinden ve yakın anlamlılarından müstağni olunur. Bu konuda Kur´ân´m, hepsi de yeterli ve eksiksiz olan yedi harf (ahruf-ı seb´a)[143] üzere inmiş ol­ması bizim için yeterli bir delildir. Bu mânâda hadislerde ve Kur´ânı iyi bilen selefin sözlerinde çok örnek vardır. Kıraat imamları, kendile­rince sahih olan ve Mushaf hattına uygun düşen kıraat rivayetleriyle amel edegelmişlerdir ve bu rivayetleriyle onlar hiç kuşkusuz ve üm­met içerisinde tartışmasız Kur´ân okuyucularıdır, Her ne kadar ilk ba­kışta bu kıraatler arasında anlam bakımından farklılıklar var gibi gö­zükse de, bunun bir zararı yoktur. Çünkü bu durumlarda kelâm, baş­tan sona bir anlam bütünlüğü içerisindedir ve hitaptan gözetilen amaç itibarıyla arada bir farklılık bulunmamaktadır. Meselâ, Fatiha süresindeki kelimesinin okunması; âyetinin[144] şeklinde okunması; âyetinin[145] şeklinde okunması gibi. Bunun pek çok örnekleri vardır ve bunların bir zararı da yoktur. Çünkü bunların hepsi, hitaptan ne kastedildiğinin anlaşılması konu­sunda birbirleriyle aynıdırlar ve aralarında bir farklılık yoktur. Dilde bu tür tasarruflarda bulunmak Arapların âdeti idi.

İbn Cinnî, İsa b. Ömer´den bir başkasından da nakledilmiştir şöyle nakleder: Zü´r-Rümme´yi şu şiiri okurken işittim:

Bunun üzerine ona: Bu şiiri daha önce bana şek­linde okumuştun !" dedim. O: aynıdır, diyecevapverdi.[146]Dikkat edilecek olursa, Zü´r-Rümme, beytin anlamı her iki şekle göre de doğru olduğu için bu iki kelime arasındaki farka aldırmamış­tır. Ebu´l-Abbâs el-Ahval rivayetinde ise:ve aynıdır, demiştir. Tabiî bu aynılık, kelimenin lügat anlamı itibarıyla değil, sözden gözetilen amacı ifade açısındandır.[147]

Ahmed b. Yahya da şöyle anlatır: İbnu´l-Arâbî bana şu şiiri oku­du:

Adamlarından biri: Böyle değil. Bize daha önce şeklinde okumuştun" dedi. Bunun üzerine İbnu´l-AVâbî: "Sübhanal-lah! Şu kadar zamandır bizimle kalıyor da ilekelime­lerinin aynı olduğunu bilmiyor!" diye cevap verdi.[148]

Arap şiirleri farklı rivayetlerde farklı şekillerde, birbirinden ayrı lafızlarla gelmiştir. Bütün bunlar, Arapların meramlarını ifadede özel olarak tek ve katı bir şekle bağlı kalmadıklarını, bir kelimenin müte­radifi ya da ona yakın başka bir kelime kullanıldığı zaman bunu bir ayıp ya da kelamda zaaf saymadıklarını gösterir. Ancak başka türlüsü olmayacak yerler bundan bir istisna teşkil eder. Sonuç olarak diyebili­riz ki, bu konuda Araplarca uygulanagelen tavır, çoğunlukla müsa­maha şeklidir.

3) Araplar, lafzın bazı hükümlerini genelde dikkate alsalar da kısmen ihmal ederler. Meselâ, merfu bitişik zamir üzerine yapılacak atfı mutlak surette hoş bulmazlar ve bu zamirin gizli olanı ile lafzı açık olanı arasında bir ayırım yapmazlar.demeyi hoş görme­dikleri gibi, demeyi de hoş görmezler. Ridfde[149] herhangi bir yadırgama göstermeden kelimesi ile kelime­sini bir araya getirebilirler. Halbuki, kelimesi med bakı­mından daha güçlüdür. Tamamen farklı olmalarına rağmen keza kelimesiyle kelimesini de bir araya getirirler.

Beytin anlamı şöyle:"Odunun kurusuyla/sertiyle ateşi destekle, ona karşı saba rüzgarından yararlan ve eüerini ona karşı bir siper et."Nazarî olarak ele alındığında bu ve benzeri lafızların gereği olan pek ince hükümler vardır ki, Araplar bunlara pek dikkat etmezler ve onla­rı ihmal ederler. Tabiî bütün bunlar, onların kullanılacak kelimeleri seçmede aşırı bir titizlik göstermemeleri ve müsamahakâr olmalarının bir neticesinden başka bir şey değildir.

4) Arap dil otoritelerine göre övgüye değer olan Arap edebiyatı ör­nekleri, tabiî olan ve yapmacıktan, tekellüften uzak bulunan metin­lerdir. Bu yüzdendir ki, eğer şâir şiirleri üzerinde sonradan çalışır ve kullandığa kelimeleri ayıklamaya tâbi tutarsa, onun şiirinin örnek alı­nıp alınmayacağı konusunda ihtilâf edilmiştir. Asmaî şâir Hutay´a´yı ayıplardı ve gerekçe olarak da şöyle derdi: "Onun bütün şiirlerini pürüzsüz, güzel buldum. Bu da beni, onun şiirleri üzerinde sonradan çalıştığı ve kullandığı kelimeleri ayıklamaya tâbi tuttuğu neticesine götürdü, Yaratılıştan şâir olan kimse böyle olmaz. Anadan doğma şâir dediğin, iyisiyle kötüsüyle sözü geldiği gibi söyler; ne diyeceği nasıl söyleyeceği üzerinde düşünmez." Onun bu sözü dilcilerce bir metot ve açık bir yol olarak benimsenmiştir. Kısaca demek gerekirse, bu konu­ya ışık tutacak deliller pek çoktur. Arap diliyle uğraşan kimseler bu konuda yeterli bilgiye sahip olacaklardır.

Durum bu şekilde olunca, Allah´ın Kitabı ve Rasûlü´nün sünneti üzerinde söz edecek kimselerin tekellüfe, girerek, Arap dilinin hususiyetlerini aşan anlamlar çıkarmaya çalışmaları doğru olmaya­caktır. Onların yapacağı şey, Arapların önem verip özen gösterdiği hu­suslarla ilgilenmek ve onların durduğu yerde durmak, sınırı aşmamak olacaktır.[150]

Üçüncü kaide: Sözü doğru anlama ve ona doğru anlam ve­rebilme için verilecek anlamların bütün Araplarca anlaşılabi­lir olması gerekecektir. Söze gerek lafız ve gerekse anlam bakımın­dan Arapların tümü tarafından anlaşılamayan mânâlar yüklemek gi­bi bir zorlamaya gitmek caiz değildir. Çünkü bütün insanlar anlayışta ki teklif bunun üzerine gelmektedir aynı seviyede değillerdir, bir­birlerine yakın da değillerdir. Bütün insanlar ancak müşterek olan hususlarda birbirlerine yaklaşırlar. İnsanların dünyadaki maslahat­ları da işte bu yolla gerçekleşir. Onlar fümmî Araplar) hiçbir zaman ne sözlerinde ne de işlerinde derine dalmaz, külfete girmezlerdi. Ancak maksadın ihlâl edilmemesi ölçüsünde titizlik gösterirlerdi. Bunun ya­nında özel bazı durumları yine belirli insanlar için kasdettikleri olur­du. Bunlar gizli kinayeler, uzak rumuzlar gibi çoğunluğa gizli kalan, fakat kasdedilen kimse tarafından anlaşılan şeylerdi. Bunların dışın­da konuşulan söz, yapılan iş herkes tarafından anlaşılacak bir şekil ve tarzda idi. Eğer bu kaideye riâyet edilmezse, o takdirde Araplarca bili­nen hususlar dışına çıkılmış olacaktır.Aynı şekilde Kitap ve sünnetin de bu şekilde anlaşılması gereke­cektir. Onlara verilecek anlamlar bütün Araplarca anlaşılabilen mânâlar olacaktır. Bu yüzdendir ki Kur´ân yedi harf (ahruf-ı seb´a)[151] üzerine indirilmiş ve böylece bütün lehçeler onda birleşmiş ve dolayı­sıyla bütün kabilelerin onu anlaması temin edilmiştir.Yükümlü kılma (teklif) esası da bu kaide dışına çıkamaz. Çünkü ne zayıf güçlü gibi, ne küçük büyük gibi, ne de kadın erkek gibidir. Bunlardan her birinin geçerli olan âdet-i ilâhîye içerisinde varabile­cekleri son bir sınır vardır. Bununla birlikte teklif getirilirken bunla­rın hepsinin müştereken güç yetirebileçekleri bir seviye esas alınır ve artık üzerlerine konulan bu yükümlülüklerle getirilen delliller, güzel öğütler vb. yollarla ilzam edilirler. Eğer Allah dileseydi onları takat üstü yükümlülüklerle mesul tutar, herhangi bir ikna edici delil de ge­tirmez, nasihat ya da hatırlatmada da bulunmazdı; anlayamadıkları şeyi anlamakla yükümlü tutar, bilemeyecekleri şeyin bilgisini isterdi. Onun üzerine hiçbir kimsenin kısıtlılık getirmesi mümkün değildir. Çünkü her şeyin Mâliki olan Allah´ın hücceti her zaman için vardır: "Üstün delil Allah´ın delilidir[152]âyeti bunu söyler. Ancak Yüce Allah böyle yapmamış, onlara bildikleri yol ve şekillerle hitap etmiş, onlara güçleri yetebilecek olan şeyleri yüklemiş, bunu yaparken de içlerinde­ki eğrilikleri düzeltecek, zaaflarını ortadan kaldıracak, azim ve sebat­larını artıracak metotlar kullanmıştır: Bu zümreden olmak üzere on­lara hitap ederken bazen korkutucu bazen de müjdeleyici ü...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Eylül 2010, 01:40:10
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 27 Eylül 2010, 01:40:10 »

[18] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/11-12

[19] Garar: Akıbeti meçhul olan şeyler için kullanılır. Vücudda ve vasıfta olmak üzere ikiye ayrılır. (Ç)

[20] îcâre akdi bazan zarurî olur. Mesela emzirecek ve terbiye edecek kimsesi bu­lunmayan bir çocuk için süt anne bulmak gibi. Bazan da hâcî olur ki, çoğu kez icâre bu kısım içerisine girer. Aynı şey satış akdi ve diğer muameleler için de söylenebilir.

[21] Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 33; Keşfu´1-hafâ, 2/37.

[22] Hadiste Hz. Peygamber (as) : "İster sâlih bîri olsun ister fâcir (günahkâr), hatta büyük günah işlemiş olsa dahi her müslümamn arkasında namaz kıl­mak size vâcibtir. (Ebû Dâvûd, Salât, 62 (1/162). Hadîsin sıhhati üzerinde tenkitler vardır. Dârakutnî ve Ukaylî bu konuda sahîh bir hadis sabit olma­dığını söylemişlerdir, imam Ahmed´e de bu hadis sorulmuş, o da: "Onu bilmi­yoruz" diye cevap vermiştir. Ayrıca bkz. Keşfu´1-hafâ, 2/37 ).

[23] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/13-15

[24] Namaz için taharet talebi gibi. Eğer bir kişiden namazayöneliktaiep kalka­cak olursa, taharet talebi de kalkmış olacaktır

[25] Yani bir maksada vesile olduğu noktasmdankat´-i nazarla, bizzat kendisinin ifâde ettiği mana dolayısıyla talepte bulunulduğuna dair delilin bulunması durumunda vesîle hüküm var olmaya devam eder. Bir şeyin bizzat kendi ifâde ettiği mânâ açısından maksûd olması ve o şeyin aynı zamanda da bir başka maksat hükme vesîle olmasına bir engel bulunmamaktadır. Mesela abdest haddizatında maksûd olan bir ibâdet(kurbet)tir. Öbür taraftan, na­maz, tavaf Kur´ân´a el sürmek gibi başka maksatlara vesîle olmaktadır. Ba-zan tavafya da bir başka maksat hüküm bulunmayabil ir ve abdest kendiba-şma matlûp kalabilir. Ancak burada sözü edilen husus, bir başkası için vasıf telakki edilen vesîle hakkındadır. Bu açıdan ele alındığında ise, ne zaman kendisine vesîle edinilen hüküm (maksat) düşerse, haliyle vesîle hü­küm de düşmüş olacaktır.

[26] Yani namazın rükünlerinden olmayan.

[27] Farz olan miktarın dışındaki kıraat kasdedilmiş olmalıdır

[28] Yani söz konusu ferî meselelerin asıllarına olan nisbetleri hakkında, acaba tamamlayıcı bir vasıf mıdır, yoksa zatî bir vasıf mıdır, şeklinde ihtilaf olabi­lir; yoksa önermenin kendisi üzerinde bir görüş ayrılığı düşünülemez.

[29] Buhârî, İmân, 31; Müslim, Müsâkât, 107; Ebû Dâvûd, Büyü, 3.

[30] Müslim, Hudûd, 7; îbn Mâce, Hudûd, 22; Ahmed, 2/253. El kesmede nisab-arandığı için hadisle istidlal şöyle bir tevil üzerine olmalıdır: Allah hırsıza lanet etsin; yumurta çalar, eli kesilir... Yani yumurta çalar, bu onu daha büyük şeylerin çalınmasına iter. Sonunda el kesmeyi gerektirecek bir şey ça­lar ve eli kesilir. Bu durumda hadiste hüküm, ilk sebebe (vesileye) nisbet edilmiş olmaktadır.

[31] Muvatta, Husmıl-huluk, 8; Ahmed, 2/381.

[32] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/15-24

[33] Enbiyâ 21735.

[34] Mülk 67/2.

[35] Müslim, Cennet, 1; Ebû Dâvûd, Sünne, 22.

[36] Çünkü emir ve yasaklarda galip gelen tarafa bakılmakta ve fiilin içermiş ol­duğu cüzî masîahatya da mefsedet ilga edilmiş, sanki hiç yokmuş gibi kabul edilmektedir.

[37] Ya da lahyîri. Nitekim usûlcüler tearuz halinde, delillerin birbirlerine eşit (»[mal.in durumundu tevakkufya da tahyîr (terci he bırakma) hükmün ün or­taya çıkacağını belirtmişlerdir.

[38] Müctehid ya daona tabi olan kimselere nisbetlcşeri hüküm, roüctehidin nef­sinde Şâri´in kasdj olarak beliren şey olmaktadır. Bu durumda, ayni olayla ilgili birden fazia şen hükmün bulunması (tenddüdû) mümkün olmaktadır. Bu görüş "nıusavvihe" denilen gruba aittir. Bunlar, hakkında nass olmayan bir konuda Aîlah katında belli bir hüküm bulunmadığıııı ve hükmün mücte­hidin zan mn a tabi olduğunu söylerler. Bu durumda (b) şıkkı olarak verdiği­miz ikinci imkan <"musavvibe"nin. bugörüşleri üzerine kurulmuş olacaktır. Birinci imkan ise musavvihenîn aksi görüşte olan"muhattıe!´nin görüşü üzere olmalıdır. Sanıyoruz asıl metinde tahrif vardır. Tercümesinde düzelti­lerek alınmıştır.

[39] Çünkü, "Diğer tarafın da itibara alınmış olması mümkündür" şeklinde bir teiakkî olmasaydı, o takdirde belii bir cihetin itibara almmiş olduğuna dair elinde delil bulunan bir kimsenin, diğer tarafı da dikkate alarak üzerine, hü­küm bina etmesi söz konusu olmazdı.

[40] Her müctehidin içtihadında isabetli olduğu görücünde olanlara ´´musavvi-be"; her müctehidin idihadlarinda hatalı olabilecekleri görüşünde olanlara da "muhattıe" denilmektedir. (Ç)

[41] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/24-31

[42] Alın, eller, dizkapaklan ve ayaklardan oluşan yedi uzuv. <Ç)

[43] Zuhruf 43/75.

[44] Hac 22/19.

[45] Tâhâ 20/74.

[46] Hicr 15/48.

[47] Zümer 39/73.

[48] Hadiste şöyle anlatılır: "Cennet ve cehennem birbirleriyle tartışırlar. Cehen­nem: ´Mütekebbir ve zorba insanlar için ben seçildim´ der. Cennet de ´Bana ancak zayıf ve düşük görülen insanlar girebilir´der. Bunun üzerine Yüce Allah cennete: ´Sen benim rahmetimsin. Kullarım içerisinden dilediğime seninle rahmet ederim´ buyurur. Cehenneme de ´Sen de benim azabımsın. Kullarımdan dilediğime de seninle azab ederim´ buyurur.,." (Hadis için bkz. Buhârî,Tefsir, 50/1; Müslim, Cennet, 39;Tirmizî, Cennet, 22; Ahmed, 2/314).

[49] EbûTâlib´le ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (as): "Onu ateşin derinliklerin­de buldum. Bunun üzerine onu oradan çıkardım ve ´Daiıdâh´a koydum´" buyurmuşlardır. "Dahdah," aslında topuklara kadar çıkan sığ su birikintisi demektir, (bkz. Nihâye, 3/74).

[50] Zuhruf 43/75.

[51] bkz. Ahmed, 5/189.

[52] Başka sahtıbîler için de rivayet edilmiştir, bkz. lîuhârı, Iydeyn, 23; Ahmed, 4/287.

[53] Buhârî, Edeb, 47; Menâkıbu´l-ensâr, 7; Müslim, Fedâilu´s-sahâbe, 177.

[54] A´Iâ 87/17.

[55] Bakara 2/253.

[56] İsrâ 17/55.

[57] Müslim, Kader, 34; İbn Mâce, Mukaddime, 10; Zühd, 14.

[58] Peygamber olmaları açısından, hepsi de aynı olnıaklabirlikte.tâbilerinin çok olması, gösterdikleri sabır ve metanet gibi sahip oldukları meziyetler itiba­rıyla farklılıklar arzetmektedirler; bunun neticesinde de bazı peygamberler "azim sahibi" olmakla nitelenmişlerdir.

[59] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/31-36

[60] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/36

[61] Beşinci meselede arzedilen hususların bu meselede ortaya konulan husus­larla kayıtlanması gerekmektedir. Aksi takdirde burada sözü edilenlerle orada sözü edilenler arasında bir çelişki doğabilir. Çünkü orada mâhiyetleri açısından maslahatlar ele alınmış ve şöyle denmişti: "Burada maslahattan, insan hayatının kıvamını, yaşantısının devamını temine yönelik, şehevî ve aklî özelliklerinin gerektirdiği şeyleri mutlak surette elde etmesini kasdedi-yoruz." Daha sonra şöyle denmişti: "Dünyada mevcut bulunan mefsedetler de aynı şekilde katkısız mefsedet (mahza şer) şeklinde bulunmamakta­dırlar. Zira varlık âleminde düşünülebilecek hiçbir mefsedet yoktur ki, onun önünde sonunda ya da beraberinde bir incelik, bir şefkat, alınacak bir lezzet... bulunmasın; bu mümkün değildir." Sonra şöyle denmişti: "Maslahat ya da mefsedet dendiği zaman bundan ağır basan mânâsı anlaşılacaktır." Serî hitabın bağlanması açısından da şöyle denmişti: "Bir şeyin içermekte olduğu maslahat ve mefsedetten örfi anlamda maslahat taran ağır basarsa, o şey şer´an maksûddur. Bunun neticesi olarak da, kullara onun ortaya ko­nulması için serî talep yönelmiş olacaktır." Bu ifâdelerden de açıkça anlaşı­lıyor ki, müellif orada maslahat ve mefsedetten, insan hayatının kıvamını, yaşantısının devamım temin edecek şehevî ve aklî özelliklerinin gerektirdiği şeyleri kasdediyor ve bunlardan galebe çalan tarafa İtibar edileceğini belir­tiyor. Burada ise bu mutlak ifâde kayıtlanıyor ve şöyle deniyor: Kişinin na­zarında bir şeyin maslahat ya da mefsedet olmasının bir önemi yoktur; oşe-yinmaslahatyadamefsedet oluşunda önemli olanhusus, âhirete yönelik bir dünya hayatının gereklerini temin esasıdır. Tabiî bu da arzu ve heveslerin ancak şeriatın koymuş olduğu esaslara riâyet etmesi, ona tâbi olması yoluy­la olacaktır.

[62] Mü´minûn 23/71.

[63] Râzfnin sözünü, istikra neticesinde bir şeyin menfaat ya da mazarrat oldu­ğunun kesin olarak ortaya çıkması durumuna yormak gerekir.

[64] Va´d ve vaîd Mutezile´nin esaslarından biridir. ´´Va´d," yapılan iyi amellerin ödüllendirileceği anlamında, "vaîd" de, işlenilen kötü amellerin cezalandırı­lacağı anlamında kullanılır- (Ç)

[65] Mutezile´nin görüşünü şöyle özetlemek mümkün: Akü, yalnız başına masla­hat ve mefsedetlerin çoğunu kavrar, şeriat ise, aklın kavramış olduğu şeyleri ortaya çıkararak ve onaylayarak gelir. Keza Allah´ın, maslahatı terkeden kimseyi cezai andırması m n aklen vâcib olduğuna da kailidirler. Bu görüşle­riyle sanki onlar, akim maslahatı kavraması yanısıra, ona tâbi olarak Al­lah´ın maslahatı terkedeni cezalandırmasının gereğini de kavrayacağını söylemek isterler. Eğer bir şeyin maslahat olduğu, onun üzerine gereken vaîdden anlaşılabilir, derlerse; o durumda bir şey in maslahat olduğunun bi­linmesi, vaidin bulunmasına bağlanmış olacaktır. Halbuki, vaîdin oiacağı bilgisi, maslahatı bilmeye bağlı idi. Dolayısıyla böyle bir netice devrin (kısır­döngü) ta kendisi olmaktadır.

[66] Çünkü Mutezile´ye göre, maslahat ve mefsedetler munzabıttırlar ve kendi­lerine has özellikleriyle temayüz ederler; itibârı nlmayıp objektif bir gerçek­likleri vardır. Buna rağmen, bir şeyin maslahat ya da mefsedet oluşu, Şâri´in herne şekildeol...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes