> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması
Sayfa: 1 [2]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması  (Okunma Sayısı 2644 defa)
27 Eylül 2010, 02:12:12
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #5 : 27 Eylül 2010, 02:12:12 »



(3)

Fetret[438] dönemlerinde Allah´a kulluk şekilleri (taabbudî konu­lar) akıllı insanlarca âdetlerle ilgili konularda olduğu gibi buluna­mamıştır, Genelde onların sapıklık içerisinde bulundukları ve doğru bir yol üzere olmadıkları görülmektedir. Bundan dolayı da, daha önce­ki şeriatlardan kalan hükümlerde değiştirmeler olmuştur. Bu husus, açıkça göstermektedir ki, akıl yalnız başına taabbudî konuları kavra­mak ya da onları belirlemek ve koymak kudretine asla sahip değildir. Bunları koyacak ve belirleyecek mutlaka bir şerîata ihtiyaç vardır.. Durum böyle olduğu için de Yüce Allah, fetret devri insanlarını taabbudî konularda doğruyu bulamadıklarından dolayı mazur gör­müştür: "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etme­yiz[439] "Peygamberlerden sonra, insanların Allah´a karşı bir hüccet­leri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha önce sana anlatmıştık.[440]Bu son âyette bahsedilen hüccet, şeriatın takat üstü yükümlülüğün kaldırıldığı konusunda or­taya koyduğu hüccet olmaktadır. Alîahu a´lem! Durum böyle olunca bu gibi konularda, mutlak surette Şâri´in belirlediği hususlara başvur­mak mecburiyeti kendisini gösterecektir. Taabbudîliğin anlamı da iş­te budur. Bu yüzdendir ki, bu gibi konularda sadece emre uyma duru­munda olan kimseler, doğruya isabet konusunda daha avantajlı ola­caklar, selef-i salihin yolu üzere yürümeye daha layık bulunacaklar­dır. Bu İmam MâHVin görüşü olmaktadır. Zira o, hadesİn kaldırılması konusunda sadece temizliğin gerçekleşmesi noktasına bakmamış, temizlik başka bir vasıta ile gerçekleşse de mutlak suyun kullanılması gereğini ve niyyeti şart koşmuştur. Namazda tekbir yerine başka bir lafzın kullanılmasını caiz görmemiştir. Keza selâm için de aynı görüş­tedir. Zekât bahsinde, kıymet ödenmesini engellemiş, keffâretler bah­sinde sadece belirlenen adedlerle yetinmiştir. İbâdetler konusunda buna benzer aşırı bir tavır göstermiş ve ve sadece nass ile belirlenen ya da onlara tam bir benzerlik arzeden konularla yetinmiş ve onları Öte aşmamıştır. Sonuç olarak, bu kısımdan olan hükümlerde, taşıdıkları mânâlar dikkate alınmaksızın taabbudîlik bir esas olarak alınacak; başvurulacak bir rükün şeklinde kabul edilecektir.

Fasıl:

Âdetler konusunda asıl olan, taşıdıkları mânâlardır, şeklindeki ikinci tezin isbatma gelince; bu hususta da aşağıdaki deliller kullanı­lacaktır:

(1)

İstikra. Biz, Şâri´in koymuş olduğu hükümlerde kulların masla­hatlarını gözetmiş olduğunu, âdetlerle ilgili bütün hükümlerin masla­hat etrafında dönüp dolaştıklarını görmekteyiz. Meselâ aynı şey, mas­lahat bulunmayan bir ortamda yasak olurken, maslahat bulunduğu zaman caiz olmaktadır. Örneğin, karşılıklı mübadelelerde dirhemi dirhem karşılığında veresiye olarak vermek haram kılınmış[441] iken, aynı şey karzda (ödünç akdi) caiz olmaktadır. Yaş hurmanın kuru hur­ma karşılığında satılması bir maslahat bulunmadığı zaman tam anla­mıyla garar içerdiği ve riba anlamına geldiği için haram olurken, ağır basan bir maslahattan dolayı caiz olmaktadır.[442]Biz akılla kavrayabil­diğimiz bu durumu ibadetler bahsinde anlaşılır bulamıyoruz. Yüce Al­lah şöyle buyurur: "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır[443]"Aranızda mallarını haksız yollarla yemeyin.[444] Hadislerde de şöyle buyruîur: "Kadı öfkeli iken hükümde bulunamaz[445] "Zarar ve zararla mukabele yoktur[446] "Katil, vâris olamaz"[447]Hz. Pey­gamber garar satışını yasakladı[448] "Sarhoş edici herşey haram­dır.[449] Kur´ân´da ise: "Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranı­za düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah´ı anmaktan, namazdan alı­koymak ister"[450] buyruîur. Bunlar gibi sayılamayacak kadar çok nass bulunmaktadır ve hepsi de kulların maslahatlarının dikkate alındığı­na, illeti belirleme yollarının gösterdiği üzere maslahatın bulunduğu her yerde şer´î iznin de bulunduğuna işaret etmekte, hatta açıkça be­lirtmektedir. Bütün bunlar, âdetlerin Sâri´ Teâlâ´mn taşıdıkları mânâyı dikkate alarak teşrîde bulunduğu türden hükümler olduğunu gö stermektedir.

(2)

Daha önce misalleri de geçtiği gibi, Şâri´Teâlâ âdetlerle ilgili teşrî kısmında illetlerin ve hikmetlerin açıklanmasına büyük önem ver­miştir. Âdetler hakkında illet olarak gösterilenlerin büyük çoğunluğu akılla kavranılabilecek türde hükme münasib[451] olan şeylerdir. Bun­dan da, Sâri´ Teâlâ´mn âdetlerle ilgili konularda onların taşıdıkları mânâlaratabi olunmasını amaçladığını; ibâdetlerde olduğu gibi nass-ların getirdiği sınırlarda durulması olmadığım anlamaktayız. Bu kı­sımda İmam Mâlik çok geniş davranmış ve"mesâlih-imürse-le"[452] prensibini bir esas olarak kabul etmiştir. Keza o, "istihsan"[453] prensibini de benimsemiş ve kendisinden "İstihsan, ilmin onda doku­zudur" sözü nakledilmiştir. Bu bahisler inşaallah ileride gelecektir.

(3)

Fetret devrelerinde âdetlerle ilgili konularda onların taşıdıkları mânâlara olan iltifat biliniyor ve sağduyu sahibi kimseler bunları dik­kate alıyorlardı. Bunun neticesinde de maslahatları gerçekleşebiliyor ve genel anlamda da olsa küllî maslahatlar düzenli olarak icra edili­yordu. Bu konuda hikmet sahibi feylesoflarla diğer insanlar arasında da fark bulunmuyordu. Gerçi tafsilat kısmında kusur gösterdikleri oluyordu; ama neticede âdetler tabiî seyri içerisinde yürüyordu. Şeriatlar da ahlâkın güzelliklerini tamamlamak üzere gelmiş oluyor­du. Bu da gösteriyor ki, âdetler bahsinde şeriatın getirmiş olduğu hu­suslar, insanlar arasında bilinen şekliyle cereyan etmekte olan esasla­rın detaylarını tamamlamak amacına yönelik olmaktadır. Bu nokta­dan hareketledir ki, İslâm şeriatı cahiliye döneminde mevcut bulunan birçok hükmü benimsemiştir: Diyet, kasâme, Arûbe yani Cuma günü vâ´z ve irşad için toplanma,[454] kırâz (mudârabe), Kabe´nin örtü ile Ör­tülmesi vb. gibi cahiliye devrinde övgü ile karşılanan, güzel ahlâk ve iyi âdetlerden olup aklıselimin kabul edeceği ve İslâm tarafından da benimsenen hükümler bunlardandır. Bu türden olan âdetler çoktur. Taabbudî konulardan olup da cahiliye devri Araplarınca bilinen ve kendilerine ataları İbrahim´in dininden intikal eden nadir de olsa bazı doğru kalıntılar da bulunmaktaydı.

Fasıl:

Bu husus açıklık kazandığına ve âdetler konusunda mânâların dikkate alınması asıl olduğuna göre bakılır: Eğer âdetlerle ilgili bir ko­nuda taabbudî bir husus bulunursa, mutlak surette ona teslim olmak ve nassla belirlenmiş olan sınırlarda durmak gerekecektir. Nikahta mehir, eti yenen hayvanların helal olması için belli yerden kesilmesi, miras konusunda belirlenmiş bulunan nisbetler, talâk ve vefattan do­layı beklenmesi gereken iddet sayıları vb. gibi aklen kendilerinden beklenen cüz´î maslahatları kavrayabilme imkânı bulunmayan örnek­lerde olduğu gibi; Akıl ile izahı mümkün olmayan bu gibi konularda, bir başka meselenin bunlara kıyas edilmesi mümkün değildir. Gerçi biz, nikahta istenilen velî, mehir vb. gibi şartların nikahın zinadan ay­rılması için arandığını, mirasta belirlenen payların, vârislerin ölüye olan yakınlığına göre olduğunu, iddet ve istibrâdan gözetilen amacın, neseblerin birbirine karışmasını önlemek olduğunu kavrayabiliyoruz;ancak bunlar genel boyutlu mânâlardır. Nitekim bu mânâda ibadet­lerden gözetilen maksadın da Allah´a tazimde bulunmak, O´na karşı huşu ve saygı göstermek olduğunu kavrayabiliyoruz. Ancak bu kadarı, (genel hatlarıyla kavranılabilen bu hikmetleri) üzerine başkalarını kıyas edebileceğimiz bir asıl kılabilecek güçte değildir. Dolayısıyla, eğer nikahın zinadan ayrılması, nikahta aranan şartların dışında baş­ka yollarla da gerçekleşiyorsa, o zaman illâ da ileri sürülen şartların gerçekleşmesi aranmaz; rahmin temiz olduğu herhangi bir yolla sabit olursa[455] kar´[456] ya da ay hesabı ile iddet beklemesinin bir anlamı kal­maz şeklinde yorumlara gitmek doğru olmayacaktır.

Soru: Taabbudî konularda, Şâri´in maksadını özel bir tarzda bi­lebileceğimiz illetler var mıdır Yok mudur

Cevap: Taabbudî konularda istenilen şey, sadece emre uymak ve ne eksik ne de fazla, olduğu gibi o şeyi yerine getirmektir. Bunun için­dir ki Hz. Âişe´ye birisi: "Hayızlı kadın, niçin orucunu kaza ediyor da namazını kaza etmiyor " diye sorduğunda, ona "Sen Harûra meşrepli misin " demiş ve bu tip soruların sorulmasına karşı tepkisini belirt­miştir. Zira taabbudî konular, özel illeti anlaşılsın diye konulmuş şey­ler değildir. Sonra Hz. Âişe: "Biz orucu kaza etmekle emrolunurduk; namazı kaza etmekle emrolunmazdık"[457] demiştir. Onun bu sözü, ko­nunun taabbudî oluşunun meşakkatle tatili yönüne gidilmesinden daha isabetli olacağını göstermektedir. Şâri´in, parmakların diyetini eşit kılması konusu ile ilgili olmak üzere İbnu´l-Müseyyeb´in; "Yeğe­nimi Sünnet bu şekilde" diye karşılık vermesi de bu kabildendir.[458] Ör­nekleri çoğaltmak mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki, taabbudî konularda illet bulunmamaktadır.

Âdetlerle ilgili kısma gelince, bunların bir çoğunda anlaşılabilecek mânâlar (illet) bulunmaktadır. Böylece maslahatların belirlen­mesi ve sınırlarının tayin edilmesi mümkün olacaktır. Zira eğer insanlar bu konuda kendi başlarına bırakılacak olsalardı, o takdirde bir kaos olur, düzen ve intizam tutturulamaz, şer´î bir esasa başvurma imkânı bulunmazdı. Bir şeyin munzabıt (belirli) olması, imkan bu­lunduğunda o şeyin kabul edilmesi ve teslimiyet gösterilmesi için da­ha elverişli olacaktır. Bu yüzden Sâri´ Teâlâ sınırları belirleme yoluna gitmiş, aşılması mümkün olmayan belirli miktarlar, bilinen sebebler koymuştur. Meselâ kazf (iftira) için seksen değnek, bekar bir kimsenin zina etmesi durumunda yüz değnek ve bir yıl sürgün ceza olarak be­lirlenmiş ; çalman malın belirli bir nisaba ulaşılması durumunda elin bilekten kesilmesi kaydı getirilmiş, haşefenin[459] girmesi birçok hük­me sebep kılınmıştır. İddet bahsinde ay ve kar1 sayılar...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması
« Posted on: 23 Nisan 2024, 12:11:31 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması rüya tabiri,Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması mekke canlı, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması kabe canlı yayın, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması Üç boyutlu kuran oku Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması kuran ı kerim, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması peygamber kıssaları,Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması ilitam ders soruları, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulmasıönlisans arapça,
Logged
27 Eylül 2010, 02:13:24
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #6 : 27 Eylül 2010, 02:13:24 »

[30] Nûr 24/19.

[31] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/177-181

[32] Müellif, talep konusu diye kayıtlamıştır; çün kü kamu velayetlerinde olduğu gibi kifâî farzlarda da peşin bir haz bulunmaktadır. Meselâ, başkanlığın ver­diği ayrıcalık, memurların âmirlerine gösterdikleri saygı... gibi. Ancak bu hazlar, şer´an talep ediimiş (maksut) şeyler değillerdir; aksine bu gibi nazla­ra yönelik bir arzunun bulunması şiddetle yasaklanmıştır. Talep konusu hazdan ne kastedildiği ileride gelecektir.

[33] Bakara 2/275.

[34] Cum´a 62/10. Yasaktan sonra gelen emir kipleri ibaha hükmü ifade ederler. Ya da bazılarına göre. yasak hükmünü eski haline döndürürler. Burada ya­sak hükmü, cuma saatinde ahş-veriş yapılmaması hakkındadır. (Ç)

[35] Bakara 2/198.

[36] A´râf7/32.

[37] Tâ-hâ 20/81.

[38] Burada: "Eğer kifâî vacip olursa, o zaman böyle olabilir; aksi takdirde beş teklifi hüküm birbirine girer" denilebilir. Ancak buna şöyle cevap verilebilir: Burada sözü edilen şeyler cüzî olarak rnendupturhır, ancak külli olarak ele alındıklarında kifâî vacipolurlar. Nitekim bu konu, Hükümler bahsinde geç­mişti. Dolayısıyla, cüzî olarak ele alındıklarında mendup olan zarurî esasla­rın bütün olarak terke dilmeleri halinde günahkâr olunması doğru olacaktır.

[39] Bunların nafakalarını temin için çalışmak vacip olmaktadır.

[40] Sâd 38/26.

[41] Buharı, Ahkâm, 5, 6; Müslim, İmâre, 13; Ehıı Davud, İmâre, 92.

[42] Meseiâ bir hadisle: "Eğer bir kul halk üzerine başkan, kılınır ve o, halkına karşı nasihat ve ihlasla davranmazsa, asla cennetin kokusunu alamaz" huy-ruîmuştur (bkz. LJuhârî, Ahkâm, 8; Müslim, İman, 227, 228, İmâre, 21).

[43] Zümer39/3.

[44] Ta-ha 20/132.

[45] Talâk 65/2

[46] el-Câmiu´s-Sağîr´cit´ Hatîb´den rivayet edilmiştir, isnadı zayıftır. Muteber kitaplar içerisinde; Concordance ve fihristler aracılığı ilt. bulunamamıştır.

[47] Yani, onun sebebiyle, mükellef için haz içermeyen ve yapılması istenilen amel meydana gelir. Meselâ, yeme, içme, giyme, barınma vt; benzeri sebep­lerle hayatın korunması gibi. Mükellef için haz içeren kısım neticesinde, içe­risinde mükellefe yönelik haz içermeyen kısım meydana gelir.

[48] Yaklaşık olarak bkz. Buharı, Rikâk, 38.

[49] Bu gibi muamelelerde aynî zarurî esaslar bulunduğu gibi kifâî zarurî esaslar da bulunur.

[50] Nisa 4/6.

[51] Mirasçılar arasında mirası ve burada vakıf gelirlerin taksimatını yapan ve küçüklerin hakkını koruyan şorîat memuru. (Ç)

[52] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/181-187

[53] Buruda şöyîe bir mütâlâa ileri sürülebilir: MüeÜif, bu meselej´i erteleyerek, hu bölümün ikinci kısmına yani bizzat mükellefe ait maksatlar bahsine eko­seydi ve burada Şâri´in teklifle gözettiği maksatlar bahrinde işlemcsseydi da­ha uygun olurdu. Çünkü bu konu öne ,, mubahın mükellefin kasdı (niyeti) ile ibadet, haline dönüşnıesiyle ilgilidir. Sonra da, durum böyle olunca acaba, o fi­il ibadet hükmünü alır ve sahibi kamu velayeti üstlenen bir kimse gibi oîur mu Yoksüokişimn hükmü, haz sahibi bulunan ve kendisine tevdi edikm bîr konuda istediği gibi tasarrufta bulunan kimsen İn hükmünde olmaya devanı mı eder

Biz bu mütâlaaya şöyle a-vap verebiliriz: Bu meseleden ası! maksat hu so­nu ucu problemdir ve konuyln ilgili iki bakış açısı bulunmaktadır. Bu iki ba­kış açısı, şu anda işlemekte bulunduğumuz dördüncü nev´i ile daha sıkı trl-i-hailı haldedir. Mesele başında getirilen açıklama ise, sadece bir giriş mahiye­tindedir. Dolayısıyla itiraz yerinde değildir.

[54] Müellifin sözünün zahirinden anlaşılan odur ki, burada sözü edilen her iki yaklaşım da, fiilin şahsî harlardan armdınimasını kabul sonrası ile ilgilidir ve işin hu noktasında gorüif ayrılığı yoktur. Üzerinde durulan konu, sadece, bu durumda olan bir kimsenin fiili, acaba birinci kısımdan o lan yani rnükelie-fe ait bir baz içermeyen fiillerin hükmüne katılabilir mi ve dolayısıyla o fiil karşılığında bir bedel alamaz ve aynî ve kifâî olmak üzere her iki nev´i ile bi­rinci kışının hükmü gibi olur mu Müellifin sözünden anlaşılan işte budur ve soruyu, sadece hükümde birinci kısma kati labilir mi noktasına hasretmekte­dir. Sanki bu soru öncesine kadar olan her konuda görüşbirliği varmış gibi davranmaktadır. Halbuki ikinci vechin izahı sırasında, "hepsi, hazların bu­lunup bulunmaması konusu üzerine kuruludur" ve yine "Hu sabit olursa, bu kısmın hazların tümden bulunmaması konusunda birinci kısma eşit olmadı­ğı ortaya çıkar" demektedir. Halbuki, hu konu meselenin başında kabul edil­miş ve bu nokta ile ilgili bir şüphe ya da soruya yer bırakılmamıştı. Oysaki, birazdan gelecek olan izahlarından da anlaşılacağı üzere bu noktanın da tar­tışmaya açı im ası uygun olacaktı.

[55] Yani içerisinde mükellefe yönelik haz içeren bir fiilin, tafsilat üzere değil de genelde hiç haz içermeyen fiil mis gibi muamele görmesine. Çünkü bulunacak hazzı pek çok ve sıkı şartlara bağlamıştır; öyle ki, bütün bu şartlardan sonra kalacak olan haz neredeyse yok olmuş ve arada kaybolup gitmiş gibidir.

[56] islâm hukukunda buna´gabin´ denilmektedir. Bir eşya nm gerçi; k değerinin her zaman için tesbiti gerçeklen çok zordur. O yüzden şeriat herkesin aldan a-bileceği bir (ıranı (gabn-i yesîr) muamelelerde hoşgörü ile karşılamış, ama herkesin a k!a nam ayacağı miktara ulaşan bir gabni (gahn-i fahiş) akdin fes­hine bir sebep saymıştır. Gabn-i fahişin oranı: Ticaret mallarında yirmide bir; hayvanlarda onda bir, akarda beşte bir, dirhemde kırkta bir ve daha fazla olan miktarlardır, (bkz. Bilmen, Kamus,6/11). (Ç)

[57] Yani aynî ve kifâî olanlarda. (Ç)

[58] Yani hazdan soyutlanmış olması, ancak hiç haz içermeyen fiillerin hükmünü almadıkça tamamlanmış olmaz.

[59] Yani amelin Allah için halis kılınmış olması isteği, ancak o fiilin daha başlan­gıçta hiçbir haz içermeyen fiilin hükmünü alması ile mümkün olabilecektir ki, o tür hükümler de, ibadetleri ve kamu velayetlerini içerisine alan kısım­dır. Çünkü, kişi mâlî ve diğer tasarruflarında serbest kalınca, nazlarından tümden arınimş olmaz. Geriye "Onun şer´î bir taleple istenilmiş olup olma­ması arasında fark yoktur" sözü üzerinde durmak kalıyor. Çünkü eğer orta­da iyi huy, güzel ablak çağrısı şeklinde de olsa şer´î bir taiep olmazsa, o zaman bahsin özerinde temelden durmanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bahisten gö­zetilen amaç, mükellefin zatî hazlar içeren amelleri işlemesi sırasında niyeti­ni Alİah için halis kılarak, onu kendisine yönelik hazlardan tamamen arın­dırması ve o fiili sırf Allah´ın emrine uy muş ol m ak için ya da onu Allah´ın ken­disine bir hediyesi telakki ederek işlemesi durumunda, acaba o kimseden yaptığı işleri, mükellefe yönelik baz içermeyen ikinci kısımdan amellerin ta­lep edildiği gibi mi işlemesi isten ilecek ve dolayısıyla mesela kendi malından ancak ihtiyacı kadarını mı alabilecek; yoksa bununla beraber malında ve di­ğer konularda serbest olacak ve istediği gibi biriktirip uygun gördüğü şekilde harcayabilecek mi Eğer bahis, şer´î bir talep üzerinde olmazsa, o zaman konu tümden ortadan kalkacak ve amaçsızoiacaktır. Müellif, meselenin sonunda bu tür davranışların mükelleflerin kendi kendilerini icbar etmeleri neticesinde olduğunu yoksa daha başlangıçta vacip olan şer´î bir icbanıı bu­lunmadığını ifade edecektir. Dolayısıyla öyle de olsa bu, şer´î bir durumdur ve Şâri´inyüklenıesiyle olmasa bile şer´.an makbul ve isUmilen bir durum olmak­tadır.

[60] Buhârî, îman, 42; Müslim, îman, 95.

[61] Bu istidlal, birinci yaklaşımdaki "içerisinde haz bulunan şeyin istenilmesi, içerisinde haz içermeyen şer´î kayıtlarla kayıtlıdır" sözü ileri sürülerek red­dedilir ve bu durumda onda bir haz bulunması mümkün olmaz. Burada ona şöyle karşılık verilir: Bu siniri ar sadece hazzma ulaşmak için birer vasıtadır­lar ve maksadın vasıtanın hükmünü a İması zorunlu değildir. Dik kat edilecek olursa görülecektir ki, uslî kasıtla mükellef için haz içeren meslekler, ticaret ve bedelli akitler gibi şeylerde kişi kendi nazlarına ancak başkaları nın çıkarlar: yoluyla ulaşabilir. Bununla birlikte, bunlarda gözetilen mak­sat, bunlar esnassnda ortaya çıkan başkalarının maslahatına ait hükmü al­maz ve. bunların içerdiği kişiye yönelik hazlar asıl, başkalarına yönelik haz­lar da arızî sayılır.

[62] Başkalarına ait faydalar da içermesine rağmen, bu faydalar arızî ofarak orta­ya çıkmaktadır. Dolayısıyla maksat, bu vesilenin hükmüne girmemektedir.

[63] Çünkü kişinin başkalarının çıkarlarını ihlal etmesi, netice olarak kendisine yansır ve verilecek cezalar, zecrî tedbirler, telef edilen malların ödetilmesi, isyanlar ve günahlar sebebiyle inen musibet ve âfetler yibi yollarla kendi çı­karları ihlal edilmiş olur. Yüce Allah, kendisine tecavüz edilen (mağdur) kimseye, tecavüz edene karsı, yapılan tecavüz ölçüsünde (kısas) karşılık ve­rebilmesine dair izin vermiştir. Dolayısıyla, bir başkasının m aslahatını ihîat demek, sonuç itibarıyla kişinin kendi çıkarlarını ihlal etmesi demektir.

[64] Fussılet 41/46.

[65] Fetih 48/10.

[66] Müslim, Birr, 55.

[67] Şûrâ42´30.

[68] Bakara 2/194.

[69] Yani, tevessül ettiği esbab neticesinde ortaya çıkan şeylerden hiçbir şey al­mazlar, aksine onları başkalarına verirler. Esbaba tevessül neticesinde orta­ya çıkan herzeyi halk için î.urürler. Bununla birlikte esbaba tevessül eden, meslek icra eden onlardır. Bunlar kendilerine ulaşan şeyleri tamamen Al­lah´ın bir lutfu olarak görürler ve kendilerini onlar üzerinde dağıtımı yap­mak için görevli birer vekil gibi telakki ederler ve kendileri içi n hiçbir şey ol­madığı düşüncesini taşırlar. Bunlar, en yüce mertebeyi teşkil ederler. Bu...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes