> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması  (Okunma Sayısı 2652 defa)
27 Eylül 2010, 01:54:14
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 27 Eylül 2010, 01:54:14 »



Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması

Bu nev´i altında yirmi mesele ele alınacaktır:

Birinci Mesele:


Şeriatın konulusunda gözetilen şer´î maksat, mükellefin neva ve hevesinden koparılarak, kendi ihtiyarı ile ALLAH´a kul olmasını sağla­maktır. [1]Nitekim yaratılış itibarıyla zorunlu olarak zaten O´nun kulu idi.

Bu konudaki deliller:

(1)

Kulların, sadece ALLAH´a kul olmak, onun emir ve yasakları altına girmek için yaratıldığına dair açık nasslar: "Cinleri ve insanları an­cak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan birrızık iste­mem. Şüphesiz mıhlandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Al­lah´tır[2] "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren biziz[3] "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, O´na karşı gelmekten korunmuş olabileniniz,[4] Sonra bu kulluğun esaslarını aynı sûrede açıklamış ve şöyle buyurmuştur: ´büzlerinizi doğudanyana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin iyi olan Al­lah´a, âhiretgününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O´nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren v,e ahidleştikle-rinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sab­redenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlar­dır.[5]Bunlar yanında daha başka yine aynı sûrede getirilen yükümlü­lükler. "ALLAH´a kulluk edin, O´na bir şeyi ortak koşmayın.[6]âyetiile benzeri mutlak surette ALLAH´a kulluğu emreden ve genel olarak tafsi­lat getiren bütün âyetler... evet bütün bu nasslar her hal ve durumda ALLAH´a yönelmenin, her nasıl olursa olsun onun getirdiği hükümlere boyun eğmenin gerekliliğini ortaya koymaktadır. ALLAH´a kulluğun mânâsı da işte budur.

(2)

Şâri´in bu kasdına muhalefetin yerilmesi: Evvela ALLAH´ın enirine muhalefette bulunma yasaklanmış; ALLAH´tan yüz çevirenler yerilmiş; her çeşit muhalefete karşı olmak üzere hem dünyada verilecek özel bir ceza, hem de âhirete bırakılmış bir azap tertip edilmiş ve insanlar bu­nunla korkutulmuş tur. Muhalefetin asıl kaynağı, heva ve heveslere, peşin zevklerin çağrısına uymak ve geçici şehvetlere tabi olmaktır. Yüce ALLAH heva ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla çatışan bir şey olarak kılmış ve onu hakkın karşıtı saymıştır. Meselâ şu âyetlere bakalım: "Ey Davudi Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni ALLAH´ın yolundan saptırır[7]"İşte azıp da dünya ha­yatını tercih edenin varacağı yet şüphesiz cehennemdir.[8] Bunun kar­şıtı durum için de: ´Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendi- . ni heva ve hevesten alıkoymuş ise varacağı yer şüphesiz cennettir" [9]bu-yurmaktadır. Başka bir âyette: "O heva ve hevesinden konuşmamak­tadır; O´nun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir"[10] buyurur. Bu sonuncu âyette ALLAH, davranışların kaynağını iki şeyle sınırlamış­tır Vahiy ki bu şeriat olmaktadır. (2) Heva ve heves. Birüçüneüsü de yoktur. Durum böyle olunca, heva" ve hevesle şeriat tam birbirleri­nin karşıtı olmaktadırlar. Hak ve hakikatin vahiyde olduğu kesin ola­rak bilindiğine göre, hakkın zıddmın da heva ve heves peşinde olduğu ortaya çıkacaktır. Yine Yüce ALLAH daha başka âyetlerde şöyle buyurur: "Ey Muhammedi Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde ALLAH´ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü [11]´Eğer gerçek onla­rın heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup gi­derdi[12] "İşte bunlar, ALLAH´ın kalplerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir[13] "Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kûnseye benzer mil Bunlar heveslerine uymuşlardır.[14] Bu âyetlerde geçen "heva ve heves" keli­melerinin kullanılışı üzerinde durduğumuzda, onun hep yergi maka­mında kullanıldığını ve onun peşinden gidenlerin kötülendiğini görü­rüz. Bu anlamda İbn Abbas´tan da: "Yüce ALLAH, Kur´ân´daher nerede Tıevâ´ kelimesini kullanmışsa mutlaka onu yermek makamında kul­lanmıştır" şeklinde bu mânâda bir söz rivayet edilmiştir. Bütün bun­lar, Sâri´ Teâlâ´mn amacının, mükellefin heva ve heves peşinde koş­maktan vazgeçerek Mevlâsına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir.

(3)

Şimdiye kadar edinilen tecrübeler ve âdetler de göstermiştir ki, dünya ve âhiret ile ilgili maslahatlar, heva ve heveslerin peşinde başı­boş bir şekilde koşturmakla gerçekleşemez. Çünkü böyle bir başıboş­luk durumunda anarşi doğar; insanlar birbirlerine girer ve herşey he­lak olur. Böyle bir netice ise gerçekleştirilmesi istenilen maslahatların tam zıddı bir durum olmaktadır. Bu husus, tecrübe ve sürüp gelen âdetler neticesinde bilinmektedir. Bu yüzden de eski ve yeni bütün in­sanlar, şehvetlerine uyan ve onun peşinde koşturan insanları yermiş­lerdir. Hatta önce geçen ve tâbi olacakları bir şeriatları bulunmayan, ya da şeriatları unutulmuş olan bazı kavimler, dünya ile ilgili masla­hatlarını, aklî nazarda heva ve heveslerine uyan herkesten uzak dur­mak suretiyle gerçekleştirmiş oluyorlardı Onların böyle birşey üzerin­de görüşbirliği etmeleri, kendilerince onun doğruluğu sabit olduğu içindi. Heva ve heveslerine uyan kimselerden uzak durma geleneğinin sürmesi neticesinde amaçları olan dünya ile ilgili maslahatlarını ger­çekleştireceklerine inanıyorlardı ve buna "es-siyâsetu´I-medeniyye" (siyâsî rejim) ismi veriyorlardı. Netice olarak diyebiliriz ki, bu konu, doğruluğunda hem aklın hem de naklin birleştiği bir husustur. Konu, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.

Durum böyle iken, hiçbir kimsenin kalkıp da, şeriatın kulların şehvetleri doğrultusunda ve onların garazlarını gerçekleştirmek için konulmuş olduğunu iddia etmesi doğru değildir. Çünkü şer´î hükümler beş kategori içerisindedir, Bunlardan vâcib ve haramın, başıboş bı-rakılmışlığm neticesinde dilediğini yapıp, dilediğini terketme duru­muyla çatışma arzedeceği açıktır. Zira, emredilen ya da yasaklanılan şeyde kulun bir garazı olsun olmasın, "Şunu yap! "ya da "Şunu yapma!denilmektedir. Bu durumda, eğer mükellefin garazı bu emir ya da nehye uygun düşer ve onda vacibin işlenmesine ya da haramdan ka­çınmasına dair itici bir heves bulunursa, bu aslî değil, arızî olur. Diğer kısımlara gelince her ne kadar ilk bakışta bunların mükellefin terci­hine bırakılmış olduğu gözüküyorsa da aslında bunlar kulun tercihi dahiline Şâri´in isteğiyle sokulmuştur. Dolayısıyla bunlar, onları ku­lun ihtiyarından çıkarmak anlamına gelir. Mesela, mubahı ele alalım. Mükellefin mubah hakkında bir ihtiyarı ve garazı bulunabileceği gibi, bulunmayabilir de. Mubah hakkında bir ihtiyarı bulunmaması, aksi­ne onun kaldırılmasına yönelik bir arzusunun bulunması durumun­da, bu şekildeki bir mubahın mükellefin ihtiyarı dahilinde olduğu na­sıl söylenebilir Nice arzu ve heves sahipleri vardır ki, keşke falanca mubah haram olsaydı temennisinde bulunurlar ve eğer teşri yetkileri kendilerine verilecek olsaydı onu mutlaka haram da kılardılar. Nite­kim bir hak konusunda birbiriyle çekişen iki insanın durumunda oldu­ğu gibi. Mükellefin tercih, arzu ve hevesinin o mubahın ortaya konul­ması yolunda olduğu takdirine göre ise, o bu kez onun emredilmiş ol­masını temenni eder ve bu iş eğer kendisine bırakılmış olsaydı, mutla­ka onu vacip kılardı, Sonra bizzat aynı mubah hakkındaki durum aksi hale dönüşebilir ve bugün sevdiği bir şeyden yarın nefret edebilir ya da aksi olabilir. Hiçbir meselede hiçbir hüküm mutlak surette bidüziyelik arzetmez. Bu durumda aynı şey üzerinde farklı garazlar ortaya çıkar ve bu garaz, heva ve heveslere tâbi olma takdirinde düzen bozulur. Yü­ce Kitab´inda "Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi"[15]buyuran ALLAH, gerçekten her türlü noksanlıklardan uzaktır. Şu halde mubahın tercihe bırakılmış olması, o şeyin mutlak surette kulun ihtiyarı dahilinde bulunması an­lamına gelmemektedir; bu ancak ALLAH´ın o doğrultuda bir hükmü ol­duğu için Öyle olmaktadır. Bu durumda mubahı işleyen kulun iradesi, Sâri´ Teâlâ´nm o hükmü koymasına tâbi olmaktadır ve onun mubaha yönelik bulunan garazı, tabiî başıboşluktan değil de şer´î izinden alın­mış olmaktadır. Bu ise, mükellefin sırf ALLAH´ın kulu olabilmesi için he­va ve heveslerinin peşinden gitmesinden kurtarılması mânâsının ta kendisi demektir.

Soru: Şeriatların konulusu ya nedensizdir ya da bir hikmete da­yanmaktadır. Birinci ihtimal ittifakla bâtıldır. Nitekim Yüce ALLAH: "Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız [16] "Göğü ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yarat­madık[17]"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakiler i oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak ve ancak gerektiği üzere (hak ile) yarat­tık[18] buyurmaktadır. Madem ki şeriatın konulusu bir hikmet ve ma- [!,72] salahata dayanmaktadır; öyle ise bu maslahat ya ALLAH´a yönelik ola­caktır ya da kullara. Maslahatın ALLAH´a yönelik olması ihtimali im­kânsızdır; çünkü O herşeyden müstağnidir ve bir ihtiyaç neticesi ken­disine bir maslahatın dönük olması muhaldir. Nitekim bu husus Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Geriye maslahatın sadece kulla­ra dönük olması ihtimali kalmaktadır. Bu ise, onların garazlarının bir gereği olmaktadır, Çünkü her aklı başında insan, mutlaka kendi mas­lahatını, dünya ve âhiret hayatı için arzularına uygun düşen şeyleri is­ter. Şeriat, getirdiği yükümlülükler İçerisinde onların bu arzularının gerçekleştirilmesini üstlenmiş ve temin etmiş olmaktadır. Bu durum­da, şeriatın kulların garazları doğrultusunda ve heva ve heveslerine uygun olarak konulmuş olduğu nasıl redde...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 27 Eylül 2010, 01:56:11 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması
« Posted on: 26 Nisan 2024, 00:59:19 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması rüya tabiri,Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması mekke canlı, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması kabe canlı yayın, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması Üç boyutlu kuran oku Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması kuran ı kerim, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması peygamber kıssaları,Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması ilitam ders soruları, Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulmasıönlisans arapça,
Logged
27 Eylül 2010, 01:58:19
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 27 Eylül 2010, 01:58:19 »

Şöyle ki: insanın hazzınm, sadece onun hazzı olması açısından dikkate alınması vacip değildir. Bu, "Şâri´in o hazzı mükellef için orta­ya koyması ve mükellefin ona iltifatta bulunmasını mubah kılması, Yüce ALLAH´ın kuluna karşı sırf bir inam ve ihsanı neticesinde olmakta­dır; zira kulların maşlah atlarını gerçekleştirmek ALLAH üzerine vacip değildir," görüşünü benimsediğimizde böyledir. Bu akien vâciplik gö­rüşüne göre de böyledir. Emir, yasak ya daızine[79]sırf uymuş olmakas-dı, sadece Şâri´in hitabına yönelmiş olma hakkında her amacın ger­çekleşmesi için yeterlidir. Ona uygun olarak ve çağrısına icabette bv-lunmuş olmak için amel eden kimse, hazdan uzak olur ve onun fiili zarûriyyâtve onu çevreleyen ("tamamlayıcı unsurlar) üzere işlenmiş olur; sonra o fiilin altında kısmen kendi hazzı da bulunur. Hatta onun bu hazzı, şer´an başkalarının hazzmdan da önce gelir.

İnsan, emre uymuş olmak için ya da emrin illetini gözöminde bu­lundurarak kazanırsa (iktisap) ki o genel olarak nefislerin ihyasına ve onlara dokunacak serlerin uzaklaştırılmasına yönelik kasıt olu­yor o takdirde kendisi: "Önce kendi nefsinden haşla, sonra bakmakla yükümlü olduğun kimselerden"[80]hadisinde de belirtildiği gibi öne alınmış olur; ya da kendi hayatı için gerekli olan şeyleri gerçekleştir­miş olması, meselâ bir vacibin gerçekleştirilmesi gibi kabul edilir. Sonra o vacib hakkındaki bakış açısı, sadece bazı nefislere yönelik ola­bilir. Bizzat kendi hayatının ya da bakmakla yükümlü olduğu kimse­lerin gereksinimlerini, onları yerine getirmekle mükellef olması açı­sından temin eden kimsenin durumunda olduğu gibi. Bazen bakış açı­sı genişler ve ALLAH´ın dilediği nefislerin hayatiyetini idame ettirebil­meleri için kazanma yoluna girer. Bu tutum, en kapsamlı, en övgüye değer ve sevaba en elverişli yoldur. Çünkü birinci durumda herşey kendi istediği gibi gitmez ve harcamalarından birçoğu kastetmediği yerlere gider; kazanma amacının dışına çıkar. Bununla birlikte onun işlerin tedvir ve tedbirini ALLAH´a havale etmemiş olması ona zarar ver­mez.[81] İkinci tavrı gösteren kimse ise, gerek kasdmı gerekse davranış­larını tamamen herşeye kadir olan ALLAH´ın eline havale etmiş ve ken­dindeki az şeyle sayısız kimselerin faydalanmasına niyet etmiştir. Bu, kulluğun ihlasla gerçekleştirilmesi konusunda yapılabilecek son nok­tadır ve bu arada kişi, kendi hazlarmdan da birşey kaçırmış olmaya­caktır.

Amelin işlenmesi sırasında tâbi maksatların dikkate alınmış ol­ması ise böyle değildir. O durumda, bu belirttiğimiz şeylerin büyük ço­ğunluğu ya da tamamı kaybolur. Çünkü böyle bir tavırda kişi sadece meselâ, açlık ya da susuzluğun ortadan kalkmasını, soğuktan korun­muş olmayı, şehvetinin tatmin edilmesini ya da mücerred mubahtan zevk almış olmayı kasteder. Bu kasıt her ne kadar caiz ise de bir ibadet değildir ve yaptığı bu gibi davranışlarda Şâri´in aslî kasdı gozetilmiş değildir. Kişi bu haliyle heva ve heveslerinden soyutlanmış ol­maz.[82] Eğer Şâri´in kasdı dikkate alınmış olsaydı, bu fiiller emre uyma (tâat, imtisal) halini alırdı ve daha önce de geçtiği gibi, hitabın gereği­ne yapışma mahiyetine dönerdi. Böyle bir durum olmayınca, fiilin iş­lenmesine iten motifin sadece şahsî hazlara riayet olduğu ortaya çı­kar.

Bu meselenin bir yönü.

İkinci bir yönü daha var; Aslî maksatlar, başka hiçbir şeye iltifat etmeksizin sadece emir ve yasağa riayet etme anlamına gelir. Bu tavır —hiç kuşkusuz.— emre itaat ve emredilen şeye başka bir amaç bulunmaksızm uymuş olma demektir. O bu tavrı sergilerken şöyle düşünür: Kendisi, efendinin diğer kölelerini evirip çevirmek için görevlendirdi­ği bir kölesidir ve onların ihtiyaçlarının efendinin dilediği doğrultuda kendilerine ulaşması için kendisini bir vasıta olarak kullanmaktadır. Bu kişi de, sadece emri dikkate almış olma noktası haricine çıkmış ol­muyor; sırf kulluğun gereği olarak amel ediyor ve kendi şahsî hazları-nı düşürüyor; sanki onun kendi hazlarmı bizzat efendinin kendisi üst­lenmiş oluyor. Kendi hazları için hareket eden kimse ise, yaptıklarını sırf emrin gereği olarak yapmamakta; emrin amacının değerlendiril­mesi açısından da işlememektedir; aksine kendi hazzını ya da hazla­rmdan haz duyduğu kimselerin hazlarmı gerçekleştirmek açısından hareket etmektedir. Bu durumda olan bir kimse, emre uymuş olsa bile, kendi nefsi yönünden uymakta, dolayısıyla onun hakkında tanı anla- [ıosı mıyla ihlâs bulunmamakta; neticede işlenen bu amelin ibadet görünü­mü alması mümkün olmamaktadır. Emre uymuş olma durumunun bulunmaması halinde bu, kulluk görevinde ihlâslı olma bir tarafa, açıkça onun ifasına yönelik bir kasdın dahi bulunmaması anlamına gelir. Bazen emir ya da yasak, bir ibadet şeklin de değil de âdet şeklin­de telakki edilir ve işlenir. Buda, şahsî hazlara yönelik olan talebinin baskın gelmesi durumunda olur. Bu ise bir noksanlıktır.

Üçüncü bir yön daha var: Amellerini aslî maksat doğrultusunda işleyen kimse, gerçekten ağır bir yük altına girmiş ve büyük bir görevi sırtlamış olmaktadır. Böyle bir yük altına genel olarak hazlar peşinde koşan insanların girmesi mümkün değildir. Onlar hazlarmı dahahafıf yollardan ararlar. Bunun da sebebi şudur; Bu iş,[83] mükellef üzerine di­le se de dilemese de gelen, Yüce ALLAH´ın kullarından kendisine yakın kıldığı kimselere nasip ettiği bir haldir. Bu yüzdendir ki, nübüvvet (peygamberlik) amellerin en büyük ve en ağırı olmuştur. Nitekim Yü­ce ALLAH bu hususu belirtmek üzere: "Doğrusu sana, kaldırılması güç bir söz vahyedeceğiz[84] buyurmuştur. Böylesine birşey, ancak ona ait ek bir külfetle gerçekleşir. Hazlar peşinde koşan kimse ise böyle değil­dir; o kendi için çalışmış olmaktadır. Rabbi için çalışanla, kendisi için çalışan elbette bir olmayacaktır. Birincisi, üzerine yük yüklenmiş (mahmul! kimse, ikincisi ise kendisi için çalışan kimsedir. Bu yüzden­dir ki, hazlar peşinde koşan in sanların öyle ağır yükler altına girdiğini pek göremeyiz. Eğer bu hali iddia eden birisi çıkarsa, o makama sahip kimselerin yaptıkları şeyleri ondan iste; eğer hakikaten onları yerine getiriyorsa, dediği gibidir. Aksi takdirde o yalan söylemektedir; iddia­sının doğruluğu çok nadir olacaktır. Aslî maksatlar doğrultusunda ha-reket eden kimsenin yük yüklenmiş kimse olması ihlas görüntülerin­den biri olmaktadır. Hazlar peşinde olan[85] kişi, böyle bir yükün altına ancak hazzını telafi Ölçüsünde girebilir. Haz bulunmamakla birlikte fiili işlemişse, onda aslî maksada yönelik kasıt mevcut demektir; bu durumda ihlâsının bulunduğu ortaya çıkar ve amelleri ibadet haline dönüşür.

İtiraz: Biz, kendi nazları peşinden koşan nice kimselerin, din­dar kimseler içerisinde en yüksek mertebelere ulaştıklarını görüyo­ruz. Hatta bizzat bütün peygamberlerin efendisi olan Rasûlullah´m [ ıkv^S´u 1 dahi, güzel koku, kadın, tatlı, bal gibi şeyleri sevdiğini, (ko­yun) budundan hoşlandığım, kendisi için tatlı kaynak suları arandığı­nı ve nefsin hazlanna tâbi olma anlamı içeren benzeri şeylerin onda [2oo] bulunduğunu biliyoruz. Zira o, bildiğimiz kadarıyla arzuladığı helâl şeylerden geri durmuyor; aksine eğer bulursa bu gibi helâl şeylerden istifade ediyordu. Bununla birlikte o, dinde en yüce mertebede bulun­maktadır; insanlar içerisinde en muttaki ve en temiz olanıdır; ahlâkı Kur´ân ahlâkidir. Bu işin bir tarafı. Bir de öbür tarafı var: Biz yine gö­rüyoruz ki, bazı insanlar tamamen şahsî hazlan bir tarafa bırakarak kendilerini tamamen başkalarının hizmetlerine veriyorlar ve güçleri ölçüsünde ve kulların maslahatlarım gerçekleştirme yolunda sıdk ile çalışıyorlar. Bununla birlikte, onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Meselâ, hıristiyan vb. ruhbanlarının birçoğunda olduğu gibi. Bunlar, dünyadan el-etek çekiyorlar ve ona hiçbir iltifatta bulunmuyorlar; dünyevî şeyler hatırlarından bile geçmiyor; ibadeti ve insanlara hiz­meti kendileri için bir prensip haline getiriyorlar ve hayatlarını buna adıyorlar; öyle ki, bunun sonunda insanlar içerisinde birer aziz oluyor­lar. Bununla birlikte onların bütün bu yaptıkları, kökten bâtıl olan bir temel üzerine kurulu oluyor. Bu iki uç arasında ise, onlardan birine di­ğerinden daha yakın sayılamayacak kadar orta yolcu tavırlar vardır.

Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir.

Birincisi: Bu sanılan şeyler dış görünüşlerle ilgilidir. İşin içyü­zü ise, bilinmeyebilir. Meselâ el-İskâf m. Fevâidu´l-ahbâr adlı ese­rinde, Hz. Peygamberin "Bana dünyanızdan üç şey sevdi­rildi.[86] hadisi hakkındaki yapmış olduğu açılamalara baktığınız­da, durumun ilk akla geldiği gibi sırf şahsî haz talebi ile ilgili olmadığı, mutlak hak ve hakikatin talebiyle ilgili bulunduğunu göreceksiniz. Bu üç şey içerisinden bir tanesinin namaz olması da, buna bir delildir. Na -maz ki, imandan sonra ibadetlerin en üstünüdür. Böylece diğerleri hakkında da aynı şeyi söylemek mümkün olmaktadır. Sonra bir şeyin sevilmiş olması, onun şahsî hazlar için istenilmiş olmasını gerektirmez. Çünkü sevgi, elde olmayan bir gönül işidir. Ancak, ondan kay­naklanan amellere bakılabilir. Hz. Peygamher´in bu şeylerden, izin açısından değil de sadece nefsânîhazlarını tatmin için istifade etti de­mek mümkün mü Bir şeyin izin açısından işlenmesi ise, şahsî hazlar-dan soyutlanmış olmanın ta kendisidir. En büyük önder olan Hz. Pey­gamber hakkında, durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığı anlaşılınca, onun peşinden giden ve velilik mertebesine eren diğerleri hakkında da durum açıklık kazanacaktır.

Ruhbanlar hakkında ileri sürülenlere gelince, herşeyden önce biz onların hazlardan soyutlanmış olduklarını kabul etmiyoruz; aksine onlar tam haz içerisinde ve nefsin heva ve hevesleri peşinde kendileri­ni tüketmektedirler. Çünkü insan, bazen daha büyük hazlar elde ede­bilmek için daha az derecede olan nazlarını terkedebilir. Nitekim dik­kat edilecek olursa, makam elde etmek için insanların pek çok mallar harcadıkları görülecektir, Çünkü insanın makamdan alacağı haz, maldan alacağı hazdan daha büy...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 27 Eylül 2010, 02:02:04 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

27 Eylül 2010, 02:04:14
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 27 Eylül 2010, 02:04:14 »

(2) Mükellefin güzel edep bakımından da Şâri´in emrini genel an­lamda dikkate almış olması gerekir. Mükellef evlenmiş ol­makla, Şâri´in emrine icabette bulunmuş olmakta ve böylece O´na karşı edebini takınmaktadır. Üstelik Şâri´in mükellefin hazzının meydana gelmesine yönelik kasdı da yerine gelmiş olmaktadır, (Üçüncü bir muvafakat da) emre uymuş olma kasdmda, neslin türemesine yönelik olan aslî maksada yöne­liş de bulunmaktadır. Kişi emre uymuş olmakla, Şâri´in bu kasdma da icabette bulunmuş olmaktadır. Sadece haz tale­binde bulunmanın ise bu meziyeti yoktur,

İtiraz: Bu şekil üzere haz talebinde bulunan kimse kınanmıştır. Zira emirde bulunan Şâri´in kasdmı bu açıdan ihmal etmiş olmakta­dır.

Cevap: Hayır, mutlak anlamda ihmal etmemiştir. Çünkü bu haz-lara ulaşma için genel anlamda işi Allah´a havale edince, onun için Şâri´in kastetmiş olduğu şeyin gereği de zımnen kendisi için meydana gelmiş olur. Bu durumda nazlarını elde etme konusundaki mükellefin kasdı, Şâri´in aslî kasdma ters düşmüş olmaz. Sonra bu hazlarm hük­mü içerisine giren, (zımnen ve sünnetullah gereği) normal şartın hük­mü altına girmiş olacaktır. Yani nikâh iîe sadece kadından istifadeyi kasteden bir kimse, bunun sonucunda çocuğun olacağını ve onun ter­biyesiyle uğraşacağını, onun ve ailenin maslahatlarını teminle yü­kümlü olacağını bilmektedir, Keza o, bu işi normal yolundan gerçek­leştirdiği zaman zevceye karşı nafaka yükümlülüğünün doğacağını ve onun ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olacağım da biliyordu. (Bu ha­liyle o zımnen de olsa, Şâri´in nikâhtan gözetmiş olduğu üreme şeklin­deki aslî maksadı dikkate almış olmaktadır). Ancak şu iki kasıt birbirine eşit değildir:

(a) Daha başlangıçta emre uymuş olma kasdı ve hazlarm zımnen gerçekleşmiş olması.

(b) Daha başlangıçta hazlarm elde edilmesi kasdı ve emre uymuş olma kasdımn ise zımnen gerçekleşmiş olması.

Bütün bunlardan sonra ortaya çıkıyor ki, bu kısımda (muamelât) ameller işlenirken haz kasdımn bulunması, o amelin sıhhatini orta­dan kaldırıcı bir etki göstermemektedir.

Soru: Farzetsek ki, haz peşinde olan kimsenin asla emre uymuş olma gibi bir düşüncesi olmasa ve sadece nefsîhazlarını talepte bulun­sa; hatta bu hazların kendisine gayrımeşru yollardan ulaşmasına dahi hiç aldırış etmeyecek bir düşüncede olsa, fakat istediği hazza ulaşabil­mesi için meşru yoldan başka da çaresi bulunmasa; acaba bu durum­da, aslî kasıd bunun hakkında da bilkuvve mevcut olur mu

Cevap: Böyle bir kimsede de aslî kasıt bilkuvve mevcuttur. Çün­kü bu kimsenin nazlarına ulaşabilmesi için meşru yoldan başka çare bulunmayınca, onu elde edebilmek için meşru olan yola başvurması aslî kasdı gözetmek demek olur. Meşru olan yolun seçilmesi emre uy­muş olma ya da izin gereğiyle amel etmeyi da içerir. Bu ise, her ne ka­dar mükellefisin farkında olmasa bile, aslî ilk kasıt doğrultusunda ha­reket etmek demektir. Bu konu, Şâri´in kasdına muvafakat bahsinde geçmişti. Kişinin elde etmesini istediği şeye karşı olan kasdınm Şâri´in kasdına uygun gelip gelmediğine aldırış edilmeksizin heva ve hevesler peşinde nefsî hazlar elde etmek için yapılan amellere gelince, onun hak ve hakikat ile hiçbir ilgisi yoktur ve durumu gayet açıktır; durumunu aydınlatıcı tanıklar ise daha da açıktır,

Soru: Kişinin muhalefet kasdıyla amelde bulunması durumun­da, onun hak ile değil de heva ve hevesler gereği işlemekte olduğu açık­tır. Muhalefet kasdı olmaksızın işlediği amelleri ise mutlak surette heva ve heves doğrultusunda işlenmiş olmayacaktır. Daha önce bil­meksizin işleyen ve bu yüzden Şâri´in emrine muhalefet etmiş olan bir kimsenin hükmünün, unutarak işleyen kimsenin hükmü gibi olduğu ve o kimsenin amelinin mutlak surette heva ve hevesle işlenmiş sayıl­mayacağı geçmişti. Bilmeyerek işlenen ve Şâri´in emrine uygun düş­mesi durumunda ise. onun amelinin genel olarak sahîh kabul edilece­ği ileride gelecektir ve bu halde de ameli heva ve hevesler sâiki İle iş­lenmiş olmayacaktır. Buna göre heva ve hevesler doğrultusunda amel eden bir kimse şayet Şâri´in emrine tesadüfen uygun hareket etmiş olursa, ona niçin heva ve hevesle amel etmiştir diyorsunuz; oysa ki bu adam Şâri´in kasdına uygun düşmüştür ve az önce geçtiği gibi Şâri´in emrine uygun düşme, o hazzı övgüye değer kılıyordu. Bu durumda ne diyeceksiniz

Cevap: Kişinin amelini muhalefet kasdı olmaksızın işlemesi du­rumunda bundan mutlaka Şâri´in kasdına uygun düşmüş olma gibi bir netice lâzım gelmez; aksine karşımıza üç ihtimal çıkar:

(1)

Muvafakat kasdı bulundurmuş olabilir.. Bu durumda:

(a) Mutlak isabet kaydetmiş olabilir. Meselâ, ilmine uygun ola­rak amel eden bir âlimin durumunda olduğu gibi. Bunda bir problem yoktur.

(b) Veya tesadüfen isabet kaydetmiş olabilir.

(c) Veya isabet edemez. Bu son iki kısım altına bilgisizce bir amelde bulunan kimse girer. Çünkü cahil bir kimse kendi dü­şüncesine göre amelin öyle olduğu, amelin kendi teşebbüs et­tiği şekilde izin verilmiş olduğu zannmda bulunur ve bu ha­liyle o, muhalefet kasdı taşımaz. Ancak bu durumda olan ca­hil, o amel konusunda ihmal göstermiş kabul edilir ve bu yüz­den sorgulanır. İhmalkâr kabul edilmemesi durumunda ise sorgulanmayabilir ve ameli uygun düşmüş ise geçerli kabul edilebilir de.

(2)

Şâri´in emrine muhalefeti kastetmiş olması durumunda ibâdetler konusunda ister uygun düşsün isterse muhalif, muhalefet gösterdiği şeye asla itibar edilmez. Çünkü mutlak surette kasda muhaliftir. Muamelât konusunda ise, asıl olan muhalif düşenlerin de­ğil de uygun düşenlerin dikkate alınmasıdır.[149] Çünkü sıhhati için ni­yet şartı bulunmayan amellerin, şer´î kasda uygun ya da ters düşmüş olmasının bir önemi yoktur, önemli olan meşru şekle uygun düşüp düşmemesidir. Meselâ, bir kimsenin fasit niyetiyle bir akitte bulun­ması veya şarap zannıyla gülsuyu içmesi gibi. Ancak böyle bir kimse­nin Şâri´in kasdına muhalefet etmesinden dolayı günah gerekecektir.

(3)

Ne muvafakatin ne de muhalefetin kastedilmemesi durumunda ise, amel sadece sırf haz kasdı ya da gaflet üzere işlenmiş olacaktır. Meselâ, ne işlediğini bilmeyen ya da ne işlediğini bilmekle birlikte sa­dece peşin hazlar arkasında olan, o şeyin meşru olup olmadığına aldır­mayan kimsenin ameli gibi. Bu gibi ameller, eğer ibâdetler kısmından ise sahîh olmazlar; çünkü emre uyma niyeti bulunmamaktadır. Bu yüzden de unutan, gafil bulunan ve aklı başında olmayan kimseler mükellef tutulmazlar. Eğer muamelât kısmından ise ve Şâri´in kasdı­na da uygun düşmüşse sahih olurlar; aksi takdirde sahih olmazlar,

Bu noktada bir başka düşünce daha vardır: Şöyle denilir: Maksat bulunmadığına göre, uygun düşüp düşmeme dikkate alınmaz; çünkü muhalefet hususunda başıboşluk durumu doğar. Bu bakış açısının ne­ticesi, çocuk, malını evirip çevirme konusunda Şâri´in kasdına uygun düşme endişesi bulunmayan sefih gibi kısıtlılık altında bulunan kim­selerin davranışlarında kendisini gösterebilir. Bu yüzden de, bu gibi,kısıtlılık altında bulunan kimselerin her türlü tasarruflarının mutlak surette geçerli olmayacağını, kendi maslahatına uygun düşüp düşme­yeceğine bakılmayacağını söyleyenler olduğu gibi, maslahata ters dü­şenlerin değil de, uygun olan tasarruflarının geçerli olacağını söyleyenler de olmuştur. Tabiî bu görüşler, bu konudaki sözünü ettiğimiz bakış açısından kaynaklanmıştır. Buna göre maslahata mutlak an­lamda yönelmiş bulunmak yeterli değildir. Kişi bu kasdıyla Şâri´e muhalif bulunmaktadır. Şöyle de denilebilir: Kasda ancak, onun neşet ettiği şeye nisbetle itibar edilir. Burada ise, kasıt bulunmamakla bir­likte Şâri´in kasdına muvafakat meydana gelmiştir. Öyle ise netice sa­hihtir.

Fasıl:


Biz burada, muamelâttan olan amellerin, (meşru şekle uygun düşmek kaydıyla) Şâri´in kasdına muhalif bir niyetle işlenmiş olsa bile o sahihtir diyorsak, bunu fukâhanın ıstılahına göre sahihtir demiş oluyoruz. Ancak bu kitapta Hükümler bölümünde sıhhat ve butlan nev´inde anlattığımız hususları gözönünde bulundurduğumuz zaman ise, Şâri´in kasdına ters düşen her şey mutlak surette bâtıl olmaktadır. Ancak bu bâtilhkorada açıklanan anlamda olmaktadır.[150]Allah en iyi­sini bilir. [151]


Yedinci Mesele:


Şer´an talep konusu olan şeyler iki türlüdür: (a) Kazanç yolları ve

diğer dünya işlerini düzene koyma konusunda insanlar arasında yapı-lagelmekte olan âdetler türünden şeyler (âdiyyât, muamelât). Bunlar âcil dünyevî nazlara ulaşmanın yolları olmaktadır. Her türlü akitler, bütün çeşitleriyle mâlî tasarruflar bunlara girer, (b) Mükellefin Yara­tıcısına yönelişi için kendisine gerekli olan ibâdetler türünden şeyler (İbâdât).

(a) Muamelât: Bu kısımda niyabet geçerlidir; bir insan başka birinin yerine geçebilir ve onun yerine o fiili işleyebilir. Ancak o fiil, bizzat kişinin kendisine has olmamalıdır. Muamelât konusunda, bir kimse başka birine ait faydaların temini, ona dokunacak zararlann uzaklaştırılması gibi konularda yardımcı ya da vekil olma vb. gibi yol­larla onun yerini alabilmektedir. Çünkü, burada mükelleften yerine getirilmesi istenen şeyler, bir başkası tarafından da gerçekleştirilmeye elverişli şeylerdir: Satma alma, alma-verme, kir al ama-ki ra­ya verme, hizmet, teslim etme-teslim alma... vb. gibi.

Bazı şej´ler de vardır ki, âdeten ya da şer´an sadece mükellefe has olan hikmetler için meşru kılınmışlardır: Yemek, içmek, giyinmek, ba­rınmak gibi faydası şahsa münhasır kalan şeyler; yine nikâh ve ona tâ­bi olarak ortaya çıkan eşlerin birbirinden istifadelerinin helâlliği gibi şer´an niyabetin bulunamayacağı hükümler bu kısımdandır. Bu ve benzeri şeylerde, niyabet usûlü geçerli değildir. Çünkü bu tasarrufla­rın meşru kılınmasında gözetilen hikmet, bizzat şahsın kendisine münhasır olup, başkalarına sirayet e...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Eylül 2010, 02:06:22
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 27 Eylül 2010, 02:06:22 »

Onuncu Mesele:


Hz. Peygamber´in bizzat kendisine has olan fiilleri hariç, getirdiği diğer hükümler ve yükümlülükler nasıl ki bütün mükellefler için ge­nellik arzediyorsa, meziyet ve menkıbelerinde de durum aynıdır. Ken­disine has olanlar hariç, Hz. Peygamber´e verilmiş bulunan her mezi­yetten, mutlaka ümmetine de örnekler verilmiş bulunmaktadır. Bun­lar da, aynen teklifin umumîliği gibi genellik arzetmektedirler. Hatta Ibnu´l-Arabi´nin iddiasına göre, âdet-i ilâhînin tecellisi, Yüce Allah bir peygambere birşey vermişse, mutlaka o şeyden ümmetine de vermiş olması ve onları da ona ortak kılması şeklindedir. İbnu´l-Arabî daha sonra bu doğrultuda örnekler zikreder.Onun söyledikleri, bu ümmet hakkında da istikra neticesinde doğru çıkmaktadır. Şöyle ki:

Evvelâ, istinbat edilebilecek hükümler açısından onun yerini al­ma hususunda genel bir veraset bulunmaktadır. Ümmetten, konul­muş sınırlar yanında durarak, hüküm istinbatına gitmeksizin kulluk icrasında bulunmaları istenebilirdi ve usûlcülerin dediği gibi bu iş için nasslarm umûmî ve mutlak olmaları yeterli idi. Ancak Yüce Allah, kullarına Peygamberine has kıldığı bir meziyetle onları ayrıcalıklı kı­larak ihsanda bulundu. Şöyle ki: Peygamberihakkında"Doğrusu, in­sanlar arasında Allah´ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.[243] buyu­rurken, ümmeti hakkında da "... Onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi"[244] buyurmuştur. Bu nokta açıktır; o yüzden sözü uzatmıyoruz.

İkinci olarak: Bu tezin doğruluğu pek çok yerde ortaya çıkmakta­dır. Bunlardan otuz tanesine işaretle yetineceğiz:

1. Allah´ın salâtına[245] mazhar olma: Yüce Allah Hz. Peygamber h&kkınâa"Şüphesiz Allah ve melekler peygambere salât ederler (onu överler).[246]buyururken, ümmet hakkında da "Karan­lıklardan aydınlığa çıkarmak için size salât (rahmet ve istiğfar) eden Allah ve melekleridir[247] "Rablerinin salâtı (mağfireti) ve rahmeti onlaradır"[248] buyurur.

2. Rıza: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında "Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de razı olacaksın"[249]ümmeti hakkında da "And olsun ki onları razı olacakları bir yere koyar[250] "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah´tan razı olmuşlardır"[251] buyurmaktadır.

3. ve 4. Geçmiş ve gelecek günahların affı: Hz. Peygamber

hakkında "Allah böylece,´ senin geçmiş ve gelecek günahla ´i-nı bağışlar.[252] buyrulurken ümmeti hakkında da şöyle rivayet edil­miştir: Bu âyet indiği zaman ashap Hz. Peygamber´e gözay-dınlığı dilemişler ve "Bize ne var Yâ Rasulallah!" demişlerdi. Bunun üzerine "İnananerkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, içlerin­den ırmaklar akan cennetlere koyar; onların kötülüklerini Örter" [253]âyeti inmişti. Âyette geçen günahların affı, geçmiş ve gelecek hepsini kapsamaktadır. Birinci âyette Allah´ın nimeti tamamlamasından bahsedilmekte va "Sana olan nimetini tamamlar..." buyrulmaktadır. Ümmet hakkında da "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz"[254] buyrul­maktadır ki, bu da dördüncü benzerliği teşkil etmektedir.

5. Vahiy yani nübüvvet: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında olmak üzere "Ey Muhammedi Şüphesiz sana da vahyet-tik.[255] ve benzeri anlamda âyetlerle Hz. Peygamber´e ver­diği nübüvvetten bahsetmiştir. Bu son derece açıktır ve şahide ihtiyacı yoktur. Ümmet hakkında ise hadiste "Salih rü´ya nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür" [256] buyrulmuştur.

6. Kur´ân´ın murada uygun olarak inmesi: Hz. Peygamber

hakkında ´Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoş-nud olacağın kıbleye, ey Muhammad, elbette seni çevireceğiz"[257] buy­rulmaktadır. Hz. Peygamber daha önce kıblenin Kabe´ye çevrilmesini arzuluyor ve bu doğrultuda vahiy bekleyip duruyordu. "Ey Muhammedi Bunlardan (zevcelerinden) istediğini bırakır, istedi­ğini yanma alabilirsin.[258] âyeti bir başka örneği teşkil eder. Hz. Peygamber´e kadınlar sevimli kılındığı için, onun hakkında diğer müslüman erkeklere getirilen dört sınırı korunmamış, (daha Önce nikâhı altında kalan kadınları tutabileceği bildirilmiştir).[259]Ümmet hakkında Kur´ân´ın onların arzularına uygun düşmesine gelince; Hz. Ömer şöyle anlatır: "´Rabbime üç konuda muvafık düştüm[260]Birinde: "Yâ Rasûlallah! Keşke Makâm-ı İbrahim´i namaz yeri edinsen" dedim, hemen"Makâm-ı İbrahim´i namaz yeri edinin"[261]âyeti indi. Bir başka seferinde: "Ya Rasûlallah! Senin huzuruna iyi kimseler de kötü kimseler de giriyor. Keşke müminlerin annelerine perde arkasında bulunmalarını emretsen" dedim, bunun üzerine de "hicâb âyeti[262]in­di. Bir başka seferinde, Hz. Peygamber´in bazı kadınlarını (gereksiz bazı talepleri üzerine)[263]azarladığını duydum. Onların yanma vardım ve kendilerine "Ya bu halinizden vazgeçersiniz, ya da Allah peygambe­rine sizden daha hayırlı eşler verir" dedim. Bunun üzerine de "Ey Peygamber eşleri! Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi olan... eşler verebilir"[264]( âyeti indi.´" Başka bir örnek: Bir kadına, kocası zıhar[265]yapmıştı. Kadın Hz. Peygambere gelerek, uzun süre koca­sıyla aynı yastığa baş koyduklarını, ondan çocukları bulunduğunu... şimdi ise onun kendisine- zıhar yaptığını söyleyerek şikayette bulun­du. Hz. Peygamber "Sen ona haram olmuşsun, yapabilece­ğim bir şey yok" buyurdu, f Kadın Hz. Peygamber ile tar­tışmaya girdikten sonra) başını göğe kaldırdı ve "Ben çaresizliğimi Al­lah´a arzederim" dedi. Sonra Hz. Peygamber´e tekrar baş­vurdu. Aynı cevabı aldı. Sonra üçüncü defa sormak için tekrar gitti.Bunun üzerine Allah şu âyetleri indirdi: "Ey Muhammedi Kocası hak­kında seninle tartışan ve Allah´a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işit mistir..."[266]Bu konuda araştırma yapanlar, bu türden pek çok âyet olduğunu göreceklerdir. Meselâ, ifk (iftira) olayında Hz. Âişe´nin atılan iftiralardan uzak olduğunu, kendi arzusu doğrultu­sunda gelen âyetler[267] ortaya koymuştu. O duygularını şöyle anlatıyor: "Ben o zaman günahsız olduğum İçin mutlaka Allah´ın beni temize çı­karacağına inanıyordum. Ancak, Allah´a yemin ederim ki, Allah´ın be­nim hakkımda okunacak bir vahiy indireceğini hiç zannetmiyordum; bence benim durumum Allah´ın Kur´ân´mda okunacak vahiy indire­cek kadar önemli değildi. Şu kadar ki ben, Yüce Allah´ın beni temizle­yecek bir rüyayı Hz. Peygamber´e göstereceğini ve beni böyle paklaya­cağını düşünüyordum. Fakat O, vahiy indirdi." Hilâl b. Ümeyye de: "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben elbette doğruyum ve Yüce Allah mutlaka sırtımı had cezasından kurtaracak bir vahiy indi­recektir" demişti de bunun üzerine "Karılarına zina isnad edip de ken­dilerinden başka şahitleri bulunmayanların şahidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah´ı dört defa şahit tutmasıyla olur..."[268]âyetleri inmişti.

Bu husus, sadece Hz. Peygamber devrine hastır; çünkü onun ve­fatıyla vahiy kesilmiştir.

7. Şefaat: Hz. Peygamber hakkında "Belki de Rabbin seni övülecek bir makama [269] yükseltir" [270] buyrulmuştur. Bu ümmet hakkında da şefaatin bulunacağı sabittir. Meselâ Üveys hakkında Hz. Peygamber "Rebla ve Mudar mensupları kadarkişiye şefa­at eder"[271]İmamlarınız, şefâatçilerinizdir"[272] vb.

8. Şerh-isadr (gönlü açmak): Hz. Peygamber hak­kında "Ey Muhammedi Senin gönlünü açmadık mı [273] ümmet hak­kında da "Allah kimin gönlünü İslâm´a açmışsa o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı "[274] buyrulmuştur,

9. Sevgiye mazhariyet: Hz. Peygamber Allah´ın sev-

gilisidir. Bu husus hadisle sabittir. Hadis şöyle: Bir grup sahâbî kendi aralarında müzakere ediyorlardı. Biri: "Şaşılacak şey! Allah, yaratık­larından kendisi için dost (halil) edinmiştir" dedi. Bir diğeri: "Mu­sa´nın kelâmından daha şaşılacak ne olabilir Zira onunla Allah ko­nuşmuştur" dedi. Bir üçüncüsü: "Ya İsa! O Allah´ın kelimesi ve ruhu­dur" dedi. Bir dördüncüsü: "Âdem´e ne demeli! O Allah´ın seçtiğidir" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Lonların yanlarına çıktı, selam verdi ve sonra: "Konuşmalarınızı işittim ve hayretlerinizi gör­düm. Evet, Allah İbrahim´i dost edinmiştir. Doğrudur. Musa Allah´ın sırdaşıdır; onunla konuşmuştur. Doğrudur. îsa Allah´ın ruhudur. Doğrudur. Âdem, Allah tarafından seçilmiştir (safiyy). Bunlar hep doğrudur. Ancak dikkat edin, ben ise Allah´ın sevgilisiyim. Bunu Öğünmek için söylemiyorum. Kıyamet gününde hamd sancağını ben taşıyacağım. Bunu öğünmek için söylemiyorum. İlk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim. Bunu Öğünmek için söylemiyo­rum. Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim ve Allah onu benim için açacak ve yanımda fakir müminler olduğu halde beni oraya koyacak. Bunu öğünmek için söylemiyorum. Ben şimdiye kadar geçenlerin de, bundan sonra geleceklerin de en şereflisiyim. Bunu Öğünmek için söy­lemiyorum.[275]

Ümmeti hakkında ise ".. .Allah, sevdiği ve onların da O´nu sevdi­ği ... bir millet getirecektir"[276] buyrulmuştur.

10. Yukarıdaki hadiste Hz. Peygamber´in cennete gire­cek ilk kişi olduğu, ümmetinin de aynı şekilde oraya girecekilk ümmet

olduğu belirtilmiştir.

ll. YineaymhadisteHz. Peygamber´in şimdiyekadar geçenlerin de, bundan sonra geleceklerin de en şereflisi olduğu belir­tilmiştir. Ümmeti hakkında da "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan... en hayırlı bir ümmetsiniz"[277] buyrulmuştur.

12. Hz. Peygamber ümmeti üzerine şahit kılınmıştır. Böylece, diğer peygamberlere nasip olmayan bir ayrıcalık kazanmış­tır.[278]Kur´ân-ı Kerim´de şöyle buyrulur: "Böylece sizi insanlara şahit ne Örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygam­ber de size şahit ve örnektir."[279]

13. Harikulade olayların bulunması: Hz. Peygamber hakkıda mucize ve kerametler bulunmaktadır. Ümmetine ise, kerametler verilmiştir. Bu konuda, bir velînin, kendi veliliğini ispat için keramet ile meydan okuması caiz midir, değil midir konusunda ihtilaf edilmiştir. İşlemekte olduğumuz es...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

27 Eylül 2010, 02:09:32
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 27 Eylül 2010, 02:09:32 »

On İkinci Mesele:


Şeriat, bütün mükellefler hakkında genel ve onların her türlü du­rumlarını kapsadığı gibi, kez a her mükellefe nisbetle hem gayb hem de şühûd âlemleri için de geneldir; dolayısıyla zahirde bulunan herşeyi ona vurduğumuz gibi, bâtınla ilgili olan herşeyi de ona vurmak duru­mundayız. Delilleri:

(1)

Bir Önceki meselede geçen ve harikuladeliklerin şeriatın zahirine uymaması durumunda dikkate alınmamasını gerektiren deliller.

(2)

Şerîat hâkim konumdadır; mahkûm durumda değildir. Eğer meydana gelen harikuladelikler ve gayıbla ilgili durumlar, şeriatın umûmunu tahsis, mutlakını takyîd, zahirini tevil vb. edecek olursa, o zaman şerîat hâkim konumunda değil, mahkûm durumunda olacak­tır. Böyle bir netice ise ittifakla sakattır; dolayısıyla böyle bir neticeyi gerektirecek olan şey de sakat olacaktır.

(3)

Harikuladeliklerin şeriata ters düşmesi, onların haddizatında bâtıl olduklarım gösterir. Şöyle ki: Harikuladelikler, bazen dıştan ba­kıldığında keramet gibi görünebilirler; fakat aslında keramet olmayıp şeytanın bir işi olabilirler. Nitekim Iyâz, Mâliki fakîhi Ebu Meysere ile ilgili şöyle anlatır: Bu zat, bir gece namaz için tahsis ettiği yerde iba­det, dua ve niyazda bulunurdu. Bu halde iken kalbinde bir duygu his­seder ve o anda kıble duvarı yarılır ve oradan büyük bir ışık çıkar. Son­ra da ay gibi bir yüz belirir ve kendisine: "Ey Ebu Meysere! Yüzüme doy. Ben senin en yüce Rabbinim" der. Ebu Meysere, onun yüzüne tü­kürür ve: "Ey lanetli şeytan! Defol! ALLAH´ın laneti üzerine olsun!" diye karşılık verir. Abdulkadir Geylânî´den de şöyle anlatılır: Bir gün bu zat iyice susar. Bir de bakar ki, bir bulut kendisine doğru yönelmiş ve üzerine hafif hafif çisele meye başlamıştır. O da bundan içer. Sonra bu­luttan bir ses: "Ey Falan! Ben senin Rabbinim ve muhakkak ben sana haram olan şeyleri helal kıldım" diye nida eder. Bunun üzerine Geylâ-nî: "Lanetli şeytan defol!" dervebulutyokolur. Kendisine: "Onun İblis olduğunu nasıl anladın " diye sorduklarında da: ´Muhakkak ben sana haram olan şeyleri helal kıldım´ sözünden, diye cevap verir. Eğer şerîat hâkim konumda olmasa ve onun getirdikleri düsturlar bir kıstas ola­rak kullanılmasa idi, bu ve benzeri örneklerde gösterilen harikula­deliklerin şeytanî olduklarını bilme imkanı olmayacaktı.

Vahyin ilk başlangıç devresinde Hz. Hatice de, Hz. Peygamberin durumunu tesbit için buna benzer bir tutum içerisine girmiş ve ona şöyle demiştir: "Ey Amca oğlu! Bu sana gelen adamın tekrar geldiğin­de bana haber verebilir misin " Hz. Peygamber de "Evet" dedi. Hz. Ha­tice: "O geldiği zaman, bana bildir" dedi. Hz. Peygamber, geldiğinde ona bildirdi. Hz. Hatice: "Amca oğlu! Kalk ve sol dizim üzerine otur" dedi. Hz. Peygamber de oturdu. Hz. Hatice: "Onu şimdi görüyor musun " dedi. Hz. Peygamber: "Evet," dedi. Sonra onu sağ dizi üzerine, daha sonra da kucağına oturttu ve her defasında da onu hâlâ görüp görmediğini sordu. Hz. Peygamber de "Evet" cevabını verdi. Ravi şöyle devam eder: Sonunda Hz. Hatice başım açtı ve örtüsünü üzerinden at­tı; Hz. Peygamber de kucağındaoturuyor idi. Sonra Hatice: ´"Yine görü-yormusun " diye sordu. Hz. Peygamber "Hayır," cevabını verdi. Birri-vayette de: Hz. Hatice kocasını elbisesinin içerisine almıştı. Bunun Üzerine de o gözükmez olmuş gitmişti. Böyle bir denemeden sonra Hz. Hatice kocasına: "Ey Amca oğlu! Metinol ve sanamüjdeler olsun! Çün­kü ALLAH´a yemin ederim ki, o muhakkak bir melektir; o asla bir şeytan değildir" demişti.[371]

İtiraz: Velî kullara has olmak üzere daha başka bilgi vasıtaları (medârik) da vardır ve onlar, bunlar sayesinde şer´î kıstaslara ihtiyaç duymazlar.

Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Dediğiniz gibi olduğunu kabul etsek bile, bu takdirde bu bilgi yolları kerametler ve harikuladelikler cümlesinden olacaktır. Zira bunlar ancak ALLAH´ın veli kullarına has bulunmaktadır. Bu durumda bunlarla, diğer müşahade edilen hari­kuladelikler arasında bir fark bulunmayacaktır. Neticede bunların sahih olup olmadığını kendisine vuracağımız mutlak bir kıstasın, onun sıhhatine tanıklık edecek bir şahidin bulunması gerekecektir ve o takdirde teselsül lâzım gelecektir; teselsül ise bâtıldır. Bu konuda yalnız başına hissetme, duyma (vicdan) iddiası yeterli değildir. Çün­kü, hissin sadece bir his olması açısından onun fesat ya da sıhhatini gösterecek bir delil bulunmamaktadır, Örneğin elemler ve hazlar in­kar olunamayan hislerdendir; bununla birlikte bu onların şer´an sahih ya da fâsid olduklarını göstermez. İnsanın kendisini kurtaramadığı diğer durumlar da aynı şekildedir. Meselâ Öfke halini ele alalım: Bir olay insanı kızdırdığı zaman öfke hali diğer duygulardan farksız ola­rak ortaya çıkar ve bunu inkâr etmek de mümkün değildir. Bununla birlikte bu his, eğer ALLAH için ise övgüye değer bulunur; ALLAH için de­ğilse de yergiye konu olur. Bu durumda bir duygu olarak tamamen ay­nı olan bu İki tür Öfkenin arasını ayırabilmek için mutlak surette şer´î bakış açısına ihtiyaç vardır. Zira şer´î kıstaslara vurmaksızın, kişiye hâkim olan şu öfke yergiden uzak ve övgüye değerdir denilemez. Zira birşeyin övgü ya da yergiye lâyık olduğunun belirlenmesi aklın değil Şâri´in işidir. Bu durumda onun övgüye değer olduğu şerîat olmaksı­zın nereden bilinebilecektir Bu, şerîat olmaksızın asla bilinemez. Böyle bir ayırımın mürebbî ya da muallime (eğitimci ya da öğretmen) nisbet edilmesi de doğru değildir. Çünkü aynı durum burada da geçer­lidir.

Konu ile ilgili asıl problem şudur: Harikuladelikler insanın kud­reti dahilinde olmayan şeylerdir. Kullar, kendi arzularıyla onları ka­zanamayacakları gibi kendilerinden de uzaklaştıramazlar. Çünkü bunlar tamamen ALLAH vergisidir ve O, bunları kulları içerisinden dile­diği kimselere vermektedir. Bu durumda harikuladelikler insandan çıktığında, bunlar hakkında onların şeriata uygun olmadığını far-zetsek bile şeriatın bir hükmü bulunmayacaktır. Bunlar, insana kendi kesbi olmaksızın ansızın ânz olan elem ve ağrılarla, neşe ve se­vinçler gibidirler. Nasıl ki, bu şeyler şer´an güzel ya da çirkin (hüsün ve kubuh) diye nitelenemezse, onlara şer´î bir hüküm bağlanmıyorsa bu­rada da durum aynıdır. Hatta bunlara en çok benzeyen şeyler bayılma, delirme vb. gibi hallerdir. Başkalarına dokunan bir zarar söz konusu olsa bile, bu gibi hallere taalluk eden bir hüküm bulunmamaktadır. Mesela deli bir kimse, deliliği sırasında bir mal telef etse veya bir kim­seyi öldürse ya da içki içse kendisine bir hüküm terettüp etmemekte­dir.[372]Aynen burada da durum aynı olmaktadır. Dikkat edilecek olur­sa bu gibi zevatın istiğrak halleri ile nakledilen olaylar tam bir benzer­lik arzeder; onların üzerlerinden namaz vakitleri geçer de hiç haberle­ri olmaz. Mükâşefe ve istiğrak hallerinde va´dlerde bulunurlar, fakat yerine getirmezler. Başkalarının mahremiyetlerine vâkıf olmak[373] gi­bi yollarla insanların hallerine muttali olurlar. Onlarda meydana gel­miş ya da onlar hakkında nakledilmiş bu ve benzeri şeyler, onlar iste­seler de istemeseler de yerini bulmuş şeylerdir. Bu durumda bu gibi şeyler nasıl olur da şer´î hükümler altına sokulmak istenir !

Cevap: Geçen deliller, meselenin esasını isbat için yeterlidir. İti­raz olarak serdedilen şey yerinde değildir. Çünkü, harikuladeliklerin elde edilmesi ya da uzaklaştırılması her ne kadar insan kudretinde de­ğilse de, onun kudretinin, bu neticelerin (müsebbeblerin) sebepleriyle bir taalluku bulunmaktadır. Daha önce de geçtiği üzere, mükellefin emredilerek ya dayasaklanılarak muhatap tutulduğu şey sebebler ol­maktadır. Müsebbebler ise, ALLAH´ın yaratmasıdır. Harikuladelikler de bu cümledendir. Yine daha önce de geçtiği gibi, sebeblerden doğan müsebbebler, hüküm bakımından sebebiyet verdiği için mükellefe nisbet edilmektedir. Çünkü müsebbebler konusunda ALLAH´ın koydu­ğu âdet-i ilâhiye şöyledir; Müsebbebler, sahihlik ve bâtıllık, doğruluk ve eğrilik gibi konularda sebeblere bağlanmıştır. Harikuladelikler de, yükümlü kılınan sebebler üzerine terettüp edilen müsebbeblerdir. Ni­tekim bunlar, amel konusunda sünnete sarılma ölçüsünde, onları her-türlü şaibelerden, arzu ve hevesin etkisinden arındırma oranında gerçekleşmektedir.Normal amellerin neticesinden o amellerin doğru olup olmadıkları sonucu çıkarılabilmektedir; dolayısıyla burada da durum aynı olacaktır. Yüce ALLAH şöyle buyurur; "Ancak işlediklerini­zin karşılığını görürsünüz"[374] ´Ya siz yaptıklarınızdan başka bi -şey için mi cezalandırılacaksınız[375] Kudsî hadiste de; "Ey kullarım! Bunlar sizin amellerinizdir; onları sizin içirusayıyorum ve sonra onla­rı eksiksiz olarak size veriyorum" buyrulur.[376] Bu nassîar, hem dünyevî hem de uhrevî amellerin karşılığım kapsamaktadır. Muame­lât konusunda mevcut bulunun fıkhı ferî meseleler de aynen âdetlerin şehâdeti gibi burada konumuza tanık olmaktadır. Bu ha­liyle konu, genel anlamda kesinlik arzetmektedir.

Durum böyle olunca, hak ya da bâtıl şekilleriyle meydana gelen harikuladelikler, bunların öncesi bulunan riyazete nisbet edilmiş ol­maktadır. Neticeler, şüphesiz mukaddimelere tâbi olurlar. Bu durum­da teklifi hüküm, mukaddimeleri açısından harikuladeliklere de taal­luk etmiş olur ve sahibi onunla mesul tutulur. Bu haliyle de harikula­delikler şer´î bakış açısından dışarı çıkmış olmazlar. Hastalık,- delilik vb. gibi mükellef tarafından işlenmiş bir sebebi bulunmayan haller ise böyle değildir; zira onlara herhangi bir teklifi hüküm taalluk etmez.. Eğer onlarda da mükellefin bu gibi hallere sebebiyet verdiğinifarzede-cek olsak, o takdirde bu gibi haller mükellefe nisbet edilmiş olacak ve kendisine yükümlülük hitabı taalluk edecektir. Meselâ kendi irade­siyle meydana gelen sarhoşluk vb. gibi. Bu izahtan da anlaşılacağı üzere, şeriat harikuladelikler üzerinde hâkim konumdadır ve onun çerçevesi dışına hiçbir şey çıkmamaktadır.

Allahu a´iem!

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 27 Eylül 2010, 02:10:34 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes