Konu Başlığı: Muhkemlik Ve Müteşâbihlik Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Eylül 2010, 00:24:49 Muhkemlik Ve Müteşâbihlik Birinci Fasıl: Muhkemlik Ve Müteşâbihlik Bu konu için altı mesele sözkonusudur: Birinci Mesele: ´Muhkem´ kelimesinin genel ve özel olmak üzere iki kullanılış şekli vardır: ´Muhkem´, özel anlamda kullanıldığı zaman mensûh olmayan kastedilir. Bu durumda bu ifade, nâsih ve mensûh bilginlerinin kullanmış olduğu terim olmaktadır. O hükmün nâsih olup olmaması arasında ise fark yoktur. Onlar bu kelimeyi: ´Bu âyet muhkemdir´; ´Bu âyet mensûhtur´ şeklinde kullanırlar. Genel anlamda kullanıldığı zaman bu kelime ile, açık ve vazıh olup mânâsının anlaşılması için bir başka şeye ihtiyaç göstermeyen şey kastedilir. ´Müteşâbih´ ise, birinci kullanılış şeklinde ´mensûh´ terimini karşılamaktadır. İkinci kullanılış şekline göre ise, lafzından ne murad edildiği anlaşılamayan anlamındadır. Araştırma ve düşünme yoluyla anlaşılabilir olup olmaması farketmez. "Sana Kitab´ı indiren O´dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar[1] âyetinde geçen müteşâbih ifadesi, müfessirlerce işte bu anlamda anlaşılmıştır, ikinci kullanılış şekliyle muhkem ve müteşâbih kavramlarının altına, Hz. Peygamber´in "Helal bellidir, haranı bellidir; aralarında ise ´müştebihat´ (yani hangisinden, olduğu ayırt edilemeyenler) vardır"[2] hadislerine sözü edilenler de girmektedir. Açık olan muhkemdir; müşte-bi-hât yani durumu karışık olup helal ya da haramlığı ayırt edilemeyen de müteşâbihtir. Her ne kadar âyet ile hadiste sözü edilen müteşâbihlik yönü ayrı ayrı[3] ise de sonuçta mânâ birdir. Çünkü bu hitabın anlaşılmasına yönelik bir durumdur.[4]Bu mânâ gözönüne alındığı zaman, muradın ne olduğunu açıklayıcı unsur (mübeyyin) bilinmeden önce, mensûh, mücmel, zahir, âmin ve mutlakın da müteşâbih kavramının altına girdiği görülecektir. Öbür taraftan da; nâsih, hükmü sabit olanlar, mübeyyen, müevvel, muhassas ve mukayyed[5] de muhkem kavramı altına gireceklerdir.[6] [7] İkinci Mesele: Müteşâbihliğin şer´î nasslarda varlığı bilinmektedir. Ancak bunun miktarı nedir Bunlar az mıdır Yoksa çok mudur İnceleme bu konu üzerindedir. Sabit olan müteşâbih unsurların çok değil az olduğudur. Delilleri: 1. Bu konuda açık nass vardır: Bu Yüce Allah´ın şu buyruğu olmaktadır: "Sana Kitab´ı indiren O´dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir.[8] Muhkemler hakkında "onlar kitabın anasıdır (ümmü´l-kitâb)" buyurul-ması onların büyük çoğunlukta olduklarını gösterir. Birşeyin anası, o şeyin büyük çoğunluğunu ve tamamına yakın kısmını teşkil eder. Meselâ yolun büyük kısmı anlamında ´ümmü´t-tarîk´ derler. Beynin bütün parçalarını içerisine alan ve onu her taraftan kuşatan beyin zarı için de ´ümmü´d-dimâğ´ tabirini kullanırlar. Ümm, aynı zamanda asıl, esas mânâlarına da gelir. Bu anlamda Mekke için ´Ümmü´1-kurâ´ (şehirlerin anası) denilir; çünkü yerküre oradan yaratılmaya başlamıştır. Bu anlamda da mânâ birinciye çıkar.[9] Durum böyle olunca âyette bulunan "Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir´[10]kısmı ile az olan taraf kastedilmiş olmaktadır. 2. Eğer müteşâbih çok olsaydı o zaman karıştırma ve çıkmaza girme çok olurdu ve bu durumda Kuran hakkında onun bir beyan ya da hidayet kaynağı olduğunu söylemek mümkün olmazdı. Halbuki bu tür pek çok âyet bulunmaktadır: "Bu Kuran, insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme (hidayet) ve bir öğüttür[11] "Müttekîler için bir hidayettir[12]"Sana da insanlara gönderileni açıklayasın[13]diye Kurân´ı indirdik."[14] Kuran, sadece insanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve onların problemlerine çözüm getirmek için gelmiştir. Müşkil ve açık-seçik olmayan birşey, sadece yeni açmazlara ve şaşkınlıklara sebep olur ve asla hidayet ve beyan özelliği taşımaz. Oysa ki, şeriat ancak bir beyan ve hidayettir. Dolasıyla bu da, müteşâbihin çok olmadığının bir delili olur. Öyle ki, eğer bizzat nass şeriatta müteşâbih unsurların bulunduğunu göstermeseydi, müteşâbihlikten sözetmeye imkan bile olmayacaktı. Ancak nass ile varlığı bildirilen bu müteşâbih unsurlar, mükellefe iman ve tasdik ötesinde bir hüküm getirmemektedir ve bu durum gayet açıktır. 3. İstikra: Müctehid şer´î deliller üzerinde düşündüğü zaman, onların belli bir düşünce sistemi üzerine oturduğunu, hükümlerinin düzen içerisinde olduğunu, bütün yönleriyle hep aynı bütünün özelliklerini taşıdığını görecektir. Nitekim şu âyetlerde de bu husus belirtilmiş bulunmaktadır: "Bu Kitap, hakim[15] ve haberdar olan Allah tarafından, âyetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir Kitap´tır[16]"işte bunlar, hikmetli Kitab´ın ayetleri-dir[17] "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ... Kitab´ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.[18] Birbirine benzeyen demek, başı sonunu, sonu da başını tasdik eden demektir. Başı sonu derken nüzul yönünden önce inenlerle sonra inenleri kastediyorum, İtiraz: Müteşâbih azdır nasıl diyebilirsiniz Az önce tefsir edilen anlamda müteşâbih gerçekten çoktur; çünkü onun kapsamına mensûh, mücmel, âmm, mutlak ve müevvelden pek çoğu girmektedir. Bu sayılanlardan her biri altında ise pek çok tafsilat vardır. Hatta bu konuda İbn Abbas´tan nakledilen: "Allah herşeyi bilicidir"[19] âyeti hariç, hiçbir âmm ifade yoktur ki, tahsis görmesin" sö-1 zü iddiamızın isbatı için yeterlidir. Şer´î deliller üzerinde kâidele-riyle birlikte detaylarıyla düşünen kimse, onların mahut bidüziye-lik üzere olmadıklarını görür. Meselâ zarûriyyâttan olan vâcibler, zahirde mutlak ve umûmî olarak vacip kılınmışlardır. Sonra hâcî, tekmili ve tahsîni esaslar gelmiş ve onları pek çeşitli şekillerde ve sayılamayacak kadar çok yerde kayıtlamışlardır. Amm ile zikredilen diğerlerinde de durum aynıdır. Sonra sen şeriatta üzerinde ittifak edilen konuların, ihtilaf konularına nisbetle çok az olduğunu göreceksin. Bilindiği gibi, üzerinde görüşbirliği edilen şey açıktır; üzerinde ihtilaf edilen şey de kapalıdır. Çünkü ihtilafı doğuran şey, şüphesiz ki hükmün mahallinde mevcut bulunan müteşâbihliktir. Bunlara ilaveten şunu da söyleyelim: Şeriatın getirdiği yükümlülüklerin esasını emir ve nehiy o-luşturur. Buna rağmen herşeyden önce bunların mânâlarında, sonra kiplerinde, daha sonra da ´yap´ ve ´yapma´ ifadelerinin emir ve nehiy için tayin edilmiş kip olup olmadığı[20] konusunda ihtilaf edilmiştir. Bununla kalınmamış ne gerektirdiği[21] konusunda ihtilaf edilmiş ve pek farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu esas üzerine kurulmuş üzerinde ittifak edilen, edilmeyen her ferî mesele, bu durumda ihtilaf konusu olacak[22] ve bu durum icmâ yoluyla—ki bu çok nadirdir— bir yöne doğru belirleninceye kadar devam edecektir. Sonra mânâsı lafızlarından elde edilen deliller, kitabın baş ta-rafinda belirtilen kesinliği zedeleyici on unsurdan uzak olduğu sabit olmadıkça şaibeli olmada devam eder. Bunların olmadığını tespit ise gerçekten çok zor bir iştir. İcmâa gelince, bu başta tartışmalı bir konudur. Sonra icmâ sabit olsa bile, onun ittifakla hüccetliğinin sabit olabilmesi için gerçekten pek çok şart[23] bulunmaktadır. Bu şartlardan birisi bulunmadığı zaman icmâ hüccet olmayacak ya da üzerinde ihtilaf edilen türden olacaktır. Sonra âmm lafızlar konusunda tâ baştan ihtilaf bulunmaktadır. Onun için acaba belli bir sîga var mıdır, yok mudur Eğer var dersek, o zaman onun amelini icra edebilmesi ancak ileri sürülen belli şart ve niteliklerle mümkün olabilecektir. Aksi takdirde muteber olmayacak ya da üzerinde ihtilaf edilen konulardan olacaktır. Mutlak ile mukayyed arasındaki ilişki de aynıdır. Hem sonra delillerin büyük çoğunluğunun delaleti nass[24] olmayıp, tevile açık bulunduğuna göre araştırmacının Önünde ihtimallerden mutlak surette uzak bir delil kalmayacaktır. Sonra vâhid haberler şeriatta bir esas (umde) olmaktadır ve bunlar deliller içerisinde büyük bir çoğunluğa sahiptirler. Bunlara ayrıca sened yönünden de zayıflık bulaşır. Hatta bunların hüccet olup olmadıkları tartışmalıdır. Eğer hüccetliği kabul edilirse, keza bunların da sıhhat şartları bulunacaktır ve bu şartların bulunmaması durumunda delilliği zedelenecek ve kendisi ile amel edilmeyecek yahut da amel edilmesi hakkında ihtilaf sözkonusu olacaktır. Delillerden hüküm çıkarmanın bir yolu da ´mefhûm´a[25] itibar etmektir. Mefhûm konusu ise tamamen ihtilaflıdır. Bu durumda ihtilaflı olan bu delillerden üzerinde görüşbirliği edilen bir sonuca ulaşılması mümkün değildir. Sonra kıyasa döndüğümüzde daha büyük ihtilaflarla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü herşeyden önce kıyasın kendisi üzerinde ihtilaf bulunmaktadır. Sonra onun çeşitleri, illeti belirleme yolları Ve sıhhat şartları konularında büyük görüş ayrılıkları olmuştur. Buna rağmen yirmibeş itiraz konusundan uzak olması da gerekecektir. Böyle bir delilin şaibelerden uzak olması ve sonunda açık seçik bir hüküm ortaya koyabilmesi gerçekten de çok uzak bir ihtimaldir. Bir başka nokta daha var: Her bir şer´î istidlal, iki mukaddime üzerine kurulmak durumundadır. Birisi şer´îdir ve onlar üzerinde durmada su götürür unsurlar vardır, ikincisi ise, nazarî (fikrî) mukaddimedir ve menâtm (yani hükmün dayanağı, mahalli) belirlenmesine yöneliktir. Hükmün her menâtı ise zorunlu olarak bilinebilecek şeyler değillerdir. Aksine çoğu kez onları inceleme ve araştırma sonucunda bulmak mümkün olmaktadır. Bu durumda şer´î delillerin büyük çoğunluğu nazarî olmaktadır. İbnu´l-Cüvey-nî, aklî-nazarî meselelerde genelde ittifak etmenin mümkün olamayacağını söylemiştir. Bu görüş aynı zamanda el-Kâdî´ye de aittir. Aklî-nazarî konularda durum böyle olunca, aklî olmayan nazarî konularda ittifakın olmaması öncelikli olarak gerçekleşecektir. Bütün bunlar sana gösteriyor ki, şeriatta müteşâbih unsurlar gerçekten pek çoktur. Dolayısıyla yukarıda yapılan istidlalin bir anlamı yoktur. Cevap: İtiraz yerinde değildir; çünkü bütün bunlar delilden 1 yoksundur. Şöyle ki: Zikri geçen manâsıyla müteşâbih —her ne kadar delillerin mihverini teşkil eden bu türler müteşâbih altına giriyorsa da— gerçekte onlarda müteşâbihlik bulunmamaktadır. Zira onlar, ´kendilerinden hususîlik murad olunan âmm1 diye tefsir edilmişlerdir. Onun tahsisine dair delil konulmuş ve böylece ondan murad belirlenmiştir. İbn Abbâs´m "Hiçbir âmm ifade yoktur ki, tahsis görmesin" sözü de buna delalet eder. Kendisinden ne murad edildiği beyan edilmişse, o zaman müteşâbihlik nerede ! Diğerlerinde de durum aynıdır. Bunların müteşâbihliği beyandan önce olmaktadır. Onların beyanına dair burhan ikame edilmiştir ve Hz. Peygam-ber´in ölümünden Önce de din tamamlanmıştır. O yüzdendir ki, müctehid tahsis edici unsurların bulunup bulunmadığını araştırmadan sadece âmm bir lafza, keza kayıtlayıcı bir unsur olup olmadığını araştırmadan doğrudan mutlak bir lafza tutunma gibi bir tavır gösteremez. Zira gerçek beyan bunların her ikisini de birden değerlendirme sonucunda ortaya çıkmaktadır. Delil, sadece âmm lafız değil; o, tahsis edici unsurla birlikte delil olmaktadır. Eğer hâss kaybolursa, işte o zaman kendisinden hususîlik murad olunan âmm lafız müteşâbih kabilinden olacaktır. Bu durumda maksat olan tahsis edici unsuru (muhassıs) dikkate almamak ve onu ihmal etmek[26], artniyetlilik ve doğru yoldan sapma olacaktır. Bu yüzdendir ki, Mutezile sapık mezheplerden sayılmıştır. Çünkü onlar "Dilediğinizi yapınız"[27]Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin´[28]gibi nasslara tutunmuşlar ve ["Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz"[29] gibi onlara açıklık getiren diğer delilleri dikkate almamışlardır. Keza "Hüküm ancak Allah´a aittir."[30]âyetine yapışan Haricîler de [31]îç in izden iki âdil kimsenin hükmedeceği. [32] "Bir hakem onun (kocanın) ailesinden, bir hakem de kadının ailesinden gönderin..[33] gibi onlara açıklık getiren diğer nasslan dikkate almamışlardır. Cebriyye de "Allah sizi ve sizin yaptıklarınızı yaratandır[34] gibi âyetlere yapışmış, fakat onların açıklayıcısı olan "Yaptıklarınıza (kesb) bir karşılık olmak üzere.[35] gibi âyetleri görmeme zlikten gelmişlerdir. Delilleri tek taraflı olarak ele alıp arkasında ne var ne yok araştırma yönüne gitmeyen diğer kimselerin durumu da aynıdır. Eğer bu gibileri, delilleri her iki taraflı ele alsalar ve onlarla bunları birlikte değerlendirselerdi, Yüce Allah´ın ulaşılmasını istediği sonuca ulaşırlardı ve böylece maksat hasıl olurdu. Bu nokta anlaşıldı ise diyebiliriz ki; beyan, beyan edici unsurla birlikte ortaya çıkar. Bu durumda beyan edici unsur dikkate alınmadan mübeyyen (beyan edilen unsur) ele alınacak olursa o zaman bu müteşâbih olur; ancak bu müteşâbihlik şer´an haddi zatında mevcut olan bir müteşâbihlik değildir. Aksine artniyetli kimseler, müteşâbihliği bunlara bizzat kendileri sokmuşlardır ve bunun sonucunda da doğru yoldan sapmışlardır. Bu mânâ, aşağıda arzedilecek olan kaidenin izahı ile daha iyi anlaşılacaktır: [36] Üçüncü Mesele: Şeriatta mevcut müteşâbihlik iki türlüdür: a) Hakîkî müteşâbihlik. b) İzafî (göreli) müteşâbihlik. Bu sadece müctehidin kendi kusurundan kaynaklanan bir müteşâbihlik şekli olmaktadır. Sonra bir üçüncü kısım daha vardır ki o da hükümlerin bağlandığı yer olan menâtm tesbitine yöneliktir. Birinci kısım yani hakîkî müteşâbihlik: Âyetten kastedilen budur ve sonuç olarak şu anlamı ifade eder: Bu tür müteşâbih-lerin mânâlarının anlaşılmasına bizim için imkan yoktur; onların anlaşılmaları için delil de konulmuş değildir. Müctehid şeriatın esasları (usûlü´ş-şerîa) üzerinde düşündüğü, onlar hakkında araştırma yaptığı ve onları bir araya getirip değerlendirdiği zaman, onlar içerisinde mânası muhkem olan, maksadına ve hedefine delalet eden birşey bulamaz. Bunların az olduğunda kuşku yoktur. Meselenin başında arzettiğimiz deliller işte bu hususu göstermektedir. Bunlar, iman dışında herhangi bir yükümlülük getirmeyen konularla ilgilidir. Bu husus Beyân ve İcmal faslında açıklanacaktır. Necrân heyetinin Hz. Peygamber´e gelmesi üzerine inen Âl-i İmrân´daki "Sana Kitab´ı indiren O´dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar" [37] âyeti de bu tür şeyler hakkındadır. İbn İshâk, onlar hakkında —ki hükümdarın dini üzere Hristi-yandılar, halbuki durumları farklıydı— bir kısım bilgi verdikten sonra şöyle devam eder: Onlar İsâ (as.) hakkında şöyle derler: "O Allah´tır; çünkü o ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gayıptan haber verirdi; çamurdan kuş sureti yapar, sonra ona üfler ve o bir kuş olurdu. O, Allah´ın oğludur; çünkü bilinen bir babası yoktu. Beşikte daha Önce insanoğlunun yapmadığı biçimde konuşmuştu. O, üçün üçüncüsüdür; çünkü Allah, ´yarattık´, ´yaptık´, ´hükmettik´ gibi ifadeler kullanmaktadır. Eğer o, bir olsaydı, o zaman mutlaka ´yarattım´, ´yaptım´, ´hükmettim´ gibi tekil ifadeler kullanırdı. Dolayısıyla ilah, O, İsâ ve Meryem üçlüsünden meydana gelmektedir." Al-i îmrân sûresinin baş tarafı "Eğer yüz çevirirlerse: ´Bizim müs-lüman olduğumuza şahit olun´ deyin"[38] âyetine kadar işte bunlar hakkında inmiştir.[39] Bu olayda bizim konumuzla ilgili olan kısım, onların Allah´ı la-yıkı veçhile değerlendiremediklerinin ifade edilmesidir. Zira onlar Allah´ı kula mukayese etmişler ve ona eş ve çocuk nisbet etmişlerdir. Öbür taraftan da ancak Allah için sözkonusu olan ve mahluk için caiz olmayan bazı nitelikleri de kul için isbat etmişler, Yaratıcıya babasız insan yaratma kudretini çok görmüşlerdir. Halbuki onların yapması gereken, Allah´ın âyetlerine iman etmek ve O´nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmekti; fakat onlar bunu yapmadılar. Aksine Allah´ın zât ve sıfatı ile ilgili bu gibi konularda kendi akıl ve görüşleri ile hükmetme yolunu tuttular ve böylece doğru yoldan sapmış oldular.[40] İkinci kısım: Göreli (izafî) müteşâbihlik: Bu kısım —her ne kadar mânâ bakımından âyetin altına giriyorsa da— onun sarahati altına girmemektedir. Çünkü bu kısımda müteşâbihlik, şeriatta vaz´ ediliş şeklinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü bunlar haddizatında beyan edilmiştir. Ancak, ictihad etme durumunda olan kimse yapması gereken araştırma ve değerlendirmede kusur göstermiş veya arzu ve hevesine uyarak beyan yolundan sapmıştır. Bu durumda karışıklığın (göreli müteşâbihliğin) delillere nisbet edilmesi doğru değildir. Aksine burada sözkonusu olan ihmal ve kusur gösterme ve açıklayıcı delillerden haberdar olmama, araştır- [93] ma ve değerelendirmeyi yapacak olan kimselere ait olacaktır. Onlar hakkında ´müteşâbihlere tâbi olma´ vasfının kullanılması yerinde olacaktır. Çünkü bunlar açıklayıcı deliller mevcut iken böyle yaptıklarına göre, ya bir de gerçekten delil bulunmasaydı o zaman kim bilir neler yaparlardı ! O yüzden bu tip kimselerin mânâ bakımından âyetin hükmü altına girdikleri söylenmiştir. Bu kısma örnek olarak Mutezile, Haricîler[41] ve diğerleri hakkında biraz Önce geçen misalleri hatırlayabiliriz. Bir başka örnek olarak da Müslim´in Süfyân´dan rivayet ettiği şu hadisi ele alabiliriz: O şöyle anlatır: "Bir adamın Câbir b. Yezîd el-Ca´fî´ye "Artık babam bana bir izin verene veya Allah hakkımda hüküm verene kadar —ki O hüküm verenlerin en hayırlısıdır— bu yerden ayrılmayacağım[42] âyetini sorduğunu işittim. Câbir: "Bu âyetin tevili gelmedi" dedi ve tabiî yalan söyledi. el-Humeydî, Süfyân´a: "Bununla neyi kastetti´ diye sorduk. O şöyle cevap verdi: Râfızîler şöyle derler: "Muhakkak Ali, bulutlardadır. Gökten bir münâdî seslenip de —Hz. Ali´yi kastediyor— falanca ile çıkıp başkaldırın, demedikçe biz onun ortaya çıkan oğlu ile çıkmayız" Câbir, âyetin tevilinin bu olduğunu belirtiyor ve tabiî yalan söylüyordu. Âyet, Yusufun (as.) kardeşleri hakkındadır[43] ve durumu açıktır, mânâsında her hangi bir kapalılık yoktur. Âyetin başı ve sonu bunu göstermektedir. Aynen hâssın ânımdan; mukayyedin de mutlaktan ne kastedildiğini belirtmesi gibi. Câbir, işine gelen yeri alıp âyetin başı ve sonunu bir tarafa bırakınca, orası kendisi hakkında müteşâbih bir hal aldı. Aynen hâssı ve mukayyedi dikkate almadan âmm ve mutlak lafızlara sarılan kimsenin durumunda olduğu gibi. Halbuki onun yapması gereken bu gibi yerlerde durup beklemekti (tevakkuf); ancak o Öyle yapmadı, arzu ve heveslerine uydu ve âyetin mânâsını anlama konusunda artniyetlilik göstererek sapmış oldu. Üçüncüsüne gelince, bu kısımda müteşâbihlik delillere yönelik değildir. Aksine delillerin bağlanacağı yerlere (menâta) yöneliktir. Meselâ murdar hayvan eti yemenin yasakhğı açıktır. Usûlüne göre boğazlanmış hayvanın yenmesinin helalliği de açıktır. Buna rağmen, murdar hayvanla usulünce boğazlanmış hayvan birbirine karışırsa, hangisinin yenileceği konusunda şüphe ve karışıklık fmüteşâbihlik) ortaya çıkar. Burada sözü edilen müteşâbihlik (net olmama) o şeyin haram ya da helalliğini gösterecek delil hakkında değildir. Bu durumda meselenin hükmünü gerektiren delil gelmiştir ki o da, durum açıklık kazanıncaya kadar onlardan yenmemesidir. Bu delil de aynı şekilde açıktır ve bunda da bir müteşâbihlik yoktur. Bu tür altına giren ve karışıklığın delilde değii de5 delilin bağlandığı yerde (mahal, menât) olduğu diğer yerlerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu kısım müteşâbih kavramı altına girmemektedir na girmemektedir. Fasıl : Bu husus açıklık kazandı ise, itiraz sadedinde zikredilen diğer soruların[44] cevaplarına geçebiliriz: Daha önce arzedilen açıklamalardan, âmm ile hâss vb. gibi delillerin kendilerine muhalif olan unsurlarla birlikte vukuuna itibarla müteşâbihliğin az olduğu ve müteşâbih sayılan şeylerin aslında müteşâbih olmadığı ortaya çıkmıştı. Yine orada müteşâbihliğin sa^ dece gerçek müteşâbîhlikten ibaret olduğu da belirtilmişti. İhtilâf edilen konuların çokluğuna gelince, bunlar hakikaten çok olsalar da mutlak surette hepsi müteşâbih değillerdir; aksine onların içerisinde müteşâbih olan da vardır; (olmayan da vardır). Müteşâbihlerden olan kısım nadir olmaktadır. Meselâ selef-i sâlihin içerisine girmeyip kendilerini tuttukları konularda mevcut bulunan görüş ayrılıklarında olduğu gibi. Bunlar, durumu kullara kapalı olan gaybî şeylere iman ve teslimiyeti gerektiren şeylerdir. Meselâ, istiva (arşa oturma, kurulma), inme, gülme, el, ayak, yüz vb. Allah´a nisbet edilen sözlerin anlaşılması konulan gibi. İlk nesiller bu gibi lafızlar karşısında teslimiyet yolunu tutup mânâlarını anlamaya çalışma gibi bir tekellüf içerisine girmeyi terkedince, bu onlara göre hükmün böyle olduğunu gösteren bir delil oldu. Bu Kurân´m da zahiri olmaktadır. Çünkü söz, cehaletle halledilemeyecek bir konuya dairdir ve mânâlarının anlaşılmasına bağlı bir yükümlülük de bulunmamaktadır. Diğer ihtilaf alanları ise, delillerin müteşâbihlik arzetmesinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü kesin delil bunun aksine delalet etmektedir. Aksine o gibi yerlerde sözko-nusu olan ihtilaflar, müctehidin delillerin illetleri ve delile getireceği yorumları tesbit ( menât ve mehârici) hakkındaki değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Müctehidin, aslında (Allah katında) mevcut bulunan hükme isabet etmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Aksine ona düşen, ictihad sırasında bütün gayretini ortaya koymasıdır. Elbette ki, zeka ve şer´î ilimlerdeki derinleşmeye oranla değerlendirmeler farklılık arzedecektir. Herkesin tuttuğu bir yol, kendisine ait bir metodu vardır ve bu müctehidin kendisine nisbet-le olup, aslında mutlak olarak olması gerekene nisbetle değildir. Bu durumda, deliller içerisinde mansûs (nass ile belirlenmiş)[45] olanlar, bu açıdan ele alındığı zaman müteşâbih olmaktan çıkarlar. Olsa olsa bunlar göreli olan müteşâbihlik kapsamına ya da üçüncü kısımdan olan müteşâbihlik kısmına girerler ve gerçek müteşâbihlik kısmına girmezler. Buna şu da delalet eder: Her âlimi kendi başına alıp ve onun elde etmiş olduğu şeriat ilmini inceledeğimizde, ona göre müteşâbih delillerin ve mücmel nassların çok az ve nadir olduğunu görürüz. Çünkü o şeriatı kendisine göre bidüziyelik arzeden bir yöntemle ele almıştır ve bu sayede deliller belli bir uyum içerisinde istikrar kazanmıştır. Eğer fıkhî mesâilde meydana gelen ihtilaflar onların delillerinin müteşâbih olmasını gerektirecek olsaydı, o zaman âlimlerin çoğuna nisbetle deliller müteşâbih hal alır ve onlar içerisinde ancak çok cüzî bir kısım hariç beyan yoluyla müteşâbihlikten kurtulamazdı. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Bütün mücte-hidler —mesâilde bulunan ihtilâfa rağmen— serî delillerin açık ve seçik olduğunu kabul etmekte ve "Sana Kitab´ı indiren O´dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir"[46]âyetinin de kuşkusuz zahiri üzere olduğunu itiraf etmektedirler. Bundan da, —ihtilâfın çokluğunu itiraf etmelerine rağmen— şeriatta gerçekten müteşâbih unsurların çok olmayıp az olduğunu gösteren bir icmâ delili ortaya çıkar. Sonra, meydana gelen her görüş ayrılığının devamlı kalacak bir ihtilaf sayılması doğru olmaz. Şöyle ki: Önce de geçtiği gibi sünnet yolundan çıkmış olan hizipler, delilleri bütün yönleriyle ele almayıp tek taraflı değerlendirince kaynaklar onlar için müteşâbih-lik arzeder bir hal almış ve bunun sonucunda da onlar (arzu ve heveslerine uyarak) sapıtmışlardır. Bunların, sapıtarak ileri sürdüğü şeyler ise aslında dikkate alınacak türden değildir. Dolayısıyla onlara muhalif hareket etmek gerçek anlamda bir ihtilaf sayılamaz. Doğru yoldan ayrılmayı sonuçlandıran diğer benzeri durumlar için de aynı şey sözkonusudur. Kaldı ki, bazı ihtilaf gibi görünen şeyler de vardır ki, aslında uyum halindedirler. Bu bahis İctihâd konusu [96J işlenirken ele alınacaktır.[47]Bu sebeple ihtilaf sayılan birçok husus ihtilaf olmaktan çıkmaktadır. Oraya bakıldığı zaman burada söylenmek istenen maksat daha iyi anlaşılacaktır. Bir husus daha var: O da şeriat ilminde hiç ihtiyaç duyulmayacak pek çok konunun onun içerisine sokulmuş olmasıdır. Böylece hiç ilgisi olmayan konular şer´î ilimler içerisinde önemli problemler olarak yer almışlardır. Eğer bunlar toptan kaldırılacak olsa şer´î ilimlerde kendisine ihtiyaç duyulan konulardan hiçbirisi ihlale uğramayacaktır. Selef-i sâlihin —bırakın sahabe ve onları takip eden nesiller gibi dili henüz bozulmamış Arapları— İmam Mâlik, Şafiî ve Ebû Hanife ile onlardan önce ya da sonra gelen ya da akranları gibi dilin bozulmasından sonra doğan ve dil ilimlerini Öğrenmeye ihtiyaç duyan kimselerin dahi bu gibi şeylerin sözünü bile etmemesi ve buna rağmen şeriatı anlamada herhangi bir eksiklik hissetmemeleri bunun açık delilidir. Bu gibi şeyler serî ilimler içerisine sokulunca haliyle beraberinde pek çok ihtilafları da getirmiştir. Eğer bunlar şer´î ilimlere sokulmasaydı, bu yüzden doğan ihtilaflar meydana gelmeyecekti. Şer´î mesâil üzerinde araştırma ve inceleme yapan kimseler, saydığımız imamlardan sonra gelen nesiller içerisinde (mütteahhirîn) bu türden pek çok şey bulacaklardır. Kitabın başında Mukaddimeler bahsinde bu nokta üzerine dikkat çekilmişti. İctihâd bahsi işlenirken de müctehid için bilmesi gereken ilimlerin neler olduğu açıklanacaktır. Eğer bu bilgileri bir arada değer-lendirirsen müteşâbih unsurların az olduğunu; muhkemin ise genel ve gâlib bulunduğunu göreceksin. [48] Dördüncü Mesele: Müteşâbihlik[49] küllî kaidelerde olmaz; ancak cüz´î fer´î konularda olur. Bu hususu gösteren deliller iki çeşittir: 1. Şer´î nassların istikrası bunun böyle olduğunu göstermektedir. 2. Eğer şer´î esaslarda da müteşâbihlik olsaydı, o zaman şeriatın büyük çoğunluğu müteşâbihâttan olurdu. Böyle bir sonuç ise bâtıldır. Şöyle ki: Fer´, dayandığı esas üzere kuruludur ve bunun tabiî sonucu olarak da esas sahih ise fer´ de sahih; esas bâtıl ise fer´ de bâtıl olur. Keza esas açık seçikse onun üzerine kurulu bulunan fer´ de açık seçik; esas kapalı ise fer´ de kapalı olur. Kısaca esasta mevcut bulunan her özellik, fer´e de yansır. Zira her fer´de, esasta bulunan şey bulunur. Bu da müteşâbih esaslar üzerine bina edilen [971 fer´î konuların da aynı şekilde müteşâbih olmasını gerektirir. Bilindiği üzere şer´î esaslar (usûl), kendilerinden fer´î hükümlerin çıkarılması konusunda birbirleri ile irtibat halindedirler.[50] Eğer şer´î esaslardan sadece birisinde müteşâbihlik meydana gelecek olsaydı, bunun hepsine de[51] sirayet etmesi gerekirdi. Bunun sonucunda da muhkem, ´ümmü´l-kitâb´ (kitabın anası) olmazdı. Halbuki durum öyle. Dolayısıyla bu durum, müteşâbihliğin, kitabın anasını teşkil eden şer´î esaslarda bulunmadığını gösterir. İtiraz: Müteşâbihlik şer´î esaslarda da yer almıştır; çünkü Haktan sapanların çoğu, fer´î konularla değil, şer´î esaslar (usûl) ile Cevap: Şer^ esaslardan (usûl) maksat, küllî kaidelerdir. Bunların akâid esasları (usûlu´d-dîn) veya fıkhın esasları (usûlu´1-fikh) ya da cüz´î olmayıp küllî olan diğer herhangi sert bir konuda olması arasında fark yoktur. Bu durumda biz, müteşâbihliğin küllî kaidelerde mevcudiyetini mutlak surette kabul etmiyoruz; onların sadece furûda (fer´î konularda) bulunduğunu söylüyoruz. Teşbîh mânâsı anımsatan âyetler, keza aynı doğrultuda gelen hadisler, Allah´ı bilme (el-ilmu´I-ilâhî) ile ilgili kaidelerden biri olan tenzih esasının sadece birer uzantıları olmaktadır. Nitekim sûre başlarındaki harfler ve onların müteşâbihlikleri de, Kur´ân ilimlerinden bazıları 1 içerisinde yer alan ayrıntılar mesabesindedir. Hatta menâta (hükmün dayanağı, illet) yönelik müteşâbihlikte dahi durum aynıdır. Zira murdar hayvan etiyle karışmış usulünce boğazlanmış helâl et hakkında sözkonusu olan müşkillik, açık menâtlar hakkında olan helâl ve haram kılma aslından doğan bazı fer´ler mesabesindedir. Bunlar da çoktur. Bu nokta göz Önünde bulundurulduğu zaman, ne bir küllî kaidede, ne bir genel esasta müteşâbihliğin bulunmadığı görülecektir. Ancak müteşâbihlik, izafî müteşâbihlik olarak ele alınırsa, o takdirde usûl ile furû arasında fark bulunacaktır. Akaid (inanç) konusunda meydana gelen sapıklıklar işte bu yönden[52] meydana gelmiştir. Burada sözü edilen de o değildir. Mânâ itibarıyla maksûd olsa bile lafzın sarahatinden de kastedilen o[53] değildir. Allahu a´lem! Çünkü Yüce Allah: "Onda kitabın anası olan muhkem, âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir" [54] buyurmakta ve onda müteşâbihin bulunduğunu bildirmektedir. Araştırıcının kusurundan kaynaklanan (kapalılıklar)[55], gerçek anlamda Allah´ın kitabına nisbet edilemez. Edilse bile bu mecaz yolu ile olur. [56] Beşinci Mesele: Müteşâbihlerin Tevili (yorumu): Bu konuda tafsilata ihtiyaç vardır: Müteşâbih ya hakîkîdir ya da izafîdir. Eğer müteşâbih izafî olan kısımdan ise, delil ile taayyün etmesi durumunda tevilin yapılması gerekli olacaktır. Âmmm hâss ile, mutlakın mukayyed ile, zarurînin hâcî ile vb. kayıtlanması hallerinde olduğu gibi. Çünkü kayıtlayan ile kayıtlanan her ikisi birlikte bizzat muhkem olan hükmü oluşturmaktadırlar. Bu konu daha önce açıklanmıştı. Eğer müteşâbih, hakîkî kısmından ise, bu durumda illâ da tevîle gidilmesi gerekli değildir. Zira Mücmel ve Mübeyyen bahsinde de açıklandığı üzere, mücmel üzerine —eğer varsa tabiî— herhangi bir yükümlülük bağlanmaz. Çünkü böyle bir mücmel, ya sarîh Kur´ân ile, ya sahîh hadis ile ya da kesin icmâ ile beyan edilmiştir yahut da edilmemiştir. Eğer bu yollardan biri ile beyan edilmişse, o zaman o, müteşâbihin birinci yani izafî kısmından olacaktır. Eğer bu yollardan herhangi biri ile beyan edilmemişse, o zaman bu belirtilen yollardan biri olmaksızın Allah´ın muradı üzerinde söz etmek, bilgisi olmayan bir sahaya tırmanmak demektir ki, böyle birşey hoş değildir. Öbür taraftan sahabe, tabiîn ve onları takip eden ilk nesillerden oluşan selef-i sâlih, bu gibi konulara girmemişler, delilsiz belli bir tevili gerektirecek şekilde yorumlara gitmemişlerdir. Bu konuda onlar örnek alınacak ve izlerinden gidilecek kimselerdir. Ayet de buna işaret etmektedir: "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak ve kendilerine göre yorumlamak için onların . müteşâbih olanlarına uyarlar." Ayet sonra şöyle devam eder: "ilimde derinleşmiş olanlar (rüsûh sahipleri): "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katmdandır´ derler."[57] Bazı müteahhir (sonra gelen) âlimleri, müteşâbihlerin tevil edilmesi görüşünü benimsemişlerdir. Bunlar hareket noktası olarak kinây :, istiare, temsil ve daha başka yollar yönünden Arap dilinin genişliğini esas almışlar, bunları Öğrenmek isteyenleri ısındırmak istemişler ve şer´î hitapta anlaşılamayan bir sözün bulunmasını uzak görerek tevil yoluna gitmişlerdir. Kaldı ki âyette Allah lafza-i celâli üzerinde durmak ve ondan sonrasını yeni cümle başı yapmak yerine durağı kaldırarak şeklinde ilim kelimesi üzerinde durmak da mümkündür. Bu durumda mânâ: "Onun tevilini ancak Allah ve ilimde derinleşmiş kimseler bilebilir..." şeklinde olacaktır. Bu şekilde okuma, müfessirlerden nakledilen iki görüşten birisi[58]olmaktadır. Mücâhid de bu şekilde okuyanlardandır. Bu durumda konu içtihadıdır. Ancak bizce doğrusu, se-Ief-i sâlİhin üzerinde olduğu yoldur. İmam el-Gazzâlî, bu görüşün doğruluğunu çeşitli deliller getirerek savunmuştur. Bunun için "Ücârnu´l-avâm" adlı kitabına balanız. [59] Altıncı Mesele: Müteşâbihin tevil edilmesi durumunda, kendisi ile tevil edilecek şeyde (müevvel bih) şu üç şartın bulunması aranır: a) Tevilin şer´an dikkate alınması sahih olan bir mânâya çıkması. b) İhtilaf edenler arasında kısmen de olsa ittifakın sağlanacağı bir noktada olması.[60]O kabul eder olması. c) Tevil edilen lafzın, kendisine yüklenilmek istenen mânâyı kabul eder olması. Biraz açmak gerekirse deriz kî: Müteşâbihin tevil edilmek istendiği ihtimal, ya lafzın kabul edebileceği bir mânâdır ya da değildir. Eğer lafız, kendisine o mânânın yüklenmesini kabul etmiyorsa, o zaman lafiz, hakkında ihtimal bulunmayan bir nassdır ve bu durumda tevil kabul edilmez. Eğer lafız, kendisine yüklenmek istenilen mânâyı kabul ediyorsa, bu durumda bakılır: Yüklenen bu mana, ya şer´î ilimlerin verileri doğrultusundadır ya da değildir. Eğer şer´î ilimlerin verileri doğrultusunda cereyan ediyorsa, o mânânın kabul edileceği konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü lafiz o mânâyı kabul etmekte, lafızdan kastedilen mana ona ters düşmemektedir. Bu durumda onun dikkate alınmayarak atılması, kasden dikkate alınması mümkün olan birşeyin atılması demek olur. Böyle bir durumda, ihmal edileceğine ya da mercûhiye-tine (zayıflığına) dair bir delil bulunmadıkça o mânânın terk ve ihmali sahih değildir. Şer´î ilimlerin verileri doğrultusunda cereyan etmemesi halinde ise, bu durumda lafzın hiçbir şekilde tevile gidilmesi sahih olmayacaktır. Bunun delili şudur: Eğer böyle bir durum sahih olacak olsaydı, bu durumda açık lafzı bırakarak o manaya gitmek, körükörüne haktan dönmek ve bilgisizce cehalete atılmak olacaktır. Böyle bir durum, herhangi bir gerekçe olmaksızın delilin terki demektir. Böyle birşey ise bâtıldır. Bu bir. İkincisi: Delil, ancak kendisinden daha güçlü olan bir başka [ioij delil ile tearuz durumunda tevil yoluna gidilir.[61]Şimdi iki durum arasında değerlendirme yapmakta olan kimse ya râcih olan güçlü tarafı dikkate alarak mercûh olan zayıf tarafı tamamen iptal edecek ve kendisini her iki tarafı da esas alma gibi bir durum içine sokmayacaktır. Bu tearuz durumunda genelde kendisine başvurulan bir yaklaşımdır. Ya da onu iptal etmeyerek herhangi bir yönden onunla amelde bulunma yoluna gidecektir. Eğer o yön sahih olur ve ittifak da hasıl olursa, ne âlâ ne güzel; yok sahih olmazsa o zaman (yapılan tevil delilden güdülen) amacı ortadan kaldırmak olur. Çünkü bu haliyle o, mercûh olan delilini sahih olmayan birşey ile tashihe yeltenmiş, delilin tashih işini bâtıl olan bir durumla gerçekleştirmek istemiş olmaktadır. Bu da onun sahih olmasını istediği şeyin bâtıllığını gerektirir. Böyle bir sonuç çelişkidir. Bir üçüncü husus daha var: Delilin tevili demek, kısmen delil olması sahih olacak bir şekil üzere yorulması demektir. Bu durumda onu sahih olmayan birşeye hamletmek, onun hiçbir şekilde sahih olmayan bir delil olduğu sonucuna dönmek demektir. Bu ise birbirine zıt olan iki şeyi bir araya getirmek demektir. Bunun örneği "Allah, İbrahim´i halli (dost) edindi"[62]âyetindeki ´halîl´ (dost) sözcüğünü fakir mânâsına yoranların tevilleridir. Çünkü böyle bir tevil, Kur´ânî mânânın sahih olmaması gibi bir sonucu gerektirir.[63] âyetindeki[64] kelimesinin kelimesinden[65] olduğu yorumunu yapanların tevilleri de aynıdır. Fasıl: Bu durum sadece tevil bahsine has değildir. Aksine Tearuz ve Tercih´ bahsi için de geçerlidir. Çünkü iki delil bazen aynı konu hakkında birbirine ters düşerek vârid olur ve bu durumda ikisinden birini diğerine tercih etmek ihtiyacı doğar. Mahallin her ikisini de kabulünün sahih olmasının, her iki delilin de haddizatında sahih bulunmasının mümkün olduğu ikinci bir yer de bu (tearuz ve tercih) bahsidir. Her iki yerde kullanılan delil de aynıdır. [66] [1] Al-i İmrân 3/7. [2] Buharı, İmân, 39 ; Büyü, 2 ; Müslim, Müsâkât, 107 ; Ebû Davud, Büyü, 3. [3] Ayet, sarahaten gerçek müteşâbihlik konusundadır. Öyle gözüküyor ki, hadis göreli müteşâbihlik hakkındadır. [4] Yani her ikisinde de, lafızdan ne kastedildiği muhatapça anlaşılamaz. [5] Bu kavramlar, bu ciltte bu adlar altında açılan bölümlerde ele alınarak açıklanacaktır. (Ç) [6] Yani onun nâsih... olduğunu öğrendikten sonra. Çünkü onların bu durumları Öğrenilince artık vazıh hale gelirler ve anlamlarının açıklık kazanması için başka birşeye ihtiyaç göstermezler. [7] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/79-80 [8] Âl-i İmrân 3/7. [9] Bir şeyin çoğunluğu anlamında birinciye çıkması pek anlaşılamamaktadır. Çünkü buradaki ümm kelimesi sonuçta menşe´ anlamına gelmektedir. Hem, bazen bir şeyin dallarının o şeyin aslından daha çok olduğu da unutulmamalıdır. [10] Âl-i İmrân 3/7. [11] Âl-i İmrân 3/138. [12] Batara 2/2. [13] Yani Kuran´ı yine Kuran´la açıklayasın şeklinde alınırsa, istidlal şekli açıktır. Ancak bu açıklamaya sünnet manası verilirse o zaman istidlal şekli zayıflamaktadır. [14] Nahl 16/44. [15] Hikmet sahibi demektir. Hikmet ise, her şeyi yerli yerince koymaktır. (Ç) [16] Hûd 11/1. [17] Yunus 10/1. [18] Zümer 39/23. [19] Bakara 2/282. [20] Yani emir ve nehiy için belli bir kip (sîga) var mıdır Yoksa yok mudur konusunda. [21] Yani vaciplik mi, mendupluk mu; yoksa her ikisini de birden mi gerektirir Tekrar gerektirir mi, gerektirmez mi Birşeyi emretmek, o şeyin zıddını nehyetmek anlamını gerektirir mi, gerektirmez mi gibi konularda. [22] Yani hakikaten ya da hükmen. Çünkü ihtilaflı bir konu üzerine kurulduğu için haliyle o da ihtilaflı olacaktır. [23] Bazıları, icmâı oluşturan neslin sona ermiş olmasını, diğer bazıları icmâ edenlerin tevatür sayısına ulaşmış olmasını ileri sürmüşlerdir. Bir dayanağı olup olmadığı, eğer olacaksa kıyasın da icmâa dayanak olup olmayacağı tartışılmıştır.... [24] Mânâsına açık bir şekilde delalet eden ve kendisinden çıkarılan hüküm, sözün asıl sevk sebebini teşkil eden lafızdır. (Ç) [25] Mefhûm, lafzın, sözde zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen birşeye delalet etmesidir. (Ç) [26] Çünkü şer´î delil, âmm ile onu tahsis eden unsurun tümünden oluşmaktadır. Sadece âmin lâfzı dikkate almak, artniyetliliğin bir ifadesi olmaktadır. [27] Fussılet 41/40. [28] Kehf 18/29. [29] İnsan 76/32. [30] Yusuf 12/67. [31] Köşeli parantez içerisinde verdiğimiz kısım muhtemelen metinden düşmüş olacaktır. Naşirin de dipnotundan istifade ile bütünlüğü sağlamak için metin içerisine kaydırılmasının daha uygun olacağını düşündük. (Ç) [32] Mâide 5/95. [33] Nisa 4/35. [34] Sâffât 37/96. [35] Tevbe 9/82, 95. [36] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/80-85 [37] Âl-i İmrân 3/7. [38] Âl-i İmrân 3/64. [39] bkz. îbn Hişâm, Sîre, 2/224-225. [40] Onların tartıştıkları konu aslında müteşâbih den değildi. Çünkü İsa hakkında bahis edilen konular âyetlerde muhkem olarak gelmiştir ve herhangi bir karışıklığa sebep olacak bir durum da yoktur. Ancak burada sözkonusu olan arzu ve heveslere uyma ve kendi kuruntularını da ileri sürdükleri delillerle desteklemeye çalışma çabasıdır. Onların bu tutumu daha çok müteşâbih âyetlerin tefsiri konusunda arzu ve heveslerine uyan kimselerin bir Örneği olmaktadır. [41] Burada Hâricilerden bahsetmesi de s da köşeli parantez içerisinde verdiğimiz kısmın metinden düşmüş olduğunu göstermektedir. <Ç) [42] Yusuf 12/80. [43] bkz. Müslim, Mukaddime, 20. [44] İhtilafların çok oluşu müteşâbihliğin varlığını ve çokluğunu gösterir şeklindeki itiraz ele alınacaktır. [45] Bu kayıtlamadan anlaşıldığına göre bu cevap ancak Kitap ve Sünnet delilleri hakkında bir anlam ifade eder. Bunlara, onlara dayanan -icmâ delili de katılabilir. Kıyas ve mesnedi kıyas olan icmâ ise müteşâbihlikten çıkmaz. (N) Buradaki mansûsa ´nass´ delâleti mânâsı vermek de mümkündür. O zaman haddizatında açık olan, dolayısıyla ihtilafa mahal bırakmayan deliller müteşâbihliğin dışında kalırlar, mânâsına gelir. (Ç) [46] Al-i İmrân 3/7. [47] Onbirinci meselede. [48] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/85-91 [49] Yani bir önceki meselede ele alınan ve az olduğu sonucuna ulaşılan hak kî müteşâbihlik kısmı. [50] Yani birleşik kaplar gibi birbirlerine bağlıdır. Bir esastan bir fer´î hüküm çıkarılırken diğer esaslar da göz önünde bulundurulmak zorundadır. Bu durumda eğer bu esaslarda müteşâbihlik bulunursa, kendisinden doğrudan çıkarılan ya da dolaylı olarak kendisine bağlı olan fer´î hükümler de müteşâbih olurlar. Bu durumda müteşâbihlik, müteşâbih üzerine kurulan fer´î meselelere ya da bu müteşâbih esas ile bağlantı halinde bulunan diğer asıllara sirayet eder. Bunun sonucunda da şeriatın büyük çoğunluğunu müteşâbih unsurların teşkil edeceği malumdur. [51] Yani, müteşâbih esas sebebiyle fer´î hüküm çıkarmanın kendisine bağlı olduğu bütün esasların furûuna demektir; yoksa şeriatın bütün furûuna değil. Çünkü, evvela öyle olsaydı o zaman getirilen delil, müellifin ´şeriatın büyük çoğunluğu müteşâbih olurdu´ şeklindeki iddiasına uygun düşmezdi, ikincisi, bütün şer´î fer´î meselelerin doğrudan ya da dolaylı olarak müteşâbih bir esas üzerine bina edilmesinin zorunluluğu gibi bir sonuç herkesçe kabul edilmiş (müsellem) değildir. [52] Yani usûl konularındaki izafî müteşâbihlik sebebiyledir ki, inanç konularında sapmalar meydana gelmiştir. Nitekim daha önce örnekleri geçmişti, [53] Burada sözü edilen usûl konularında gerçek müteşâbihliğin bulunmadığıdır; izafi müteşâbihlikten söz edilmemektedir. Nitekim âyette kastedilen de —her ne kadar mânâ itibarıyla içine giriyorsa da— o değildir. [54] Âli İmrân 3/7. [55] Delilleri tam olarak tesbit ve onların tümünü birden değerlendirme ve böylece sonuca ulaşma konusunda kusur göstermesiyle meydana gelen kapalılık, aslında nasslann kendisinde mevcut bulunan bir kapahlık değildir. Bu tamamen kendi kusurudur ya da işin içine nefsânî arzular karışmıştır. [56] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/91-93 [57] Âl-i îmrân 3/7. [58] Bu görüşe göre hakîkî anlamda müteşâbih bulunmamaktadır. [59] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/93-94 [60] Bu ikinci şart, birinci şartın bir lâzımı mahiyetindedir. Çünkü dikkate alınabilir olması için, tafsilatta ihtilaf olsa bile genel anlamda kısmen bir ittifakın bulunması bir ittifakın bulunması gerekir. [61] Yani bir konuda birbiri ile tearuz görünümünde bulunan iki delilin bulunması halinde, değerlendirme yapan kimsenin tearuz durumundan kurtulmasının iki yolu vardır: a) Ya güçlü (râcih) bulduğu delili alarak öbürünü (mercûh) tamamen dikkate almayıp terkedecektir. b) Ya da onlardan birini sahih ve üzerinde ittifak edilen bir mânâya râcih (güçlü) olan delile ters düşmeyecek şekilde tevilde bulunacaktır. Ancak mercûh olan delili râcih olan delile ters düşmeyecek şekilde tevil etse, fakat yapılan bu tevil haddizatında sahih olmasa veya üzerinde İttifak edilmeyen tarzda olsa bu tevil bâtıl olacaktır. [62] Nisa 4/125. [63] Çünkü evine gelen misafirlerine kızartılmış buzağı ikram eden Hz. İbrahim´in (as.) fakir sayılması doğru olmaz. Yapılan tevil sonucunda ulaşılan bu netice sahih değildir ve şeriat ilminin verilerine uygun düşmemektedir. Dahası, lafzın kendisine yüklenen böyle bir mânâyı kabul etmesi mümkün değildir. [64] Ayetin mânâsı: "Adem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı." (Tâhâ 20/121) şeklindedir. [65] Vâv harfinin kesresi ile kelimesi buzağının fazla süt içmekten tıkanması ve ondan usanması mânâsına gelmektedir. Böyle bir tevil sakattır; çünkü kelime Kur´ân´da vâvın fethası ile gelmiştir. Bu konu, Deliller bahsinin ikinci tarafının dokuzuncu meselesinde tekrar gelecektir. mdir. Çünkü vâvın fethası ile olan kelimesinin mânâsına gelmesi mümkün değildir. Bu sonuncusu, yapılmak istenilen tevile lafiz yönünden müsait değildir; bir önceki örnek ise mânâ yönünden müsait değildir. Tevilde aranan her üç şartın bulunmayışına örnek olarak da İbn Sem´ân´ın âyetinin62 açıklaması hakkındaki tevilini63 verebiliriz. [66] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/94-97 |