> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > İctihad
Sayfa: 1 [2]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İctihad  (Okunma Sayısı 2993 defa)
29 Eylül 2010, 23:48:03
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #5 : 29 Eylül 2010, 23:48:03 »



[57] Mâide5/33.

[58] Yani yükümlülük sürdüğü sürece bulunması zorunlu olduğu belirtilen ictihâd.

[59] Yani ileri sürdüğün delilin, aynısıyla ikinci kısımdan olan içtihadın üç nev´i için de geçerlidir. Onlarda da içtihadın kaldırılmış olması, muhal ile teklife götürür. Dolayısıyla böyle bir ayırıma tâbi tutmanın bir anlamı yoktur.

[60] İçtihadın bazı cüz´îlerde var olmaya devam etmekle birlikte diğer bazı cüz´îlerde kalkmış olması olmayacak birşey değildir. Bu durumda külliyen kalkmamış olmasında her iki kısım da eşit olmuş olur.

[61] . Zira üç neVin işlememesi halinde, şeriatın ancak bazı fer´î meseleleri mu­attal kalır. Kesintiye uğramasının imkânsızlığı delillendirilmiş olan tahki-ku´1-menâtın durumu ise böyle değildir. Çünkü onun ortadan kalkması de­mek, şeriatın furûunun tümünün, en azından kahir ekseriyetinin ortadan kalkması sonucunu gerektirir.

[62] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/87-104

[63] Beşinci ve Altıncı Meselelerde geleceği üzere, bu inhisar gerçek anlamda değildir ve sadece içtihadın bazı türlerine nisbetle böyledir. Diğer bazı ictihâd türleri ise bu iki vasıftan daha fazla özelliklere ihtiyaç gösterir. Ba­zıları için ise bu iki vasfın bulunması gerekmez.

[64] Usûlcüler içerisinde müellifin birinci şart olarak zikrettiği bu vasfa, deği­nen bir başkasını görememekteyiz. Istinbata kadir olma şartına gelince, usûlcülerin meşhur usûl kitaplarında ele aldıkları yegane şart o olmakta­dır. Onlar bu şartı Kitap ve sünnetin bilinmesi şeklinde ortaya koymakta­dırlar. Yani bu şart, hükümlerle ilgili olan Kur´ân ve sünnet nasslarını bil­mek, sonra icmâ mahallerini, kıyasın şartlarını, istidlal şeklini, Arap dili­ni, nâsih ve mensûh ilmini ve râvilerin hallerini bilmekten ibaretttir. Bun­lar müellifin işarette bulunmak istediği ictihâd için gerekli ilimler olmak­tadır. Sonra Şevkânî´nin İrşâdu´l-ftıhûl adlı eserinde, İmam Şafiî´ye daya­nan İmam Gazzâlî´den yapılan bir nakil gördüm. Müctehidih bilmesi gere­ken şeylerin faydalı bir şekilde açıklanmasından sonra şöyle demektedir:

Önce külli kaideler itibara alınır ve onlar cüztyyât üzerine takdim edilir. Meselâ küt bir nesne ile öldürme olayında olduğu gibi. Burada cay­dırıcılık kaidesi, lâfza riayet üzerine takdim olunur. Eğer külli bir kaide yoksa, nasslara ve icmâ mahallerine bakılır..."

Bu, müellifin burada işaret etmek istediği ve Deliller bahsinde Birinci

Mesele´de yeterli şekilde açıklamış olduğu şeyin aynısı olmaktadır. Ancak geriye Tabsıre´de Karâfî´den yapılan "kıyasa, nassa ve kaidelere ters düş­mesi halinde hâkimin hükmünün bozulması" konusundaki nakil hakkında söz etmek kalmaktadır. Orada o, "Onlara ters düşen bir durum olmazsa, hüküm icmâ ile bozulmaz. Nitekim kırâz (mudârabe), müsâkât, selem, havale vb. akitlerin sahihliği konusunda olduğu gibi. Çünkü bunlar şer´î kaidelerin, nassların ve kıyasın hilafına olan akitlerdir. Ancak haklarında bulunan Özel deliller; kaideler, nasslar ve kıyas üzerine takdim edilmiştir. Bunun, müellifin burada işaret etmiş olduğu, daha önce ise detaylarına girdiği ve Gazzâlî´nin İmam Şafiî´den nakilde bulunmuş olduğu anlayışa ters düştüğü hiç de kapalı değildir. Ancak şöyle denilebilir: Karâfî´nin sö­zündeki, özel delilin kaideler üzerine takdiminden maksat, onun tahsisi demektir ve tearuz durumunda küllî ile hüküm verilmesi yerinde olmuyorsa onun alınması gerekir anlamınadır. Arâyâ ve diğer istisnaî ola­rak meşru kılınan tasarruflarda olduğu gibi. Nitekim bu konuya müellif orada temas etmişti.

[65] Daha önce de geçtiği gibi bir hale ya da zamana veya şahsa göre maslahat olan aynı şey, bir başka hale, zamana ya da şahsa nisbetle mefsedet halini alabilir. Keza aynı şey hakkında güdüİen maksatlar kişilere göre çok fark­lılık arzeder. Bunun sonucunda bir kimsenin amacının gerçekleşmesi, baş­kalarının zararını doğurabilir. Bu itibarla şeriatın, mükelleflerin takdir ve değerlendirmesine tâbi kılınması doğru olmaz. Çünkü bu tamamen göreli bir yaklaşım olur. Aksine hükümler, Sâri´ Teâlâ´nın dünya hayatının âhiret hayatı için ikâmesi esasına dayalı takdiri sonucunda belirlenir. Bu durumda arzu ve heveslere ters düşmüş olmasına bakılmaz. Zira: "Eğer Hak, onların heva ve heveslerine tâbi olacak olsaydı, gökler ve yeryüzü fe­sada giderdi." (23/71)

"Hukukun ufkunda insandan başka otorite bulunmayınca, insanlar arasındaki iktidar mücadelesi sonunda hâkim olan sınıfın değer sistemi hukuk haline gelir" ve bu tahterevallinin hiçbir zaman dengeyi bulama­ması gibi böyle sürer gider; istikrarsızlık ve kargaşa hâkim olur, hukuka güven ve saygı kalmaz. Zaten beşeri düzenlerde hukuk egemen sınıfların çıkarlarının korunması için bir araç olarak kullanılagelir. (Ç)

[66] Yani her ne kadar bazı cüz´îler hakkında hangi mertebeye dahil olduğu ko­nusunda görüş ayrılıkları bulunsa bile bu üç mertebenin yani zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât ya da bunların tamamlayıcı unsurları dışında ka­lan bir başka maslahatın bulunmadığı tespit edilmişti.

[67] Bu ifade, içtihadın tecezzi (parçalanma) kabul etmeyeceği görüşüne göre söylenmiş olmalıdır. Bu görüş fazla rağbet görmemiştir. Tercihe şayan olan görüşe göre ise ki bu içtihadın kısmî olabileceği görüşüdür; Gazzâlî bunu tercih etmiş, İbn Hâcib ise onun sahih olduğunu söylemiştir içtihada mahal olan konunun dışındaki alanlara ait bilgilere sahip olması şartı aranmamaktadır. el-Mahsül´de şöyle denir: "Doğrusu ictihâd vasfı, bir fende değil de bir başka fende, bir meselede değil de başka bir mesele­de tahakkuk edebilir."

[68] İctihâd için ikinci bir vasfın yani istinbat kudretinin daha bulunması gere­ği bu ifadeye zarar vermez. Çünkü ictihâd için onu şart, bunu ise sebep kılmıştır.

[69] Çünkü şeriatın maksatları, ancak bu ilimler aracılığı ile kavranabilir. Da­ha önce de geçtiği üzere maslahat ve mefsedetlerin kıstasları durumunda olan küllî esaslar vardır ve bunlara ilave olarak da cüz´îyyât yani Kitap, sünnet, icmâ ve kıyastan oluşan hususî deliller vardır ve bunlarla ilgili usûl kitaplarında işlenen mufassal bahisler yer almaktadır. Külliyyât ile yetinerek cüz´îyyâttan müstağni olmak, ya da bunun aksi mümkün değil­dir. Cüz´iyyâttan hareketle herşeyden önce şeriatın genel maksatlarına ulaşılır; bu itibarla onlar şer´î maksatların öğrenilmesi konusunda hizmet görürler. İstinbat sırasında ise bu iki grubun birbirine eklenmesi ve biri­nin diğeri ile desteklenmesi gerekmektedir. Nitekim daha önce Deliller1 bahsinde ilk meselede genişçe ele alınmıştı. Müellif, istinbata kadir olma vasfını ictihâd derecesine ulaşabilmek için ikinci derecede bir şart kabul etmiştir. Şer´î maksatların kavranmış olması vasfını ise birinci derecede bir şart yapmış ve bunun bir sonucu olarak da onun hakkında şarttan da­ha güçlü olan "sebep" ifadesini kullanmış, zira onun asıl maksat olduğunu, öbürünün ise araç olduğunu söylemiştir. Eğer daha önce vermiş olduğu izahat doğrultusunda yürüseydi şöyle bir tahlilde bulunurdu: Küllî esas­lar, ictihâd için gerekli olan iki cüzden daha önemli olanıdır. Zira cüz´îyyâtın her halükârda küllî esaslara vurulması gerekmektedir. Öyle ki cüz´î sebebiyle küllinin zedelenmesi imkânı yoktur, cüz*îyyâtın durumu ise bunun aksinedir. Onlar her ne kadar istinbat sırasında delil olarak kulla­nılmak zorunda ise de, küllî kıstaslara vurulması ve ona göre değerlendi­rilmesi mecburiyeti bulunmaktadır.

[70] Müellifin de ileride ifade edeceği gibi

[71] Bu genellemeden sahabenin istisna edilmesi doğru değildir. Onlar da bu konuda diğerleri gibidir ve hiçbir kimsenin ictihâd ile uzaktan yakından ilgisi olan tecrübe, tıp, vb. gibi bütün ilimlerde mahir olması mümkün de­ğildir. Onların da bu gibi konularda başkalarına başvurması kaçınılmaz­dır. Nitekim vakıada da Öyle olmuştur.

[72] Yani onların verdikleri hükümleri, başka ilim dallarının verilerinden müs­takil olarak düşünmek imkânı yoktur. Eğer müctehidin, ictihâd için ihti­yaç duyulan her ilimde müctehid olması şart olsaydı, o zaman müctehidli-ğinde en ufak tartışma olmayan bu imamların ictihâd mertebesinde olma­maları gibi bir sonuç lâzım gelirdi. Böyle bir sonucun sakatlığı ise ortada­dır.

[73] Bu ikinci bir delil olmaktadır ve kısaca şöyle özetlemek mümkündür: Eğer bu şart olsaydı, o zaman taraflar arasında davaya bakacak kimsenin, dava ile ilgili olan her ilimde ictihâd mertebesinde bulunan bir müctehid olması gerekeceği gibi bir sonuç lâzım gelirdi. Bu ise icmâ ile böyle değildir. Gö­rüldüğü gibi müellif, içtihadı kazaya (yargı) kıyas etmektedir. Halbuki kaza başka bir rütbedir ve çoğu kez cüz´îyyâtta tahkîkul-menât esasına dayanır. Bu yüzdendir ki Rasûlullah´m (s.a.) kaza konusunda ictihâdda bulunduğu noktasında İcmâ etmişlerdir. Öbür taraftan ise, Rasûlullah´m (s.a.) hüküm istinbâtı konusunda ictihâdda bulunup bulunmadığı husu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Dolayısıyla hükmün taalluk ettiği her ilmi bilme­nin gerekmeyeceği konusunda içtihadın kaza (yargı) üzerine kıyas edilme­si kabul edilebilir değildir.

[74] Bu aslında üçüncü delil olmaktadır.

[75] "Serî hükümlerin istinbâtı hakkında ictihâd ilmi" adında ve konu itibarıy­la da diğer ilimlerden farklı olan bir ilim bulunmamaktadır ki, ondan çı­kan her birşey, o ilmin özü ile değil de arazları ile ilgili olduğu varsayılsın. Eğer müellifin buradaki ictihâddan maksadı, içtihadın üzerine kurulduğu ilimler ise, o zaman bu bizim, Öğrenmeye çalıştığımız ve içtihadın tevakkuf ettiği kısım ile öyle olmayan kısmı ayırd etme yolunda olduğumuz şeydir. İçtihadın üzerine tevakkuf ettiği ilimler, diğerlerinden ayrıldıktan sonra da, "Bunun ötesinde kalan diğer ilimler üzerinde durmak, bir ilmin diğer ilme sokulmasına daha çok benzer olacaktır" denilecektir. Bu ise usûlcüle-re göre iyi birşey değildir. Kısaca bu delil, bir ayıklamaya gidilip, içtihada temel teşkil eden ilimler şeklinde bir tahsise gidi...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 23:49:09 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İctihad
« Posted on: 01 Mayıs 2024, 02:49:28 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İctihad rüya tabiri,İctihad mekke canlı, İctihad kabe canlı yayın, İctihad Üç boyutlu kuran oku İctihad kuran ı kerim, İctihad peygamber kıssaları,İctihad ilitam ders soruları, İctihadönlisans arapça,
Logged
29 Eylül 2010, 23:49:59
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #6 : 29 Eylül 2010, 23:49:59 »

Sükûtî icmâ konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır; İmam Şafiî, onun ne icmâ ne de hüccet olduğunu söylemiştir. Cumhur, icmâdır veya en azından hüccettir fakat kat´î icmâ değildir, görüşündedir. el-Cübbâî ise, as-nn inkırazı şartıyla icmâdır, demiştir.

[209] Kat´î olmayan, dinden olduğu da zorunlu olarak bilinmeyen fer´î meseleler­de işlenilen bid´at gibi. Böyle bir bid´at ittifakla küfrü gerektirmez.

[210] Bazı aşırı Haricî ve Rafızî fırkaları gibi; Hattâbiye bunlardandır. Bunlar meselâ: "Hz. Ali, en büyük ilahtır; Hasan ve Hüseyin ALLAH´ın oğullarıdır, Ca´fer de ilahtır. Ancak Ebu´l-Hattâb (yani reisleri), ondan ve Ali´den daha üstündür" derler. Tabiî ki bu sözler ittifakla küfürdür

[211] Bunlar, açıktan kâfir olduklarını söylememekle birlikte küfrü içeren bir bid´at ortaya koyanlardır. Mücessime ve şefaati inkâr edenler gibi. O yüz­den de bunların kâfir olup olmadıkları konusunda ihtilâf meydana gelmiş­tir.

[212] Yani kudret, ilim... gibi zât üzerine zâid bulunan bazı sıfatların izafesinde.

[213] Yani şer olduğu kabul edilen bazı fiillerin O´na nisbet edilmesi konusu gi­bi. Bazıları onları ALLAH Teâlâ´ya nisbet etmektedir; çünkü O´ndan başka fail yoktur ve onların şer olarak telakki edilmesi ancak kula nisbetledir. Bazıları ise bunları ALLAH Teâlâ´ya izafe etmez ve kemâlin bu şekilde ta­hakkuk edeceğini düşünür. Bu durumda ibarede bir tekrar yoktur ve mak-sud olan bu mânâyı vermek için ikinci sözden müstağni olmak mümkün değildir.

[214] Mecmau´z-zevâid´de uzunca zikredilen hadisin bir parçasıdır. Taberânı, el-Evsafta ve es-Sağîr´de rivayet etmiştir. Senedinde Akil b. el-Ca´d vardır. Buhârî, onun hakkında "Hadisi münkerdir" demiştir.

[215] Çünkü ilimde en üstünlük derecesi, ancak ihtilâfın varlığı ve onlar içerisindeki hakkın bilinmesi anında gerçekleşebilir. Bu da ancak ihtilâf mahallerinin bilinmesi suretiyle mümkün olur. Dolayısıyla hadisin bu biiginin elde edilmesine teşvik olması sahihtir.

[216] Yani delillerinin ihtilâfı üzere bina edilen hükümleri. Çünkü hükümleri ve onlara esas olan farklı delilleri bilmedikçe, mesele hakkında hak olan tarafı tercihte bulunmasına imkân kalmaz.

[217] Bu, tercih kudreti olan fakihler için olmalıdır. Ulemâ arasındaki ihtilâf­ları ve onlardan her birinin delillerini bilmezse, belki kendi elinde bulu­nan delil, vâkıf olamadığı delillere nisbetle daha zayıf olabilir, fakat bil­mediği için zayıf olan kendi elindeki delil doğrultusunda fetva verir. Ama ihtilâf mahallerini ve her bir tarafın delillerini bilecek olursa, o za­man delillere istinaden görüşler arasından bir tercihe gidebilir ve zayıfı alıp kuvvetliyi terketme durumuna düşmez.

[218] Bu ve burulan sonra gelen mesele, ikinci meselenin tekmili mahiyetinde­dir. Bu iki mesele ile, geçen ve ictihâd için ileri sürülen iki vasfın kayıt­lanması cihetine gidilmekte ve onların bazen birlikte kalkabileceği, bazen de birinin kalıp diğerinin kalkabileceği ve buna rağmen bir nevi içtihadın bulunabileceği, iki vasfın birlikte bulunmasının sadece içtihadın bazı tür­leri için geçerli olduğu beyan edilmektedir. Eğer, bu iki meseleyi hemen o şartların akabinde zikretseydi daha uygun olurdu.

[219] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/155-162

[220] İleride örneği gelecektir,

[221] Yani hem genel maksatları hem de ictihâd etmiş olduğu özel mesele hak­kındaki şer´î maksatları bilmesi gerekli olacaktır. İçtihadın tecezzi kabul etmesi görüşüne göre sadece ictihâd konusu olan mesele hakkındaki şer´î özel maksadı, içtihadın tecezzi kabul etmeyeceği görüşüne göre de diğer alanlarla da ilgili şer´î özel maksatları bilmesi gerekecektir.

[222] Müellifin burada iki tezi vardır: 1} Nasslarla ilgili ictihâd yapılabilmesi için Arap dilinin şart olması. 2} Maslahat, mefsedet gibi mânâların değer­lendirilmesi anlamına gelen ictihâdlar için ise Arap dilinin şart olmadığı. Buna göre deliller ikame edecektir.

[223] Müellif daha önce şöyle demişti: "Şeriatın gerçek anlamda kavranması, Arap dilinin gerçek anlamda anlaşılmasına bağlıdır." Yine daha önce mü­ellif: "İctihâd iki vasfa tevakkuf eder: Serî maksatları bilme ve istinbât kudreti. Bu ikincisi özel bazı ilimler yoluyla mümkün olabilir ve bu ilim­ler, şer´î maksatların elde edilmesi için birer araçtır" demiş ve sonra da "Vasıtalar içinde en gerekli olanı Arap dili ilmidir" diye eklemişti.

[224] Yani, Arapça olmamasına rağmen o lâfzın dil sahiplerinin örfünde ne mânâya geldiğini soragelmişlerdir.

[225] İlletin sübûtu eğer sebr ve taksim ya da tahrîcu´I-menât denilen münâse­bet yoluyla ise, o zaman müellifin sözü ilk bakışta belki kabul edilebilir. Ancak illetin asıldaki sübûtu nass veya îmâ ile ki bunun da pek çok mertebeleri vardır ise o takdirde müellifin sözü açık olmayacaktır. Çünkü mutlaka bunu ifade eden nassa başvurmak gerekecektir. Bir baş­kasından hazır olarak almak ve onun verilerine dayanmak bu konuda ye­terli değildir. Yeterliliği kabul edilse bile, yine nasslann istikrası gereke­cek ki, böylece kıyas için yapılan en önemli itirazlardan fesâdul-i´tibâr ve fesâdu´1-vaz´ bulunmadığı sonucuna ulaşabilsin. Nassa başvurmak ise, Arap dilini bilmeyi gerekli kılacaktır. Çünkü Arapçayı bilmeden ne kıya­sın yürütülmesi ne sonuca ulaşılması mümkün olmayacaktır. Çünkü hangi çeşidi olursa olsun kıyas ile ulaşılacak her sonucun mutlaka nass­larla çatışmaması gerekmektedir. Bütün bunlar da Arap dilini gerekli kılmaktadır.

[226] Müellif şunu demmek istemektedir: Kıyâs yoluyla yapılan ictihâdda, Arap diline iki şey İçin ihtiyaç duyulur:

1) Asıl olan makîsun aleyhin öğrenilmesi.

2) İlletin öğrenilmesi. Buna da onun nass ya da işaret yoluyla belir­lenmiş olması halinde ihtiyaç duyulur. Kıyasçınm yapacağı diğer işlemler ise, Arap dilini bilmeye ihtiyaç göstermez. Asıl ve illet ise, hazır elde edil­miş olarak bir başka müctehidden alınabilir ve onun verilerine dayanıla-bilir. Bu durumda da kıyas içtihadı için dile hiç ihtiyaç kalmaz.

[227] Yani mânâ ve maslahatlara dayalı olan ictihâd türüne.

[228] Yani bunları onlardan hazır olarak almakta ve bunların sıhhati konusun­da araştırma yapmamaktadırlar. Bunların araştırmaları, bunların ayrın­tıları ve uzantıları (tefrî) hakkında olmaktadır ve bu konularda bazen usûl ve esasta kendilerine tâbi oldukları imamların ulaştığı ayrıntılara muhalefet bile edebilmektedirler. Ancak bir nokta var: Bu onların icti-hâdlarında tafsili delillere başvurmadıkları ve onları sadece imamlardan hazır olarak alınan veriler (usûl ve esaslar) üzerine bina ettikleri sonucu­nu gerektirmektedir. Çünkü onlar, eğer nasslara başvuracak olsalardı, o zaman onlar için Arap dilini bilmeleri şartı söz konusu olacaktı. Acaba vakıa böyle mi olmuştur Ve onlar ictihâdlarmda mutlak anlamda nass­lara tutunmamışlar mıdır Bu, doğrusu araştırmaya muhtaç bir konudur ve isbatı da mümkün gözükmemektedir.

[229] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/162-164

[230] Konunun iyice açıklık kazanması için bir örnek verelim: Suyu kullanma­sı sebebiyle kendisine hastalık isabet edecek ya da hastalığının iyileşmesi gecikecek olan biri hakkında şer´î hüküm, onun için teyemmüm alma ruhsatının sabit olmasıdır. Biz herhangi bir hastaya nisbetle şer´î hük­mün ne olduğunu Öğrenmek ve böylece o kimseye ruhsat hükmü verilip verilmeyeceğini tesbit edebilmek için Arap dilini ictihâd düzeyinde bilme­ye Jnuhtaç değiliz. Keza diğer konular bir tarafa teyemmüm bahsi ile ilgili şer´î maksatları bilmeye de ihtiyacımız yoktur. Bizim için gerekli olan, o kişi su kullandığı zaman, hakikaten zarar görüp görmeyeceğini öğren-mefrrizi ve böylece hükmün dayanağının var olup olmadığının tesbitini sağlayacak olan şeydir. Hiç şüphe yoktur ki, bu konuda ne Arap dilini ne de «Bakâsıdı bilmenin bir katkısı olmayacaktır. Dolayısıyla bu iki şarta ihtiyaç yoktur. Bu, ancak şahsın kendi tecrübesi ile, ya da emsallerinin tecri beleri ile veyahut da konuya vâkıf olan bir doktorun beyanı ile öğre­nilir,

[231] Yani Arap diline ve hikmeti teşri ilmine ihtiyaç olmadığına.

[232] Yan/; ş^er´î hükümler hakkında herhangi bir yolla ister tahkîkul-menât kaini nden olsun, ister başka şekilde ictihâd eden kimse hakkında, eğer ictihâd için ihtiyaç duyulan her ilim ve fende müctehid olması şart olsay­dı, o zaman hiçbir müctehidin bulunmasına imkân kalmazdı

[233] Ki bunlar, tahkîkul-menâtın kendisine bağlı olduğumu iöyîediğimiz ilim­ler olmaktadır.

[234] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/164-166

[235] Mâide5/49.

[236] Sâd 38/26.

[237] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/166-167

[238] Bazen bunlar, ictihâd için gerekli olan bütün gücün ortaya konmamasın­dan ve müctehid için vacip olan konularda taksir gösterilmesinden kay­naklanabilir.

[239] Buna göre hâkimin hükmü, eğer icmâa, kat´î bir nassa, celî kıyasa ya da şer´î kaidelere ters düşüyorsa bozulur, keza bu şekilde verilen fetva da geçersiz olur.

[240] Meselâ; yine kat´î bir esasla çatışır şekilde helâlin haram, haramın da helâl kılınması gibi. Mut´a nikâhının, ribanın helâl kılınması; rızıklardan temiz ve helâl olanların haram kılınması gibi.

[241] Tergîb´de şöyle denir: Hadisi Bezzâr ve Taberânî, Kesir b. Abdillah tariki ile rivayet etmişlerdir. Bu zat ise zayıftır (vahin) Tirmizî, çeşitli yerlerde hasen Olduğunu söylemiştir. Bir yerde de sahih olduğunu söylemiş, ancak kendisine karşı çıkılmıştır. İbn Huzeyme, Sahîh´inde onunla ihticâcta bu­lunmuştur.

[242] Hikmet sahibi, filozof, herşeyi yerli yerinde yapan, sözü yerinde konuşan kimse. (Ç)

[243] Alimin zellesinden sakınmanın yolu şudur: Siz bir âlim hakkında iyi ni­yet besler ve onun başarılı olduğuna inanırsanız, kendinizi tamamen ona kaptırmayın. Ola ki bu hal sizi, sapıklığa ve...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 23:50:47 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 23:51:25
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #7 : 29 Eylül 2010, 23:51:25 »

[411] Deliller bölümünün On İkinci Mesele´sinde Zeyd b. Sabit ve Rifâ´a b. Râfi´in fetvasıyla Hz. Ömer´in onlarla konuşması geçmişti bkz. [3/69].

[412] Bu sebeple de mütevâtir olan kıraat şeklinde aralarında bir ihtilâfın bu­lunması söz konusu olmaz.

[413] Rûm 30/19.

[414] Daha önce tercümesiyle birlikte geçmişti bkz. [2/83]

[415] Şer´î hükmün farklılığını gerektiren böylesi bir ihtilâfın, gerçek ihtilâf alanlarından sayılmaması nasıl mümkün olabilir Doğrusu bu dokuzuncu olarak zikrettiği şeyden ne kastettiği tam anlamıyla açık değildir. Çünkü görüş sahipleri her ne kadar tevilin gerekliliği konusunda hemfikir iseler de, murad olunan mânânın belirlenmesi konusunda ciddî ayrılık içerisin­de bulunabilmektedirler. Dolayısıyla bu gibi yerlerde müellifin dediği gibi ihtilaftan bahsetmenin yanlış olması isabetli görülmemektedir.

[416] Muvatta, Büyü, 38 (2/671).

[417] İmam Mâlik, bizzat ravisi olmasına rağmen bu hadisin zahirini Medine ehlinin ameline uymadığı gerekçesiyle tatbik etmemiştir. Ebû Hanîfe ve tabileri de aynı şekilde tevil etmişler; meclis muhayyerliğini kabul mu­hayyerliği olarak anlamışlardır. ez-Zürkânî, el-Muvatta üzerine yazdığı eserinde tarafların delilleri üzerinde yeterince durmuştur.

[418] Bu takdire göre örnek olabilir. Birinci anlamında ise ki Hanefîlerin vitir hakkındaki görüşlerinin o şekilde olduğu bilinmektedir, çünkü vitir onla­ra göre vaciptir ve onunla mükellef olan kimse terketmesi halinde günahkâr olur. Hatta onlara göre vitir amelî farzdır ve sahib-i tertip olan kimseler için aynen diğer farzlar gibi kabul edilir. Meselâ böyle birisi sa­bah namazına dursa ve sonra henüz vitir namazını kılmadığını hatırlasa, sabah namazı bozulmaktadır. O kimsenin aynen diğer farz namazlarda ol­duğu gibi önce vitri kaza etmesi ve ondan sonra sabah namazını kılması gerekir. Amelî farz mahiyetinde olmayıp da sırf vaciplik hükmünü alan şeyler ise, kendisinde şüphe bulunan zannî delil ile sabit olmuş şeylerdir; sûre okunması, vitirde kunut okunması, bayram tekbirlerinin alınması gi­bi. Bu gibiler amelî farz gibi kabul edilmezler, şu kadar var ki bunları bi­lerek terkedenler günahkâr olurlar, sehven terki ise sehiv secdesini gerek­tirir. Bu durumda Mâlikîler ile Hanefîler arasındaki vitir konusundaki ihtilâf sadece lâfızda kalmayan gerçek bir ihtilâf olmaktadır.

[419] Yani aslında ihtilâf olmadığı halde ihtilaflı zannederek, mevcut bulunan icmâa ters düşebilir.

[420] Yani her ne kadar ileri sürülen hükümler birbirine muhalif olsa da Sâri´ Teâlâ´nm kasdını araştırma ve ona ulaşma açısından aralarında birlikten söz edilebilir,

[421] Bu´türden dönüşler fiilen olmuştur. Bir müctehid, diğer bir müctehid ile karşılaşıp kendisinin bilmediği ve fakat onun tarafından kullanılan delil­lere vakıf olunca daha önceden sahip olduğu kendi görüşünden vazgeç­miştir. Örnek vermek gerekirse, İmam Mâlik, ayak parmaklarının hilal-lenmesi hakkında daha önce bunun bir aşırılık olduğu düşüncesindedir. Kendisine bunu Rasûlullah´ın (s.a.) yapar olduğu haberi ulaşınca, daha önceki görüşünden vazgeçerek onun müstahaplığı görüşüne geçmiştir. Ni­tekim İmam Ebû Yûsuf da hacim ölçü birimleri olun müd ve sâ´ konusun­da, İmam Mâlik ile buluşunca daha önceden sahip olduğu görüşünü değiş­tirerek İmam Mâlik´in görüşüne geçmiştir. Az önce [4/217] İbn Abbâs´m cumhurun, Ensâr"m da Muhacirlerin görüşlerine döndükleri söylenmişti.

[422] Kuşkusuz iki uç arasında gidip gelmek, bizzat Fiilin kendi özelliğidir ve bu müctehidin işinin bir sonucu olmamaktadır. Müctehidin yaptığı şey, ken­disini sonuca ulaştıracak olan delilleri araştırmak suretiyle o fiili bu iki uçtan birisine irca etmekten ibarettir.

[423] Aslında bu tek bir kasıttır ve o da delile tâbi olmak suretiyle Sâri´ Teâlâ´nm kasdına ulaşmaktır.

[424] Çünkü ikisinden birinin Sâri´ Teâlâ´nın kasdına vakıada muhalefet etmesi ki bu hükmün tek olması ve isabet edenin isabet etmiş, hata edenin de hata etmiş olması esasına göre böyledir ancak ve ancak ilgili delilin kendisine kapalı kalması sokucunda olur.

[425] Yani bizzat müctehidin kendisine ve ona tâbi olan müntesiplerine nisbet-ledir, vakıaya nisbetle değildir. Aksi takdirde doğrunun birden fazla olması gerekirdi.

[426] O da şudur: Müctehidin içtihadından delil olmaksızın dönmesi caiz değil­dir. Yoksa musavvibe görüşüne göre mücerred başkalarının isabetli oldu­ğu için dönmesi caiz değildir.

[427] Bazen amel sahibi işin içine hevâ ve heves karıştığının farkında olmaya­bilir ve kısmen nefsânî arzulara da dayalı olan içtihadında kendisinin isa­betli olduğu kuruntusuna kapılabilir.

[428] İcmâ edenlerin adalet sahibi olmaları şart mıdır konusunda ihtilâf et­mişlerdir. Hanefiler bunu şart koşmaktadır. Buna göre icmâ ehlinin bid´at sahibi olmaması gerekmektedir. Hanefiler, bu konuda bid´atinin dâîliğini yapmamasını yeterli görmüşler ve eğer dâîlik yapmıyorsa, bid´ati ile ilgili olmayan diğer alanlarda icmâın oluşumu İçin görüşünün dikkate alınaca­ğını söylemişlerdir.

[429] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/215-225

[430] Yani onların hikmet ve sırlarının.

[431] Bu aşama, şu üç mertebeye dair ilminin tamamlanması sonucunda olur. Onlar şunlardır: 1) Zarûriyyât, 2) Hâciyyât, 3) Tahsîniyyât. Tabiî ayrıca bunların tamamlayıcı unsurları da bulunmaktadır. Kişi bunların şeriatın bütün bâblanndaki yerlerini etraflıca öğrenir ve bunun sonucunda elde ettiği bu bilgi, elinde bir kıstas halini alır ve herşeyi ona vurmak suretiyle bir neticeye varabilir.

[432] Yani tafsili deliller ve cüz´î izafî olan şer´î kaideler.

[433] Şer´î maksatları ve onların esaslarını idrak konusunda ilerler, ilerler ve bir noktada hep bu küllî esaslara tutunmaya başlar ve sanki cüz´î nass-lardan ve şer´î kaidelerden oluşan mahfûzâtı (bilgisi) hafızasından gitmiş gibi bir hal alır. Vakıada onların hâlâ belleğinde olması durumu değiştir­mez. Onun bütün himmeti, meseleleri küllî maksatlara ve şeriatın genel esaslarına irca etmekten ibarettir. Öyle ki hüküm istinbâtı esnasında, ko­nu ile ilgili yaklaşımı aleyhine özel bir nassın bulunup bulunmadığına bakmaz. Dahası böyle biri, kendi ulaştığı hükme muhalif bir nass görse, hükmü küllî esasların gerektirdiği şey doğrultusunda verir ve muhalif olan nassa aldırış etmez. Çünkü bu aşamada olan kişi, henüz küllî esas­larla birlikte cüz´î nassları da dikkate alabilecek ve aralarındaki dengeyi kurabilecek noktaya ulaşamamıştır. Bu aşama, ilk ile birazdan gelecek olan üçüncü ve sonuncu aşama arasında ortada bir yeri teşkil eder. Örne­ği, kişinin kendi görüşünü mutlak surette amel ettirmesi, şayet husûsî bir nassa muhalefet etmesi halinde onu kendi dayandığı küllî bir esasa irca etmesi konusu ile ilgili olarak gelecektir.

[434] Şu nokta akıldan çıkarılmamalıdır. Burada farzedilen konu, ilim talibinin bu mertebeye bizzat kendisinin şeriatın kaynaklarını, içerdiği nassları in­celemek suretiyle ulaşması ve bunun sonucunda usûlde müctebid olması haliyle ilgilidir. Usûlü taklit yolu ile öğrenmiş kimselerin ise ne kadar mümarese kazanırsa kazansınlar bu mertebe ile ilgili herhangi bir alâkalan yoktur.

[435] Zira zarurî, hâcî, tahsînî ve bunların tamamlayıcı unsurlarını fıkhın her konusu ile ilgili olarak öğrenmiş ve b´u konuda kendisine gizli kapaklı hiç-birşey kalmamıştır. Bunun sonucunda kendisi için Sâri´ Teâlâ´nm mak­satları tam anlamıyla belirmiş ve ortaya çıkmıştır.

[436] Deliller bölümünde Birinci Mesele´de genişçe ele alınmıştı.

[437] Bir Önceki meselede cüz´î üzerinde durmanın bir mânâsı olmadığı ve onun zaten mevcut olan birşeyin ele geçirilmesi için uğraşmak kabilinden oldu­ğu söylenmişti. Burada ise cüz´înin dikkat nazarına alınmış olduğu ve as­lında hâkim konumdakinin de cüz´îyyât olduğu ifade edilmektedir.

[438] Yani istinbât sırasında her ne kadar dikkatinden kaçmış olsa bile, kendi­sini destekleyen deliller mutlaka bulunur. Karşı taraf bunun her zaman böyle olmadığını ikinci ve üçüncü delil ile ileri sürecektir.

[439] Yani bu mertebede bulunan kimse ictihâd için gerekli bulunan iki rükün­den birini kesin elde etmiş, ancak diğerini ki bu cüz´î nassların da dik­kate alınması va onların da değerlendirilmesi olmaktadır henüz elde edememiştir.

[440] Burada sayılanlar, aslında onların yasak olmalarını gerektiren genel ku­rallardan istisna edilmiş bulunan tasarruflardır. Daha önce de geçtiği gi­bi, eğer biz bu kurallara bidüziyelik versek ve hiçbir istisna getirmesek, ya zarurî ya da hâci birçok yerde tıkanmalar meydana gelecek ve korun­ması istenilen bu esasların ihlâlini sonuç verecektir. Ancak biz her merte­bede, o mertebeye uygun düşen şeyleri dikkate aldığımız zaman hem o mertebenin, hem de diğer mertebelerin korunmasını temin etmiş olacağız. Şu halde küllî esasların yanında cüziyyâtın da dikkate alınması ve onlara da itibar edilmesi zorunlu olacaktır.

[441] Daha önce de geçtiği üzere, azimetleri ortadan kaldıran ruhsatlar hâciy-yât kaidesinin zarûriyyât alanında amel ettirilmesi demektir. Bu merte­belerin birbirini tamamladığını ve birbirini kayıtladıklarını biliyoruz

[442] Yani cüziyyât ve onların hususiyetleri üzerinde değerlendirme yapabile­cek, delillerin ayrıntılarına inebilecek kadar vukûfiyeti yoktur.

[443] Yani bu mertebeye ulaşmış bir kimse hakkında lehte veya aleyhte hü­kümde bulunarak onun içtihada ehil olduğunu ya da ehil olmadığını söy­lemek mümkün değildir. Müellif burada tereddüt göstermektedir. Ancak Deliller bölümünün Birinci Mesele´sinde böyle birinin içtihada kalkışama­yacağını açıkça söylemiş ve orada: "Hasılı, küllî esasların dikkate alınma­sı yanında mutlaka cüziyyâtın ve onlara ait özelliklerin de dikkate alın­ması gerekmektedir..." demişti. Bun...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: 1 [2]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes