> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > İctihad
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İctihad  (Okunma Sayısı 2995 defa)
29 Eylül 2010, 23:31:33
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 29 Eylül 2010, 23:31:33 »



İctihad

BİRİNCİ TARAF: İCTİHÂD

Bu bölümde:

1) İctihâd yönünden müctehide müteallik taraf,[1]

2) Müctehidin verdiği fetvaya müteallik taraf,[2]

3) Müctehidin verdiği fetva üzerinde i´mali fikir etme ve ona uymaya müteallik taraf olmak üzere üç ayrı konu üzerinde durulacaktır.

Birinci Taraf, on dört mesele altında işlenecektir:

BİRİNCİ MESELE:

İctihâd iki kısımdır:[3]

a) Yükümlülük diye bir şey kalmayıncaya kadar ki bu ancak kıyamet gününde olur devam edecek olan ictihâd.

b) Dünyanın sonu gelmeden önce kesintiye uğraması mümkün olan ictihâd.

Birinci türden olan ictihâd, tahkîku´l-menâta müteallik olan ictihâddır.[4]Ümmet arasında kabulü konusunda ihtilaf bulunma­yan kısım işte budur. Tahkîku*l-menâtm mânâsı şudur: Hüküm, şer´î delili ile[5] sabit bulunmakta; ancak geriye hükmün mahallinin belirlenmesi için[6] i´mali fikir etme kalmaktadır. Meselâ şöyle: Sâri´ Teâlâ: "Sizden âdil iki şahit tutun![7] buyurmaktadır. Biz şer´an "adâlet"in[8] mânâsını biliyoruz. Ancak bu vasfın kimde bulunup bu­lunmadığı noktasının belirlenmesine ihtiyaç vardır. İnsanlar adalet vasfında hep aynı düzeyde değillerdir. Aksine bu konuda araların­da çok farklılıklar bulunmaktadır. Şöyle ki: Biz adalet sahibi insan­ları bir araya getirip ele aldığımızda onların iki uçta bulundukları­nı ve bu iki ucun da bir ortası olduğunu görürüz. En üst tarafı, Hz. Ebû Bekir´in sahip olduğu adalet vasfı gibi hakkında en ufak bir problem bulunmayan uç tarafttır. Diğer uç taraf ise, adalet vasfının gereğinden çıkışın ilk derecesi olmaktadır. Sırf müslüman olmakla henüz çizgiden içeri girmiş bulunan (fakat üzerinden hayra mı yoksa şerre mi sapacağına dair henüz bir vakit geçmediği için durumu bilinmeyen) kimsenin hali gibi. Büyük günah işlemiş ve bu yüzden de hadde maruz kalmış kimselerin ise elbette bu çizgi içerisinde hiç yeri yoktur (ve onlar adalet vasfından gittikçe uzaklaşmış olacak­lardır.) Bu iki uç[9] arasında ise sayılamayacak kadar çok mertebeler bulunmaktadır. Bu orta kısmın belirlenmesi pek net değildir.[10] Bu vasfin bulunup bulunmadığının belirlenmesi için bütün gücün orta­ya konması gerekir ki, ictihâd da budur. Bu, hâkimin her şahit hakkında ihtiyaç duyduğu bir şeydir.

Keza bir kimse malını fakirlere verilmek üzere vasiyette bu­lunsa yine bu kabilen bir içtihada gerek duyulacaktır. Şöyle ki: Kuşkusuz, insanlardan bazıları vardır ki hiçbir şeyleri yoktur ve bu kimseler için "fakirlik"[11] sıfatının tahakkuku açıktır. Dolayısıyla bu gibi insanlar vasiyete hak kazananlar listesine gireceklerdir. Bazılan da vardır ki, her ne kadar nisap miktarı malları olmasa da bir ihtiyaç ve fakirlikleri yoktur. Bu iki zümre arasında ise ortada bu­lunan kimseler vardır. Meselâ, malı olan fakat kendisi için yeterli olmayan kişi gibi. Bu durumda onun haline bakılır: Acaba onun hakkında zenginlik tarafı mı, yoksa fakirlik tarafı mı daha ağır basmaktadır (İşte yapılacak bu değerlendirme sonucunda o kişinin vasiyete hak kazananlar listesine girip girmeyeceğine karar veri­lir.)

Aynı şekilde zevce ve akraba nafakalarının miktarının belir­lenmesi de bu kabildendir. Zira bu konuda hem nafaka yükümlüsü­nün, hem nafakaya hak kazananın hallerinin dikkate alınması, hem de zamanın gereklerinin göz Önünde tutulması gerekecektir. Buna benzer belli bir sayı altına sokulamayacak kadar çok mesele konunun Örneğini teşkil edecektir ve bunların teker teker ele alın­masına imkân yoktur. Bu gibi durumlarda ictihâd yapılmaksızın taklid ile işi bitirmenin imkân ve ihtimali bulunmamaktadır. Çün­kü taklid, ancak taklid edilen konuda hükmün menatının (daya­nak) tahkiki sonucunda düşünülebilir. Menât burada ise henüz ta­hakkuk etmiş değildir. Çünkü meydana gelen olaylardan her biri, haddizatında yepyeni bir olaydır ve hiçbir şekilde nazîrlerinin daha önce geçmesi mümkün değildir. Vakıada geçmiş olsa bile, en azın­dan bizim için öyle değildir. Şu halde olaylar üzerinde hükmün menâtını belirlemek için mutlaka içtihada ihtiyaç vardır. Biz olayın benzerinin daha önce geçmiş olduğunu kabul etsek, o takdirde bile, bunun o olayın benzeri olup olmadığı konusunda yine değerlendir­me yapma zarureti bulunmaktadır ki, bu da ictihâd olmaktadır.

Cinayetler hakkında .yapılan "erş" (yani diyet) takdirleri ile itlaf edilen malların kıymetlerinin tesbiti konuları da aynı şekilde­dir.

Btınun böyle olduğu konusunda şu noktanın dikkate alınması dahi yeterlidir: Şeriat her cüzî olayın hükmünü ayrı ayn koyma­mış, buna mukabil belli bir sayı altına sokulamayacak kadar çok cüz´îleri içine alacak küllî esaslar ve mutlak ibareler getirmekle ye­tinmiştir. Öte yandan her muayyen olan şeyin de, bir başkasında bulunmayan kendisine ait bir ayrıcalığı bulunacaktır. Bu, isterse bizzat belirleme hakkında olsun. Bir ayrıcalığı olan şeyler, ne mut­lak olarak hüküm içerisine girer; ne de mutlak olarak hüküm dışın­da kalır. Aksine bunlar, iki kısma ayrılırlar ve aralarında da her iki tarafla bir yüzde müşterek olan üçüncü bir kısım bulunur. Bu du­rumda varlık âlemine çıkan belirli hiçbir suretin, şöyle ya da böyle derinlemesine ya da yüzeysel âlimin değerlendirmesi dışında kal­masına imkân yoktur. Çünkü o şeyin hangi delil altına gireceğinin belirlenmesi için bu değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Eğer değerlendirme konusu olan o şey, her iki tarafla bir yüzde müşterek oluyor­sa o zaman durum daha da zor olacaktır. Bütün bunlar, ilimden bi­raz nasibi olanlar için son derece açıktır.

Kaza (yargı) ile ilgili kurallardan biri şudur: "Beyyine yani de­lil ikâmesi müddet yani davacı tarafına düşer, yemin de inkâr eden tarafa verdirilir."[12] Kadı´nın herhangi bir olay hakkında hükmet­mesi, hatta delilleri yönlendirilmesi ve taraflardan kendilerinin yapmaları gereken şeyleri isteyebilmesi, her şeyden önce mutlaka davacı ile davalıyı birbirinden ayırdetmesine bağlıdır. Bu nokta, kazanın esasını teşkil eder.[13] Bu da ancak değerlendirme, ictihâd, davanın delillere vurulması yoluyla belirlenebilir. Yapılan bu iş ise bizzat "tahkîku´l-menâf olmaktadır.

Kısaca bu tür içtihadın her değerlendirici, hâkim ve müftiye nisbetle bulunacağı, hatta her mükellefe nisbetle kendisini ilgilen­diren konuda olacağı zarurî olmaktadır. Çünkü sıradan bir mükel­lef (âmmî) meselâ fıkıhta "namaz kılarken sehven fazladan işlenilen fiiller namazdaki fiillerin cinsinden olabilir veya olmayabi­lir eğer az miktarda ise affedilmiştir; namazı bozmaz, ama çoksa namazı bozar" diye bir hüküm işitse ve namazında fazladan bu tür hareketlerde bulunsa, bu durumda mutlaka yaptığı bu hareketlerin namazı bozacak kadar çok olup olmadığı konusunda değerlendirme yapması ve ona göre iki tarafttan birinin hükmüne katması gereke­cektir. Bu ise ancak ictihâd ve değerlendirme yoluyla olacaktır. Bu­nun sonucunda kıldığı namazın hangi kısımdan olduğu belirince, o kimse için hükmün menâtı (dayanağı) gerçekleşmiş olacak ve artık fiilini ona göre icra edecektir. Diğer yükümlülükleri hakkında söy­lenecek söz de aynıdır. Eğer bu tür içtihadın kalkmış olduğu farze-dilecek olsa, o zaman şer*î hükümler hiçbir zaman mükelleflerin fi­illeri üzerine inmeyecek, hep zihinlerde kalacaktır. Çünkü şer"î hü­kümler mutlaktır ve umumîlik özelliği arzeder; dolayısıyla ancak aynen kenileri gibi mutlak olan fiiller üzerine inebilir. Fiiller ise, varlık âleminde hiçbir zaman mutlak olmaz; aksine muayyen ve müşahhas olarak meydana gelir. Bu durumda mevcut şer*î hükmün onun üzerine indirilmesi, ancak ve ancak o muayyen fiilin, o mut­lak ya da âmm hüküm tarafından kapsandığına dair bir değerlen­dirme sonucunda mümkündür. Bu değerlendirme de yerine göre kolay, yerine göre de zor olur. Bütün bunlar ictihâd olmaktadır.

Taklidi sahih olan şeylerin, bu kısımdan olması da mümkün­dür. Bu da öncekilerin muayyen cüzîlere yönelik değil de nev´ilere yönelik tahkıku´l-menât hakkında ictihâdda bulundukları konular­da olur. Meselâ, avın cezası konusunda dengi keffâretle hükmetme gibi. Bu konuda şeriatta gelen: "Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan öldürdüğünün dengi olduğuna içinizden iki âdil kimsenin hükmedeceği, Kâ´be´ye ulaşacak bir kurbanı ödeme... var­dır"[14] âyetidir. Bu denkliğe itibar konusunda zahirdir. Ancak den-gin nev´inin ve öldürülen av türü için denk olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Meselâ, sırtlana karşılık koçun, geyiğe karşılık ke­çinin, tavşana karşılık oğlağın, yaban öküzüne karşı sığırın, ceylana karşı koyunun denk olduğunun belirlenmesi gibi. Keffâretler için getirilen köle[15] âzâdı, erkek ve kızın ergenliklikleri (bulûğ[16]) vb. konularda da durum aynıdır. Ancak nev´iler hakkında yapılmış bulunan bu ictihâd, muayyen cüzîler hakkında yapılması gereken ictihâddan müstağni kılacak değildir. Dolayısıyla bu türden ictihâd her zaman mutlaka olacaktır.[17] Zira yükümlülüğü onsuz düşünmek mümkün değildir.[18] Eğer bu türden içtihadın kaldırılması ile birlikte yükümlülüğün sürdürülmesi düşünülecek olsa, o zaman muhal ile yükümlü kılmak gibi bir sonuç lâzım gelecektir. Bu ise, şer´an mümkün değildir. Öte taraftan bu akîen de mümkün değildir. Bu, konu ile ilgili en açık delil olmaktadır.

b) Zaman içerisinde kesintiye uğraması mümkün olan ikinci kısım içtihada gelince, bunlar üç türlüdür[19]

1) Tenkîhul-menât: Hükümde dikkate alınan vasfın, nassda diğerleri ile birlikte zikredilmesi ve ictihâd yoluyla gerçek illet olan vasfın diğerlerinden ayıklanması ve böylece muteber olanın mülga olandan ayırdedilmesi işlemidir. Saçını yolarak, döşünü döverek ge­len ve (Ramazanda eşi ile cinsel ilişkide bulunduğunu) söyleyen bedevi hadisinde[20] yapılan işlemde olduğu gibi. el-Gazzâlî bunu, Şifâu´l-ğalîl´de zikretmiş olduğu kısıml...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 23:34:02 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İctihad
« Posted on: 01 Mayıs 2024, 11:02:44 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İctihad rüya tabiri,İctihad mekke canlı, İctihad kabe canlı yayın, İctihad Üç boyutlu kuran oku İctihad kuran ı kerim, İctihad peygamber kıssaları,İctihad ilitam ders soruları, İctihadönlisans arapça,
Logged
29 Eylül 2010, 23:36:06
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Eylül 2010, 23:36:06 »


İçtihada mahal olan alanlara gelince, onlar da müteşâbihlik mânâsına çıkar. Çünkü ictihâd, şer´î nefy ve isbat arasında dönmek (yani birşey hakkında müsbet ya da menfi bir hükme ulaşmaktır). Bazen hatalı taraf ile doğru taraf kapalı kalır ve birbirinden ayırde-dilemez. Her takdire göre, eğer isabet eden tek kişidir görüşü üze­rinden yürünecek olursa, bu görüşün sahipleri, içtihada mahal olan yerin ihtilâf alanı olmadığını ve dolayısıyla ihtilâfın varlığı için bir hüccet olamayacağını söylemektedirler. Aksine içtihada mahal olan yerler, Sâri´ Teâlâ´nın tek olan maksadınının elde edilmesi uğrunda bütün gücün ortaya konduğu ve var olan takatin en sonuna kadar kullanıldığı bir alan olmaktadır. Bu grubun düşüncesi, herşeyden önce ortaya konulan delillere uygun düşmektedir. Eğer her mücte-hidin isabet edeceği görüşü üzerinden yürünecek olursa, o zaman da bu mutlak olmamakta, aksine her müctehide ya da onları taklit eden her bir kimseye nisbetle böyle olmaktadır. Çünkü her mücte-hidin, içtihadı sonucunda ulaştığı hükümden vazgeçmesinin caiz ol­madığı ve vereceği fetvanın mutlaka onunla olması gerektiği konu­sunda görüş birliği vardır. Bunlara göre isabet, hakiki olmayıp izafîdir.[132] Eğer ihtilâf (her bir müctehidin dilediği müctehidin görüşünü almasının caiz olması şeklinde) mutlak anlamda caiz olsay­dı, işte o zaman itirazcılar için delil olabilirdi. Ancak durum öyle değildir.

Kısaca, bu görüşe göre de ancak tek bir hüküm caiz olabilir. Şu kadar var ki, o izafîdir. Dolayısıyla bu görüşe müsteniden hiçbir şe­kilde kabullenilmiş bir ihtilâf sabit olmaz. Her müctehid, kendisine göre Sâri´ Teâlâ´nın kasdı olan tek bir hükme iki ayrı görüşe de­ğil ulaşmak peşindedir. Şu halde içtihada mahal alanların bıra­kılmasından hareketle Sâri´ Teâlâ´nın kasdmda, ihtilâfa bir mesned aranması gibi bir sonuç ortaya konamaz. Aksine O´nun içtihada mahal alanlar koymasmdaki maksadı, tek olan Şâri´in kasdını elde edebilmek için çaba göstermelerini temindir. Bu noktadan hareket­ledir ki, hiçbir müctehidin kendisi için aynı anda asla iki farklı gö­rüşe sahip olduğu görülemez; aksine onları hep tek bir görüşü be­nimser ve diğerlerini reddeder buluruz.[133]

Bütün müctehidlerin ictihâdlarında isabetli olacağı (tasvîb), sadece bir müctehid hariç diğerlerinin ictihâdlarında hata etmiş olacağı (tahti´e) meselesinin cevabı da geçmiş oldu.[134]

Birbiri ile tearuz halinde bulunan iki delilin bulunabilmesi noktasına gelince, eğer bu görüşün sahipleri, bununla aslında öyle değil de sadece görünüşte ve müctehidlerin değerlendirmelerinde birbirine zıt görünen delilleri kastediyorsa, durum dedikleri gibi ca­izdir. Ancak bununla şer´î deliller arasında tearuzun cevazına hük-medilemez. Eğer onlar bu sözleriyle, işin aslında da tearuzun bulu­nabileceğini kastediyorlarsa, şeriatı az çok anlayan hiçbir kimse böyle bir görüşü benimseyemez. Zira onun sakatlığım sözü edilen deliller ortaya koyar. Böyle bir görüşte olan birinin olacağını da sanmıyorum.

Sahâbî görüşü meselesine gelince, iki noktadan dolayı delil ola­maz:

1) Sahabî görüşü, ilgili hadisin sahih olduğunu bir an kabul etsek bile ki senedi tenkide uğramıştır zanniyyâttandır. Bizim meselemiz ise kat´î esaslardandır; zannî olan bir şey ile kati arasında tearuzdan söz edilemez.

2) Onun kabul edilmesi halinde bile bundan murad, onlardan her birinin teker teker ele alınması takdirine göre hüccettir, şeklindedir. Yani bir kimse onlardan birinin görüşüne isti-nad ederse, müctehidlerden birini taklit etmiş olması açı­sından isabet etmiş demektir. Yoksa onun anlamı, onlardan her biri haddizatında ve herkese nisbetle hüccettir[135] şek­linde değildir. Çünkü bu, geçen esaslara ters düşer.

Onların ihtilâflarının ümmet için bir genişlik olduğu görüşüne gelince bu konuda, İbn Vehb, İmam Mâlik´ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah´ın ashabının ihtilâfında genişlik yok­tur; şüphesiz hak tektir." Ona: "Her müctehidin içtihadında isabet­li olduğunu söyleyenler var" dediler. O şöyle cevap verdi: "İki farklı görüşün ikisi de doğru olmaz. Öyle kabul edilse bile, bunun ictihâd kapısının açılması yönünden olması muhtemeldir. İçtihadı mesele­leri Allah Teâlâ bizim hakkımızda bir genişlik kılmıştır; bu bir baş­ka sebepten dolayı değil, sadece ictihâd alanlarını geniş tutması yö­nünden böyledir." el-Kâdî İsmail şöyle demiştir: "Rasûlullah´ın ashabının ihtilâfı hakkındaki genişlik, sadece re´y ictihâdındaki genişlik olmaktadır. İnsanın onlardan herhangi biri­nin isabet edip etmediğine bakmaksızın görüşü ile hükmetmek an­lamında bir genişliğe gelince, buna hayır. Onların ihtilâf etmeleri, onların ictihâd ettiklerini ve ihtilâfın da bunun sonucunda ortaya çıktığını gösterir." İbn Abdilberr: "İsmail´in bu sözü gerçekten gü­zeldir" demiştir. "Onların ihtilâfları rahmettir" şeklinde düşünenle­rin görüşü de, onların ictihâd kapısını açmış olmaları yüzünden olabilir. Bunu böyle anlamak zorundayız; çünkü şerîatta ihtilâfa mahal olmadığı, onun, hem şeriata hem de dine müteallik olan her konuda ihtilâfa düşenler arasında hüküm vermek, ihtilâfı gidermek için geldiği sabittir. Bu esas, pek çok açık nasslar ve kat´î delillerin bir gereği olarak onların yanında hem usûl hem de furû konusunda geneldi. Karşılarına tam vâkıf olamadıkları bir mesele çıktığı za­man, eğer o bir amele taalluk etmeyen konulardan ise: "İlimde yüksek payeye erenler ise: ´İnandık, hepsi Rabbİmizin katındandır´ derler.[136]âyetinin gereği olarak onu bilene havale ederlerdi. Amele taalluk eden konularda ise çaresiz düşünme ve değerlendir­meye başvurmaları gerekiyordu. Çünkü şeriat tamamlanmış, her­hangi bir konuda şeriatın, hükümden hâlî kalması da caiz değildi. Bu durumda kendilerine göre Sâri´ Teâlâ´nın maksadına kendileri­ni ulaştıracak en kestirme yolu aramaya koyuldular. Tabiî ki kabi­liyetler ve bakışlar farklıdır. Bunun sonucu olarak da aralarında ihtilâflar doğmuştur; yoksa bu ihtilâflar Sâri´ Teâlâ´nın maksadı ol­duğu için doğmamıştır. Eğer farzedilecek olsa ki, sahabe bu tür hükmü açık olmayan fer´î mesâil üzerinde çalışmış olmasalar, şöyle ya da böyle onlar hakkında söz etmeselerdi ki onlar, şeriatın an­laşılması ve onun maksatları doğrultusunda yürünmesi konusunda önderler olmaktadır o zaman kendilerinden sonra gelecek olan nesiller için ictihâd kapısı aralanmış olmayacaktı. Çünkü ihtilâfı yeren ve şerîatta ihtilâfa yer olmadığını gösteren deliller vardı. Du­rumu kapalı kalan konular, hakka isabet konusunda ihtilâfların muhtemelen kaynaklanabileceği alanlardır. O zaman böylesine riskli olan alanlara girmekten çekineceklerdi. Ancak sahabe ictihâd edip, ictihâdları sonucunda doğruyu elde etme yolunda ihtilâflar belirince, kendilerinden sonra gelen nesiller için de o yola girme ko­laylaşmış oldu. İşte bunun içindir ki Allah´u a´lem Ömer b. Ab-dulaziz: "Rasûlullah´ın ashabının ihtilâf etmemiş olmaları beni sevindirmezdi..." sözünü söylemiştir.

Mukallitlere nisbetle ulemânın ihtilâfına gelince, onda da du­rum aynıdır; müctehidin delile isabet etmesiyle âmmînin (sıradan biri) müftîye icabeti arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla âmraî hakkında iki fetvanın tearuzu, müctehid hakkında iki delilin tearuzu gibidir. Nasıl ki müctehid için, aynı anda her iki delile de tâbi olması veya ictihâdsız ve tercihe gitmeksizin ikisinden birisine keyfî olarak uyması caiz değilse, âmmînin de iki müftîye aynı anda tâbi olması veya kendince ictihâd ve tercihte bulunmaksızın ikisin­den birine uyması caiz olmayacaktır. "Tearuz ederlerse istidigini seçer" şeklindeki görüş, iki sebepten dolayı doğru değildir:

1) Bu söz, zahiren değil de işin aslında iki delil arasında tearuzun bulunabileceği mânâsına gelir. Bunun yanlışlığı az önce ortaya kondu.

2) Daha önce şer´î bir esas geçmişti. Bu, şeriatın konulmasın­da gözetilen amaçlardan birinin, mükellefi kendi heva ve heveslerinin egemenliğinden kurtarmaktı. Kişiyi iki görüş arasında keyfî olarak muhayyer bırakmak, bu esasa ters düşer ve bu caiz değildir. Çünkü şeriat, daha önce de orta­ya konulduğu gibi her mesele ile ilgili olarak biri cüz´î biri de küllî olmak üzere iki maslahat içermektedir. Cüz´î olanı, her hükmün hususî delilinin ortaya koyduğu fayda ve o hükmün hikmetidir. Küllî olan ise mükellefin hem inanç, hem söz, hem de fiil olarak bütün tasarruflarında şer´î yü­kümlülükler getiren belli bir kanunun altına girdiğinin şu­uruna varması ve hiçbir zaman başıboş hayvan gibi heva ve heveslerinin peşinde koşan bir yaratık olmadığının, bü­tün davranışlarının şeriatın getirmiş olduğu kayıtlar içerisinde olması gerektiğinin bilincine varmasıdır. Eğer biz sı­radan insanları, imamların mezheplerini taklit konusunda, kendilerince en güzel olanını seçmede başıboş bırakırsak, o zaman bu tercih konusunda onların kendi heva ve hevesle­rinden başka başvuracakları bir merci bırakılmamış ola­caktır. Bu ise şeriatın konulusunda gözetilen temel maksa­da ters düşer. Dolayısıyla onların kendi tercihlerine bırakı­lacaklarını söylemek hiçbir şekilde doğru olmaz. Bu konu­da el-Gazzâlî´nin el-Mustazher adlı kitabına bakınız.

Böylece şeriatın aslında ihtilâf olmadığı ve onun ihtilâf esosı üzerine kurulmadığı, ihtilâfın onda Sâri´ Teâlâ´nm maksadı olmak üzere kendisine başvurulan bir esas olmadığı, aksine var olan ihtilâfların şer´î bir esastan kaynaklanmayıp, mükelleflerin bakış­larından ve onların imtihan edilmeleri amacından kaynaklandığı sabit olmuş, şeriatta hem usûlde hem de furûda mutlak ve genel anlamda ihtilâfın bulunmadığı ve onun yerilmiş olduğu tezi sıhhat kazanmıştır.[137]Zira eğer tek bir fer´in ihtilâf kasdı üzerine konul­muş olması sahih olsaydı, o zaman şeriatta mutlak anlamda ihtilâfın varlığı sabit olurdu. Çünkü bir tür ihtilâfın sabit olması halinde, tüm ihtilâfın sabit olması sahih olur. Bunun sakatlığı ise açıktır. Böyle bir sonuca götüren şey de aynen onun gibi sakat ola­caktır.

Fasıl:<...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 23:39:50
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Eylül 2010, 23:39:50 »

Fasıl:

Bu mânâ yani hilaf üzerinde iyice tefekkür ve derinleşme suretiyle, ictihâd derecesine ulaşılmaya aday olunur. Çünkü bu sa­yede kişi, ihtilâf mahallerine vâkıf olur ve karşılaştığı her olay hak­kında hak açıklık kazanmaya namzet hal alır. Bu yüzdendir ki îbn Mesûd hadisinde şöyle gelmiştir: Rasûlullah bana: "Ey Abdullah İbn Mesûd!" dedi. Ben: "Buyur yâ Rasûlallahî" dedim. O: "insanlardan kimin daha âlim olduğunu biliyor musun " dedi. Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim. O şöyle buyurdu: "İn­sanların en âlimi, insanların ihtilâf ettikleri bir konuda hakkı en iyi görendir; amel konusunda eksiği olsa da, arkası üstü kaçsa da."[214] Bu hadis, ulemâ arasındaki ihtilâf mahallerinin bilinmesi­nin önemini vurgulamaktadır.[215]Bu noktadan hareketledir ki âlimler, ilmi, ihtilâf bilgisinden ibaret saymışlardır. Bu meyanda olmak üzere Katâde şöyle demiş­tir: "Kim ihtilâfı bilmiyorsa, onun burnu fıkhın kokusunu bile al­mamıştır."

Hişâm b. Ubeydullah er-Râzî de: "Kim kıraat ihtilâflarını bil­mezse o kâri´ değildir; kim de fukahâ arasındaki ihtilâfları[216] bil­mezse, o da fakîh değildir" demiştir.

Atâ ise: "Alimlerin ihtilâfları konusunda âlim olmayan bir kim­senin insanlara fetva vermeye yeltenmesi uygun değildir. Çünkü eğer öyle olmazsa o zaman, daha sağlam ve güvenilir olan şeyi, elindekine istinaden reddetmiş olabilir."[217]

Eyyûb es-Sahtiyânî ve İbn Uyeyne´den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Fetva verme konusunda insanların en cüretkâr olanla­rı, ulemânın ihtilâfı konusunda en az bigiye sahip olanlardır."

Eyyûb şu ilavede bulundu: "İnsanların fetva vermekten en faz­la geri duranları da, ulemânın ihtilâfı konusunda en fazla bilgiye sahip olanlarıdır."

İmam Mâlik´ten şöyle dediği nakledilmiştir: "Fetva vermek, ancak insanların üzerinde ihtilâf ettikleri konuları bilen kimseler için caizdir." Kendisine: "Rey ehlinin ihtilâfını mı " diye soruldu. O: "Hayır, Hz. Muhammed´in ashabının ihtilâfını, Kur´ân´da ve Rasûlullah´ın sünnetinde bulunan nâsîh ve mensûh il­mini..." diye cevap verdi.

Yahya b. Sellâm: "Ulemâ arasındaki ihtilâfı bilmeyen bir kimsenin fetva vermesi uygun değildir. Bütün görüşleri bilmeyen bir kimsenin: ´Bu bana daha sevimlidir´ demesi caiz değildir" demiştir.

Saîd b. Ebî Arûbe de: "İhtilâfı dinleyip öğrenmemiş kimseyi, âlim sayma" demiştir.

Kabîsa b. Ukbe´den de: "Ulemânın ihtilâfını bilmeyen bir kim­se (hataya düşmekten) kurtuluşa eremez" dediği nakledilmiştir.Âlimlerin bu konudaki sözleri çoktur. Kısaca bunlar, ihtilâf alanlarının sadece ezberlenmesinin değil, aynı zamanda kavranma­sının da gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu seviyeye ulaşmak da an­cak geçen meselede verilen yaklaşım ile mümkün olur; dolayısıyla hilaf ilmi her müctehid için zarurîdir. Çoğu kez bu özelliğin, değer­lendirme (nazar) konusunda el-Mâzerî ve benzerleri gibi tahkik er­babı olan kimselerde mevcut olduğunu görürüz.[218] [219]

BEŞİNCİ MESELE:

İctihâd, eğer nasslardan istinbât işine bağlı ise, o zaman mut­laka Arap dilinin (ictihâd düzeyinde) bilinmesi şart koşulacaktır. Eğer nasslarla ilgisi bulunmuyor veya nasslar hakkında ictihâd sa­hibi birinin verileri üzerinden yürünüyor ve maslahat ve mefsedet-lerle ilgili mânâlara taalluk ediyorsa, o zaman Arap dilini bilme şartı yoktur.[220] Bu durumda ictihâd için gerekli olan, şeriattan gö­zetilen şer´î maksadlan hem genel olarak hem de özel[221] olarak bil­me ilmidir.

Arap dili ilminin şart koşulması veya şart koşulmaması hak-[i63j kındaki delil şudur[222]: Arap dili ilmi, lâfızların gereklerini, şer´î lâfızlardan nasıl anlaşılması gerekiyorsa o şekil üzere ortaya koyar. Gereklerini içeren Sâri´ Teâlâ´nın lâfızları Arapça´dır. Bu itibarla Arabî olmayanın Arap dilini anlaması mümkün değildir; nitekim Arabî ile Berberi, Rûm, ya da İbranî arasında biri diğerinin dilini öğreninceye kadar anlaşma imkânı bulunmamaktadır. Mücerred mânâlara gelince, sağduyu sahibi insanlar, bunların anlaşılması konusunda müşterektirler. Bu konuda belli bir dilin hususiyeti yok­tur. Şu halde hükümlerin konulusu sırasında gözetilen şer´î maksatları kavrayan ve bu konuda ilim mertebesine ulaşan kimse, makâsıd konusu ile ilgili alanlarda ictihâd mertebesine ulaşmış olur. Bu mertebeyi yabancı bir dile yapılan tercüme yoluyla da elde edebilir ve tercüme yoluyla elde etmesi ile Arap dili vasıtasıyla elde etmesi arasında bir fark yoktur.[223] Bu yüzdendir ki, müctehidler Arap dili ile olmayan sözlü olaylar halanda şer´î hükümler koymak­tadırlar ve pek çok olaylarda lâfızlar(da gözetilen mânâlara) itibar etmektedirler.[224]

Sonra, kıyâsî ictihâdda, lâfızların gereklerini bilmeye ihtiyaç bulunmamaktadır.[225]Ancak ictihâd makîsun aleyh ile ki kıyasta asıl olmaktadır ilgili ise o zaman Arap dilini bilmeye gerek duyu­lur. Kaldı ki bu da bazen bir başkasından hazır olarak alınabilir. Ya da aslın illeti nass ile belirlenmiş veya işaret edilmiş olabilir ve böylece onu hazır olarak bulabilir. Kıyasın bunun dışında kalan di­ğer işlemleri ise, aklî değerlendirmeye tabidir.[226]

Müctehid imamların tâbi arkadaşlarına nisbet edilen ictihâd, işte bu türden[227] olmaktadır. Meselâ Mâlikî mezhebinde İbnu´l Kasım ve Eşheb; Hanefî mezhebinde Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen; Şafiî mezhebinde el-Müzenî ve el-Buveytî gibi tâbi mücte-hidlerin durumu böyledir. Bunlar, kendilerinden nakledildiği üzere tâbi oldukları imamlarının usûlünü ve şeriatın lâfızlarının anlaşıl­ması konusunda belirledikleri esasları hazır olarak alıyorlar[228] ve bunlar üzerine çeşitli meselelerin tefrî´i yoluna gidiyorlar ve onların gereği doğrultusunda fetvalar veriyorlardı. İnsanlar, onların fetva ve görüşlerini imamlarının görüşlerine muhalif olsun ya da uygun olsun kabul ile karşılamışlar ve onların gereği ile amel etmişler­dir. Onların bu durumda olması şundan di: Onlar hükümlerin ko­nulması konusundaki şer´î maksatları kavramışlardı. Eğer öyle ol­masalardı, o zaman ictihâd ve fetvaya yeltenmeleri kendilerine helâl olmazdı, keza ne kendi zamanlarındaki ne de daha sonraki dönemlerdeki âlimlerin onların bu halini onaylamaları helâl olmaz­dı ve özel olarak onlara karşı tepki göstermekten geri durmazlardı. Böyle birşey olmadığına göre, onların girişmiş oldukları ictihâd ve fetva işine ehil oldukları anlaşılmış olur. Onlardan ve onlar gibi olup, şer´î maksatların kavranması konusunda onların seviyesine ulaşan kimselerden sâdır olan ictihâd, hiç problemsiz sahih olmak- tadır. Bu izah, onların Arap dilinde ictihâd mertebesine ulaşmış ol­madıkları varsayımı üzerine mebnîdir. Ancak onların Arap dilinde ictihâd mertebesine ulaşmış oldukları kabul edilecek olursa, o za­man onların ictihâdlarının mutlak anlamda sahih olacağında bir kuşku bulunmayacaktır. [229]

Allah´u alem!

ALTINCI MESELE:


Bazen ictihâd tahkîku´l-menât ile ilgili olabilir. Bu durumda ictihâd için, Arap dilini bilmeye gerek olmadığı gibi, şer´î maksatla­rı (hikmet-i teşri´ ilmini) bilmeye de gerek yoktur. Çünkü bu tür ictihâddan maksat, sadece mevzuyu olduğu hal üzere öğrenmektir. Bu tür ictihâdda muhtaç olunan şey, o mevzunun ancak kendisi vasıtalı ile bilinebileceği ilimdir.[230] Bu durumda müctehidin meseleyi ele aldığı o yönü çok iyi bilmesi, konunun belirlenmesi için gerekli olan o ilimde mahir ve ictihâd derecesinde bulunması gerekir ki, böyhce şer´î hükmü olması gerektiği şey üzere koyabilsin. Meselâ, had slerin senetlerinin hallerini ve yollarını, sahihini, zayıfını, me­tin itibarıyla delil olarak kullanılabilecek olanını, olmayanını... bi­len muhaddisi ele alalım: Bunun kendi sahasındaki olan içtihadına itibar edilir; o kişinin Arap dilinde ve hikmet-i teşri* (makâsıd) il-mindd âlim olup olmamasına bakılmaz. Aynı şekilde kıraat şekille­rinin/edası konusunda kıraat imamının, zanaatler ve bu alandaki kusurların öğrenilmesi konusunda zanaatkarın, dertler ve bedenî kusurların bilinmesi konusunda doktorun, ticarî malların fiyatları /ve onlarda bulunabilecek kusurların bilinmesi konusunda çarşı de­netçisinin, taksimin doğru yapılıp yapılmadığı konusunda taksim uzmanının, arazi takdiri konusunda ölçüm uzmanının... vb. du-rumlarJ da aynı şekildedir; bunların kendi sahaları ile ilgili verdik­leri bilgilere dayanılır ve bütün bunlarda hükmün dayanağını tes-bit (tahlîkul-menât) için ne Arap dilini ne de hikmet-i teşrî (makâ­sıd) ilmini bilmeye gerek vardır. Mamafih, onların müctehidde top­lanması ğildir.

Bunjm[231] delili daha önce de geçtiği üzere şudur: Eğer bu şart gerekli olsaydı o zaman müctehidin çıkması çok ender olurdu, hatta âdeten ibıkânsız olurdu.[232]Olsa bile bu bir harikuladelik sonucu olurdu. Nitekim Hz. Âdem´in durumu böyledir. Çünkü Allah Teâlâ ona esmayı (yani ne var ne yoksa hepsini) öğretmişti. Bu konuda söz yoktur.onun kemâline işaret olmakla birlikte ictihâd için şart de keza eğer bu ictihâd türünde hikmet-i teşri´ (makâsıd) ilrtıini (ve Arap dilini) bilmek şart olsaydı, o zaman her ilim ve zanaattın, önce makâsıd ilminin tahsilinden sonra öğrenilmesi lâzım gelirdi. Zira bu ilimlerin[233] varlığından şer´î makâsıd ilminin de Iâzın ge­leceği farzedilmektedir. Bu ise bâtıldır. Bâtıl bir sonuca ulajşt ran şey de aynen onun gibi bâtıldır. Bu ilim ve zanaatlar vardn- ve (bı­rakın hikmet-i teşri´ ilmini) ne şeriattan ne de Arap dilinden haberi olmayan kimselerin hatta şeriatı inkâr eden kâfirlerin bunlart elde ettikleri vakıadır.

Üçüncü bir yön daha var: Ulemâ bu konularda, fakih olnlayan (fakat sahasının uzmanı olan) kimseleri taklit edegelmişlerdi. On­lar uzmanlık alanları ile ilgili konularda, yetkili kimse/erf merci kabul etmişler ve ictihâdlarında onların verilerine dayanmışlardır. Bu, hükmün dayanağının tesbiti (tahkîku´l-menât) kohusurida on­ları taklit olmaktadır.

K...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 23:43:14
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 29 Eylül 2010, 23:43:14 »

(1)

Yükümlülükler daha önce de geçtiği gibi , kulların maslahatları için konulmuştur.[337] Kulların maslahatları da, ya dünye­vîdir ya da uhrevîdir. Uhrevî maslahatlar, mükellefin âhiretteki so­nucu ile ilgili maslahatlardır; onun cennet ehlinden olmasını, ce­hennem ehlinden olmamasını temin için konulmuştur. Dünyevî maslahatlara gelince, ameller dikkat edilecek olursa maslahat­ların neticeleri için mukaddimelerdir. Çünkü onlar, Sâri´ Teâlâ´ca maksûd olan müsebbebler için konulmuş sebeblerdir. Müsebbebler ise, sebeblerin sonuçları olmaktadır. Şu halde sebeblerin cereyanı esnasında onların (müsebbeberin) dikkate alınması matluptur. Fiil­lerin sonuçlarını dikkate almanın mânâsı da işte budur.

İtiraz: Hükümler bölümünde bunun aksine şöyle denmişti: "Sebeblerin işlenilmesi sırasında mükellefin müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatta bulunması gerekmez. Mükelleften istenilen şey sadece konulan hükümler doğrultusunda hareket etmektir."

Cevap: Daha önce, sebebler işlenirken müsebbeblerin dikkate alınmasının gereği de geçmiş ve bu konuda söz edilmiş ve iki nokta arasının cem ve telifi yapılmıştı. Meselemiz ise birinciden değil, ikincidendir. Çünkü bu, nefsânî nazlardan uzak olmak üzere baş­kalarıyla ilgili olan hüküm üzerinde değerlendirme yapan müctehi-de yöneliktir. Müctehid mükelleflerin fiillerine ait hükümlerin be­lirlenmesi konusunda Sâri´ Teâlâ´nın naibidir. Daha önce Sâri´ Teâlâ´nın sebeblerin konulusu sırasında müsebbeblere yönelik kas-dmın bulunduğu geçmişti. Bu sabit olunca, müctehidin de aynı şe­kilde müsebbeblere ki bu sebeblerin sonucu ve neden olacağı şey olmaktadır yönelik kasıt bulundurması zorunlu olacaktır.

(2)

Amellerin sonuçları, şer´an ya dikkate alınmıştır ya da alınma­mıştır. Eğer dikkate alınmış ise, bizim dediğimiz de budur. Eğer dikkate alınmış değilse, o zaman amellerin, kendilerinden beklenen maksatlarla ters düşen sonuçları olması mümkün demektir ki bu sahih değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, yükümlülükler kul­ların maslahatları içindir. Eğer maslahat ile birlikte kendine eşde­ğer ya da daha büyük bir mefsedetin bulunması imkânı varsa, o za­man bir maslahattan söz etmek mümkün değildir. Sonra bu, meşru bir fiil işleyerek bir maslahat beklentisi, yasak bir fiil işleyerek de bir mefsedet beklentisi içinde olmamız sonucuna götürür.[338] Bu ise

daha önce de geçtiği gibi şeriatın konuluş gayesinin aksine bir du­rumdur.

(3)

Şer´î deliller ve istikra göstermektedir ki, sonuçlar teşrî´ esna­sında dikkate alınmaktadır. Meselâ, şu deliller bunun böyle olduğu­nu göstermektedir:

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kul­luk edin. Umulur ki böyece korunmuş olursunuz."[339]

"Oruç sizden Öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı. Umulur ki böylece korunmuş olursunuz."[340]

"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere aktarmayın.... ALLAH´tan sakının. Umulur ki böylece kur- tuluşa ermiş olursunuz."[341]

"ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilme­yerek aşırı gidip ALLAH´a sövmesinler."[342]

"insanların ALLAH´a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönde­rilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha önce sa­na anlatmıştık."[343]

"Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir..."[344]

"Kısasta sizin için hayat vardır."[345]

Bunlar, genel olarak[346] sonuçların dikkatte alındığını gösteren delillerden olmaktadır.

gerekmez; aksine o fiilden tesadüfi olarak maslahat gerçekleşebilir de gerçekleşmeyebilir de.

Mesele hakkında husûsî olarak gelen delillere gelince, bunlar çoktur. Rasûlullah kendisine açıktan münafıklık yapan kimseleri öldürtmesi işaret edilince: "İnsanların ´Muhammed, adamlarını öldürüyor´ diye konuşmalarından korkarım" buyur­muştur.[347] Bir başka seferinde Hz. Âişe validemize şöyle buyur­muştur: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı[348] ve kalplerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bu­gün dışta kalan eski) duvarları Kâ´be´ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım"; bir başka rivayette de: "Kâ´be´yi Hz. İb­rahim´in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur.[349]İmam Mâlik, emîrin kendisine, Kâ´be´yi Hz. İbrahim´in temelleri üzerine yeniden inşa etme fikrini açtığı zaman işte bu prensipten hareketle fetva vermiş ve ona: "İnsanların, ALLAH´ın evi ile oynama-maları için sakın bunu yapma!" demiş ya da bu mânâda birşey söy­lemiştir. Mescide işeyen bedevi hadisi de böyle. Hz. Peygamber işemeşini bitirinceye kadar ona dokunmamalarını emretmiştir.[350] İbadetten tümden kesilir endişesiyle nefis üzerine işkenceye varacak ölçüde ibadet altına girilmesini yasaklaması da böyledir.

Husûsî menâtm tahkîki hakkında sözü edilenlerin tamamı bu kabilden olmaktadır. Şöyle ki bu gibi yerlerde fiil aslında meşru ol­makta fakat, ona arız olacak bir mefsedetten dolayı yasaklanmakta veya aslında yasak olmakta fakat bir maslahata mebnî o yasağın terki cihetine gidilmektedir. Aynı şekilde sedd-i zerâi´ ile ilgili tüm deliller de bu kabildendir. Çünkü onların çoğu, caiz olmayan bir fii­le caiz olan bir yolla ulaşılması şeklinde olmaktadır. Aslında yasak­lanan o fiilin meşru olması gerekirdi, ancak sonuçta yasak olan şe­ye götürdüğü için yasaklanmış olmaktadır.

Genişletme ve kolaylaştırmaya, zorluk ve meşakkatin kaldırıl­masına delâlet eden delillerin tamamı da bu kabildendir. Çünkü onların çoğunda, aslında meşru olmayan bir fiilde müsamaha gös­termek mânâsı hâkimdir; zira ona yönelen ve şer´an gösterilmesi gereken yumuşaklık ve merhamet bunu gerektirmektedir. Bu delil­lerin çokluğu ve herkesçe bilinmesi sebebiyle burada onları zikrede­rek sözü uzatmanın bir mânâsı yoktur,

İbnu´i-Arabî, bu meselenin izahına başladığı zaman şöyle de­miştir: "İnsanlar kendi zanlan sebebiyle bu konuda ihtilâf etmişler­dir; halbuki mesele ulemâ arasında üzerinde ittifak edilen bir ko­nudur. Dolayısıyla onları anlayın ve saklayın."

Fasıl:

Bu esas üzerine bazı kaideler bina edilir:

1) Sedd-i zerâi[351] İmam Mâlik, bu prensibi fikıh bâblarının çoğunda dayanılacak bir esas olarak kabul etmiştir. Zerîanın aslı,maslahat olan birşeyi, mefsedet olan birşeye vesile edinmek demek­tir. Meselâ bir kimse bir malı veresiye on dirheme satın alsa, bu­nun caiz olacağı açıktır. Çünkü bu akitle meşru olan bir maslahatı gerçekleştirmek istemektedir. Sonra bu adam aynı malı, satıcıya peşin olarak beş dirheme satmış olsa, bu alış veriş, sonuç itibarıyla beş dirhemin veresiye on dirhem karşılığında satılması şekline dö­nüşmüş olacaktır. Aradaki mal olduğu yerde durmakta, dolayısıyla dikkate alınmamaktadır; zira satış akdinin meşru kılınmasına ge­rekçe olan maslahat burada bulunmamaktadır. Ancak bu dedikleri­miz, kasdın âdet gereği insanlar arasında çokça yapılır olması yo­luyla zahir olması şartına bağlıdır.[352]

İmam Şafiî gibi zerâi´ hükmünü düşüren kimseler de fiilin so­nucunu dikkate almaktadırlar.[353] Çünkü alım satım akdi, eğer bir maslahat ise caizdir. İkinci satım akdi ile yapılan, birinciden ayrı başka bir maslahatın elde edilmesi içindir. Dolayısıyla bu surette bulunan her bir akdin bir sonucu vardır. Onların sonucu da, İslâm´ın hükümlerinin zahirine göre maslahat olmaktadır; öyle ise bunda bir mania yoktur. Zira bu takdire göre ortada mefsedet olan bir sonuç yoktur. Ancak bu, yasak olan sonuca yönelik açık bir kas-dın bulunmaması şartıyla böyledir.[354]

Fiillerin sonuçlarını dikkate aldıkları içindir ki, her iki grup da, düşmanlık ve günah konusunda dayanışmanın mutlak surette caiz olmadığında müttefiktirler. Keza husûsî olarak putlara sövme­nin caiz olmadığı konusunda da, "ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip ALLAH´a sövmesin­ler "[355] âyetinin gereği olarak müttefiktirler; çünkü bu onların Al­lah´a sövmelerine sebep olmaktadır. Daha başka İmam Mâlik ile İmam Şafiî´nin görüşbirliği ettikleri meseleler de öyle.

Sonra İmam Şafiî´nin, "Herhangi birşeyin kalkan yapılarak ribâya ulaşılması caizdir " demesi doğru değildir. Şu kadar var ki o, yasak olan şeye karşı kasdı açık olmayan kimseyi töhmet altına sokmamaktadır. İmam Mâlik ise, abes (lağv) bir fiilin zuhuru[356] se­bebiyle onu itham etmektedir; zira bu abes (lağv), yasak olana yö­nelik kasdın bulunduğuna delil olmaktadır.

Böylece sedd-i zerâi´ kaidesinin genel anlamda dikkate alındığı konusunda ittifak bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Aradaki görüş ayrılığı bir başka husus hakkında olmaktadır.[357]

2) Hiyel: Hiyel, aslında zahiren caiz olan bir fiilin, şer´î bir hükmün iptali ve zahirde başka bir hükme çevrilmesi için işlenmesi demektir. Bu durumda işlenen fiil, sonuç itibarıyla aslında şer´î ka­idelerin zedelenmesine yol açmaktadır.[358]Meselâ: Zekâttan kaç­mak için yılın dolması sırasında[359] malını (bir yakınına) hibe eden kimsenin durumu gibi. Hibe aslında caizdir. Eğer bu yola başvur­madan zekâtı vermeyecek olsa, bu da yasaktır. Her birinin içerdiği maslahat veya mefsedet açıktır. Şimdi böyle bir kasıt ile aralarının birleştirilmesi halinde hibe, zekâtın edasının iptali sonucuna var­maktadır. Bu ise bir mefsedettir. Ancak sözünü ettiğimiz bu du­rum, şer´î hükümlerin iptaline yönelik bir kastın bulunması şartıy­la böyledir.

Ebû Hanîfe gibi hiyeli caiz görenler de, fiillerin sonuçlarını dik­kate almış olmaktadırlar. Ancak bunlar, olayı bir bütün olarak de­ğil de, her fiili kendi başına tek tek ele almaktadırlar. Çünkü hibe, hangi kasıt ile olursa olsun zekâtın vücûbiyetini düşürür; aynen yı­lın dolması sırasında zekâta tâbi olan malın harcanması, onunla borcun ödenmesi veya ...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 23:44:21 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 23:46:33
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 29 Eylül 2010, 23:46:33 »

Bu mertebedeki bir kimsenin ictihâd etmesinin sahih olacağın­da ihtilâf yoktur. Ulaşmış olduğu seviye sayesinde o, problemlerin çözümüne kabiliyeti bulunan, hâkim konumda olan, yenik düşme­yen bir mertebededir. Daha önceki aşamalarda ise, ilim talibi hâkim konumda değildir; o yüzdendir ki o mertebelerde kişinin elde ettiği küllî mânâlar, onu hususiyet arzeden konulara iltifat etmek­ten alıkoyabilmektedir. Sahibi hâkim değil, mahkûm konumunda olan her mertebe, o aşamadaki kimselerin henüz ilimde rüsûh mer­tebesine ulaşmadığını gösterir. Eğer içinde bulunulan aşama, sahi­bi tarafından hâkimiyeti altına alınmış, orada tam bir vukufiyetle tasarruf yetkisi ihraz edilmişse, işte o kimse ilimde rüsûh sahibi ol­muş demektir ve ictihâd yetkisini hak eden, istinbâta ehil olan kim­se de işte odur. Çoğu zaman orta mertebede yer alanlar ile bu mer­tebede bulunan ve içtihada gerçekten ehil olan kimseler birbirine karıştırılır ve bunun sonucunda da içtihada ehil olup olunmama ko­nusunda çekişmeler meydana gelir. Allah´u a´lem!

Bu mertebeye ulaşmış kimselere "Rabbani" , "Hakîm", "İlimde rüsûh sahibi", "Âlim", "Fakîh" ve "ÂkiP gibi tabirler kullanılır. Çünkü bunlar ilmin büyük meselelerinden önce küçüklerini öğrene­rek işe başlamışlar ve rabbânî bir eğitimle bu mertebeye ulaşmış­lar, herkese/herşeye lâyık olduğu hükmü vermişler, ilmi tam anla­mıyla elde etmişler ve artık ilim kendileri için cibillî bir vasıf (mele­ke) halini almıştır, Allah Teâlâ´nın muradını hakkıyla anlamışlar­dır.

Bu mertebede bulunan müctehidlerin iki belirgin özellikleri vardır:

(1)

Bunlar, soruyu yönelten kimsenin husûsî halini de dikkate alırlar ve eğer mesele hakkında husûsî bir hüküm varsa bunları de­ğerlendirirler ve onların hallerine uygun düşecek cevaplar verirler. İkinci rütbede bulunan kimseler ise böyle değillerdir; çünkü onlar husûsî durumları dikkate almaksızın genel hükümleri bildirirler ve ona göre cevaplar verirler.

(2)

Sorulara cevap vermeden önce, işin nereye varacağını, verecek­leri cevapların ne gibi sonuçlar doğuracağını da hesaba katarlar, ikinci derecede bulunanlar ise bunu yapmazlar ve verdikleri cevabin ne gibi sonuçlar vereceği noktasına aldırış etmezler. Eğer bir emir ya da yasak karşısında bulunur ve o konuda da küllî bir esas varsa onun doğrultusunda hemen hüküm verirler.

Bu konu ile ilgili olarak pek çok örnek bulunmaktadır. Onlar­dan bir kısmı istihsân bahsinde ve fiillerin sonuçlarının da dikkatte alınması gerektiği meselesinde geçmişti. İmam Mâlik´in mezhebin­de bu konuda çok şey bulunmaktadır.[453] [454]

ON DÖRDÜNCÜ MESELE:


Daha önce sadece ulemâya has olan ictihâd ile, bütün mükel­lefler için söz konusu olan ictihâddan bahsedilmişti. Ancak burada her iki türü de açıklayıcı bazı izahlar getirmek ve yaklaşım biçimle­rini belirlemek gerekmektedir.

Şöyle ki: Mekke dönemi teşri lalınan hükümler ki bunlar ilk olma özelliğine sahiptirler genellikle mutlak olup, herhangi bir kayıt taşımamaktadırlar. Bunlar, aklıselim sahiplerince yapılagel-mekte olan âdetlerin gereği doğrultusunda cari olan, üstün ahlâk ilkelerinin gerekli kıldığı kabilden bulunan şeyler olmaktadır. Do­layısıyla bunlar akılla bilinmesi imkânsız bulunan namaz ve ben­zeri şeylerin izah ve belirlenmesi dışında câri bulunan âdetlerin´ iyilerine yapışmak, kötü ve çirkin olanlarından da uzak durmak gi­bi şeylerdir. Bunların büyük çoğunluğu, o âdetlerle ilgili olmak üze­re mükelleflerin kendi değerlendirmelerine ve şahsî ictihâdlarma havale edilmiştir. Böylece her bir mükellefin, kendince uygun olanı ve o küllî güzellikler içerisinden güç yetirebildiği kadarını alabilme­sine ve edinebildiği faziletlerle tek olan Yaratıcısına yönelebilmesi­ne imkân hazırlanmış olmaktadır. Namazı farzı ile nâfilesiyle Ki­tap ve sünnetin beyan ettiği şekilde kılmak, muhtaçlara yardımcı olmak, fakirlere, yoksullara maddî destekte bulunmak için şeriatta belirlenmiş bir miktar (oran) aramaksızın infakta bulunmak, sağ­duyu sahiplerince güzel görünen sıla-ı rahim ilişkilerini sürdürmek ve onların uzak ya da yakın olduklarına bakmamak, komşu hakla­rına riayet etmek, bütün toplumun, uzak yakın herkesin haklarını gözetmek, insanlar arasında bir ayırım yapmaksızın herkesin arasim bulmaya çalışmak, tartışmaya girmemek ve en güzel yollarla karşılık vermek... ve daha başka bu saydıklarımıza benzer mutlak bulunan, henüz haklarında bazı kayıtlar getirilmeyen hükümler işte bu kabilden olmaktadır.

Yasaklanmış bulunan münkerât ve fuhşiyât hakkında da du: mm aynı idi; onların kötülükteki mertebelerine bakılmaksızın hep­sinden aynı şekilde kaçmıyorlardı. Onlar (yani ilk müslümanlar), iyi ve güzel olanlara sarılmaya çalıştıkları gibi, kötü ve iğrenç olan şeylerden de uzak durmaya çalışıyorlardı.

O dönemlerde müslümanlar bütün gayretlerini ortaya koyu­yorlar ve emredilen güzel şeyleri yapmak, yasaklanılan çirkin şey­lerden de uzak durmak için var güçlerini harcıyorlardı. Rasûlul-lah´ın Medine´ye hicret etmesinden sonra vefatına kadar da bu böyle sürdü. Vefatından sonra ve Tabiîn zamanında da aynı şekilde devam etti.

Ancak zamanla İslâm coğrafyası genişlemiş, insanlar akın akın Allah´ın dinine girmeye başlamıştı. Bunun tabiî bir sonucu . olarak muamelât konusunda aralarında görüş ayrılıkları doğdu, hakkın beyan edilmesi konusunda kendilerini ilgilendirecek en ince ayrıntıların belirlenmesi gibi istekler belirdi, yahut kendileri için özel hükümlerin uygulanmasını gerekli kılacak husûsî haller orta­ya çıktı, yahut bazılarından şer´î hükümlere muhalefet veya yasak­lanmış şeylerin irtikabı gibi bazı sapmalar gözlendi. Dolayısıyla bu dönemde, sonradan ortaya çıkan bu hallerin gerekli kıldığı tahdid-lere, daha önceden mevcut bulunan mukaddimeleri tamamlayıcı mahiyet arzeden ayrıntı hükümlere, vacip ile mendup; haram, ile mekruh arasını ayıracak kayıtlamalara ihtiyaç duyuldu. Çünkü ih­tiyaç duyulan bu şeylerin çoğu, herkes bir tarafa aklıselim sahibi kimseler tarafından dahi kavranılıp ortaya konulamayacak mahi­yette cüzîyyâttan olan şeylerdi. Nitekim aynı durum ibadetlerle, kişiyi Allah´a yaklaştıracak olan diğer şeyler ve onların ayrıntıları hakkında da variddi ve aklın bunları belirleme imkânı yoktu. Özel­likle de İslâm´a giren kimseler artık şeriatı anlama konusunda o ilk (saf Arap) muhatapların sahip oldukları anlayış gücünden yoksun­lardı veya eski cahiliyye âdeti üzere bulunuyorlardı ve müntesip ol­duğu insanlar onu güzel görmekte ve ona yapışmakta idiler, dolayı­sıyla içinden ona bir meyil besliyordu, halbuki aslında o, öyle de de­ğildi. Aynı şekilde cahiliyye döneminde gördükleri maslahat sebe­biyle icra ettikleri fakat en azından o maslahat kadar ya da daha fazla mefsedetin bulaşmış olduğu şeylerde de durum aynıdır. Bütün bunlara ilaveten Allah Teâlâ cihadı farz kılmıştı.[455]Müslüman­lar ne zaman ki düşmanlarına karşı güçlü hale geldiler, kendilerin­den bütün insanları Hanîf İslâm milletine davete başlamaları is­tendi, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamakla emrolunur hale geldiler, işte o zaman Allah Teâlâ bu meyanda ihtiyaç duydukları herşeyi gayet açık bir şekilde kâh Kitap ile, kâh sünnetle olmak üzere beyan etti. Böylece mücmel bulunan Mekkî esaslar beyan edildi, ihtimaller açıklık kazandı, mutlak ifadelere kayıtlar getirildi, nesh ya da daha başka yollarla umûmî esaslar tahsis edildi. Bü­tün bunlardan sonra geriye kalan muhkem esaslar artık değişmez, bidüziye kanun, dayanılacak asıl halini aldı ve bu tâ Allah Teâlâ yeryüzüne ve üzerinde olanlara varis oluncaya (kıyamete) kadar böyle devam edecekti. Sonradan getirilen bu açıklamalar, kayıtla­malar, tahsise gitmeler... Allah´tan bir lütuf ve ihsan olarak önceden getirilmiş bulunan küllî esasların tamamlayıcısı olmuş ve o muhkem esasların üzerine bina edilmişti.

Şu halde ilk esaslar bakidir ve onlar ne değişmiş, ne de neshe maruz kalmışlardır. Çünkü onlar hemen her konuda zarûrî-küllî mahiyetindedir, ya da bunlara tâbi durumundadır. Nesh ya da beyân ise, ancak ve ancak cüz´î bulunan ve tartışmaya açık olan ko­nularda cereyan eder; küllî esaslarda cereyan etmez.Bütün bu arzettiklerimiz, hem Mekke hem de Medine döne­minde inmiş bulunan hükümleri bir arada ele alıp değerlendirme yapan kimseler için gayet açıktır. Zira Mekke dönemi ahkâmı, nef­se zulmetmemek, Allah ve kul haklarına nisbetle emir ve yasaklara son derece bağlılık göstermek esası üzerine kuruludur.

Medine dönemi ahkâmı ise, genelde olaylar ve yeni gelişmeler üzerine indirilmiştir. Bunlar tartışma ve anlaşmazlıklar doğuracak konularda, ruhsatlar ve hafifletici hükümler getirme, bazı cezalar koyma gibi külliyyâtla ilgili olmayıp cüzîyyât hakkında söz konusu olan şeylerdir. Çünkü külliyyât Mekke döneminde muhkem bir şe­kilde konulmuş ve yerleşmiştir. Medine döneminde bu tür cüz´î hü­kümler getirilirken Mekkî küllî esaslar eski hali üzere korunmuş­tur. Bu yüzdendir ki Medine döneminde inen sûrelerde bu küllî esaslar yer yer tekit ve teyid edilir. Böylece Allah´a hamd ol­sun! şeriat hem küllî esasları, hem de cüz´î hükümleri açısından kemâle ermiş, ortası, her iki ucuyla birlikte tamamlanmış, eksiği gediği kalmamıştır. Yüce Allah bu meyanda olmak üzere: "Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm´ı beğendim´[456]buyurmuştur.

Fukaha bu iki kısımdan sadece cüziyyâttan olan hükümlerin açıklanması ve sınırlarının belirlenmesi ile ilgilenmişlerdir. Zira bu hükümler, tartışmalara, çekişmelere, nefsânı hazlara, itibara, ânzî durumların gereği ile amele açık bulunmaktadır. Bu halleriyle fukahâ ictihâdlarında sanki, Allah Teâlâ´nm haram kıldığı ile helâl kıldığı şeylerin kesiştiği noktada durmakta ve böylece Allah Teâlâ´nın helâl kıldığı alandan haram kıldığı sahaya geçilmesini önlemeye çalışmaktadırlar. Böylece onlar her olaya nisbetle hü­kümlerin dayanaklarım in...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes