๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 04 Haziran 2011, 15:56:29



Konu Başlığı: Şeran bidatçi ismi verilen kimse
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Haziran 2011, 15:56:29

Fasıl
 
"Şer'an Bidatçi İsmi Verilen Kimse"




Bid'ate nisbet edilen kimse bu konuda ya müctehittir ya da mukallittir; bu ikisinin dışında değildir. Mukallit ise ya müctehidin delil diye iddia ettiği delili ikrar ederek ve onu inceleyip alarak mukallittir ya da tam bir avam gibi inceleme imkanına sahip olmaksızın onun mukallididir. Bunlar üç kısımdır.
Birinci Kısım ikiye ayrılır:
a) Onun müctehidliğinin sahih olması. Böyle birisinden ancak sürpriz olarak bid'at vâki olur, kasıtlı değil, tesadüfidir. Buna ancak bir yanılgı veya sürçme denilebilir. Çünkü bunun sahibi, fitne çıkarmayı ve Kitab'ın tevilini yapmak için mütesabihin peşinden gitmeyi kastetmemiştir. Yani o hevâsına uymamış ve onu kendisine umde yapmamıştır. Gerçekle karşılaştığı zaman derhal ona teslim olması ve onu kabul etmesi bunun delilidir.
Bunun bir örneği Avn ibn Abdillah ibn Utbe ibn Mes'ud'dan[7] rivayet edilmiştir.
Şöyle ki:
O önceleri Mürcie'nin görüşünü savunuyordu. Sonra bundan vazgeçti ve dedi ki:
Benim hiç şüpheye düşmeksizin açık-seçik ayırıp ayıkladığım şeyler Mürcie'nin söyledikleri şeylerdir.
Müslim, Yezid ibn Suheyb el"Fakir'den[8] şöyle dediğini rivayet etti:
Ben Haricilerin görüşlerine gönlümü kaptırmıştım. Kalabalık bir toplulukla birlikte haccetmek üzere yola çıktık. Sonra insanlara görüşlerimizi açıkça propaganda etmeye başladık. Yezid devamlı derdi ki: 
Medine'ye de uğradık, orada Câbir ibn Abdillah[9] ile karşılaştık. Bir sütuna yaslanmış otururken yanındakilere Rasulullah'tan (s.a) hadisler naklediyordu. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Bir de baktım ki cehennemlikleri[10] anlatıyordu. Ona dedim ki:
Ey Peygamberin arkadaşı! Allah Teala:
"Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan artık onu rüsvay etmişsindir."[11] "(Cehennemdekiler) oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler.”[12]
Buyurmuşken sen neler söylüyorsun? Câbir ibn Abdillah dedi ki:
Sen Kur'an okumuyor musun? Dedim ki:
Evet. Dedi ki:
Sen Makam-ı Muhammed'i (s.a) duydun mu? Yani Allah Teala'nın onu gönderdiği makamı. Dedim ki:
Evet. Dedi ki:
O öyle bir övülen makamdır ki Allah cehennemden çıkaracağı kimseyi o makam sayesinde çıkarır. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Câbir daha sonra sıratın konuluşunu ve insanların onun üzerinden geçişini tasdik etti. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Korkarım, Câbir'in bu söylediklerini tam muhafaza edemedim. Yezid daha sonra söyle dedi:
Ancak Câbir ibn Abdillah bazı insan­ların cehennemde bir müddet kaldıktan sonra çıkacaklarını söyledi. Yezid dedi ki:
Yani siyahlaşmış abanoz dalları gibi çıkacaklar. Câbir ibn Abdillah dedi ki:
Sonra cennet nehirlerinden bir nehre girecekler, orada yıkanacaklar ve sanki birer bembeyaz sayfa gibi çıkacaklar. Yezid ibn Suheyb dedi ki:
Daha sonra biz Medine'den döndük ve şöyle dedik:
Yazıklar olsun size! Siz Câbir ibn Abdillah'ın Rasulullah'a (s.a) iftira edeceğini mi zannediyorsunuz? Hacdan döndük ve Allah'a yemin olsun ki bir daha Hâricilerin görüşlerine ilgi duymadık. İçimizden bir kişi hariç hepimiz bundan vazgeçtik.[13] Yezid el-Fakır hadiscilerin sikalarındandır. İbn Mâin[14] ve Ebû Zür'a[15] onu bize sika/güvenilir olarak tanıttılar.
Ebû Hâtim[16] onun sadûk/çok doğru bir kişi olduğunu söyledi. Buhari ondan hadis tahriç etti.
Ubeydullah ibn el-Hasen el-Anberi[17] güvenilir bir hadisti idi ve sünneti iyi bilen büyük âlimlerden birisi idi. Fakat kendisinden nakledilen sözler sebebiyle insanlar onu bid'atçilikle suçladılar: O şöyle diyordu:
Bütün din mensuplarının müctehitleri isabet etmişlerdir. Hatta Kadı Ebû Bekir[18] ve daha başka kişiler kendisini tekfir bile etmişlerdir. el'Kuteybi onun şöyle dediğini nakleder:
Kur'an ihtilafa delâlet eder. Bu sebeple Kaderiyeyi savunmak mümkündür, bunun Kitap'tan delili vardır; Cebriyeyi savunmak da mümkündür, bunun da kitap'ta delili vardır. Böyle konuşan bir kişi doğruyu söylemiş olur, çünkü tek bir âyet bazan farklı iki şeye delâlet edebilir.
Bir gün kendisine Kaderiyeciler ve Cebriyecilerden soruldu. O şöyle cevap verdi:
Hepsi de isabet etmiştir. Kaderiyeciler Allah'ı ta'zim etmişler/ululamışlar. Cebriyeciler de Allah Teala'yı tenzih etmişler/noksanlıklardan beri/uzak görmüşlerdir. O şöyle demiştir:
İsimler hakkındaki söz de böyledir; zina eden kişiyi mümin diye isimlendirenlerin hepsi isabet etmiştir, kâfir diye isimlendirenler de isabet etmiştir. Zina eden, mü'min de değildir, kâfir de değildir, fâsıktır diyen de isabet etmiştir. O, müşrik değil, kâfirdir, diyen de isabet etmiştir. Çünkü Kur'an bu manaların hepsine de delâlet eder.
Yine el-Anberi şöyle demiştir:
Muhtelif manalar ifade eden sünnetler de böyledir; meselâ kurra çekmenin caizliğine delalet eden hadis de vardır, caiz olmadığına delâlet, eden hadis de vardır. Siayeye* cevaz veren hadis de vardır, cevaz vermeyeni de vardır. Mü'min kafirden dolayı kısasedilir diyen hadis de vardır, kısas edilmez diyen hadis de vardır. Fıkıhçı bunlardan hangisini alırsa alsın, isabet etmiştir.
Şu söz de onundur:
Bir kimse adam öldüren kişi cehennemdedir, derse isabet eder/doğru söylemiş olur, cennettedir derse o da isabet eder/ doğru söylemiş olur. Şayet fikir beyan etmez, onun durumunu Allah bilir derse bu sözüyle Allah'a kulluğu kasdettiği zaman isabet etmiş olur. O ğaybı bilemez. İbn Ebi Hayseme[19] dedi ki:
Süleyman ibn Harb bana Ebi Şeyh'ten şöyle dediğini haber verdi:
Ubeydullah ibn el-Hasen ibn el-Huseyn ibn Ebi el'Harîki el'Basri büyük bir suçlamayla itham edildi. Ondan kötü sözler rivayet edildi. Müteahhirin/geç dönem âlimlerinden birisi dedi ki:
Bu, İbn Ebi Şeyh'in anlattığıdır. Fakat Ubeydullah el-Hasen el-Anberi gerçeği öğrenince bu görüşlerinden döndü ve şöyle dedi:
O halde ben (o gö­rüşlerden) dönüyorum. Ben artık küçük bir adamım. Hak konusunda kuyruk olmak benim için bâtılda baş olmamdan daha sevimlidir.[20]
Onun hakkında söylenen şeyler gerçekten ondan sâdır olmuşsa bu bir âlimin yanılgısıdır. Zâten her erdemli kişi gibi o da sonunda hakka geri dönmüştür. Çünkü o, kendisinden nakledilen şeylerde göründüğü kadarıyle şer'i delillerin zahirî anlamlarına uymuştur. Aklına uymamıştır ve onun görüşüyle şeriat çatışır duruma düşme­miştir. Bu, hevaya muhalefete daha yakındır. Allah bilir ya, belki de böyle bir yolda olduğundan dolayı hakka dönmeyi başarmıştır.
Kendisiyle ilgili nakledilen haberde Yezid ibn Suheyb el-Fakir'in durumu da böyledir. Halbuki Abdullah ibn Abbas'a itiraz eden Hâricilerin durumu böyle değildir. Abdullah ibn Abbas onlardan delil istediği zaman bazıları dediler ki:
Onunla tartışmayın, çünkü o Allah Teala'nın: "Şüphesiz onlar kavgacı bir topluluktur."[21] dediği kimse­lerdendir. Onlar böylece müteşabihi muhkeme tercih ettiler, cemaate muhalefet ettiler.
b) Bid'ate nisbet edilen kişi, ilmî ölçülere göre müctehitlerden olması sahih ve sabit değilse daha önce de ifade edildiği gibi onun şeriate muhalif hüküm istinbatında bulunması çok daha muhte­meldir. Çünkü o, hem şer'î kaideleri bilememektedir, hem de onun delilden hüküm çıkarmaya yeltenen hevâsı vardır. O, delili hevâ ve hevesine tâbi kılmaktadır. Çünkü böyle yapmakla liderlik ve taklit edilme mertebesini elde etmiş olmaktadır. Nefsin böyle bir mertebede alacağı zevkin ötesinde başka bir zevk yoktur. Bu sebeple kalpten liderlik sevgisini -sadece o kalmışsa- söküp çıkarmak çok zordur. Hatta tasavvufçular şöyle demişlerdir:
Liderlik tutkusu sıddîklerin kalplerinden en çok çıkacak tutkudur. Hal böyle olunca bu tutkuya bir de delilde hevâ ve hevese uyma arzusu eklendiği zaman bunu kalbinden nasıl söküp atar? Bu iki şeye, yanı liderlik tutkusu ve hevâya uyma arzusuna bir de -zannınca- kendi görüşünün sıhhatine delâlet eden şer'î delil eklenir. Böylece heva ve heves onun kalbine öyle egemen olur ki artık kolay kolay ondan ayrılması mümkün olmaz. Ayrılıklardan söz eden hadiste de ifade edildiği gibi bu durum hastalığının hastayı sardığı duruma benzer. Bu neviden bir bid'atçinin günahkâr olduğu aşikârdır.
Bunun bir örneği İmamiyye Şiasında vardır. Onlar Peygamberin yanında bir de masum imam anlayışı/inancını icad ederler ve halifenin/imamın da tıpkı Peygamber gibi masum olduğunu iddia ederler. Bunu da kendilerine ait zannî bir delile dayandırırlar. Onlar şeriatın her zaman bütün mükelleflere açıklanması ve şerh edilmesi gerektiğini söyleyerek böyle bir inanç ortaya koymuşlardır. Bu açıklama ya mükellefle masum imamın karşılıklı konuşmasıyle gerçekleşecek veya masum imamla karşılıklı konuşan birisinden nakil suretiyle gerçekleşecektir.[22] Onlar bu görüşü daha başlangıçta herhangi bir akli veya nakli delile dayanarak ortaya koymadılar, bilakis akli olduğunu zannettikleri bir şüpheye dayandılar. Nakilden ise, ya aslından veya maksadı gerçekleştirme açısından batıl/geçersiz şüphelere dayandılar. Onların iddiaları ve bu iddialara verilen cevaplar büyük âlimlerin kitaplarından araştırılabilir. Gerçekte bunlar birtakım iddialara dayanır. Bu iddialarıyle ilgili kendilerin­den delil istendiği zaman şaşırıp kalırlar. Çünkü hiçbir yönden delilleri yoktur.
Onların şüphelerinin en kuvvetlisi ümmetin ihtilafı meselesidir. Bu ihtilafı ortadan kaldıracak birisinin bulunması gerekir. Çünkü Allah Teala buyuruyor ki:
"Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler."[23]
Bu merhamet ancak Peygamber'e verdiği gibi ona da masumluğu vermesiyle olur. Çünkü masum imam Peygamberin vârisidir. Böyle olmasaydı haklı haksız herkes kendisinin merhamete lâyık olduğunu ve başkalarının değil, sadece kendisinin hakka/gerçeğe ulaştığını iddia ederdi. Kendilerinden masumluğa dair bir delil istenildiğinde hiçbir şeyi delil olarak getiremezler. Ancak onların da bir mezhebi vardır, onu gizlerler ve kendi yakınlarından başkalarına açıklamazlar. Çünkü bu sırf bir küfürdür ve delilsiz bir iddiadır.[24]
İbn el-Arabi[25] el-Avâsım isimli kitabında der ki:
Fıtrat üzere olan memleketimden dışarı çıkmıştım. Bu taifenin -yani şii fırkala­rından olan İmamiyye ve Bâtınıyye'nin bulunduğu yere gelinceye kadar hep hidayet üzere olan insanlarla karşılaştım. Kendileriyle karşılaştığım ilk bid'at, ehli onlardı. Karşıma Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen veya sıfatları inkar eden ya da mürcieyi savunan gibi müşebbihe Bid’ati çıkmış olsaydı şeytanın bana vesvese vermesinden korkardım. Fakat bunların ahmaklıklarını görünce dikkatlice davrandım. Sağlam inanç sahiplerinin yanına sık sık gidip gelmeye başladım. Aralarında sekiz ay kaldım. Sonra Şam'a gittim ve Beytül Makdis'e geldim. Orada 28 tane ders halkası ve iki tane medrese buldum. Birisi el-Esbat kapısındaki Şâfiilerin medresesi, diğeri Hanefilerin medresesi. Beytü'l-Makdis'te çok sayıda büyük âlimler, bid'atçi liderleri, yahudi ve Hıristiyan rahipleri vardı. Orada ilim öğrendim ve hocamız Ebû Bekir el-Fihri'nin ve diğer ehl-i sünnet mensuplarının huzurunda bütün gruplarla tartışmaya girdim.
Sonra bazı gayelerle sahile indim. O bölge bu Bâtıni ve İmami fırkalarla dolu idi. Bu gayelerle beş ay boyunca sahil şehirlerini dolaştım. Akka'ya indim. Bu esnada orada İmamiyye'nin reisi Ebu'l-Feth el-Akki ve ehl-i sünnetten de kendisine el-Fakih ed-Dibekî denilen bir şeyh bulunuyordu. Ben yirmi yaşlarında iken Ebu'l-Feth'in meclisinde bulundum. Beni yaşı küçük, ilmi büyük ve deneyimli birisi olarak görünce benden çok hoşlandı. Allah'a yemin olsun ki her ne kadar bâtıl üzere de olsalar bir erdemlilik ve üstünlük gördükleri zaman onu kabul ediyor ve takdir ediyorlardı. Bu sebeple o da benden ayrılmadı, benimle tartıştı ve benden usanmadı. Ben İmamiyye mezhebi hakkında ve masumdan tâlim görüşü[26] konusunda uzun uzun konuştum.
Bu cümleden olarak onlar şöyle demektedirler:
Allah Teala'nın kulları hakkında birtakım sırları ve hükümleri vardır. Akıl bunları tek başına kavrayamaz. Bunlar ancak masum bir imam tarafından öğretilmekle bilinebilir. Onlara dedim ki:
Allah'tan aldığını ilk defa tebliğle memur olan tebliğci imam öldü mü yoksa o ölümsüz müdür? Bana dedi ki:
"Öldü." Aslında o bu görüşte değildi fakat bana karşı kendi görüşünü gizliyordu. Dedim ki:
Arkasında birisini kendisine halef bıraktı mı? Dedi ki:
Onun halefi, varisi Ali'dir. Dedim ki:
O, hak ile hükmedip hakkı tatbik etti mi? Dedi ki:
İnatçılar baskın çıktığı için bunu yapamadı. Dedim ki:
Gücü yettiği zaman hakkı tatbik etti mi? Dedi ki:
Takıyye ona mani oldu, inatçılar ölünceye kadar onun peşini bırakmadılar, ancak onlar bazan kuvvetlendiler, bazan zayıf­ladılar. Fitne ve fesat kapılarının kendi üzerine açılmaması için onlara karşı müdâradan/politik davranmaktan başka bir yol bulamadı. Dedim ki:
Bu müdâra hak mıdır? Dedi ki:
Bâtıldır, zorunluluk onu mubah kılar. Dedim ki:
Peki o halde masumluk nerede kaldı? (Dedi ki):
Biz ancak kudretle birlikte masumluğu kastederiz. Dedim ki:
Ondan sonra günümüze kadar imamlar bu gücü bulacaklar mı, bulamayacaklar mı? Dedi ki:
Hayır. Dedim ki:
O halde din ihmal edilmiş olacak, hak da meçhul ve kapalı kalacak. Dedi ki:
Din galip gelecek. Dedim ki:
Kiminle? Dedi ki:
Beklenen imamla. Dedim ki:
Belki de o bir deccaldir. Benim bu sözüme gülmedik kimse kalmadı. Bunun üzerine ben maksatlı olarak konuşmayı kestim. Çünkü onu mat etmiş olmaktan ve bu sebeple memleketinde benden intikam almasından korktum. Sonra dedim ki:
Bu mezhepteki en tuhaf şeylerden birisi de şudur: İmam, kendisinden sonrası için güçsüz birisini vasiyet etmiş olsa boşuna bir vasiyette bulunmuş olacak, bu durumda da masumluğu ortadan kalkacak. Bundan daha tuhafı da şudur: Allah Teala -onun mezhebine göre- onun bir öğretici olmadan bileme­yeceğini bildiği ve bildiğini söylemeye gücü yetmeyen hasta ve âciz birisini gönderdiği zaman sanki ona öğretmemiş ve onu göndermemiş gibi olur. Bu da özellikle onların mezhebine göre, O'nun bir acizliğidir ve zulmüdür.
Onlar bu konuşmalara karşılık veremiyeceklerini anladılar. Konuşulanlar (etrafa) yayıldı. İsmailiye diye de isimlendirilen Bâtınilerin reisi benimle bir araya gelmeyi uygun gördü. Ebu'l Feth, Fakih ed-Dibeki dedi ki:
İsmaililerin reisi seninle konuşmak ister, Dedim ki:
Ben meşgulüm. Dedi ki:
Burada bir yer ayarladı. Reisleri oraya geldi. Bu yer Taberanîler mahresidir.[27] Denizin üzerindeki sarayın içinde bir mescittir. Fakih ed'Dibeki oraya gitmem için bana fazlasıyle ısrar etti. Çekingen ve dikkatli bir tavırla ayağa kalktım. Mahresin köşküne girdim. Oraya ulaştım. Onları mahresin doğu zaviyesinde toplanmış bir halde buldum. Yüzlerinde bir hoşnut­suzluk gördüm. Selam verdim. Sonra mihraba doğru yöneldim ve orada iki rekat namaz kıldım. Kıldığım bu iki rekat namazın içinde de onlarla ne konuşacağımı ve onlardan nasıl kurtulacağımı düşün­mekten başka bir şey yapmadım. (İçimden dedim ki) Sizinle konuş­maya beni mahkum ve mecbur eden Allah'a yemin olsun ki bu meclis ten hır daha çıkacağımı ümit etmiyorum. Mahresin kemerlerinin altındaki siyah keskin taşlara vuran denize bakıyordum ve şöyle diyordum: işte beni içine defnedecekleri kabrim bu. İçimden de şu beyti okuyordum:
Hey dikkat edin! Dünyaya bir daha dönüş varmı?
Var mı denizden başka kabrimiz, sudan başka kefenimiz?
Bu benim hayatım boyunca başıma gelen ve Allah'ın beni kurtardığı zorluklardan dördüncüsü idi. Namazdan selam verince onlara döndüm ve âdet, üzere hal ve hatırlarını sordum. Kendimi toparladım ve (içimden) dedim ki:
Şerefli bir mekanda ölümlerin en şereflisi, dini savunduğum esnada başıma gelecek olan ölümdür. Ebu'1-Feth -o gruptaki güzel yüzlü bir genci işaret ederek- bana dedi ki:
Bu genç topluluğun efendisi ve öncüsüdür. Ben onu çağırdım, o ise sükût etti. Sonra aniden ortaya atıldı ve dedi ki:
"Senin toplantıların ve sözlerin bana ulaştı. Sen şöyle diyormuşsun: Allah dedi, Allah yaptı. Kendisine çağırdığın o Allah nasıl bir şeydir? Söyle bana ve sen bu aldatmacadan vazgeç. Bununla sen ancak şu zayıf topluluğu kandırabilirsin."
Ben daha cevap vermeden adamları beni nerdeyse parçalayacaklardı. Allah'ın inayetiyle hemen bilgi dağar­cığına yöneldim ve oradaki bilgi oklarımdan bir ok çıkarıp fırlattım. Onu can evinden vurmuştum. Ellerini kımıldatacak ve ağzım açacak hali kalmadı. Bunun açıklaması: İmam Ebu Bekir Ahmed ibn İbriham eHsmaıli el-Hafız el-Cürcâni[28] dedi ki:
Kelam ilmi okuyanlara karşı insanların en öfkeli olanı ben idim. Bir gün Rey şehrine girdim. İlk olarak oranın camiine girdim ve camide bir sütuna doğru yönelerek onun yanında diz çöktüm. Bir de baktım ki yakınımda iki adam var ve aralarında Kelâm ilmini müzakere ediyorlar. Onları bir uğursuzluk olarak gördüm ve dedim ki, ilk defa şu beldeye girdim ve burada hoşlanmadığım şeyler duydum. Çabucak namazı kıldım ve nihayet oradan uzaklaştım. Onların sözlerinden şunlar aklımda kaldı; Şu Bâtıniler Allah'ın en aptal yaratıklarıdır. Tecrübeli bir kişinin kendisini onlar için delil getirmeye zorlamaması gerekir. Fakat onlara "niçin" sorusunu sorsun. Verecekleri hiçbir cevap yoktur.[29]
Ve sür'atle ordan kurtuldum.
Daha sonra Allah Teala murat etti ve İsmaililerden bir adam dinsizliklerini örten maskeyi açtı. Bu adam Emir Veşmikir ile mektuplaşıyor ve onu mezhebine çağırıyordu. Ona şöyle diyordu. Bir mucize olmadıkça ben Muhammed'in dinini kabul etmem. Eğer o mucizeyi gösterirseniz size dönerim. Durum öyle bir noktaya geldi ki İsmaililer kendi içlerinden akıllı ve kuvvetli bir adamı seçtiler ve onu Emir Veşmikir'e elçi olarak gönderdiler. Adam Emir'e dedi ki:
Sen bir emirsin. Senin avamdan ayrılman ve inanç konusunda hiç kimseyi taklit etmemen emirlerin ve meliklerin şânındandır. Onlara yakışan delilleri açık açık dile getirmektir. Emir Veşmikir dedi ki:
Vatandaşlarımdan bir adam seçeceğim. Kendim tartışmaya girmeye­ceğim. O seninle benim huzurumda tartışacak. Dinsiz ona dedi ki:
"Ebû Bekir el-İsmaili'yi tartışmacı olarak seç." Çünkü o dinsiz, Ebû Bekir El-İsmaili'nin bir kelâmcı değil bir hadisci olduğunu biliyordu. Fakat Veşmikir onu henüz yakından tanımadığı için onun yeryüzün­deki bütün ilimleri bildiğini zannediyordu. Dedi ki:
"Zâten benim de muradım odur. O iyi bir adamdır."
Ve Ebu Bekir'in Cürcan'dan Gazne'ye yanına gelmesi için haber gönderdi. Bu seçim ulemanın hoşuna gitmedi ve hepsi de ümitsizliğe kapıldılar. Dediler ki:
Bu İsmâilî, kâfir fikirleriyle Ebû Bekir el-İsmâili'yi zor duruma düşü­recek. Kendilerini itham etmemesi için emire de "onun bu konuda ilmi yok" diyemediler. Ebû Bekir el-İsmaili dedi ki:
Bana haber ulaşıp da yola koyulunca ve saraya yaklaşınca dedim ki:
Hasbünallah! Bilmediğim bir konuda nasıl tartışırım? Acaba melikin huzurunda, kendisine güzel tartışmacı ve Allah'ın dini konusunda delilleri bilen birisini tavsiye etmek suretiyle bu sorumluluktan kurtulabilir miyim? Kelam ilminden hiçbir şeyi araştırıp öğrenmediğim için ömrümün geçen günlerinden dolayı pişmanlık duydum. Sonra Allah Teala bana Rey Camiindeki iki adamdan işittiğim sözleri hatırlattı. Bunun üzerine kendimde bir cesaret buldum. Onlardan duyduğum şeyi kendime prensip edinmeye karar verdim. Gazne şehrine geldim. Melik ve sonra bütün halk beni karşıladı. İsmâili mezhebinde olan kişi ile nesebi İsmaili olan Ebu Bekir bir araya geldiler. Melik Veşmikir, Bâtın olan kişiye dedi ki:
Haydi söyleyeceğini söyle de İmam seni dinlesin. Adam konuşmaya başladı ve uzun uzun anlattı. Hafız Ebu Bekir el-İsmâili ona dedi ki:
Niçin? Dinsiz bunu duyunca dedi ki:
Bu imam benim sözlerimi anladı. Demek anlatabildim. Ebû Bekir el-İsmaili dedi ki:
Hemen o vakit oradan çıktım ve kelam ilminin okutulmasını emrettim. Kendim de bu ilmin İslamın dayandığı temel umdelerden birisi olduğunu anladım. İbn el-Arabi der ki:
Bu olay bana ulaştırıldığı zaman dedim ki:
İnsanın ömründe bir nefeslik bir fırsat bile olsa bu dinsizin Ebu Bekir el-İsmaili ile karşılaştığı gün gibi o fırsatı değerlendirmelidir. Sonra Ebu'1-Feth el-Akki'ye sözü yönelttim ve ona dedim ki:
Ben hiçbir şey bilmez bir haldeydim. Şayet bu âlimle bir araya gelmeseydim günlerim de sayılı olduğu için ondan habersiz olarak buradan ayrılıp gidecektim. Onun Kelamdaki uzmanlığı ve bilgisi sebebiyle böyle dedim. Çünkü o bana şöyle demişti:
Hangi şey Allah'tır? Bunun gibi bir soruyu ancak onun gibi birisi sorabilir. Fakat burada bir nükte var. Bu gün o nükteyi ondan almamız gerekir. Misafirliğimiz onun yanında olacak. Niçin "Hangi şey o Allah'tır." dedin de soru harflerinden "hangi" anlamına gelen (eyyü) harfi ile yetindin ve nasıl? nereden? kaç ve ne?" gibi soru harflerini kullanmadın?[30] Burada ikinci hikmetten sorula­cak ikinci soru da şudur:  (eyyü) soru harfinin iki tane anlamı vardır. Sen bunlardan hangisini kastettin? Niçin ihtimal ifade eden bir harfle soru sordun ve niçin tek bir manayı ifade eden açık bir harfle sormadın? Bu, bilmeyerek, her hangi bir maksat ve hikmet olmaksızın mı vâki oldu? Yoksa kasıtlı mı böyle soruldu? Bunu bize açıkla.
Ben bu şekilde konuşmaya başlayıp açıldıkça onun şekli değişiyor, önce öfkeden kararıyor, sonra da korkudan sararıyordu. Sağ tarafında arkadaşlarından birine sonra yanındaki diğerine dönüyor ve şöyle diyordu: Bu çocuk, ağzına kadar ilimle dolu bir denizden başka bir şey değil. Onun gibisini şimdiye kadar hiç görmedik. Onlar kendisini son nefesinde dahi görseler onu mutlaka öldürürler. Çünkü devlet onların. Şayet bizim Şam melikinin ve Akka valisinin nezdinde yüksek bir mevkiimiz olmasaydı normalde ben bunların elinden asla kurtulamazdım.
Beni göklere çıkaran bu sözleri duyunca dedim ki:
Bu büyük bir meclistir. Söz uzundur ve tafsilata ihtiyaç vardır. Fakat biz başka bir güne randevulaşalım. Ayağa kalktım ve dışarı çıktım. Hepsi de benimle birlikte ayağa kalktılar ve dediler ki:
Biraz daha kalman gerekir. Dedim ki:
Hayır. Yalın ayak koştum. Kapıya çıktım. Yolun ortasına ulaşıncaya kadar koştum. Orada hayatta kaldığıma kendi kendime sevindim durdum. Benden sonra onlar da çıktılar. Benim için bir (Layki) çıkardılar (ayakkabı olabilir), onu giydim ve onlarla birlikte gülerek yürüdüm. Başka bir oturumda buluşmak için randevu verdiler fakat ben kabul etmedim. Onlarla, buluştuğum takdirde öldürüleceğimden korktum. İbn el-Arabi dedi ki:
Mescid'i Aksa'da bazı arkadaşlarımız bana dedi ki:
Şeyhimiz Ebu'l'Feth Nasr ibn İbrahim el-Makdisi,[31] bir defasında imamiye şiilerinin reislerinden birisiyle beraberdi. İmamiyye Şiasının reisi halkın bozulduğundan şikayet etti ve bu durumun ancak beklenen imamın çıkışıyle düzeleceğini söyledi. Ebu'1-Feth Nasr dedi ki:
Beklenen imamın çıkacağı bir zaman var mı, yok mu? Şii reis dedi ki:
Evet var. Nasr dedi ki:
Bu zaman biliniyor mu, yoksa bilinmiyor mu? Peki ne zaman çıkacak? Şii dedi ki:
Halk bozulduğu zaman. Ebu'1-Feth dedi ki:
Halkın tamamı bozulduğu halde onu halktan engelleyen sadece sizsiniz. Şayet siz de bozulursanız o ortaya çıkar. O halde acele edin de onu bulunduğu hapishaneden salıverin ve bizim mezhebimize dönmekte acele edin. Bunun üzerine şii şaşırdı ve afalladı. Zannederim o bunu şeyhi Ebu’l- Feth Süleyman ibn Eyyub er-Râzi ez'Zâhid'den[32] dinledi.
İbnu’l Arabi'nin[33] ve onun dışındakilerin anlattığı şey burada sona verdi. Onların usûllerini tanımayanlar için bunda bol malzeme vardır. Bu kitabın içinde bundan daha pek çok örnek vardır.
İkinci Kısım: Bunun da (yani mukalîid olmanın) çeşitleri vardır. Böyle birisi hüküm istinbatında bulunmaz, ancak hüküm istinbatında bulunan başka kişilere uyar. Fakat zan ve şüpheyi kabul ettiği, onu doğruladığı, ona davet ederek peşinden gittiği kişinin yerine geçtiği ve gönlünde iz bıraktığı için onun durumu da her ne kadar birincinin durumuna ulaşmasa da yine de onun gibidir. Mezhep sevgisi gönlünde o kadar yer eder ki onun kavgasını yapar ve o sevgi düşmanlığa da, dostluğa da sebep olur.
Bu kısma mensup olan bid'atçi genel manada da olsa istidlalden hâli değildir. Her ne kadar avamdan birisi de olsa şüpheyi araştıran kimse grubuna dahil edilebilir. Çünkü o istidlale yönelmiştir. Halbuki o araştırma ve inceleme yapmayı ve araştırılacak şeyi bilecek durumda olmadığını bilir. Bununla beraber, icmali delille istidlal eden kişi tafsili delille istidlal eden kişinin seviyesine ulaşamaz. Örneklendirme konusunda aralarında fark vardır.
Birincisi uydurulmuş şüphelere yapışır ve onların arkasında durur, hatta bu konuda kendisinden ilmin gereklerine göre hareket etmesi talep edildiği zaman aptallaşır ve bir şey söyleyemez ya da akla aykırı şeylere doğru yönelir, ikincisine gelince o, bid'at sahibine hüsnü zan besler ve onun peşinden gider. Özel olarak bid'atçiye beslediği hüsnü zannından başka onunla ilgili tafsili hiçbir delili yoktur. Bu kısımda olanlar avam içinde daha çok bulunur.
Birinci örnek Karmatilerin[34] kendisine nisbet edildiği Hamdan ibn Karmat'ın durumudur. Çünkü o, Bâtınilerin bir dâvetçisi idi. Bir topluluk onun davetini kabul etti ve ona bağlandı. Kendisi Küfe ahalisinden idi ve zühde eğilimi vardı. Hamdan bir gün önüne kattığı sığır sürüsüyle birlikte kendi kasabasına doğru giderken Bâtınıyye davetlilerinden biriyle karşılaştı. Hamdan -onun durumunu bilme­diği halde- ona dedi ki:
Görüyorum, çok uzak bir yerden geliyorsun, nereye gidiyorsun?
Adam bir yer ismi söyledi, o da Hamdan'ın kasabası idi. Hamdan dedi ki:
Şu sığırlardan birisine bin, yol yorgunluğun gider rahatlarsın. Adam, Hamdan'ın dindarlığa meyilli olduğunu anlayınca bu kapıdan ona giriş yaptı ve dedi ki:
Ben iman etmedim, imanla emrolundum. Hamdan ona dedi ki:
Sanki sen sadece emirle amel ediyor gibisin. Adam:
Evet, dedi. Hamdan dedi ki:
Kimin emrine göre hareket ediyorsun? Adam dedi ki:
Benim mâlikim, senin malikin ve dünya ve âhiretin mâlikinin emriyle amel ediyorum. Hamdan dedi ki:
O dediğin âlemlerin Rabbidir. Adam dedi ki:
Doğru söyledin, lakin o mülkünü dilediğine verir. Hamdan dedi ki:
Buraya geliş gayen nedir? Dedi ki:
Bura halkını cehaletten ilme, sapıklıktan hidayete ve bedbahtlıktan saadete çağırmakla, aşağılık ve fakirlik tehlikelerinden kurtarmakla ve zorluk ve sıkıntıdan kendilerini koruyacakları şeylerin sahibi yapmakla emrolundum. Hamdan dedi ki:
O halde beni kurtar, Allah da seni kurtarsın, bana hayat verecek şeyleri öğret. Söylediğin şeylere benim ne kadar da çok ihtiyacım var! Adam ona dedi ki:
Gizli sırrı, kendisine güvenme­dikten ve ondan bir söz almadıktan sonra hiç kimseye söylememekle emrolundum. Hamdan dedi ki:
Senin alacağın söz nedir, söyle de hemen onu yerine getireyim. Adam dedi ki:
İmamın sana verdiği sırrı ve benim sırrımı ifşa etmeyeceğine dair benim için ve imam için kendi nefsin üzerine Allah'a söz vermendir.
Hamdan taahhütte bulundu. Sonra Bâtıni davetçi kendi cehaletinin pek çok çeşidini ona öğretmeye başladı, nihayet onun yavaş yavaş aklını çeldi ve kandırdı. Hamdan onun bütün iddialarını kabul etti, sonra kendisini davete adadı ve bu bid'atin temel direklerinden biri haline geldi. Bu sebeple ona uyanlara da Karamita diye isim verildi.
İkinci örnek Allah Tealâ'nın şu âyetlerinde anlattığı durumdur:
"Onlara Allah'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin, denildiği vakit, "Baba­larımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter." Derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?"[35]
"İbrahim: Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı? Şöyle cevap verdiler: Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk."[36]
el-Mes'ûdi[37] anlatır:
Mısır'ın Said bölgesinin üst tarafında Hıristiyan olan ilim ve anlayışıyla kendisinden söz edilen bir adam vardı. Ahmed ibn Tolun'a[38] onun durumunu haber verdiler. Ahmed ibn Tolun onu huzuruna getirtti ve kendisine pek çok şey sordu. Bu cümleden olarak bazı günler emretti, mecliste bazı tartışmacıları hazır bulundurdu, onlar bu adama Hıristiyanlığın sıhhati/gerçek bir din olup olmadığı konusunda kendisinden delil sordular. Adam şöyle cevap verdi:
Benim bu dini, çelişkiler içinde bulmamdan başka onun sıhhatine delalet eden bir delilim yoktur. Bu dindeki çelişkileri akıllar kabul etmez, gönüller bundan hoşlanmaz. Bu çelişkileri destekleyecek herhangi bir görüş, bunları düzeltecek bir tartışma, düşünür ve araştırıcıların elinde bu dini destekleyecek herhangi bir delil de yoktur. Bütün bunlara rağmen ben pek çok milletlerin, ilim, siyaset ve üstün akıl sahibi büyük meliklerin bu dine boyun eğdik­lerini, belirttiğim bu çelişkilerine rağmen bu dini benimsediklerini gördüm ve anladım ki onlar bu dini ancak şahit oldukları birtakım deliller ve tanıdıkları birtakım âyet ve mucizeler sayesinde kabul ettiler ve bu sebeple ona boyun eğmek ve onu din edinmek mecburi­yetinde kaldılar.
Orada bulunanlardan birisi kendisine şöyle sordu:
Bu dindeki çelişki nedir? Adam şöyle cevap verdi:
Bu anlaşılabilir mi veya gayesi bilinebilir mi? Mesela bunlardan birisi onların "üç birdir, bir üçtür" demeleri, ekânim-i selâse[39] ve cevheri anlatış biçimleridir. Bu uknumlar kendi kendilerine güç sahibi ve ilim sahibi olabilirler mi, olamazlar mı? Ezeli ve ebedi olan Rab ile sonradan yaratılan insanın birleşmesinde, onun doğumu, çarmıha gerilmesi ve öldürülmesinde de çelişkiler vardır. Çarmıha gerilip yüzüne tükürülen, başına dikenlerden taç konulan ve deynekle kafasına vurulan, ayaklarından çivilenen, mızrakla ve tahta kazıkla böğürleri delinen, su isteyen ve kendisine su yerine Ebû Cehil karpuzu sirkesi içirilen bir tanrıdan daha kötü ve çirkin bir şey olabilir mi?
Adamın, mezhebindeki çelişkileri ve bozuklukları anlatsın diye konuşmasını kesmediler.
Delil ve burhan olmaksızın şeyhlere ve babalara nasıl itimat edildiğinin şahidi bu hikayedir.
Üçüncü Kısım: Bunun da çeşitleri vardır. Bu kısma giren bid'atçi berâet-i asliyye üzere bir başkasını taklit eden kimsedir.[40] Burada büyük kalabalıkların dinleriyle ilgili konularda kendisine müracaat ettikleri, başkasına değil de kendisine saygı gösterdikleri âlim veya âlim olmayan taklit edilmeye daha lâyık birisi olabilir. Veya taklide daha layık birisi bulunmayabilir, fakat halkın ona yönelmesi ve kendisine saygı göstermesi o bid'atçiyi bu rütbeye (taklidi caiz olan kişi rütbesine) ulaştırmaz: orda yetkili kişiler var da bu mukallit onları terk edip başkalarını taklit ederse günahkâr olur.  Çünkü müracaat etmekle emrolunduğu kişiye müracaat etmemiş, aksine onu terk edip iki alışverişten en zararlı olanını kendisi için seçmiştir. Bu sebeple o mazur değildir/bağışlanamaz. Çünkü o, dini konusunda zahir hükümde dini bilmeyen kişiyi taklit, etmiştir. Böylece o, onun sırat-ı müstakim üzere olduğunu zannederek bid'atle amel etmiştir.
Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) Peygamber olarak gönderildiği toplu­mun durumudur. Onlar hak olan dini terk ettiler, babalarının bâtılına döndüler. Onlar olaya basiretli bir bakışla bakmadılar. Sonuçta her iki yolu birbirinden ayırt edemediler. Heva ve hevesleri akılla­rının üzerini örttü ve hak yolu göremediler. Bu kısımdaki b'id'atçilerin durumu da böyledir.
Sadece taklit ile sünnete muhalefeti ve bid'at irtikabını devam ettiren bu vasıftaki kişilerin sayısı oldukça azdır.
el-Beğavi, Ebu't-Tufeyl el-Kinani'den rivayet etmiştir:
Hz. Peygamber'in (s.a) zamanında bir adamın bir oğlan çocuğu dünyaya geldi. Adam çocuğunu Hz. Peygamber'e getirdi. Peygamber (s.a) çocuğa hayır duada bulundu ve alnından tuttu. Çocuğun alnında at yelesi gibi bir saç bitti. Ebu't-Tufeyl der ki:
Çocuk büyüdü ve delikanlı oldu. Hâriciler zamanında onların fikirlerine kapıldı. Bu esnada alnındaki o perçemi de düştü. Bunun üzerine babası onu tuttu, bağladı ve bir kişinin daha Haricilerin peşinden gideceğinden korktuğu için onu hapsetti. Ebu't-Tufeyl der ki:
Biz o adamın yanına gittik, kendisine nasihat ettik ve dedik ki:
Hz. Peygamber'in (s.a) ortaya çıkan bereketini görmedin mi? Adam dedi ki:
Hâricilerin görüşlerinden dönmedikçe onu bırakmayacağım. Allah Teala daha sonra o gencin alnındaki perçemi geri verdi. Çünkü tövbe etmişti.
İnsanlar arasında fazla önem verilmeyen bu mukallidin peşinden kimse gitmiyorsa, bununla beraber o kendisini taklit edilmeye lâyık görüyorsa, bunun günahkâr sayılıp sayılmayacağının araştırılması gereklidir. Bu konuda o kişinin günahkâr olduğu söylenilebilir.
Bunun bir benzeri de peygamberlerin davetlerinin ulaşmadığı fetret dönemlerinde yaşayan ve babalarından gördükleri şeylere göre amel eden, çağdaşlarının Allah'tan başka şeylere ibadet etmelerini kabul edip onlara kapılan ve buna benzer durumda olan kimselerin sorunudur. Çünkü âlimler bunların hükmü konusunda şöyle demektedirler:
Bunlar iki kısımdır: Bir kısmı şeriatten habersiz­dirler, Allah'a ne ile yaklaşılacağını/nasıl ibadet edileceğini bilmez­ler. Aklın Allah'a yaklaştırıcı olarak kabul edebileceği şeylerin hiç birisini yapmazlar da çağdaşlarının herhangi bir delile dayanmak­sızın sadece hoşlarına gittiği için yaptıkları şeyleri yapmayı uygun görürler. Bu durumdan da bir rahatsızlık duymazlar. İşte bunlar şu âyetin genel anlamı içine dâhildirler.
"Biz bir peygamber gönderme­dikçe kimseye azap edecek değiliz."[41]
Fetret dönemlerinde yaşayanların bir kısmı da çağdaşlarının yaptığı gibi Allah'tan başkasına taparlar, kendi reylerine göre haram ve helaller uydururlar ve onların inandıkları bâtıl şeylere inanırlar Âlimler bunların mazur olmayacaklarına çağdaşlarıyla birlikte cezalandırılacaklarına hükmetmişlerdir. Çünkü onlar amelde, dost­lukta ve düşmanlıkta bu yol üzere onlar gibi davrandılar. Bu sebeple onlardan oldular. Bizim şu anda üzerinde konuştuklarımız da böyledir. Aralarında bir fark yoktur.
Âyet-i kerimenin ibaresini mutlak/kayıtsız şartsız anlayıp şöyle diyen âlimler de vardır:
Ne olursa olsun Allah Teala, bir peygamber göndermedikçe ve insanlar o peygambere karşı gelme tavrı gösterme­dikçe hiç kimseye azap etmez. Bu, teorik olarak doğru işe bunun benzeri bizim meselemizde şu şekilde olur: Mukallidin taklit ettiği kişiden daha bilgili, bid'atle sünneti ayırt eden âlim bir kişi gelir de mukallid, dininin ahkâmında birincisiyle yetinmeyip bu âlime de müracaat ederse, akıllı kimselerin yaptığı gibi ihtiyatla hareket, etmiş ve işini sağlama almış olur. Birincisiyle yetinirse inadını ortaya koymuş olur. Çünkü o bunu kabul ile birlikte yeni gelen âlimi reddetmiş demektir. Onu reddettiği zaman da bu, onun kararına müdahale eden hevasının ve kuduz hastalığının hastayı sardığı gibi kalbini saran taassubunun bir sonucudur. Durum bu dereceye geldiği zaman onun taklit ettiği arkadaşının mezhebine/görüşüne yardım etmiş olması ve genel olarak gücünün yettiğince onu delillendirmeye çalışması muhtemeldir. Bunun hükmü bundan önceki kısımda geçmiştir.
Sen de bilirsin ki Şeriatin sahibi yüce Peygamber (s.a) hevâ ve bid'at sahiplerine peygamber olarak gönderildiği zaman onlar ata­larına ve büyüklerine dayandılar. Peygamber'in (s.a) getirdiği şeyleri reddettiler. Onların kalplerini hevâ perdeleri örttü. Neticede mucize­lerle başka şeyleri karıştırdılar. Peygamber'in (s.a) şeriatı kayıtsız ve şartsız olarak onların hepsinin aleyhine nasıl hüccet olacak ve onlardan birisi öldüğü zaman apaçık bir inatçı olup olmadığına bakılmaksızın cehenneme sevkedilecek? Bu ancak onların aleyhine bir hüccetin ortaya konulması sebebiyledir. Bu hüccet, onların muha­lif oldukları hakikatı beyan etmek üzere Hz. Muhammed'in onlara Peygamber olarak gönderilmesinden ibarettir. Bizim meselemiz de buna benzer. Kim akıllıca hareket ederse dinini korumuş olur. Kim hevâ ve hevese uyarsa helakinden korkulur. Bize Allah yeter.[42]



[7] Avn ibn Abdillah ibn Utbe ibn Mes'ud: Örnek bir insandır, âbiddir. Künyesi Ebû Abdillah e1-Hüzeli el-Kûfi'dir. Medine'nin fakihi Ubeydullah'ın kardeşidir. Babasından, kardeşinden. îbn el-Müseyyeb'ten İbn Abbas'tan, İbn Amr'dan ve pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. Ondan da İshak Aclan, Ebu Hanife ve pek çok kişi rivayet etmiştir. Sikadır. Medinelilerin en edibi ve en fakihidir. Önce mürcie'den idi. sonra terk etti. 110'larda vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nubela. 5/103: Tehzib. 8/171; Şezerat. 1/140; Tabakat ibn Sa'd, 6/313; el-Cerh ve't-Ta'dil. 6/384. Hılye, 4/240.)
[8] Yezid ibn Suheyb el-Fakir: Künyesi Ebû Osman el-Kûfı'dir. Sikadır. Az sayıda rivayeti vardır, ibn Ömer'den. Câbir ibn Abdillah'tan ve Ebû Said el-Hudri’den rivayette bulundu, el-Hakem, Abdülkerim el-Cezeri gibi kişiler de ondan rivayet ettiler. Ömer ibn Abdilaziz ilmi görüştü. Sırt kemiğinden hasta olduğu için el-Fakir lakabıyle anıldı. Ebu Hanife’nin hocalarındandır. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ. 5/227: Tehzib et-Tehzib. 11/338: Takrib et-Tehzib. 2/326: Tabakat ibn Sa'd. 6/315; el-Cerhu ve't.-Tadil, 9/272)
[9] Câbir ibn Abdillah: Sahabidir. Büyük bir imamdır ve müctehittir. Künyesi Ebû Abdirrahman el-Ensâri el-Hazreç es-Sülemi el-Medeni'dir. Fakihtir. Rıdvan biatına katılanlardandır. Hz. Peygamberden (s,a) Hz. Ebu Bekir'den. Hz. Ömer'den, Hz. Ali'den ve diğer büyük sahabilerden büyük bir ilim rivayet etmiştir. Ondan da İbn el-Müseyyeb, Atâ, el'Hasen el-Kasri. Ebû Cafer el-Bâlur, İbn el-Münkedir, Ebu'z Zübeyr. Müeahid, Raca Tavus ve daha başkaları rivayette bulunmuşlardır. Kendi zamanının Medine müftüsüdür. 74 yılında 94 yaşında iken vefat etmiştir. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 3/189; Tehzibü't-Tehzib, 2/42. el-Cerhu ve't-Ta'dil. 2/492; Meşâhiru Ulemâi’l-Emsar. 25; el-İsabe, 1/213; Şezerat, 1/84)
[10] Cehennemlikler diye terceme ettiğimiz bu kelime metinde cehennemiyyûn" diye geçer. Ehli Sünnetin terminolojisinde bunlar tevhide inanan müslümanlardır. Bunlar büyük ve küçük günahlardan temizlenmeleri için Allah'ın belirlediği bir süre cehennemde kalırlar, sonra oradan çıkartılırlar ve "hayat nehri'' denilen bir nehre atılırlar; tohumun bittiği gibi orada biterler, sonra cennete dâhil edilirler. İşte bunlar bu lakapla anılmışlardır. Bu konuda Müslim deki bu hadisin ibaresine bak ve Buhari, Kitabu'r-Rikak, Babu Sıfatı'1-Cenneti ve’n-Nâr. ve 6558. 6559. 6560 ve 6566 no'lu hadislere müracaat et. Bu, önemli itikadi konulardan birisidir.
[11] Ali imran: 192
[12] Secde: 20
[13] Müslim. K. İman Babu Huruci Usâti'l-Mü’minin Mine'n-Nâr. Buhari de aynı şekilde rivayet etmiştir.
[14] Yahya ibn Main: Büyük bir alim, hadiscilerin şeyhi. Künyesi, Ebû Zekeriyya Yahya ibn Main ibn Avn ibn Ziyad ibn Bestam. 158 yılında doğdu. îbn el-Mübarek'ten, İsmail İbn Ayyaş'tan, Abdurrezzak'tan, Yahya el-Kattan'dan. îbn Mehdi'den ve İrak'ta. Hicaz'da. Cezire'de, Şam ve Mısır'da pek çok kişiden hadis dinlemiştir. Ondan da Ahmed ibn Hanbel. Muhammed ibn Sa'd. Hennad, Buharı, Müslim, Ehû Dâvud ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 233 yılında 75 yaşında vefat etmiştir. (Siyeru’l-A'lam, 11/70; Tabakat ibn Sa'd, 7/354: el-Cerhu ve't-Ta'dil. 1/314. 318. 9/192. Tehzib, 11/280. 288; Şezerat. 2/79)
[15] Ebû Zür'a er-Râzi: İsmi Ubeydullah ibn Abdilkerim İbn Yezid ibn Ferruh'tur. Rey şehrinin muhaddisidir. Hicri 200 küsurda doğmuştur. Abdullah ibn Salih, el-Hasen ibn Atıyye el-Ka'ntibi,  Ahmed ibn Hanbel ve çağdaşlarından hadis dinlemiştir.  Kendisinden de el-Fellaş
Harmele ibn Yahya, el-Hutami, Yunus ibn Abdilala, er-Rabi el-Muradı, İbn Ebi Dâvud ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 260 yılında 64 yaşlarında vefat etti. (Siyeru'1-A'lam, 1/328: el-Cerhu ve’t-Tadil. 1/328. 5/3241 el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/37: Tehzili et-Tehzib. 7/30: Şeaerat. 2/148
[16] Ebû Hatim er-Râzi: İsmi Muhammed ibn İdris İbn el'Münzir ibn Dâvud ibn Mihran'dır. İmam ve hafızdır, eleştirmendir. Muhaddislerin şeyhidir. Bir ilim deryasıdır. Çeşitli ülkeleri dolaşmıştır. Metin ve isnadda, cerh ve tahlilde, sahih ve illetlilerde uzmandır. 195 yılında doğmuştur. Buhari'nin çağdaşlarından ve emsallerindendir. Fakat ondan sonra 20 seneden fazla yaşamıştır. Ubeydullah ibn Musa, el-Esmerden Kubeysa'dan ve sayılması zor yaklaşık üçyüz kişiden hadis dinlemiştir. Ondan da oğlu imam ve hafız Abdurrahman, Yunus ibn Abdila’la, Rain ibn Süleyman, Ebu Zur'a. arkadaşı ve yakını er-Râzi. Ebu Zur'a ed-Dımeşki ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 277 yılında 83 yaşında vefat etmiştir (Siyeru’lA'lam. 13/247: el-Cerhu ve't-Ta'dil. 1/349: el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/59; Tehzili, 9/31: Şezerat. 2/171)
[17] Ubeydullah ibn el-Hasen ibn Husayn el-Anberi el-Kâdı. Hâlid el-Hizâ’dan. Dâvud ibn Ebi Hind'den ve daha başka kişilerden rivayette bulunmuştur. Ondan eda İbn Mehdi, Muaz ibn Muaz el-Anberi. Muhammed ibn Abdillah el-Ensâri ve daha başkaları rivayet etmişlerdir. Müslim'in ondan tek bir rivayeti vardır. Sikadır, fakihtir, fakat müellifin de dediği gibi büyük bir suçlamayla itham edilmiştir. Doğrusu sonradan bu görüşlerinden dönmüş ve tövbe etmiştir. 168 yılında vefat etmiştir. (Tehzib et-Tehzib. 7/7. et Takrin, 1/630)
[18] el-Kâdı Ebû Bekir: İsmi Muhammed ibn Abdillah ibn Muhammed ibn Abdillah ibn el-Arabi el-Endelüsi el-İşbili el-Mâliki. Pek çok eserin sahibidir. 468' de doğmuştur. Amcası el-Hasen ibn Ömer’den ve Endülüs'te pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. Babasıyle birlikle yolculuğa çıkmış, Bağdat'ta, Dımeşk'te. Beytü'l-Makdis'te, Haremi Şerifte ve Mısır'da hadis dinlemişlerdir. Ondan da Abdulhâlik el-Yusufi, İbn Halef el-İşbili ve el-Hasen ibn Ali el-Kurtubi gibi çok sayıda kişi rivayette bulunmuştur. 543 yılında Fas'ta vefat etmiştir. (Siyeru'l-Alam. 20/1971 el-Bidaye, 12/227; Şezerat, 4/141: Şeceratü'n-Nûr. 1/136)
[19] İbn Ebi Hayseme: Künyesi ve ismi: Ebu Bekir Ahmed ibn Ebi Hayseme Züheyr ibn Harb el-Bağdadi. Çok yararlı bir eser olan et-Tarihu'l-Kebirin müellifidir. Babasından, Ebu Nuaym'dan, Affan'dan ve bunların çağdaşlarından hadis dinlemiştir.  Ondan da  oğlu Muhammed, Ebu 1-Kasım el-Beğavi, İsmail es-Saffar ve daha başkaları rivayet etmiştir. Sikadır, güvenilir. 279’da vefat etmiştir. (Siyeru Alamin-Nübelâ, 11/492; Şezeratu'z-Zeheb, 2/174)
[20] Bu söz Tehzibu’t-Tehzib müellifi tarafından nakledilmiştir. 7/8
[21] Zuhruf 58
[22] Reşid Rıza şöyle diyor: Fakat masum imamdan nakledenden nakleden kimse de kendisine nakl edilen kimse gibidir. Nakledenlerin sayısı ne kadar olursa olsun ancak anlayışı ve nakliyle güvenilir olmalarına itibar edilecektir. Çünkü aradaki râvilerin hiçbirisi masum değildir. Onların rivayette adaletli olmaları yeterlidir. O halde Peygamber'in dışında başka bir masuma ihtiyaç yoktur. Şeriat bunu en güzel şekilde beyan etmiştir.
[23] Hüd: 119
[24] Müellif bununla, inançlarını gizleyen ve küfür sözleri söyleyen Bâtınileri  kastediyor. Şüphesiz onların küfrüne diğer ilim adamları da hükmetmişlerdir.
[25] İbn el-Arabi’nin biyografisine daha önce işaret etmiştik. el-Avasım kitabının ismi "el-Avasım mine'l-Kavasım'dır. Üstat Muhibbüddin el-Hatib bu kitabla ilgilenmiş ve Mısır'da defalarca bastırmıştır. Ben bu kitaba baktım fakat bu ibareyi göremedim.
[26] İlim mutlaka masum bir imamdan alınır görüşü, batınîlerin meşhur bir görüşüdür.
[27] Bu kelimenin ne anlama geldiğini tesbit edemediğim için olduğu gibi aldım.  Cümlelerin akışından deniz kıyısında bir yer -belki de iskele- olduğu anlaşılıyor, (çeviren)
[28] İmam Ebu Bekir el-İsmaili: Büyük bir âlim, fıkıhçı ve hadiscidir. Künyesi ve ismi: Ebu Bekir Ahmed ibn İbrahim ibn İsmail İbn el'Abbas el-Cürcâni el-İsmaili eş-Şâfii, es-Sahih'in sahibidir. Şâfiilerin hocasıdır. 277 yılında doğmuştur. el-Hasen el-Kattan'dan, Cafer ibn Muhammed el-Firyâbi'den. Muhammed ibn Abdillah Mutayyin'den ve onların Horasan, Hicaz ve İraktaki çağdaşlarından rivayette bulunmuştur. Ondan da el-Hâkim, Ebû Bekir el-Burkâni, Hamza. es-Sehmi ve daha pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 371 yılında ve 94 yaşında vefat etmiştir. (Siyeru A'lami'n-Nübela. 16/292; Tebyinu Kezibi’l-Müfteri. 192; el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/298, er-Risaletül-Mustatrafe, 26: Şezerat. 3/72, 75.)
[29] Bu söz Ebû Bekir ei-İsmaili'ye aittir.  Sonra İbn el-Arabi, İsmaililerden birisiyle yaptığı münazaranın mukaddimesini anlattı, sonra bu münazaranın ayrıntısını nakletti.
[30] Burada manası anlaşılamayan bir cümle var.
[31] Ebu’l-Feth Nasr: Büyük âlim, örnek insan, Kadisci ve fikıhçı. İsmi Nasr ibn İbrahim en-Nablûsi el-Makdisi es-Şâfii. Ebu’l-Hasen ibn es-Simsar'dan, Muhammed ibn Avf’tan ibn Selman el-Mâzini'den ve çağdaşlarından badis "dinlemiştir. Ondan da el-Hatib, eî-Mekki er' Rumeyli, Muhammed ibn Tahir ve pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 490 yılında 80 küsur yaşında vefat etmiştir. (Siyeru Alâmi’n-Nübelâ. 19/136, Tebyinu Kizbi'l- Müfteri. 286, Şezeratü'z-Zeheb, 3/395.)
[32] Ebu'1-Feth er-Râzi: Doğrusu Süleyman değil, Selim ibn Eyyûb er-Razi eş-Şâfiidir. 306 yılında doğdu. Muhammed ibn Abdilmelik el-Cu'fi, Muhammed ibn Cafer et-Temimi, Ebû Hamid el-İsferayini ve diğer pek çok kişiden rivayette bulunmuştur. Ondan da el'Hatib Ebû Bekir. Nasr el-Makdisi, Ebû Muhammed el-Kettani ve diğer kişiler rivayet etmişlerdir. Şam'da yerleşmiş ve ilmi yaymıştır. 447 yılında vefat etmiştir. (Siyeru’l-Alam, 17/645; Tebyinü Kezibi'l-Müfteri, 262; Şezerat, 3/276.
[33] İbnü'l-Arabi'nin bu anlattıklarım el-Avasım'da bulamadım.
[34] Aşırı Bâtıni fırkalardan birisidir. İleride anlatılacaktır.
[35] Maide:104
[36] Şuara: 72-74
[37] el-Mes'ûdi: Murucu’z-Zeheb ve diğer tarih kitablarının müellifidir. Künyesi ve ismi: Ebu'l-Hasen Ali ibn el-Hüseyin ibn Ali"dir. İbn Mesud'un soyundandır. Bağdatlılar içinde zikredilir. Mısır'a yerleşmiştir. Tarihçidir. Nüktedandır. Çok çeşitli, garip ve tuhaf şeyleri toplamıştır. Mu teziledendir. 345'de vefat etmiştir. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, 15/569; Şezeratü'z-Zeheb, 2/371)
[38] Ahmed İbn Tolun: Mısır'ın Türk yöneticisidir. Künyesi Ebu'l-Abbas'tir. Samarra'da doğdu. 254 yılında Mısır diyarına vali oldu. Kahraman ve cesur bir insandı. İyi bir müslümandı. İlim adamlarına ve İslami şiarlara saygı gösterirdi. 270 yılında Mısır'da vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 13/94; Tarihu't-Taberi, 9/363; el-Bidaye ve’n Nihaye, 11/45; Şezeratu z-Zeheb, 2/157).
[39] Hıristiyanlar Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kuds'ten oluşan üçlüye ekânim-i selâse derler. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için büyük âlim Rahmetullah el-Hindi'nin "Izharu'1-Hak" isimli eserine bakınız.
[40] Berâet-i asliyye, kişinin Şâriin, yani hüküm koyucunun hükmü olmadan mükellef tutulmaması prensibine verilen isimdir. Beraet-i zimmet asıldır; yani birey için suçsuzluk ve borçsuzluk esastır. Ceza hukukuna göre aksine bir delil olmadıkça kişilerin suçsuzlukları esastır. (Çeviren)
[41] İsra: 15
[42] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/174-189.