๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 04 Haziran 2011, 15:52:00



Konu Başlığı: Şeran bidatçi ismi verilen kimse faslı
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Haziran 2011, 15:52:00
"Şer'an Bidatçi İsmi Verilen Kimse" Faslı




Buraya bir açıklama daha ilave edelim. Bu açıklamayı yapmak bir zorunluluktur. Çünkü yapacağımız bu ilave açıklama kitabın gayesini gerçekleştirecek ve ihtiva ettiği meseleleri çözümleyecektir. Allah'ın izniyle biz deriz ki:
"Hevâ ehli" ve "bid'at ehli" tâbirleri ancak bid'at çıkaranlar, istinbat etmek, bid'atçilera destek olmak ve kendi zanlarınca bunların doğruluğuna delil getirmek suretiyle hevâ ve hevesin şeriatını Allah'ın şeriatının önüne geçirenler hakkında hakikat anlamında kullanılır. Bu sebeple onların şeriate muhalefetleri bir muhalefet olarak kabul edilir, şüpheleri incelemeye alınır, reddedilmeleri ve cevap verilmeleri gerekir. Nitekim Mutezile, Kaderiyye, Mürcie, Hâriciye, Bâtınıyye ve benzeri fırkaların lakaplarını bunların istinbat edicileri/müctehitleri, destekçileri ve savunucuları gibi bu fırkaları ayakta tutanlar hakkında kullanırız. Aynı şekilde Ehl-i" sünnet tabiri de sünnete destek olanlar, ona uygun içtihat yapanlar ve sünnetin şeref ve haysiyetini koruyanlar için kullanılır.
Allah Teala'nın "Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar."[43] âyeti bu konuyu açıklığa kavuşturmaktadır. Bu âyetten "dinlerini parça parça edenler" lafzının bu fiili işleyenlere mutlak manada (kayda bağlanmaksızın) kullanıldığı anlaşılmaktadır. Onlar bid'atçiler ve bid'atçilerin yerini tutanlardan başkası değildir.
"Ken­dilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın."[44] ayeti ve "Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih âyetlerin peşine düşerler." ayeti de böyledir. Çünkü müteşabihlerin peşinden gitmek kendilerini müctehit yerine koyanların işidir, başkasının değil.
Hz. Peygamber'in (s.a) "...hatta hiçbir âlim kalmadığı zaman insanlar câhil kişileri kendilerine lider edinirler, onlara soru sorarlar, onlar da bilmeden fetva verirler." hadisi de böyledir. Çünkü onlar kendilerini şer'i hükümleri istinbat eden/müctehid makamında görürler. Avamdan farklı olarak onlar şer'i ahkamda kendilerine uyulan kimselerdir. Halk, âlimlerinin kararlaştırdığı şeye uyar. Çünkü onların görevi budur. Bu sebeple gerçekte halk ne müteşa­bihlerin, ne de heva ve heveslerinin peşinden gidenlerdir. Onlar ne olursa olsun sadece kendilerine söylenilen şeylerin peşinden gidenlerdir. Bu sebeple bilinçli bir şekilde onlara katılmadıkça ve kendi araştırma ve incelemeleriyle onların iyiliğine ve kötülüğüne tarar vermedikçe avama "heva ehli" denilemez. O vakit ehl-i ehvâ ve ehl-i bid'at lafızları için aynı mana verilir. O da yeni şeyler uydurmaya ve onları başkalarına tercih etmeye kendisini yetkili gören kimse demektir. Bundan gafil olup araştırma ve inceleme yapmaksızın sadece taklit yoluyla liderlerinin yolundan gidenlere gelince bunlar için bu tabirler kullanılmaz.[45]
O halde mesele gerçekte iki kısmı ihtiva eder: Bid'atçi ve bunu kendine rehber edinen. Onu kendine rehber edinen kişi, mücerred rehber edinen kişi, mücerred rehber edinmekle sanki bu ibarenin kapsamına dâhil değil  gibidir. Çünkü o tâbi olan hükmündedir. Bid'atçi ise bizzat icat edip uyduran ya da bid'at çıkarmanın/uydurmanın sıhhatine/doğruluğuna delil getiren kişidir. Bu istidlal/ delillendirme ister bilimsel araştırma kabilinden olsun, isterse avamca bir istidlal kabilinden olsun, bizim için aynıdır.
Çünkü Allah Tealâ (kendileri hakka çağrılanlarında): "Biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların izinden gidiyoruz."[46] diyen toplumları kınamıştır. Sanki onlar külli/bütüncül bir delile yapışmış gibidirler. Tutundukları delil babalarıdır. Çünkü babaları onlara göre akıllı kimselerdi ve bu dinin üzerinde bulunuyorlardı. Doğru olmasaydı babaları o din üzere bulunmazlardı. Biz de bu dinin üzerindeyiz, yanlış olsaydı onlar bu dini benimsemezlerdi, derler.
Şeyhlerin ve sâlih kişiler oldukları söylenilen kimselerin davra­nışlarını bid'atin sıhhatine/meşruiyetine delil getirenler de bunun bir benzeridir. Onlar bu zâtların müctehid mi, mukallit mi olduklarına ve bunu bilerek mi bilmeyerek mi yaptıklarına bakmazlar. Fakat bunun gibisi,  hevâ ve hevese uyup bunun dışındakileri  atmada bunun bir umde, bir esas kabul edilmesi sebebiyle gene bir delillendirme kabul edilir. O ameli aynen alan kişi, benzeri bir delille bidati almış demektir ve bid'atçi isimlendirmesine dahil olmuştur. Çünkü bu yollu olan kişinin aslında yapması gereken şey, kendisine bir hak geldiği zaman,  inceleyip araştırması,  sorup soruşturması  ve ona uymasıdır veya bâtıl ise ondan da sakınmasıdır. Bu sebeple Allah Teala, bu şekilde kendilerine gerekçe getirenleri reddetmek üzere şöyle buyurdu:
"Ben size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmişsem de mi bana uymazsınız?.."[47] "Onlara:Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar, hayır, biz ataları­mızı üzerinde bulduğunuz, yola uyarız, dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler."[48]
"Ya şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!"[49]
Buna benzer pek çok âyet vardır.
Bu durumda olan kimselerin alâmeti, üzerindeki tafsili veya icmali bir delilden kaynaklanan şüpheden dolayı mezhebine muhalif olan şeyi hemen reddetmeleri ve başka bir şeye bakmaksızın üzerinde bulunduğu yola taassup derecesinde bağlı olmasıdır. İşte bu heva ve hevese tâbi olmanın ta kendisidir. Ve gerçekten kötülenen bir şeydir. Bu durumda olan kimse günahkârdır. Çünkü hakikat peşinde olan kişi, nerede ve ne zaman hakikati bulursa hemen ona meyleder ve onu reddetmez. Hakikat peşinde koşan kişi için normal olan budur. Bu sebeple hakikati araştıranlar, hak kendilerine belli olunca hemen Rasulullah'a tâbi olmaya koşmuşlardır.
Hidayeti arayan kişi karşısına çıkan bid'atten başka bir şey bulamamış, ona karşı çıkanlarla birlikte olmamış, fakat onunla amel etmişse, böyle bir durumda "fetret dönemlerinde yaşayanlar içlerinden bid'at çıkaranlara uydukları zaman mutlak olarak azap edilirler" dersek, bid'atçilere uyanlar, gerçeği gösteren birisini bulamadıkları zaman da sorumlu olurlar, dememiz gerekir. "Fetret dönemlerinde yaşayanlar kendilerine peygamber gönderilmedikçe küfürle amel etseler bile azap edilmezler" dersek, bidatçılara uyanlar da kendilerine gerçeği gösteren birisi olmadıkça sorumlu olmazlar dememiz gerekir. Onlar, kendilerine gerçeği gösteren birisi olduğu zaman şu iki halden birisi üzere bulunabildikleri için sorumluluk altına girerler: Ya hak yol üzere ona tâbi olurlar ve üzerinde bulundukları (bâtıl) şeyi terk ederler. Veya ona tâbi olmazlar. Ona tâbi olmamaları mutlaka herhangi bir inat ve taassuptan dolayıdır. O zaman da "hevâ ehli" tâbirinin altına girerler ve günahkâr olurlar.
Sem'ân'ın âlimlerce de bilinen bid'atindeki beyanına, o bid'ati kabul edip başkasını reddetmek suretiyle taklid ederek tâbi olan herkes onunla birlikte günahkârdır. Sem'ân, mabudunun insan şeklinde olduğunu ve onun zâtı hariç her şeyin yok olacağını iddia eder. Sonra o, Tanrı'nın ruhunun Hz. Ali'ye hulul ettiğini/girdiğini, sonra filana girdiğini iddia eder, arkasından da Tanrı'nın kendisinin ne olduğunu anlatmaya girişir.
el-Muğire ibn Sa'd el-Acli'ye tâbi olanlar da böyledir. Muğire bir müddet peygamberlik iddiasında bulundu ism-i azamla ölüleri dirilttiğini, mâbud'unun hecâ harflerine göre uzuvlarının olduğunu ve daha pek çok iddiaları bir mümin kalbinin tiksinti duyacağı bir tarzda ortaya attı.
Mağribli el'Mehdi'ye uyanların durumu da böyledir. Mağrib'deki bid'atlerin pek çoğu ona nisbet edilir. Bu bid'atleri savunarak ve o uğurda mücadele ederek ortaya çıkmışsa Mehdi de, ona uyanlarla birlikte günahkârdır ve bid'at ehli, hevâ ehli diye isimlendirilenler­dendir. Allah Teala lütfü ve rahmetiyle, hakikati görmeyecek derece­de taassup içinde kalmanın kötülüğünden bizi korusun.[50]
 
Fasıl
 
Bid'atçinin günahkâr olduğu sabit olduğuna göre, bu günahın da muhtelif dereceleri vardır. Bid'atçinin bid'atini gizlemesine veya açıkça yapmasına, bid'atin hakîkî veya izafi/göreceli oluşuna, apaçık veya kapalı oluşuna, küfür veya küfür olmayışına, bid'atçinin bid'atinde ısrarlı oluşuna veya ısrarlı olmayışına ve daha başka durumlara göre günâhın büyüklüğü ve küçüklüğü de değişir ya da günah­kâr olması ihtimali kuvvetlenir veya zayıflar.
Her ne kadar bu konu usûl bilenlerce malum da olsa yine de genel hatlarıyla bu farklılığa dikkat çekilmesi gereklidir. Onun yeri de burasıdır.
Bid'atçinin içtihat iddiasında bulunmasına veya mukallit olma­sına göre yükleneceği günahın da farklı olacağı gayet açıktır. Çünkü onları tevil etmek maksadıyla müteşabihler üzerinde inceleme ve araştırma yapan kimsenin kalbindeki eğrilik, şayet o da inceleme iddiasında bulunuyorsa mukallidin kalbinde de bir eğriliğin oluşmasına imkan verir. Çünkü araştırmacı mukallidin taklid edilen kişi tarafından ortaya konulan bazı esaslarda ona uyması gereke­cektir. Veya mukallit hiç kimseye bağlı kalmaksızın kendi başına hareket edecektir. Eğer münferit hareket, ederse günahtan diğerinin nasibine düşecek kısmı da kendisi yüklenecektir. Ancak bu mukallit kemli kendine içtihat eden birisi olacağı için o zaman da taklit derecesinde olduğunu iddia edemez, birincisinin, yani ictihad iddia­sında olanın derecesinde olur. Birincisinin günahı onun günahından daha fazla olur. Çünkü bu kötü çığırı o açmıştır. Bu sebeple hem kendi günahını yüklenir hem de açtığı çığırdan gidenlerin yüklene­cekleri kadar günahı da yüklenir. Bu ikincisi onun açtığı çığırdan gidenlerdendir. Bu sebeple sahih hadisin de ifade ettiği gibi onun günahından birinciye de yüklenir. Birincisinin günahı her halükârda daha büyüktür, ikincisinin günahı onun altındadır. Çünkü o kendi kafasında içtihat, da etse, hakka karşı inat da etse ve kendi görüşü için delil de getirse onun getireceği deliller tafsili (konuyla ilgili özel) deliller değil, icmali delillerdir. Aralarındaki fark gayet açıktır. Çünkü tafsili deliller aynı meselenin deiillendirilmesinde icmali delillerden daha etkilidir. Günahtaki mübalağa/fazlalık, istidlaldeki mübalağa/etkileyicilik miktarıncadır.
Bid'atin, dinin zaruriyat bölümünde veya zaruriyat olmayan bölümünde vuku bulmasına göre bid'atçinin yükleneceği günahın da farklı olacağı meselesine bid'atlerin ahkâmından söz ederken işaret edilecektir.
Bid'atin gizlenmesi ve açıktan işlenmesine göre günahının da farklı olacağı meselesine gelince, bid'atini gizleyen kimsenin zara­rının kendisiyle sınırlı olduğu, bunun başkasına geçmediği gayet açıktır. İster büyük günah, ister küçük günah olsun, isterse mekruh cinsinden olsun, bid'ati hangi şekliyle varsayarsan say, o kendi hükmünün aslı üzere baki kalır. Bid'atini açıktan işlediği zaman, ona insanları çağırmasa bile- onu açıktan işlemesi kendisine uyul­masına vesile olur.
Vasıtanın durumunun vasıta olduğu şeyle aynı olabileceği gibi farklı da olabileceği inşaallah ileride anlatılacaktır. Bid'atle amel etmenin günahına, bid'ati işlemede kendisine tâbi olan kimseye bu bid'ati göstermenin günahı da ilave edilir. Şüphesiz bu durumda günah daha da büyük olur.
Şaban ayının on beşi gecesini ibadetle geçirmenin aslı konusun­da et'Turtûşi'nin[51] Ebû Muhammed el-Makdisi'den[52] naklettiği şey bunun örneğidir. Ebû Muhammed el-Makdisi der ki:
Beytü'l-Makdis'te biz Recep ve Şaban aylarında kılman bu nafile namazı bilmez­dik.[53] Biz de bu ilk defa 448 yılında ortaya çıktı: Beytü'l-Makdis'de İbn Ebi’l-Hamra diye tanınan bir adam bize geldi. Bu adam güzel bir okuyucu idi. Gece kalktı ve Şabanın 15. Gecesinde mescitte namaz kıldı. Arkasına bir kişi daha tekbir alarak namaza durdu. Sonra o ikisine üçüncü ve dördüncü kişiler katıldı. Namazı tamamladığında arkasında kalabalık bir cemaat vardı. Sonra ertesi yıl tekrar geldi. Yine büyük bir kalabalık onunla birlikte namaz kıldı. Bu mescitte duyuldu ve Mescidi Aksa'da ve insanların evlerinde yaygınlaştı. Sonra bu sürekli hale geldi ve günümüze kadar sanki bir sünnetmiş gibi devam etti. Turtuşi der ki:
Ben Ebû Muhammed el'Makdisi'ye dedim ki:
Ben seni de cemaatle o namazı kılarken gördüm. O dedi ki:
Evet! Ben bundan dolayı Allah'a istiğfar ediyorum.
Bid'ate davet, etme ve davet etmeme durumuna göre de günahın farklı olacağı gayet açıktır. Çünkü davetçi olmayan bid'atçi her ne kadar kendisine tâbi olunmaya müsait olsa bile kendisine uyulmayabılir de. İnsanları ona uymaya götüren sebepler de farklı olabilir. Önemsiz bir kişi olabilir. Meşhur bir kişi de olabilir fakat insanlar nezdinde ondan daha büyük bir mevkide olan kişinin şöhretinden dolayı bid'atçiye uyulmaz.
Dâvetçi bid'ate çağırdığı zaman özellikle güzel konuştuğu ve kalpleri etkilediği zaman kendisine tâbi olunma ihtimali daha kuvvetlidir ve açıktır. Teşvik ve korkutmaya başladığı, kalbe yaldızlı sözlerle giren şüphelerini saldığı zaman (daha etkilidir.) Nitekim Mâbed el-Cüheni kendisine ait Kaderiyeci görüşe insanları da davet eder ve laf canbazlığı yaparak bu görüşün Hasan-ı Basri'ye ait olduğunu söylerdi. Süfyan ibn Uyeyne'den rivayet edildiğine göre Amr ibn Ubeyd'e bir mesele soruldu. Amr bu soruya cevabını verdikten sonra dedi ki:
"Huve min ra'yi’l-Hasen" yani Hasan-ı Basri’ de bu görüştedir. Bunun üzerine birisi ona der ki:
Fakat insanlar Hasan-ı Basri'nin farklı görüşte olduğunu söylüyorlar. Amr dedi ki:
Ben sana " (hazâ min ra'yi hasen) yani bu benim güzel bir görüşüm, dedim. Muhammed ibn Ab dili ah el-Ensâri der ki:
Amr ibn Ubeyd. kendisine bir şey sorulup da cevabı verince şöyle derdi:
"Hazâ min kavli’l-hasen" Bu görüş kendisine ait olduğu halde Hasan-ı Basrî'nin görüşü olduğu zannını uyandırırdı.
Bid'atçinin ehl-i sünnete karşı ayaklanıp ayaklanmamasına göre de yükleneceği günah farklı olacaktır. Çünkü ayaklanmayan bid'atçi davetine günahı gerektirici başka bir mefsedeti/kötülüğü ilave etmez. Ayaklanan bid'atçi ise ilave olarak yönetime karşı başkaldırmıştır -ki bu ölümü gerektirir-; yeryüzünde bu fırkalar arasında kin ve düşmanlığa sebep olacak şekilde bozgunculuk çıkarmaya, harpleri ve fitne ateşini körüklemeye çalışır. Bu sebeple onun için günahtan daha büyük bir hisse vardır.
Bunun örneği, haklarında Rasulullah'ın (s.a) şöyle buyurduğu Hâriciler kıssasıdır:
"Onlar müslümanları öldürürler, putperestleri bırakırlar. Onlar okun avdan çıktığı gibi dinden çıkarlar."
Onlarla ilgili haberler meşhurdur.
Bazan onlar başkaldırı hareketi içinde olmazlar, bilakis sadece davetle iktifa ederler. Fakat bu yöntem kendilerine icabete daha elverişlidir. Çünkü bunda bir nevi zorlama ve korkutma vardır. Bu sadece bir davetten ve her yönden bir ayrılıkçılık hareketi olmaktian ibaret değildir. Bu onların davetlerinde yöneticilerden ve sultanlar­dan yardım istemelerinin/destek almalarının bir sonucudur. Daveti kabul etmedikleri takdirde insanların yöneticiler tarafından hapse atılacaklarından veya dövüleceklerinden ya da öldürüleceklerinden korkmaları sebebiyle onlara boyun eğmeleri ihtimali daha kuvvet­lidir. Nitekim halife Me'mun zamanında bu durum Bişr el-Muraysi'nin, el-Vâsık'ın hilafeti zamanında Ahmed İbn Ebi Duâd'ın başına gelmiştir. Aynı şey mehdilerin yönetimde bulundukları zaman Endülüs'te Mâliki ulemâsının başına gelmiştir. Mâlikilerin kitapla­rını yırtmışlar ve bunları "rey kitapları" diye isimlendirmişlerdir. Faziletli insanların hepsini şeriatte Mâliki mezhebini tuttukları için cezalandırmışlardır. Bu zulümleri yapanlar sırf Zahiriler adına bunları yapıyorlardı. Zâhirilik ulemaya göre hicretten iki yüz yıl sonra ortaya çıkan bir bid'attır. Keşke onlar Davud'un mezhebine ve onun arkadaşlarına uysalardı! Fakat onlar işi kendi reyleriyle görüş beyan edecek, insanlar için Şeriatte o güne kadar bilinmeyen görüşler ortaya koyacak ve onları gönüllü gönülsüz bu görüşleri kabule zorlayacak kadar ileri götürdüler. Neticede bunun sıkıntısı bütün insanları kapladı ve uzun bir süre devam etti. Sonra bir kısmı gitti, diğer bir kısmı ise günümüze kadar devam etti. İnşaallah ileride zaman müsait olur da kitapta onlardan bir nebze söz ederiz.
Bundaki günah, mücerret davetin günahından iki sebeple daha büyüktür: Birincisi korkutmak ve" teslim olmak veya öldürülmekle zorlanmak, diğeri davetin kapsamına girenlerin çokluğu. Çünkü uhrevi korkutma ve uyarı pek çok kişide dünyevi korkutma ve uyarı kadar etkili olmaz. Bu sebeple şeriat dünyevi cezalar ve engellemeler de getirmiştir. "Allah Teala Kur'an'la durdurmadığını sultanla/kuvvetle durdurur." Bid'atçi öğüt olarak kullandığı mücerret uyarı ve korkutma ile davetini kabul ettiremediği zaman kabule daha müsait olduğu için yöneticilerle bu işi yapmaya çalışır.
Bid'atin hakiki veya izâfı/göreceli oluşuna göre günahının da farklı olacağı meselesine gelince hakiki bid'atin günahı daha büyük­tür. Çünkü onu bid'atçi vasıtasız olarak doğrudan doğruya yapar. Çünkü tam bir muhalefettir ve açıkça sünnet dışına çıkmaktır. Kaderi inkar etmek, hüsün ve kubuh (iyi ve kötü) Şeriat olmadan akılla da bilinebilir demek, haberi vahidi inkar etmek, masum imamı kabul etmek gibi bid'atler hakiki bid'atlerdir.
Bid’ati izafi bir bid'at farzedersen izâfı bid'atin manası şudur: O bir yönden meşrudur, bir yönden de sadece bir reydir. Çünkü bazı durumlarda ona bid'atçi yönünden bir rey karışır. Fakat her yönden delillere aykırı değildir. Bu -hakikat gibi de olsa- inşaallah ileride temas edileceği gibi aralarında fark olduğu açıktır.
Bu farklılıktan dolayı günah da farklıdır. Bunun misali mescit­lerde sabah namazından sonra kıraat için mushafların konulması bid'ati dir.
Malik der ki:
Mushafı ilk koyan kişi Haccac ibn Yusuftur. Yani mescitte sabah namazından sonra mushaftan Kur'an okumayı ilk defa tertip eden Haccac ibn Yusuftur. İbn Rüşd[54] der ki:
Onun yaptığının benzeri bizde günümüze kadar devam etti.
Bu bir bid'attir -yani mescid'e mushaf konulmasını kastedi­yorum- çünkü aslında mescitte Kur'an okumak meşrudur ve amel edilen bir şeydir. Ancak mescidin bu şekildeki bir kıraate tahsis edilmesi (yani sabah namazı sonrasının bu işe tahsis edilmesi ve bunun âdet haline getirilmesi) bid'attir.
Bunun bir örneği de zamanımızda cuma günü kıraat için mus­hafların ortaya konulması ve mushafların bu maksatla vakfedilmesidir.
Bid'atin kaynağının açık ve kapalı oluşuna göre de bid'atçinin yükleneceği günah farklı olur. Çünkü apaçık ve net bir şekilde bid'at olduğu belli olan bir şeyi yapmaya cür'et etmek (sünnete karşı) şüphe götürmez bir muhalefettir. Bid'at olduğu açıkça belli olmazsa bid'at olmama ihtimalinden dolayı onu yapmak (sünnete) tam bir muhalefet sayılmaz. İhtimalli olan bir şeyi yapmaya cür'et etmek kesin belli bir şeyi yapmaktan daha aşağı derecededir. Bu sebeple âlimler şüpheli olan şeylerin tamamen terkini mendup olarak kabul etmişlerdir. Hadis şüpheli şeylerin terkinin haramlara düşmemek için (gerekli) olduğuna dikkat çekmiştir.[55] Haramlar, onun için bir korkuluktur/yasak bölgedir. Şüpheli şeylerin içine düşen kimse haramların/yasak bölgenin içine düşebilir. Haramı tamamen terk etmek mendup kabilinden değil, vacip kabilindendir. Bid'atte şüpheli olanın hükmü de böyledir. Aralarındaki farklılık gayet açıktır.
Eğer müteşabihi/şüpheliyi terk etmek mendup kabilindendir, onu terk etmemek ise mekruh kabilindendir dersek, günahta bu yönden de farklılık olacaktır. Haramlarda günah olduğu kesin ve açıktır. Mekruhlarda ise cüz olarak yani tek tek işlendiğinde günah yoktur. Ancak onlarda ısrar etmek gibi günahı gerektirici bir durum bulunduğu zaman müstesna. Çünkü mesela küçük günahlarda ısrar etmek onları büyük günah haline getirir. Bunun gibi mekruhta ısrar etmek de onu küçük günah haline getirebilir. Her ne kadar bir başka yönden aralarında fark olsa da mutlak olarak günahkâr saymak açısından büyük günah işleyen ile küçük günah işleyen arasında bir fark yoktur. Küçük günahla birlikte mekruhun durumu bundan farklıdır.* Bid'atlerdeki durum -her ne kadar mekruh cinsinden de olsalar- onların devamlılığına ve onları taklit eden kişinin bunları insanların toplu olarak bulundukları yerlerde ve mescitlerde açıkça işlemelerine bağlıdır. Ancak bid'atçilerden çok azı aslen mekruh olan Bid'ati o noktada bırakır, aksine onda ısrar etmek veya başkalarına öğretmek veya o bid'ate taassup derecesinde bağlanmak veya onu yaymak ya da benzeri şekillerden dolayı kendisini mutlak manada (az veya çok) günahkâr hale getirecek şeylerle birlikte o bid'ati işler. O halde bid'atlerde mekruh işleme noktasında kalanlar ve ondan öteye geçmeyenler hemen hemen yok gibidir. Yine de en iyi Allah bilir.
Bid'atte ısrarlı olmaya veya ısrarlı olmamaya göre de günah farklı olur, çünkü günah küçük olabilir, fakat onda ısrar edildiğinde büyük günah haline gelir. Bid'at de böyledir; küçük olur, üzerinde ısrar edilmekle büyür. Bir anlık gelip geçici olarak işlenen bir bid'at, üzerinde devam edildiği zamanki bid'atten daha basittir/küçüktür. Bid'atçi bid'ati önemsemediği ve bid'at işini kolayca yaptığı zaman da bu manaya dahil olur. Bir günahın küçümsendiği zamanki duru­muna benzer. Küçümseyenin, önemsemeyenin günahı diğerinden daha büyüktür.
Bid'atin küfür oluşuna veya küfür olmayışına göre de günahın farklı olacağı açıktır. Çünkü küfür olan bid'atin cezası -Allah bizi korusun- ebediyen cehennemde kalmaktır. Masiyetler içinde küfürle birlikte diğer büyük günahların hükmüne ulaşmayanlar böyle değildir. Kişiyi İslamın dışına çıkaran günahtan daha büyük bir günah olamayacağı gibi, kişiyi İslamdan çıkaran bid'atten de daha büyük günahı olan bir bid'at olamaz. Bu sebeple Bâtınilik ve Zındıklık bid'ati hiçbir zaman Mutezile, Mürcie ve benzeri bid'atler gibi değildir. Bunların birbirinden farklı yönleri pek çoktur. Bu konu ulema nezdinde açıkça bilindiği için üzerinde teferruatlıca söz etmeyeceğiz. Allah Teala lütfuyla yardım edendir.[56]
 
Fasıl
 
Bu fasılla ilgili bir diğer konu daha vardır ki o da bid'at ehlinin önde gelenlerine veya avamına karşı çıkmanın hükmüdür. Bu, fıkıhta önemli bir konudur. Bu konu, dine karşı işledikleri cinayetler, yeryüzündeki bozgunculukları ve İslam caddesinden çıkıp, Allah Teala'nın:
"Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır."[57] dediği tâli yollara girmeleri yönünden onlarla ilgilidir. Bu, bid'atçinin günahkâr sayılması üzerinde söylenecek sözleri tamamlayan son fasıldır. Fakat onun da üzerinde düşünülmesi ve araştırılması gerekli pek çok bölümü vardır. Bu bölümlerden kimisi üzerinde âlimler söz söylemişler, kimisi üzerinde ise bir şey söylememişlerdir. Çünkü bunlar müctehitlerin ve dini himaye edenlerin ölümünden sonra ortaya çıkmışlardır. Bu konu her biri müstakil bir eseri yazmayı gerektirecek şekilde pek çok bölüme ayrılır. Bu konuya önem vermek, bu son zamanlarda avamm yararına olan şeyleri araştırıp ortaya çıkarmada havassın tembellik göstermesi ve avamın sünnetle bid'ati ayırt edemeyecek derecede koyu bir cehalet içerisinde olması sebebiyle fazlaca yararlı olmayacaktır. Bununla beraber bu konuda ayrıntıya girmenin sözü uzatacağını düşündük.
Hatta durum öyle bir hal aldı ki sünnet bid'ate dönüştü. Karşı çıkılmaması gereken yerlerde karşı çıktılar. Sebatkâr olunmaması gereken yerde sebat gösterdiler. Gelen haberlere göre hastalık yayıldı, doktorlar bulunamadı. Bu manayı özel bölümünde tek başına ele almamayı, bu konuda sözü fazla uzatmamayı ve bu bölümün son sözleri olacak kısa bir bakışla yetinmeyi uygun gördük. Bu sonuç bölümünde ayrıntılı olarak değil, özet olarak bid'atçilere karşı çıkılırken hangi hükümlerin uygulanacağına işaret edeceğiz.[58]



[43] En’am:159
[44] Ali İmran: 105
[45] Reşit Rıza der ki: Buna göre babalarını ve şeyhlerini taklit ederek bid'at mezheplerine uyan avam tabakası heva ehlinden ve bid'at ehlinden değildirler. Müellifin ortaya koyduğu bu anlayışa göre bütün zamanlarda ancak sayılı birkaç kişi bid'atçi ve hevâ ehlinden diye isimlendirilebilir! Müellifin bu yaklaşımı mukallidi taklidinde mazur göstermekten başka bir sonuç vermez. Fakat hakikat ehline karşı bid'at liderlerinin ve davetçilerinin görüşlerini tercih ettikleri için bu mazeretin alanı daralacaktır. Konuyla ilgili açıklama aşağıda gelecektir.
[46] Zuhruf 22.
[47] Zuhruf 24
[48] Bakara: 170
[49] Lokman: 21
[50] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/190-193.
[51] Et-Turtûşi: Büyük bir âlim. örnek insan, zahit. Mâlikilerin hocası. Künyesi ve ismi: Ebû Bekir Muhammed ibn el-Velid el-fihri el-Endelüsi et-Turtûşi. İskenderiye ve Turtuşa'nm âlimi. Sarakostada Ebu'l-Velid el-Bâci ile birlikte bulundu ona bağlandı. Ebû Ali et-Tüsteri. er-Rafâni (Bağdat Kadısı). Ebü Abdillah el'Humeydi gibi şahıslardan ilim aldı. Alim, zahit, mütteki, mütedeyyin ve mütevazı bir kişidir. İki yüzden fazla fıkıhçı yetiştirmiştir. 520 yılında İskenderiye'de vefat etmiştir.(Siyeru Alami'n-Nübelâ- 19/490; Şeceratü n-Nûri’z Zekiyye, 124: Şezerat 4/62)
[52] Ebû Muhammed el-Makdisi: Büyük fıkıhçı ve hadisci. Salih insan. Hanbeli mezhebinden. el-Ahkamül-Kübra ve’s-Suğra isimli eserin sahibi. 541 yılında doğdu. İskenderiye, Şam, Kudüs, Mısır, Bağdat, Harran, Musul, İsfahan ve başka yerlerde pek çok kişiden ilim aldı. Pek çok eser yazdı. Diğer beldelerden çok sayıda âlim kendisinden rivayette bulundu. 800 yılında vefat etti. (Siyeru A'lamin-Nübela. 21/443; el-Bidaye ve'n-Nihaye. 13/38, Şezerat, 4/345)
[53] Bakınız: İbn el-Cevzi’nin "Tebyinül-Aceb fi fadli Recep''  isimli risalesi  ve  el-Gımari'nin Husnü'l-Beyan fileyletin-Nisfi min Şa'ban" isimli risalesi. Bu risalede o gece ibadet etmenin caız olduğu söylenirken bu konudaki hadislerin zayıf ve uydurma olduğu da söylenmiştir. Bu bir çelişkidir.
[54] İbn Rüşd- Büyük âlim. mâlikilerin hocası. Kurtuba'da bir cemaatin kadısıdır. İsmi: Ebu'l-Velid Mubammed îbn Ahmed ibn Rüşd el-Kurtubi'dir. Ebü Cafer Ahmed ibn Rızıktan fıkıh ve hadis öğrendi. Ayrıca îbn Sirac ve başkalarından hadis aldı. 520 yılında 70 yaşında vefat etti. (Siyeru'l-A'lâm 19/501; Şeceratü’n-Nûri'z-Zekiyye, 1/129; Şezerat. 4/62)
[55] İşaret ettiği hadis: “Helal bellidir, haram bellidir, İkisi arasında da şüpheli şeyler vardır...”diye başlayan hadistir. Bu hadisin izahı ve dipnotu daha önce geçti.
*Yani küçük günah, bir defa da işleme yine günahtır. Ancak mekruh böyle değildir, o devamlılık vasfını kazandığı zaman günah olur. (Çeviren)
[56] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/194-199.
[57] En’am:153
[58] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/200.