๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:00:26



Konu Başlığı: Onuncu örnek:
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:00:26
Onuncu örnek:



Âlimler diyor ki İstihsanın türlerinden biri de âlimler arasındaki ihtilafı göz önünde bulundurmaktır. Bu tür, İmam Malik'in mezhebinde, üzerine pek çok meselenin bina edildiği bir temeldir. Şöyleki:
a- Az miktarda olan suya[39] pek basit derecede necaset/pislik girer de suyun (tat, renk ve koku) özelliklerinden birisi bozulmamış olursa bu su ile abdest alınmaz. (Böyle bir sudan başka su yok ise) teyemmüm edilir ve su terk edilir. Eğer bu su ile abdest alır ve namazını kılarsa, hâlâ namazın vakti içinde ise namazını yeniler. Vakit geçmiş ise yenilemez. İmam Malik'in "vakit içinde iken yeniler" demesinin yegane sebebi "o su, temizdir ve temizleyicidir" diyen fıkıh âliminin sözünü dikkate almış olduğundandır. Bu su ile abdest almanın caiz olduğu da rivayet edilmiştir. Bu sözün kıyası namazın vakit içi de olsa, vakit dışı da olsa yenilenmesini gerektirir. Çünkü o kimse terk edilmesi ve kendisinden teyemmüme geçilmesi sahih olan bir su ile abdest almış olmaktadır.
b- Alimlerin fesh edilmesi vacip olan fasid nikah hususunda "Nikahın fâsid olduğunda ittifak yok ise boşanmak suretiyle feshe­dilir. Böyle bir nikahta eşler arasında (ölüm halinde) miras söz konu­sudur." demeleri bir diğer örnektir. Sahih nikahta olduğu gibi bunda da boşanma yolu ile de ayrılık gerçekleşir. Eğer nikahın fasit olduğu hususunda Âlimlerin görüş birliği/ittifakı var ise boşanma olmaksı­zın feshedilir, miras söz konusu değildir ve boşanma da lazım gelmez.
c- İftitah tekbirini unutup (cemaate rükû halinde yetişerek) rükû için tekbir alan kimsenin imamla birlikte olmaya devam etmesi gerekir. Çünkü "böyle bir namaz kılışın yeterli olduğunu" söyleyen vardır. Bu kimse imam selam verdikten sonra namazını yeniler.
Mâliki mezhebinde bu manada hüküm gerçekten çoktur. Bunun gerekçesi, bazı durumlarda muhalif görüşte olanın görüşünü dikkate almaktır. Çünkü bu görüş ağır basmıştır. Bazı hallerde ise muhalif görüş ağır basmamış ve dikkate alınmamıştır.
Âlimler arasındaki ihtilafı dikkate almak meselesinde Afrika ve Mağrib şehirlerine bu meselede iki yönden problem çıktığı için mektuplar yazdım. Bu yönlerden birisi, sahih olduğu varsayımına göre bu konudur. Bu konunun aslı nedir? Fıkıh usulünde hangi kaide üzerine oturmaktadır?
Şu sırada görünen odur ki uyulması gereken şey delildir. Delil nerede ise orada olmak gerekir. Müctehide göre iki delilden hangisi ağır basarsa -isterse tercih yollarından en aşağı derecede olanı ile ağır basmış olsun- ona dayanmak, onun dışındakileri geçersiz kılmak gerekir. Usul ilminde yerleşen kural da böyledir. O halde müetehidin başka birisinin görüşüne başvurması, kendisine göre çürütülmüş olan onun deliline işlerlik kazandırmak, kendisine göre tercih edileni ise geçersiz kılmak demektir. Oysa o delil, uyulması vacip olandır. Böyle bir uygulama kaidelere aykırıdır.
Bu yazdıklarıma bazıları cevaplar verdiler. Cevaplardan kimisi (akla) yakın, kimisi uzak idi. Şu kadar ki ben onlardan bazısına araştırmak maksadı ile başvurdum. O, bana faydalı olan  (din) kardeşim Ebu'l Abbas b. Kubab idi. -Allah ona rahmet eylesin. O bana aşağıdaki bilgileri yazdp gönderdi:
"Adı geçen mektup ihtilafları dikkate almak meselesinde sorunun yeniden gündeme gelmesini içermektedir. Diyorsunuz ki, iki emareden (işaretten) birinin diğeri üzerine tercihi, birine diğerine nazaran öncelik tanınması, mutlak olarak geçersiz sayılanın olma­masını gerektirir. Ayrıca fetva veren kimsenin, işin başında "bu caiz değildir" deyip, iş meydana geldikten sonra "caizdir" demesini çirkin bir şey saymaktasınız. Çünkü yasak olan bir şey, yapıldıktan sonra caiz olmaktadır.
Yine demişsiniz ki, bu tür şeylerde iki (aykırı) şeyin bir araya gelmesi tenzihi yasaklamada olur, tahrimi yasaklamada olmaz. Vesaire vesaire... Bunların hepsi, istihsan yolunu kabul etmeyen akıl yürütmeci bir bilimsel yaklaşımdan ortaya çıkarılan güçlü görüşler­dir. Âlimlerden ve görüş sahiplerinden kalburüstü olanlar da bu yola eğilimlidirler. Hatta Ebu Abdullah es-Şâfii şöyle demiştir:
"Her kim istihsan yaparsa (yeni bir) din ortaya koymuş olur."
Sizin de bildiğiniz gibi istihsanm aslını ifade ederken söylenen sözler dar kalıplarda kalmıştır. İstihsanı anlatırken şöyle demişler­dir:
İstihsan hususunda en sağlıklı olarak söylenen, onun müctehidin ifade etmekte zorlandığı fakat içinde doğan bir mana olduğudur. İstihsanın detaylarının üzerine oturduğu temel bu olunca, acaba detayların durumu nasıl olur? Elbette onların anlatımı daha dar kalıplar içinde olacaktır.
İstihsana itibar edilmemesi hususunda ben de bu değerli âlimlerin dediğini diyordum. Ne var ki Hulefâ-i Râşidin'in ve sahabenin ileri gelenlerinden oluşan bir topluluğun fetvalarında pek çok şekilde bulunan hükümler istihsanı takviye edip güçlendirdi. Bir inkâr ile de karşılaşmadı. Böylece istihsan fikri bende son derece güçlendi: Gönlüm bu işe yattı ve kalbim bu iş için genişleyip güven duydu. Neticede onlara uyup, onların gittiği yoldan gittim.
Bu kabil hükümlerden birisi, birbirinden haberi olmayan iki kişinin aynı kadınla nikahlanmasıdır. İkincisi kendisinden önce nikahlanma olduğundan zifaf gecesinde haberdar oluyor. Bu durum­daki kişiden (yani ikinciden) Hz. Ömer, Muaviye[40] ve Hasan[41] Allah onlardan razı olsun- kadının boş olup ayrılması gerektiğini söylemişlerdir.
Soruda dile getirdiğiniz hususlar, bu meselede de geçerlidir. Çünkü kadınla zifafa girmeyen kimsenin birinci nikah kıyan olduğu tahakkuk etmiştir. İkincisinin kadınla zifafa girmesi, başkasının nikahlısı ile zifafa girmesi demektir. Onun bu (işte hatalı olduğunu varsaysak bile) hatası, başkasının nikahlısını devamlı olarak kendisine nasıl mubah kılar? Helâl bir nikaha isabet etmediği halde kıydığı nikahı nasıl geçerli kılabilir? Her yönüyle kitap ve sünnete uygun olarak gerçekleşen, kendisinden önceki nikahı nasıl iptal edebilir? Şu kadar ki bu olayda uygun olan şudur: Bu hata, hatayı yapandan günah ve cezayı kaldırır fakat başkasının eşini kendisine mubah kılıp, eski kocasına kadını yasak kılamaz.
Bunun bir diğer örneği, kaybolmuş adamın karısı hakkında âlimlerin söylediğidir. Buna göre kayıp adam, kadın başkasına nikahlanmadan bulunur gelirse eşi onundur. Eğer kadın başkası ile nikahlanıp cinsel ilişki gerçekleştikten sonra bulunur gelirse karısı boş olup kendisinden ayrılmış sayılır. Nikah kıyılıp ilişki gerçekleşmeden adam bulunup gelmiş ise iki kavil vardır: Birincisi, bulunup gelen eski kocası kadınla ilgisini kesmek istiyorsa kadın eski kocasından iddet bekler ve boş olur. Artık eski kocasının o kadında bir hakkı kalmaz. İsterse (ikinci erkekle) nikah kıyılmazdan önce gelmiş olsun. İkinci kavle göre, kadının eski kocası, kadınla ilgisini kesmek istemiyorsa, hâlâ onun nikahı altındadır. Başkasına nasıl mubah olur?
Hz. Ömer ve Osman'dan bu olaydan daha enteresan bir rivayet vardır. Buna göre, kayıp kişi bulunup geldiği zaman kendisi serbest bırakılır; dilerse eşini, dilerse (ikinci koca tarafından verilen) mehri seçer. Mehri seçtiği takdirde, kadın ikinci kocanındır. Kıyas nerede, bu hüküm nerede? İbn Abd'il Berr[42] bu rivayetin Hz, Ömer ve Osman'dan sahih olarak nakledildiğini bildirmiştir. Kendisinden meşhur olarak bilmen bunun tersi ise de Hz. Ali'den dahi Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan rivayet edilen gibi rivayet nakledilmiştir. Hatta Hz. Ali bu hükmü onaylamıştır. Sahabenin hükümlerinde böyle pek çok örnekler vardır.
İbn Muaddil diyor ki: (Giysisine pislik bulaşmış) iki kişiden birisi bu elbise ile namazı kılsa, diğeri namazı kılmayıp beklese ve namazın vakti çıksa hüküm nedir?
Pek çok âlimden necasetin giderilmesine bir icma/görüş birliği nakledilmiş olmasına rağmen, necasetli giysi ile namazı kılana, kılmayıp oturan (hüküm bakımından) yakın olamaz. O, bilerek namazı geciktirdiği için namazı kılanla eşit olamaz. Bunu nakleden­lerden bazıları şu zevattır: el-Lahmî, Mâzerî ve bunu tashih eden Bâci, Abdul Vehhab da Telkin isimli eserinde aynısını benimsemiştir.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi "Başlangıçta yasak olan şey, artık makbul değildir." Yukardaki örnekteki iki kişinin durumu bu kurala İbn Muaddil'in söylediğinin aksine olmak üzere tam uygundur. Çünkü namazı kılmayıp vakit çıktıktan sonra kılan, kusurunu kaza ederek gidermiştir. Diğeri ise emredildiği gibi hareket etmemiş ve (kusurunu) kaza da etmemiştir. Demek ki başlangıçta yasak olan herhangi birşey vuku bulduktan sonra makbul hale gelmez.
Dârekutni Ebu Hüreyre'den sahih olarak rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kadın kadını evlendirmez. Kadın kendisini evlendiremez. Kendisini (velisinin izni olmadan) evlendiren kadın zina etmiştir."[43]
Yine İbn Mâce Hz. Aişe'den rivayet etmiştir ki Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Hangi kadın ki velisinin izni olmaksızın evlenirse onun nikahı batıldır.” -Peygamber o nikahın bâtıl olduğunu üç kerre tekrarladı- (ve devamla şöyle dedi):
“Eğer (nikahlandığı) erkek kadınla cinsel ilişkide bulunursa, kadına verdiği mehir bu ilişkinin karşılığıdır.”[44]
Hz. Peygamber Önce kıyılan nikahın batıl/geçersiz olduğunu bildirmiş bunu üç kere tekrarlamıştır. Bu işlemi ise, zina olarak isimlendirmiştir. Bunun en aşağı derecede gereği, kıyılan nikahın tamamen geçersiz olmasıdır. Fakat Hz. Peygamber bu durumdaki nikahın meydana geldikten sonra geçerli olacağını bildiren bir ifade ile: "Erkeğin o kadına iliştiğinin karşılığında kadına mehir vardır." buyurmuştur. Halbuki zina edenin bu iş karşılığında aldığı mehir (adı ile de olsa) haramdır.
Yüce Allah buyurmuştur ki:
"Ey iman edenler! Allah'ın (ibadet) alâmet (i) kıldığı şeylere saygısızlık etmeyin." (Maide, 2) Bu ayetteki yasaklamanın gerekçesi (ayetin devamında) kâfir oldukları halde "Rablerinin lütuf ve rızasını arayanlara da saygısızlık etmeyin" buyurularak açıklanmıştır. Oysa kafir olmakla hiç bir amel/yapılan iş sahih ve makbul olmaz. Bu hüküm her ne kadar yürürlükten kalkmış/mensuh ise de aynı manada delil olarak kullanılmasına bir engel yoktur.
Bu cümleden olmak üzere Ebu Bekir (r.a.) şöyle demiştir:
"Gelecekte öyle topluluklar göreceksin ki kendilerini Allah için bir yere kapadıklarına inanacaklar. Onları ve inançlarını başbaşa bırakınız." Hz. Ebu Bekir'in bu sözüne dayanarak (savaş halinde) papazlar esir edilmez. Malı da kendisine bırakılır. Veya kendisine malından birazı bırakılır. Malının bırakılması hususunda ihtilaf vardır. Papazın dışında olup savaşa katılmayanlar esir edilir, savaş­çıların mülküne geçer. Papaza bu uygulamanın yapılması kendisini Allah'a ibadet için bir yere kapatmış olmasındandır. Her ne kadar onun ibadeti bâtılın en bâtılı ise de papaz esir edilmez ve malı alınmaz. Buna göre her ne kadar hata zannı bulunursa da, hata olduğu kesin olmadıktan sonra müslümanın, dini delile dayanan ibadetinin makbul olması nasıl uzak görülebilir? Bu kabil örnekleri saymak meseleyi uzatır.
Din koyucu tarafından getirilen yasağın neleri gerektirdiği konusunda ihtilaf vardır: Acaba yasak, yasaklanan şeyin fâsid olmasını gerektirir mi? Bu hususta fıkıh bilginleri ve usûlcüler arasında sizce de bilinen meseleler vardır. Acaba bu mesele nasıldır?
Bir mesele hakkında ihtilaf var ise, bu meselenin dayanağında da ihtilaf edilmişse problem yok demektir. Çünkü geriye, ihtilaflı meselelerden bazısını tercih etmek kalıyor. Herkes kendisine doğru geleni gönlüne uygun düşene göre tercih eder. Bu meselede bu kadar ile yetiniyoruz."
Arkadaşımın bana yazdığı burada sona ermiştir. Onun yazdık­ları, istihsanın dayanağı ile ilgili delillerin geniş bir tanıklığından ibarettir. Bütün bunlardan sonra delilsiz istihsana yapışmak asla mümkün değildir.[45]  
   


[39] Suyun azlık miktarının sınırı Hanefi mezhebinde "Havz-i kebir" olmayan durgun sudur ki, yüz ölçümü elli metre kareden az olan sudur. (Çeviren)
[40] Bu zat, Muaviye b. Ebî Süfyan b. Sahr b. Harb b. Ümeyye'dir. Künyesi Ebu Abdirrahman'dır. Mekke'nin fethinden önce müslüman olmuş, vahiy kâtipliği yapmış, emevi halifesi ve sahabidir. Hicretin 60. yılında Recep ayında vefat etmiştir. Vefatı sırasında 80 yaşına yaklaşmıştı. Bakınız: Takrib, 2/259; Şezerat, 1/65; Cerh ve Tadil, 8/377.
[41] Bu Hasan, Hz. Alînin oğlu, Hâşimi soyundan, Allah Rasûlünün torunu, Cenab-i Hakk'ın ona bağışladığı cennet çiçeğidir. Dedesi ile birlikte olmuş ve ondan pek çok şey ezberlemiştir. Hicretin 49. yılında 47 yaşında iken zehirlenerek şehid edilmiştir. Bakınız: Takrib, 1/168; Şezerât. 1/55-56; Cerh ve Ta'dil, 3/19.
[42] Bu zât, büyük âlimlerden biri ve hadis hafızıdır. Künyesi Ebu Amr, adı Yusuf b. Abdullah b. Muhammed b. Abdul Berr b. Asım en'Nemerî olup Kurtubalıdır. Hadis ve rivayette çağının imamı idi. Birçok eseri vardır: Temhid fil'muvatta', İstîâb ve Câmiu Beyan'il İlm-i ve fadlih, bakınız: Şezerât, 3/314; Tezkire. 3/1128.
[43] Hadisi İbn Mace, Nikah kitabında 1882 numara ile. l/605/606 da ve Tirmizi bunu yakın bir mana ile 1103 numarada rivayet, etmiştir.
[44] Hadisi Ebu Davud. Nikah kitabında 2083 numara üe. Tirmizi, Nikah kitabında 1102 numara ile İbn Mâce Nikah kitabında 1879 numara ile, Dârimi Nikah kitabında 2184 numara ile. rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Müsned, Ahmed b. Hanbel, 6/166; İbn Hıbban. 6/151; Zad’ul Meâd, İbn'ul Kayyım. 5/101; Sahih'ul Cami', Albâni. 2/3931 irvâ'ul Ğalîl. Albâni, hadis no: 1840.
[45] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/162-175.