๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:07:56



Konu Başlığı: Önceki bölümün devamı
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:07:56
Fasıl
 
Önceki Bölümün Devamı



Bu bölümde anlatılacak olan şudur:
Bir olay meydana geldi: Endülüs'te bir cami imamı, insanların namazlardan sonra toplu olarak dua etme âdetini terk etti. Pek çok ülkede de bu âdet yaygındı. İmam, namazdan sonra selâm verince insanlar için dua eder, orada bulunanlar da âmin derlerdi. Bunu terk eden imam, bu terk edişini Rasulullah'ın (s.a) ve ondan sonra gelen imamların böyle bir şeyi yapmayışma dayandırdığını iddia etti. Âlimlerin kendi kitaplarında seleften ve fıkıhçılardan naklettiklerine göre ne Rasulullah (s.a), ne de ondan sonra gelen imamlar böyle bir şey yapmamışlardı. (O böyle iddia ediyordu).
Rasulullah'ın (s.a.), böyle bir şey yapmadığı açıktır. Çünkü onun farz namazlardan veya nafile namazlardan sonraki hâli şu iki şey arasında cereyan ederdi: Ya Allah'ı zikrederdi ki örfte bu dua değildir ve cemaatin bunda bir payı yoktur. Cemaat sadece, namaz dışındaki zikirlerde olduğu gibi onun söylediğinin aynısını veya benzerini söylerdi. Nitekim rivayet edildiğine göre her namazın arkasından şöyle derdi:
"Allah'tan başka ilah yoktur, sadece O vardır. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd Onadır. O'nun her şeye gücü yeter. Allah'ım, senin verdiğine engel olabilcek hiçbir şey yoktur. Verme­diğini de verebilecek hiç kimse yoktur. Hiçbir varlık sahibinin varlığı senin lütf u ihsanın yerine geçip kendisine fayda vermez."[77]
Şunu da derdi:
"Allah'ım, Sen selâmsın, selâmet de sendedir. Ey celal ve ikram sahibi, sen münezzehsin, yücesin,”[78]
Şu âyeti de okurdu:
"Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflar­dan yücedir, münezzehtir.[79]
Bunlara benzer daha başka şeyler de söylerdi. O bunları diğer zikirlerde olduğu gibi sadece kendi kendine söylerdi, Kim onun gibi söylerse bu güzeldir. Bunların hiçbirisini topluluk halinde yapmak mümkün değildir.
Şayet, Hz. Peygamber'in yaptığı şey bir dua ise, namazlardan sonra ondan işitilen duaların geneli, orada bulunanların iştirak etmeyip sadece onun kendi kendisine yaptığı dualardır. Nitekim Tirmizi'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre:
Hz. Peygamber (s.a) kıldığı farz namazı bitirince şöyle dedi:
"Allah'ım, işlediğim ve işleyebileceğim, açıktan yaptığım ve gizledi­ğim günahlarımı bağışla. Sen benim Tanrımsın. Senden başka Tanrı yoktur."
Bu hadis hasen-sahihtir. Ebu Davud'un bir rivayetinde şöyle geçer: Rasulullah (s.a) namazdan selam verince şöyle derdi:
"Al­lah'ım, işlediğim ve işleyebileceğim, gizlediğim ve aleni yaptığım günahlarımı bağışla. Aşırılıklarımı ve benim bilmeyip senin bildiğin hatalarımı bağışla. Her şeyden önce var olan Sen'sin, her şeyden sonra var olacak olan da Sensin."[80]
Ebû Dâvud şu hadisi tahriç etmiştir: Rasulullah (s.a) her namazın ardından şöyle derdi:
"Bizim ve her şeyin Rabbi olan Allahım! Ben şahidim ki Muhammed senin kulun ve elçindie. Bizim ve her şeyin Rabbi olan Allahım! Kullarının hepsinin kardeş olduğuna da şahidim. Bizim ve her şeyin Rabbi olan Allah'ım! Beni ve ailemi, dünya ve âhiretin her ânında sana ihlaslı (ve itaatli) kıl! Ey Celâl ve ikram sahibi! Duy ve kabul eyle. Allah en büyüktür, en büyüktür. Allah göklerin ve yerin nurudur. Allah en büyüktür, en büyüktür. Allah bana yeter; ne güzel vekildir."[81]
Ebû Davud'a ait bir rivayette şöyle geçer:
"Rabbim! Bana (düşmanlarım karşısında) yardım et. Düşmanlarıma benim aleyhime olacak yardımı yapma. Bana imkan ver, (düşmanlarıma) benim aleyhime kullanacakları imkan ve fırsatı verme. Bana hidayet nasip eyle ve hidayetimi bana kolayca ihsan eyle. Bana zulmedenlere yardım etme."[82]
Nesâî'de Rasulullah'ın (s.a) sabah namazının arkasından şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Allah'ım, ben senden faydalı ilim, kabul edilecek amel ve temiz rızık istiyorum." Ensar'dan birisi dedi ki: Rasulullah'ı (s.a) namazın arkasından şöyle derken işittim:
"Allahım, beni affet ve benim tövbemi kabul et. Şüphesiz sen tövbeleri kabul edensin, bağışlayansın."
Hz. Peygamber bunu yüz defa söylemişti. Bir başka rivayete göre Hz. Peygamber bunu kuşluk namazından sonra söylemişti.
Bu duaların hepsinin insanlarla birlikte değil, sadece kendi kendine yaptığı dualar bağlamında zikredildiğinı iyi düşünün. Duayı bu şekilde yapmak bu günkü insanlar için de bir hüccettir. Ancak şöyle denilebilir: Mesela yağmur duası hutbesinde olduğu gibi bazı yerlerde insanların da duaya iştirak etmeleri gereği ortaya çıkabilir. Bu itiraza karşılık şöyle denilir: O tür yerlerde hazır bulunanlarla birlikte açıktan dua etmek bir zorunluluktur, her namazdan sonra da böyle bir zorunluluğun olduğu nereden çıkartılıyor?
Sonra biz deriz ki: Alimler, namazdan sonra yapılan dua ve zikir gibi şeyler hakkında bunların sünnet ve vacip değil, müstehap olduğunu söylerler. Bu, iki şeyin delilidir:
Birincisi: Bu duaları Hz. Peygamber (s.a) devamlı yapmamıştır.
İkincisi: Hz. Peygamber (s.a) bu duaları sesli yapmamıştır ve öğretme amaçlı yerlerin dışında açıktan söylememiştir. Çünkü eğer devamlı yapsaydı ve devamlı açıktan söyleseydi bu bir sünnet olurdu ve âlimlerin bunun sünnet olmadığını söylemeleri de caiz olmazdı. Çünkü -âlimlerin dediğine göre- sünnetin özelliği,   devamlılığı ve insanların toplu oldukları yerlerde açıktan edâ edilmesidir. "Şayet Rasulullah (s.a) gizli gizli dua etmiş olsaydı, ne ile dua ettiği öğrenilemezdi" denilirse biz deriz ki:
Gizlemeyi âdet edinen kimsenin onu bir defa da olsa açıklaması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk ya âdet gereğidir veya teşriine (yani meselâ- öyle bir duayı yapmanın meşru olduğuna) dikkat çekmek maksadından dolayıdır.
Şayet denilse ki: Hadislerin zahiri anlamları, râvilerin "o şöyle yapardı." Şeklindeki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi devamlılığa delâlet eder. Mesela onların "Hâtem misafire ikram ederdi" sözü de Hâtem'in misafirlere devamlı ikram ettiğine delâlet eder.
Bu söze karşı biz deriz ki: durum öyle değildir. Belki bu tür bir ifade tarzı genel olarak devamlılığı çokluğu ve tekrarı belirtmek için kullanılır (yani sadece devamlılık için kullanılmaz.) Nitekim Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a) cünüb iken uyumak istediği zaman namaz abdesti gibi bir abdest alırdı. Yine Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) cünüpken suya değmeden uyurdu. Hatta bazı hadislerde şöyle de geçmektedir:
"O hiç yapma­dığı bir şeyi sadece bir defa yaptığı da olurdu." Hadisciler bunu böyle ifade etmişlerdir.
Şayet Hz. Peygamber (s.a) sözü edilen bu dualar ve zikirlere kesintisiz ve tam olarak devam etmiş olsaydı bunlar da vitir ve diğerleri gibi sünnetlere dahil edilirlerdi. Böyle olduğu kabul edilse bile, toplu zikir ve dua anlamı bunun neresinden çıkartılabilir?[83]
Bütün bunlardan sonra ortaya çıkan sonuç şudur: Her zaman toplu dua yapmak Rasulullah'ın (s.a) yaptığı bir iş değildir. Kavlî ve takriri sünnetinde de böyle bir şey yoktur.
Buhâri'nin Ümmü Seleme'den rivayetine göre Rasulullah (s.a) namazdan selam verince çok az bir süre beklerdi. İbn Şihab dedi ki:
Bizim görüşümüze göre insanlar oradan ayrılıncaya kadar beklerdi. Müslim'in Hz. Âişe'den yaptığı rivayette ise şöyle geçer: Rasulullah (s.a) selam verdikten sonra: "Allahümme ente’s-selâmü ve minke's-Selâm, tebarekte yâ ze'1-celâli ve'l-İkram" diyecek kadar otururdu.
Rasulullah'tan sonra gelen imamların, yani halifelerin bu konudaki uygulamalarına gelince, sahih kitapların dışında fıkıhçılar, Enes hadisinden şunu naklettiler: Enes dedi ki:
Ben Hz. Peygamber'in (s.a) arkasında namaz kıldım; o, selam verdiği zaman ayağa kalkardı. Hz. Ebû Bekir'in arkasında da namaz kıldım; o, selâm verdiğinde sanki kızgın bir taş üzerindeymiş gibi yerinden fırlardı. İbn Yunus es-Sıkılli, İbn Vehb'den, o da Harice'den rivayet ettiğine göre o imamların selam verdikten sonra oturmalarını ayıplardı ve şöyle derdi:
İmamlar aym anda selâm verirler ve ayağa kalkarlar. İbn Ömer dedi ki:
İmamın selam verdikten sonra yerinde oturması bid'attır. İbn Mes'ud (r.a) şöyle dedi:
İmamın kızgın bir taşın üzerin­de oturması kendisi için bundan daha hayırlıdır. İmam Mâlik el-Müdevvene'de dedi ki:
İmam selam verince ayağa kalksın ve oturma­sın. Ancak yolculukta veya yolculuğun sonunda olursa oturabilir.
Fıkıhçılar selam verdikden sonra ayağa kalkmakta acele etmeyi namazın faziletinden saydılar. Selamdan sonra orada oturmanın kibirlenmeye ve cemaate tepeden bakmaya yol açabileceği yorumunu yaptılar. Onun cemaatten ayrı bir konumda olması, içeri giren kimsenin onun cemaate imametinin devam ettiğini zannetmesine sebep olur. Namaz esnasında ayrı bir konumda olmasına gelince bu bir zorunluluktur. Kendilerinden istifade ettiğimiz hocalarımızdan birisi dedi ki:
İmamın tek başına ayrı bir yerde durması bu sakıncaları doğurunca, bir de buna dua ve niyazda ve seslice yaptığı duaya âmin demelerinde aracılık ederken onlara öncülük etmesi eklenince durum nice olur? (Hocamız) dedi ki: Şayet bu güzel bir şey olsaydı Rasulullah (s.a) ve ashabı da yapardı. Hz. Peygamberin önce sağa mı, yoksa sola mı selam verdiğine varıncaya kadar namazla ilgili her şeyini nakletmelerine rağmen âlimlerden hiç birisi Hz. Peygamber'den ve ashabından bu konuda herhangi bir şey nakletmemişlerdir.
Selef âlimlerinden İbn Battal, bunu yapan kimseler hakkında yeteri kadar reddedici ve ağır sözler söyledi.
Namazdan sonra her zaman toplu halde dua etme âdeti çıktıktan sonra şeyh bunun çirkin bir bid'at olduğunu nakletti. İlk zamanlarda böyle bir şeyin olmadığına delil olarak onların (namazdan sonra) süratle ayağa kalkmalarını ve oradan ayrılmalarını gösterdi. Çünkü selam verir vermez ayağa kalkmaları ve oradan ayrılmaları imamın onlar için dua etmesine ve onların da bu duaya âmin demelerine engeldir. Zikir ve kendi kendine dua etmek ise böyle değildir. Oradan ayrılması ve insanın bir ihtiyacı için gitmesi zikretmesine ve kendi kendine dua etmesine engel değildir.
Asrın şeyhlerinden birisine, imamlardan birisinin namazlardan sonraki toplu dua âdetini terk ettiği haberi ulaşınca, düzeyli ilim adamlarının takındığı tavra aykırı bir tutum sergileyerek buna şiddetle tepki gösterdi. Zannınca bu tepkisini de yapabileceği en ileri noktada ifade etti. Bu şeyh kendi görüşü için, yani toplu duayı savunmak için öyle deliller ileri sürdü ki zeki bir kimse bunların o konu için bir delil olamayacağını kolayca anlar. Meselâ Kur'an ve sünnetteki namaz arkasında duâ etmeyi emreden ifadeler bunlardandır. Yukarıda da geçtiği gibi bu emirler toplu duanın delili değildir. Sonra buna genel manada topluca dua etmeye cevaz veren delilleri ilave etti. Ancak namazların sonunda yapılan dualar bunların dışındadır. Usûlcülerin ihtilafları sebebiyle genel manada toplu duaya cavaz veren deliller namazların arkasında ihdas edilen toplu duaların delili olamazlar.
Olayın tafsilatında ise şunlar vardı: Şeyh, bunun, yani namazı müteakip toplu duanın bütün ülkelerde veya büyük bir kısmında cami imamları tarafından itirazsız devamlı uygulandığını, sadece Ebû Abdillah'ın buna itiraz ettiğini iddia etti, sonra da onu kötüle­meye başladı. Şüphesiz bu nakil, yani bu konuda icma iddasında bulunmak büyük bir sorumsuzluktur. Çünkü bir araştırmacının veya söz konusu icma ile amel edecek kimsenin onu kendisine gerekli kılmadan önce icma nakli iddiasının aslını/neye dayandığını araştır­ması gerekir. Çünkü ortaya bir icma iddiası atılmışsa, sahabe döneminin başından günümüze kadarki bütün müstenitlerin bu icmaya tamamen katılıp katılmadıklarının bilinmesi bir zorunluluk­tur. İmamlık iddiasında bile bulunsalar avamın icmâma itibar edilmeyeceği kesindir.
Bunun "itirazsız uygulandığı" sözü de bir haddi aşmadır. Bilakis müetehid imamlar bunu hep reddetmişlerdir. Turtüşî, İmam Mâlik'ten bu konuda meselenin çözümüne hizmet edecek pek çok şey nakletmiştir. İmam Malik kendi zamanında buna itiraz etmiş, Turtüşi de kendi zamanında itiraz etmiştir. Onları da daha sonra kendi arkadaşları/öğrencileri izlemiştir. Sonra Karâfi gelmiş ve bunu Malik'in mezhebine göre mekruh bid'atlerden saymıştır. O da İmam Mâlik'in görüşünü kabul etmiş, kendi zamanındaki âlimlerden de bildiklerimiz içinde ona itiraz eden olmamıştır. Halbuki Karafî bid'atlerın içinde güzel olanların da olabileceğini iddia eden bir kişidir.
Sonra Endülüs'teki şeyhler de bu bid'at Endülüs'e sıçrayınca onu reddettiler. Onlar bu konuda İmam Mâlik'in mezhebine bağlanıyor­lardı. Zâhid Ebû Abdillah İbn Mücahid ve öğrencisi Ebû İmran el-Mıratlî da bu bid'atin terkedılmesini gerekli görüyorlardı. Hatta Şeyh Ebu Abdillah bu konuda aşağıda zikredeceğimiz durumlarla karşılaştı. İnşaallah biz bunları anlatacağız.
Bizim şeyhlerimizden birisi bu eyleme destek verenlere karşı çıkmak için dedi ki:
Biz, sünnete bağlı, dinlerinin emirlerini hakkıyle koruyup gözeten, iyi halli ve ilim sahihi imamlar tarafından da bunun uygulandığına (yani namazdan sonra toplu dua yapıldığına) şahit olduk. Onlar bunu imam ve görevli olarak yapmaktadırlar. Hal ve davranışlanyle istisna teşkil edenlerin dışında bunu reddedeni biz görmedik.
(Turtuşi) dedi ki:
Bu itirazcının, insanların bunu devamlı yapıyor olmalarını gerekçe göstermesi bir şey ifade etmez. Çünkü insanların önder kabul ettikleri kişilerin bunu yapmadıkları kesindir. Dedi ki -bid'atler ve sünnete aykırı davranışlar insanlar tarafından yaygın bir şekilde yapıldığında cahiller şöyle demeye başlarlar: Şayet bu bir kötülük olsaydı insanlar yapmazlardı. (Turtûşî) daha sonra İmam Mâlik'in el-Muvatta'daki şu sözünü nakletti: Namaz ezanı kadar insanların üzerinde ittifak ettikleri başka bir şey bilmiyorum. Dedi ki:
Bid'atler çoğaldı diyen tabiiler zamanında durum bu olunca zamanımızda bu işin ne hale geldiğini siz düşünün.
Sonra bu icma şâbit olsa bundan zorunlu olarak bir mahzur ortaya çıkar. Çünkü böyle bir icma, öncekilerin bunu yapmamış olmalarına aykırıdır. O zamanda icmâın icma ile neshi durumu ortaya çıkar ki usûlde böyle bir şey imkansızdır.
Ve yine öncekiler sünnet üzere icma ettikleri için sonrakilerin buna muhalefet etmeleri asla bu sünnetin aleyhine bir delil olamaz. Buna benzer bir mesele Ebu Ali Şâzân'dan,[84] Ebû Abdillah ibn İşhak'a ulaşan bir senetle nakledilen şu olaydır: O dedi ki:
Abdullah ibn el-Hasen -yani Hz. Ali'nin (r.a) torunu ve Hz. Hasanın oğlu-Rabia'nın yanında çok oturdu. Bir gün aralarında müzakere yaptılar. Mecliste bulunan bir adam şöyle dedi:
Bu iş sizin dediğiniz gibi değildir. Abdullah dedi ki:
Ne dersin, câhiller sözlerini geçirecek kadar çok olurlarsa, onlar sünnetin aleyhine delil olurlar mı? Rabia dedi ki:
Ben şehâdet ederim ki bu, peygamberin çocuklarının sözü­dür. Rabia böyle dedi. Ancak ben derim ki:
Ne dersin, mukallitler çoğalırlar da kendi reyleri ile bir şeyler uydururlar ve onunla hükmederlerse, hiçbir değerleri olmadığı halde sünnetin aleyhine bir delil olabilirler mi?
(İnsanların namazı müteakip toplu dua etmelerini savunan kişi) daha sonra iddiasını pek çok şeyle desteklemeye çalıştı. Bunlardan birisi de şu sözüdür: Şöyle bir darb-ı mesel vardır: "İnsanlarla birlikte hata et, fakat tek başına isabet etme" yani insanların birlikte oldukları zaman yaptıkları hataları aslında doğrudur. Senin kendi başına bulduğun doğru ise yanlıştır.
Dedi ki: "sen cemaatten ayrılma! Çünkü sürüden ayrılanı kurt kapar."[85] hadisindeki ifadeler de bu anlama işaret eder. Toplu duayı savunan şeyh bu şekilde dua etmeyi terk eden kişiyi —Senin de gördüğün gibi- İcmâya muhalifi olarak değerlendirdi. İnsanlara tâbi olmaya ve "İhtilaf etmeyin ki kalpleriniz de ihtilafa düşmesin." hadisi sebebiyle muhalefeti terke teşvik etti. Bütün bunlar onların sözünü ettikleri icmaa dayanır. Cemaat de, nasıl olursa olsun insan cemaatıdır. Fırkalar hadisinde sözü edilen cemaatın ne anlama geldiği ileride anlatılacaktır. Cemaat, dünyada tek bir kişi de olsa, sünnete tâbi olan topluluktur.
Hanbelilerden birisi dedi ki.
Ortaya atılan bir meseleye ve sırf abartıldığı için veya o konuda ihtilaf olmadığı bahanesiyle onun hakkındaki sahihlik iddiasına değer verme. Bunu söyleyen kimse; değil o konuda herhangi bir ihtilaf olmadığını, onu sahih kabul eden hiç kimseyi de bilecek durumda değildir. O konudaki hüküm, muhalifin değerlendirme yapabileceği ölçüde açık da değildir. -Dedi ki- benzeri meselelerde İmam Ahmed ibn Hanbel dedi ki:
İcmâ iddiasında bulunan kimse yalan söylemiştir. Ancak pek çok konuda böyle iddialar ileri sürülür. İbn Aliyye (der ki:)
Bununla onlar sünnetleri ortadan kaldırmak istiyorlar. Ahmed demek istiyor ki:
Fıkhi bir konuda bid'açilerin ağzıyle konuşan kimselerle sen sünnetlere ve eserlere dayanarak tartıştığın zaman derler ki:
Bu, icmaa aykırıdır. Şu şu hadislere aykırı olan bu görüşü onlar sadece Medine fakihlerinin bazılarından veya -mesela- bazı Kûfeli fakihler den alırlar ve (diğer) âlimlerin görüşleri hakkındaki bilgisizlikleri ve sünnetleri reyle reddetme cesaretleri yüzünden icma iddiasında bulunurlar. Hatta bazıları meclis muhayyerliği ve benzeri hükümler konusundaki sahih hadisleri sıralar. Bunu hiçbir âlim söylememiştir, demekten başka tutunacağı bir şeyi bulamaz. O, Ebû Hanife veya Mâlik'ten başkasını tanımaz. Onlar böyle bir şey söylememişlerdir. Şayet biraz bilgisi olsaydı, sahabe ve tabiinden bu görüşte olan pek çok kişiyi görürdü.
Bütün bunlar bizim neyi anlatmak istediğimizi gayet açık bir şekilde göstermektedir. Hiç kimsenin iyice araştırıp incelemeden bir ilim adamından şer'i bir hükmü nakletmesi uygun değildir. Çünkü yaptığı iş, Allah'ın hükmünü haber vermektir. O halde ihmalkarlık göstermeyiniz. Çünkü en ufak bir dikkatsizlik apaçık yoldan çıkıp kötülüklere dalmaya sebep olur.
 (Namazı müteakip toplu duayı savunan kişi) daha sonra da bunu yapanları cehalet ve sapıklıkla itham etmeyi, cumhura muhalefet konusundaki işlenen kötülüklerden birisi olarak gördü. Fakat bir kötülüğün varlığı iddia edilecekse bu iddiayı ancak onun söylediği bu sözlere ve cumhura teslimiyetine muhalefet eden kimse ileri sürebilir. Çünkü sünnete tâbi olunduğu için asla bir kötülük olmaz. Selef hak ile amel etmeyi teşvik etmiş ve hakkın taraftarlarının azlığından dolayı üzüntü duyulmamasım tavsiye etmiştir.
Ve yine arefe günü ikindiden sonra dua etmek için Arafat dışında ve benzeri yerlerde toplananlara da tıpkı Bişr el-Muraysi ve Mâbed el-Cüheni gibi kimselere dediği gibi bid'atçi tabirini kullanıp onları kötüleyen kimsenin bu kötülemesi de doğru bir harekettir. İnsaallah o bu sözüyle "insanlar helak oldu, diyen kimsenin kendisi, onların içinde en çok helak olandır" hadisinin anlamı içine girmez. Çünkü bu hadiste kastedilen mânâ, kişinin insanlara tepeden bakmak ve onları küçük görmek maksadıyle bunu söylemesidir. Ancak insanların durumuna üzüldüğü ve acıdığı için bunu söylerse bunda bir sakınca yoktur. Bazıları dediler ki:
İnsaallah biz bunun da üzerinde duracağımızı umuyoruz. O halde bu hadis, bid'atçileri kötüleyenler için bir delil olarak kullanılamaz.
Ona göre (yani namazdan sonra toplu duayı savunan kişiye göre) bu işi yapanlara karşı çıkmanın sebep olacağı kötülüklerden birisi de, bu muhalefetin içerisine kendini beğenmişlik ve yasaklanmış şöhret duygusu gireceği için karşı çıkanın niyetinin bozulması korkusudur. (Namazdan sonra toplu duayı savunan kişi) sanki şöyle demektedir: İslamın garipliği döneminde şöhret korkusu ve kendini beğenmişlik tehlikesine düşmekten dolayı sünnete bağlanmayı terk et. Bu çok ağır bir sözdür ve benzeri başka bir sözle çatışmaktadır. Bu iddianın benzeri de şu sözdür: Onun, insanlara namazların arkasında devamlı olarak toplu dua yaptırması, içerisinde kendini beğenmişlik ve şöhret duygusunu taşıdığı için niyetinin bozulmasına sebeptir. Bu da Karafı'nin izahıdır ve sünnete tabii olma yolunda kabule daha layık olan bir izahtır. Çünkü onun insanlara toplu dua yaptırmayı terk etmesi beraberinde sünnete bağlılığı getirmiş olacaktır. Halbuki toplu duayı yaptıran kişi sünnete bağlılıktan uzaktır ve birincisinden farklı bir yoldadır, niyetin bozulma ihtimali onda daha kuvvetlidir.
Ona göre toplu duaya karşı çıkmanın sebep olacağı bir diğer kötülük de bunun, duanın yararını kabul etmeyen bid'atçilerin görüşünün savunulduğu zanmna sebep olmasıdır. Bu iddianın durumu da önceki iddianın durumu gibidir. Çünkü o bu sözüyle insanlara diyor ki: 
Siz, namazlardan sonra toplu duanın  terk edilmesinde Peygamber'e (s.a) tâbi olmayı bir kenara bırakın. Şayet bu konuda Peygamber'e (s.a) tâbi olmayı terk etmezseniz sizin bid'atçi olduğunuz zannedilebilir. Halbuki senin de gördüğün gibi asıl bid'at ona tâbi olmayı terk etmektir.
İbn el-Arabi dedi ki:
Şeyhimiz Ebû Bekir el-Fihri, rükû esnasında ve başını rukûdan kaldırırken ellerini kaldırırdı. Mâlik'in ve Şafii'nin mezhebi de böyle idi ve bunu Şiiler de yaparlardı. İbn el'Arabi dedi ki:
Ebu Bekir el-Fihri bir gün limanda benim ders yaptığım yer olan Ebu'ş-Şuara mahresinde öğlen namazı esnasında yanımda bulundu. Sözü edilen mahresten mescide girdi. Birinci safa kadar ilerledi. Deniz kemerlerinin üzerinde ben onun arkasında oturarak sıcağın şiddetinden rüzgarı teneffüs ediyordum. Deniz komutanı ve reisi Ebû Semne de bir grup askerinin arasında benim bulunduğum safta bulunuyor ve namazı bekliyordu ve limandaki gemileri gözetliyordu. Şeyh el-Fihri rükû da ve rükûdan başını kaldırırken ellerini kaldırınca Ebû Semne ve adamları dediler ki:
Sen şu doğulu adamı görmez misin, bizim mescidimize nasıl girdi? O adamın üzerine gidin, öldürün ve onu denize atın. Sizi de kimse görmesin. (Bunu duyunca neredeyse) kalbim iki göğsümün arasından fırlayıp uçacaktı. Dedim ki:
Subhanallah! Bu adam zamanımızın en büyük fıkıhçısı et.-Turtûşî'dir. Bana dediler ki:
Ellerini niçin kaldırıyor? Dedim ki:
Rasulullah (s.a) de böyle yapardı. Medinelilerin ondan yaptıkları rivayete göre İmam Mâlik'in mezhebi de budur. Ebu Bekir el-Fihri namazını bitirinceye kadar ben onları susturdum ve yatıştırdım. Onunla birlikte mahresten evine kadar gittim. Yüzümün şeklindeki değişikliği görünce durumumu yadırgadı ve bana bunun sebebini sordu. Ben kendisine olanları anlatınca güldü ve dedi ki:
Ben sünneti uygularken nasıl öldürülürüm? Ona dedim ki:
Bu senin başına gelebilir. Topluluğun arasında bunu yaparsan sana karşı çıkarlar. Belki de canına kastederler. Dedi ki:
Sen bu sözü bırak da başka şeye geç."
Bu kıssanın üzerinde iyi düşün. Bunda şifa vardır. Çünkü dünyada sünneti öldürme kötülüğüne denk başka bir kötülük yoktur. Bir bid'atin sünneti öldürmek olduğu ifade edilmiştir. Fakat Turtûşî kendisine yapılmak istenen kötülüğü hiç önemsememiştir. Onun söylediği söz, muhalifin sözünden daha fazla uyulmaya lâyıktır. Çünkü aralarında ilim yönünden çok büyük fark vardır.
Bir de şu durum var. Şayet namazlardan sonra toplu duayı reddedenler hakkında bunu savunan o kişinin söylediği şeylere itibar edilecek olunursa, arife günü Arafat dışındaki yerlerde toplu duayı reddedenlerin hepsi hakkında söylenebilecek benzeri şeylere de itibar etmek gerekecektir. Halbuki onların içinde Hz. Ömer'in mevlâsı Nâfı, Mâlik, Leys, Ata ve seleften daha başkaları davardır. Onlar hakkında söylenebilecek benzeri sözlere itibar edilemeyeceğine göre bizim bu meselemizde de durum böyledir.
Sonra icma iddiasında bulunan o kişi bu istidlalini şu sözlerle bitirdi: Bu asırdaki bütün ülkelerde cami imamları namazların arkasında dua yapılması konusunda görüş birliği içindedirler. Onların bu işin içine girmeleri de âdeta bir nevi icmayı andırıyor.
Eğer bu sözüyle, sünnetlerin yapılışı gibi terk edilmeyen ve sürekli toplu bir şekilde yapılan duayı kastediyorsa -ki bizim üzerinde durduğumuz mesele de budur- bunun hakkında söylenecek şeyler yukarıda söylendi.[86]


[77] Buhari. K. Âzân. B. Zikir ba'de’s-Salat, h.no:844; K. Daavât. B. Duâ ba'de's-Salat. 6330; K. Rikak. Babu Ma Yukrahu min kil ve kal. 6473; K. Kader, B. Lâ mania Lima A'tallahu. 6615. K. el-İ'tisam, B. Ma yükrahu min Kesrati’s-Sual, 7292. Müslim. Kitabu's-Salat, h.no: 593. Ebû Davud, K. salat, B. Mâ Yekûlü'r-Rasulü iza sellem. 1505
[78] Müslim.  K.  Sâlat.  B.   İstihbâbi ba'de's-Salâti.  no:592.  Tirmizi.   Kitabu's-Salât.  298.   Ebû Davud. K. Salat. B. Ma Yekulu’r-Racuılü İza Selleme, 1512. Nesâî, K. Salat. B. İftitah. 1339. İbn Mâre. K. Salat, B. Mâ Yukâlü ba'de’t-Teslim fi's-Salât, 924.
[79] Saffat: 180.
[80] Tirmizi. K. Daavat, h.no:3419. Ebû Davud. K. Salat, B. Ma Yekûlu'r-Raculü izâ Selleme. h.no: 1509. Her ikisi de Hz. Ali'den rivayet etmiştir.
[81] Ebû Dâvûd, K. Salât, B. Mâ Yekulü'r-Raculü iza selleme, h.no:1508
[82] Tirmizî, K. Daavat, h.no:3546. İbn Mâce, Dua, 3830. Ebu Dâvûd, K. salat, 1510.
[83] Bu konuda daha geniş bilgi için bak: imam Nevevi'nin. îbn Allan tarafından şerhedilen Kitabü’l-Ezkâr'ı ve Mekke Harem'inin İmamı Şeyh Abdülhak'ın Tebdi'u'l-İçtimâi li'd-Duâi ba'de'l-Mektûbe' isimli kitabı.
[84] Şâzân, Ebû Ali'nin babası veya dedesidir. Ebu Ali'nin ismi ise şöyledir: Ebû Ali el-Hasen ibn Ebî Bekir Ahmed ibn İbrahim ibn el-Hasen ibn Muhammet; ibn Şâzân el'Bağdâdi. Bir usûlcüdür. Irak'ın temel direklerindendir. H.339'da doğmuş, h.425 yılının son günü vefat etmiştir. (Siyeru A'lami'n-Nubelâ, 17/415, Şezarat 3/227; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 12/39.)
[85] Bu hadis Ebu'd-Derda'dan rivayet edildi. O dedi ki: Rasulullah'ı (s.a) şöyle derken işittim: Bir köyde ya da bir çölde, üç kişi bir arada olup da eğer cemaatle namaz kılmazlarsa, anla ki Şeytan onlara üstün gelmiştir. Bu nedenle sen cemaatten ayrılma. Çünkü sürüden ayrılan koyunu kurt kapar. Ebû Dâvud, K. salat, B. Teşdid fi Terki'l-Cemaa, h.no:548 Nesâî, K. Emane, B. Teşdid fi Terki'l-Cemaa. 2/106)
[86] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/388-398.