๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 29 Mayıs 2011, 17:15:21



Konu Başlığı: Keyfî arzuya uymak
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Mayıs 2011, 17:15:21
Fasıl
 
Dördüncü Hata: Keyfî Arzuya Uymak

 
İslam dini, mükellefi hevâsı neyi istiyorsa ona çağrıda bulun­maktan uzaklaştırmak için (Allah tarafından) konulmuştur. Tâ ki mükellef, Allah'ın kulu olsun.
Bu bir ana kuraldır ki "Muvafakat" isimli kitabımızın "Mekâsıd" bölümünde yer almıştır. Fakat orada metodolojiye layık bir şekilde külli olarak ele alınmıştır. Her kim bundan haberdar olmak dilerse oradan mütalâa etsin.
Hakikatin yolları şubeler halinde birden çok olunca o yolların hepsini tam olarak ortaya koymak mümkün olmamıştır. Biz bu yollardan bir şubeyi anlatacağız. Bunun bilinmesi diğerlerinin bilinmesine vesile olacaktır.
Biliniz ki: Yüce Allah bu dîni halk için koymuştur; büyüğü-küçüğü, itaat edeni- isyan edeni, iyisi-kötüsü kullar arasında hiçbir kimse için bu din, hususilik ifade etmez. Diğer dinler de, dinin gönderildiği milletlerin hepsine Allah'ın bir hücceti olarak konul­muştur. O kadar ki dinleri getiren peygamberler de dinin hüküm­lerine girmek durumundadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed'i tüm hallerinde ve davranış­larında kendisi için özel veya hem kendisi, hem de ümmeti için genel olarak dinin hükümleri ile muhatap olduğunu görürsün. (Aşağıdaki ayetler bunun bir delilidir:)
"Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini Peygambere hibe eden mü'min kadını, diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helal kıldık)." [114]
"Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helâl değildir." [115]
''Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" [116]
"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın." [117]
Bu ayetlerde geçen ve diğer yükümlülüklerin genel olanları tüm mükelleflere gelmiştir. Peygamber de mükellefler arasındadır. Peygambere de, tüm mükelleflere de mutlak olarak genellikle hükam verici dindir. En büyük hidayete ulaştıran yol budur.
"İşte böylece sana emrimizde Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledi­ğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık"[118] ayetine baktığımızda Allah'ın kitap ve iman ile ilk hidayet verdiği kimsenin Hz. Peygamber olduğunu görürüz. Allah'ın Peygamberden sonra hidayet verdiği kimseler, Rasûlullaha uyanlardır. Hidayet yolunu gösteren kitaptır. Peygambere inen vahiy de yol gösterici ve bu hidayeti açıklayıcıdır. Halk, hidayete bunların hepsiyle birlikte kavuşmaktadır.
Hz. Peygamber'in kalbi, organları, içi ve dışı Hak Teâla'nın nuru ile aydınlanınca, bu aydınlanma bilgi ve uygulama olarak gerçek­leşince, Peygamber bu ümmetin ilk hidayet yolunu göstericisi ve en büyük mürşidi olmuştur.
Yüce Allah bu nuru üzerine indirmekte diğer yarattıklarını değil, hususî olarak Peygamber'ini tercih etmiş, öncelikli olarak kendisi gibi yaratılışta beşer olan kulları arasından onu seçmiştir. Bu seçiş onun beşer olması yönünden olmamıştır. Zira diğerleri de beşer olmakta taşıdığı özelliklerde onunla ortak idiler. Onun seçimi meselâ Kureyş'ten olduğu için de değildir. Aksi halde her Kureyş’linin Peygamber olarak seçilmesi gerekirdi. Yine onun seçilmesi Abdulmuttalip oğullarından veya Arap kavminden olmasından dolayı da değildir. Bil'akis onun Peygamber olarak seçilmesi, kalbini ve (diğer) organlarını aydınlatan vahyin ona mahsus oluşundandır. Sonuçta onun ahlakı Kur'an'dan ibaret hale gelmiştir. Hatta onun hakkında şu ayet-i cehle nazil olmuştur.
".....ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin." [119]
Onun ahlakının Kur'an'dan ibaret olması, ancak vahy'i nefsi üzerine hakem kılmasındandır. O bilgisinde ve uygulamasında hep Kur'ana uygun olmuştur. Vahy Peygambere hâkim olmuş, (O da) vahy'e uygun, vahyde söylenene boyun eğerek, vahyin çağrısına icabet, ederek ve Kur’an’ın hükmü yanında durarak hareket etmiştir. Bu özellik onun getirdiği davada doğru olduğunun en büyük delilidir. Çünkü o getirdiği emre (önce) kendisi uymuş, yasaklara riayet etmiş, öğütlerden öğüt almış, korkulması gerekenden ilk korkan olmuştur. O, Allah ile kulları arasında tercüman olarak ümit kafilesinin başıdır.
Bunların hepsinin gerçeği Hz. Peygamber'in, kendisine inen şeriatı kendi üzerinde hâkim ve hüccet kılması, getirdiği dinin, üzerinde yürüdüğü dosdoğru yola delil olması olur. Bundan dolayıdır ki o, gerçek kul olmuştur. Kul, kelimesi Allah'ın kullarının isimlen­dirildiği en şerefli isimdir. (Hz. Peygamber'in bu şerefli isimle isimlendirildiği aşağıdaki ayetlerde bildirilmiştir):
"Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." [120]
"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan'ı indiren Allah, yüceler yücesidir." [121]
"Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin...." [122]
Bu ayetlere benzeyen başka ayetlerde de, sahih olarak sahibi olduğu kulluğu medhedilmiştir.
Durum böyle olunca Hz. Peygamber'in dışında kalan halkın dini kendilerine hâkim olan bir hüccet kılmaları ve kendilerine hakikate götüren bir meş'ale kılmaları en uygun olan şeydir. İnsanların şerefi, ancak söz, iş ve inanç olarak dinin hükümleri altına girip kazan­dıkları meziyetlere göredir. Sadece akıllı olmalarına ve sadece topluluk içinde mevki sahihi olmalarına göre şerefli olmaları söz konusu değildir. Çünkü Yüce Allah şerefin ölçüsünü takva olarak belirlemiştir. Başka bir şey ile şeref sahibi olmak yoktur. Cenab-ı Hak buyurur ki:
"Muhakkak ki Allah katında en değerli/şerefli olanınız en çok takva üzere olanınızdır." [123]
Her kim dine uymayı en şiddetli bir şekilde korursa o, şerefli ve değerli olmaya en lâyık olandır. Bu hususta daha aşağı derecede olanın, dine uyarak en yüksek derecede olanın derecesine ulaşması mümkün değildir. O halde şeref sahibi olmak, ancak dinin hükmüne uymada üstün gelmeye göredir.
Bundan sonra, deriz ki: Yüce Allah ilim ehlini şereflendirmiş, değerlerini yüceltmiş, (sayıca az olsalar bile) onların değerini çok kılmıştır. Bunun böyle olduğunu kitap, sünnet ve icma' da göster­mektedir. Hatta akıl sahipleri de ilmin ve ilim ehlinin fazileti üzerin­de görüş birliği etmişlerdir. İlim ehli olanlar mertebelerin şereflisine müstehaktırlar. Bu hususta akıl sahibi olanın itirazı yoktur.
Dinler dahi ittifak etmiştir ki dini ilimler, ilimlerin en faziletlisi ve kıyamette Allah katında en büyük ecri olan ilimlerdir. Herkes tarafından bu fazilette ittifak olup bu fazilete layık olduğu isbat edildikten sonra ilimleri -yani din koyucunun meziyet ve faziletini bildirdiği ilimleri- belirlemekte birtakım farklar olduğunda tolerans göstersek de göstermesek de sonuç değişmez.
Dini ilimlerde araç durumunda olanlar vardır, amaç durumda olanlar vardır. Amaç durumunda olan ilimler, böyle olmayanlardan daha yücedir. Böyle olduğunda akıl sahipleri arasında tartışma yoktur. Fıkıh ilmine göre Arapça ilmi gibi. Arapça araç durumun­dadır. Fıkıh ilmi Arapçadan daha yücedir.
Demek oluyor ki ilim ehli, insanların en şereflisi ve derece bakımından on büyük derecenin sahibidir. Bunda şüphe ve tartışma yoktur. Dinde ilim sahiplerinin medhü sena edilmesi ilim sıfatına sahip olmalarından olup, başka bir cihetle değildir. Bu özellik kaydı ile onların medhedilmesi bunu gösteriyor. Eğer bu özellik olmasaydı onların, başkalarına göre bir meziyeti olmazdı. O halde övülmenin gerekçesi ilimdir.
Bundan dolayıdır ki âlimler tüm insanlara fetva, irşad veya mahkeme hükmü verme bakımından hâkim olmuşlardır. Çünkü onlar mutlak olarak hâkim olan din ilmi ile muttasıf olmuşlardır. Onlar başka insanlarda da bulunan kudret, irade, akıl vesair özelliklerden dolayı böyle olmamışlardır.
Çünkü herkeste bulunan bu ortak özellikte bir ayrıcalık yoktur. Onların insanlara hükmetme ve kendilerine başvurulacak durumda olma özelliği, hâkim (durumda) olan ilme sahip olmaları sebebiyledir. Bu itibarla onlar ancak bu cihetle halka hâkim olabilirler. Nitekim onlar sadece bu ilme sahip olma cihetiyle medhü sena edilmişlerdir. Onların hâkim olan bu ilimden diyarda kaldıklarını varsayarsak, hüküm sıfatına sahip olmaları mümkün değildir. Çünkü ancak bu cihetle hüccet durumundadırlar. Bu ciheti elden çıkardıkları zaman hakim -ve hakem- olmaları nasıl tasavvur olunabilir? Bu imkansız­dır.
Nitekim Arapça bilen kimseye mühendis denmez. Mühendis'e de Arapça âlimi denmez. Dini hükmün dışına çıkan kimseye de din ile hükmeden kişi denmez. Böyle bir kimseye bil'akis aklıyla veya kişisel görüşü ile hükmeden denir. Aklı ve kişisel görüşü, hükmedici ilimde hüccet kılmak sahih değildir. Zira hükmedici ilim onu yalanlar ve reddeder. Bu anlayış dahi genel olarak akıllı kimselerin muhalefet etmeyip görüş birliği ettiği bir husustur.
Bu esastan, bunun üzerine bina edilecek bir başka esasa geçiyoruz. Bu da şudur: Dini bilgileri bilen kimsenin sözüne uyulup hükmüne insanlar boyun eğiyorsa bu, dini bilgileri bildiği ve dinin hükümleri gereğince, hükmettiği içindir. Başka bir cihetten değildir. Dini ilimleri bilen kimse. Allah'tan (aldıklarını) tebliğ eden Peygam­berin tebliğcisidir. Din âlimi ulaşabildiği kadar peygamberden gelen bilgiyi alır. Veya mutlaka hüküm vermek üzere yetkili durumda olmak cihetiyle değil, zaruri galibine, göre peygamberden gelen bilgiye ulaşmış olur. Kesin bilgiye ulaşmak gerçekten hiç kimse için sabit değildir. Bu, ancak Allah'ın dini için ve Hz. Peygamber için sabittir. Peygamber dışında hiçbir kimse için böyle bir şey söz konusu değildir. Peygamber'in hatadan korunmuş olma (ismet) delili cihetiyle durum budur.  Bunun delili şudur ki Peygamber'in (her)söylediği ve yaptığı hak'tır. Ayrıca mucize ile birlikte olan risâlet de bunun delilidir. Peygamber'in dışında bir kimse için ismet de yoktur, mucize de yoktur. Böyle bir kimsenin mutlak olarak hüküm verme mevkiinde Peygambere eşit olması söz konusu olamaz. Âlim bir kimsenin hüküm verme makamında olabilmesi ancak dinin gereği olarak hüküm vermiş olma şartına bağlıdır. Eğer bir âlimin verdiği hüküm, dindeki hükme aykırı ise, -böyle olduğu varsayılırsa- bu durumu ile hüküm verici olamaz. Bu, âlimler arasında görüş birliği ile böyledir. Bundan dolayıdır ki dini bir meselede çelişme meydana gelirse, o meseleyi dine götürmek vaciptir. Böylece hak meydana çıkacaktır. Çünkü Cenab-ı Hak da: "
Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûlüne götürün."[124]  Buyurmuştur.
O halde dinin hükümleri ile mükellef olan kimse şu üç durumdan biri üzere olur:
1- Mükellef müctehid olur. Müctehid olanın hükmü ictihadı ise ona göre hareket etmektir. Çünkü delâleti açık bir şekilde açık olmayan işlerdeki içtihadı, ancak dinin delillerine en uygun ve din koyucunun kasdına en yakın olarak meydana geldiği varsayımına göre gerçekleşmiştir. Olabilir ki kendisine zahir olan bir içtihad sonucu, diğer müctehidlere zahir olmamıştır. Bu bakımdan (din koyucunun kasdına) en yakın olarak ortaya çıkan bu sonuca uyması vacip olur. Bunun delili şudur ki, müctehid için delil açıkça ortaya çıktığı zaman, delile uymaktan başka yapacağı bir şey yoktur. Böyle bir durumda içtihadının sonucuna uyamaz. Delilin olduğu yerde onun içtihadı boşa çıkar, yok sayılır. Delil varken içtihada uymak, hüküm sahibi şeriatın doğru saydığı bir şey değildir. Bu durumda müetehidin sözü hüküm olarak dikkate alınmaz.
2- Mükellef, hüküm verecek ilimden yoksun, sırf mukallid birisi olur. Bu durumdaki kimse için kendisini yönetecek birisi, hüküm verecek bir hüküm sahibi ve uyulacak bir âlim mutlaka lazımdır. Bilindiği üzere âlime, ancak hükmedici ilme sahip olduğu için uyulmaktadır. Bunun delili şudur: Eğer bu kimse kendisinin ilim erbabından olmadığını kesin veya ağır basan zannı ile bilseydi ona uymak ve hükmüne boyun eğmek helâl olmazdı. Hatta (diyebiliriz ki) bilgi sahibi olmayan birine, uymayı, avamdan olan birinin de başkasının da gönlünden dahi geçirmesi sahih olmaz. Nitekim bir hastanın doktor olmadığını bildiği kimseye kendisini teslim etmesi mümkün değildir. Bunu, ancak aklını kaybeden biri yapar. Durum böyle olunca, boyun eğilmesi vacip olan bir ilmi bilmesi cihetiyleancak müftî'ye itaat, edilir. Yoksa filan kimse olduğundan dolayı itaat edilmez. Bu kısımda ifade edilenlerde dahi ne akıl, ne de din yönünden görüş ayrılığı yoktur.
3- Mükellef müctehidler derecesinde değildir. Fakat delili ve kullanıldığı yeri anlar. Onun bu anlaması tercihe ve hüküm çıkarma yollarında geçerli delil olmaya elverişli olabilir. Bu kimsenin anlayışının tercihi ve meseleye bakışı geçerli olur veya olmaz. Geçerli sayarsak, bu cihetiyle müctehid gibi olur. Halbuki müctehid ancak hâkim bir ilme tâbidir, o ilme yönelmek durumundadır. Böyle birine benzeyen de, onun gibidir. Geçerli saymazsak mutlaka avam derecesinde olmak durumundadır. Avamdan olan kimse hâkim ilmin doğrultusunda ancak müctehide uymak durumundadır. Avamın derecesinde olan kişi de onun gibidir.
İmdi, deriz ki: işte bu, sahabenin mezhebidir. Hz. Peygamberin vahye uyması anlatılmayacak derecede meşhurdur. Onun ashabına gelince, onların peygambere uyması ise kendilerine muvafık veya muhalifleri dikkate almaksızın olmuştur. Bu da meşhurdur. Bunun delillerini zikrederek bahsi uzatmıyoruz.
Ne olursa olsun, âlimlerden hiçbir kimseye; dine yöneliş olup onun huccetiyle hüküm vermedikçe uyulamaz. Uyulan âlim gerek ana esaslar, gerekse teferruatta dinin hükmü ile hükmeden bir kimse olmalıdır. Bir âlim cüz'î, teferruatla ilgili bir meselede dahi bundan başka bir cihete yönelmiş ise hüküm verecek kimse olamaz, kesin bir şekilde dinin doğrultusundan sapmış olduğu hususta kendisine uyulması doğru olamaz.
Demek ki müctehid olmayan kimsenin, bu konuda meseleye bakarken iki şeye dikkat, etmesi vaciptir:
1- İlim adamına sadece ihtiyaç duyulan bilgi ve bu bilgiden istifade etme yolu cihetiyle uyulmalıdır. Çünkü bu ilmin sahibi, ancak o ilim kendisine emanet edilmiş, bu emanet, kendisinden alınacak bir kişi durumundadır.
Bu kimse hata ettiğini bilir veya ağır basan bir kanaatle hatalı olduğunu sanırsa, durumu ne olacaktır?
Üzerindeki emaneti terk ettiğini (yerine getirmediğini) bilirse durumu ne olacak?
Herhangi bir şekilde doğruluk çizgisinden sapma oluşmuş ise durumu ne olacak?
Bu durumlarda tevakkuf edilmeli (yani uyma tercihi yapılma­malı) durum açıkça ortaya çıkmadıkça uymakta ısrar etmemelidir. Çünkü âlim kimsenin her ortaya attığı mutlaka hak değildir. Çünkü hata etmesi, (ayakları) kayması, bazı meselelerde ağır basan zannı ile hüküm vermesi veya benzeri şeylerin olması mümkündür.
Âlime uyan kimse ilmi meseleleri inceleyecek, kendisine söyle­nileni görecek durumda —zamanımızın ilim adamları gibi- olursa vaziyet şudur: Bu kimsenin hakikate ulaşması kolaydır. Çünkü kitaplarda nakledilen bilgiler ya ezberindedir veya etüd ve müzakere etmek suretiyle gerçekleştirmek üzere kitaplarda hazır durumdadır.
Âlime uyan kimse sadece avamdan/halktan biri ise dini ken­disine aktaranlarda çelişkiler gördüğü zaman bir tereddüt ortaya çıkacaktır. Sonunda âlimlerden bazısını taklid etmeye başvurmak kaçınılmaz olacaktır. Çünkü tek meselede, aynı zamanda farklı iki şeyi taklid etmek mümkün değildir. Eğer bu mümkün olursa, yaptığı uygulama her iki görüşe göre de olmayacaktır. Bil'akis hiç kimsenin söylemediği üçüncü bir görüş olacaktır. Bu tür bir uygulamanın daha önce geçen selefi salihte olmaması bu ifadeyi desteklemektedir. Böyle bir davranış icmâ'a aykırıdır.
Avamdan bir kimsenin tek bir âlimi taklid etmesi gerektiği sabit olduğuna göre, taklid edilme durumunda olan iki âlimden her biri diğerine göre gerçeğe daha yakın olduğunu iddia etmektedir. Böyle bir iddiadan dolayıdır ki ona muhalif olmuştur. Yoksa muhalif duruma düşmeyecekti. Avamdan olan kimse ictihad yapılan yerleri bilmez. Mutlaka ona iki âlimden hangisinin hakka daha yakın olduğunu bildirecek birine ihtiyaç vardır. Bu, avamdan olan kimse için, ancak kestirme bir yol ile belirgin hâle gelir. Bu ise taklid edeceği iki kişiden hangisinin daha çok bilgili, daha çok faziletli olduğunu tercih etmesidir. Bu husus, âlimler ve talebeler toplulu­ğunun çoğunluğuna göre açıktır. Böyle bir mesele onlara göre gizli değildir. Çünkü en çok bilme özelliğine sahip olan kimse, avamdan olan kişiye göre hüküm verici bilgiye en yakın kimsedir. Bu yakınlık, en iyi bilme yönünden başka bir yön değildir. O halde avamdan olan kişi, âlimi ancak hükmedici ilimle hükmeden bir kişi oluşu itibariyle taklid edecektir.
2- Dini bakımdan taklid edilmesinin hata olduğu ortaya çıkan kimseyi taklide yönelmemek. Bu şöyle olur; Avamdan olan veya avam yerine geçen kimse, âlimlerden bazısını taklid etmiş olur. Bu taklid:
Ya o âimin (taklid edene veya) bölge halkına göre[125] taklid edilmeye daha elverişli olması yüzünden olur.
Veya bölge halkı o âlimin diğer mezhep(ler)de değil, kendi mezhebindeki fıkıh bilgisine güvendiği için olur.
Taklid hangi gerekçe ile olursa olsun, taklid eden için taklid ettiği âlimin çeşitli bazı meselelerde hata ettiği, hükmedici ilmin doğrultusundan çıktığı açıkça belirlenmiş olursa, hâlâ ona uymaya körü körüne bir taraftar olarak -hele hata ettiği meselelerde- devam etmemelidir. Zira onun körü körüne taraftar olarak uymaya devam etmesi, önce dine muhalefet olur. Sonra da uyduğu kimseye muha­lefet olur. Dine muhalefeti, (hatası belirgin kimseyi taklid ederek) ona karşı gelmesi sebebiyledir. Uyduğu kimseye muhalefeti, uyma şartından (dışarı) çıkışı sebebiyledir. Çünkü her âlim, açıklar ve bildirir ki kendisine uyulması, ancak başkasıyla değil, dinin hüküm­leri ile hükmetmesi şartıyladır. Dinin dışına çıkarak hükmettiği ortaya çıkınca, kendisine uyulma şartının (dışına) çıkmış demektir. Bu durumda olan kimseyi taklid eden de ona uyma şartından çıkmış olur.
İmam Mâlik'in bu konuda meâlen şöyle bir sözü vardır:
Benim söylediğimden Kur'ana ve hadise uygun olanı alınız. Uygun olmayanı ise terk ediniz.
İmam Şafiî de şöyle demiştir:
Hadis, benim mezhebimdir. Ona aykırı olanı duvara çarpınız.
Âlimler şöyle demişlerdir:
Bu herkesin lisan-ı haliyle söylediği­dir. Bunun anlamı şudur: Sizin bütün söyledikleriniz dinin hükmüne uygun mudur, araştırılır. Eğer böyle ise ne a'lâ. Şayet böyle değilse, söyledikleriniz dine ait değildir. Gerçek din âlimleri de dine aykırılıklara nisbet olunmaya razı olacak kimseler değildir.
Fakat bu noktada iki vecih düşünülür



[114] Ahzâb: 50
[115] Ahzâb: 52
[116] Tahrim: 1
[117] Talâk: l
[118] Şûra: 52
[119] Nun: 4
[120] İsra: 1
[121] Fur'kan: l
[122] Bakara: 23
[123] Hucurât: 13
[124] Nisa: 59
[125] Burada asıl eserde bir atlama olabileceğine dair dipnot vardır. Çok önemli bir mana farkı olmadığı için tercüme edilmemiştir. (Çeviren)