๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:18:25



Konu Başlığı: İkinci problem
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:18:25
Fasıl
 
(İkinci Problem)



Birinci problem ve cevabını böylece anlattıktan sonra sıra ikinci probleme geldi. O da şudur: Sürekliliği meşakkat veren nafileleri sürekli yapmak delile aykırıdır. Delile aykırı olunca da bununla ibadet eden kimse bu takdirde meşru olmayan bir şeyle ibadet etmiş olur. Meşru olmayan bir şey ise bid'atin ta kendisidir. Böyle bir durumda bid'ati kötüleyen delilleri ya onun için de sıralarsın veya sıralamazsm. Şayet bid'ati kötüleyen delilleri böyle bir amel için sıralarsan bu iki şeyden dolayı sahih değildir/geçersizdir:
Birincisi: Rasulullah (s.a), Abdullah ibn Amr'in davranışına kar­sı, gerektiği şekilde hoşnutsuzluğunu ifade edince Abdullah ibn Amr (r.a) Hz. Peygamber'e (s.a):
"Ben bundan daha fazlasını yaparım" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) ona:
"Bundan daha fazlasını yapma." dedi ve daha sonra da onu o ısrarcı tutumunda bıraktı. Şayet Abdullah, Rasulullah'ın kendisini bu davranıştan nehyetmekle birlikte onayladığı anlamını da çıkarmasaydı "keşke Rasulullah'ın ruhsatını kabul etseydim!" deyinceye kadar ısrarcı tutumunu sürdür­mez ve yıl boyu oruç tutmaya devam etmezdi. Şayet: Bu bir bid'attir ve bütün bid'atler istisnasız zemmedilmiştir/yerilmiştir, dersek o zaman da Abdullah ibn Amr'in hata ettiğini söylemiş oluruz. Halbuki bu caiz değildir. Nitekim sahabenin, Rasulullah'ın yasakladığı bir şeye ibadet yaparak kasten onun emrine muhalefet ettiğine inanmak doğru değildir. Allah kendilerinden razı olsun, sahabiler böyle bir duruma düşme konusunda Allah'tan en çok korkan kimselerdi. Visal orucu ve benzeri zor ibadetler Abdullah ibn Amr'in dışındaki başka sahabilerden de sabit olmuştur. Hal böyle olunca böyle şeylere bid'at denilemez.
İkincisi: İfa etmek ve bırakmamak şartıyla bir nafileyle amel eden kişi, şarta bağlı kalır ve o şekilde edâ ederse Şâriin maksadı hâsıl olmuş olur. O zaman ortadan yasaklık kalkar ve delile muha­lefet de söz konusu olmaz, bid'at de söz konusu olmaz. Nafile amelindeki başladığı devamlılığı bırakırsa ve bunu da kendi iradesiyle yaparsa şüphesiz delile muhalefet etmiş olur. Bunun durumu adakta bulunan kişinin durumuna benzer. Mazeretsiz olarak mendubu terk etmiştir. Bununla birlikte onun bu terkine bid'at ismi verilemez. O nafileyi sürekli yaparken de yaptığı işe bid'at denilemez. Sürekli yapan da sürekli yaparken terk edende bid'atçi diye isımlendirilemezler. Bir hastalığa yakalanması veya başka bir mazeretten dolayı terk etmişse zâten delile muhalif olduğunu söyleyemeyiz. Nitekim vâcibde bile herhangi bir mazeretten dolayı o vacibi terk etmek mecburiyetinde kalan kimse delile muhalefet etmiş olmaz. Mesela hastanın orucu, güç yetiremeyenin haccı terketmesi gibi. O halde bu terk ediş de bid'at değildir.
Böyle bir amel (yani nafileleri sürekli hale getirme ameli) için bid'ati kötüleyen delilleri sıralamazsak, o zaman şunu söyleyebiliriz: Bid'atin kısımları içinde öyleleri vardır ki bunlar yasaklanmamıştır. Üstelik bunlardan bazıları ibadet maksadıyle yapılırlar. Bunlar mürsel maslahatlar cinsinden şeyler değildir. Genel manada herhangi bir asla (şer'i aslı delile) dayanan diğer şeylerden de değildir. O halde bu asıl (yanı yasaklanmamış olması) ibadet maksadıyle sürekli hale getirilen aslı olan ve olmayan her şeyi kapsar mı, kapsamaz mı? Aslı olan derken genel manada bir aslı (yani icmalî bir delili) kaste­diyoruz. Yoksa özel manada bir aslı (yani tafsili bir delili) kastet­miyoruz. Mesela Rasulullah'ın doğdukları geceyi ibadete, gündüzünü oruca tahsis etmek veya özel rekatlı namazlar kılmak, Recep ayının ilk Cuma gecesini, Şabanın onbeşinci gecesini ibadetle geçirmek, imamın önderliğinde namazların sonunda devamlı açıktan dua etmek ve buna benzer açıkça delili bulundurmayan şeyler böyledir. (Bunlar açık bir delille yasaklanmamıştır diye) bid'atleri kötüleyen deliller bunlar hakkında sıralanmadığı zaman sünnet-bid'at konusunda yukarıda yapılan temellendirme/bir sisteme bağlama çalışmalarının hepsi boşa gitmiş olacaktır. (Bu bir problemdir.)
Birinciye verilecek cevap: Rasulullah'ın Abdullah ibn Amr'ın davranışını (nehyetmekle birlikte) onayladığı (yani onu o haliyle bıraktığı ve muaheze etmediği) doğrudur. Nehy ile irşadın/yasak­lama ile yol göstermenin hârici bir durumdan dolayı bir arada bulunması imkansız değildir. Nehiy, ibadetin kendisindeki veya rükünlerindeki bir eksiklikten dolayı değildir. Nehyin sebebi sadece muhtemel bir durumun ortaya çıkması korkusudur. Nitekim Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir:
Visalin nehyi, caydırmak maksadına yöneliktir. Bu nehiy kesin bir yasaklık manasını ifade etseydi, onlar bunu yapmazlardı.
Bak, ibadet olma ve yasaklanmış olma vasfı tek bir şeyde nasıl bir ar ava gelmektedir. Fakat her ikisi de dikkate alınacak şekilde bir araya gelmektedir. Bunun bir benzeri fıkhı meseleler içinde geçmektedir.  Muhakkıklardan bir cemaate göre Cuma ezanından sonra alış verişin yasaklanmış olması, onun alış veriş olması yönünden değil bilakis böyle bir alış verişin Cuma namazında bulunmaya engel olması yönündendir. Açıkça yasaklanmış olsa bile onlar yapılan bir alış verişi fasit olarak kabul etmekle beraber yine de caiz görürler/geçerli sayarlar. Çünkü onlar nehyin yani yasağın alış verişin bizzat kendisine değil, beraberindeki bir duruma yönelik olduğunu bilirler. Bu sebepledir ki bu alış verişin feshedilmesi görü­şünde olanlardan bir grup bu yasağın gayesinin satıcı ve müşteriyi engellemek olduğunu, yoksa alış verişi yasaklamak olmadığını söylerler. Bunlara göre bu alış veriş fasit de değildir. Yasaklama da alış verişle ilgili değildir.
İbadetin emredilmiş olması bir şeydir. Mükellefin onu ifa ediyor olması da başka bir şeydir. Rasulullah'ın (s.a) başlangıçta kendisini nehyettiği halde, Abdullah ibn Amr'ın yıl orucundaki ısrarına rıza göstermiş olması o davranışın fesadına delalet etmez. Eğer onun fesadına delâlet etmiş olsaydı bir çelişki olurdu ki bu imkansızdır. Ancak burada başka bir bakış açısı daha vardır ki o da şudur: Böyle meselelerde Rasulullah (s.a) mükellef için bir mürşid mesabesindedir ve nasihate ihtiyaç duyulan bir yerde nasihate başlayan kişi gibidir. Mükellef, nefislerin ileride karşılaşacağı arızaları/engelleri kendisin­den daha iyi bilen nasihatçının nasihatini dinlemeksizin kendisini o ise zorladığı zaman, tevil ile de olsa nassın mevcudiyetine rağmen kendi görüşüne uyan kimse gibi olmuş olur. Şayet lafızda bid'at diye isimlendirilirse bu bakış açısına göre yapılmış bir isimlendirme olur. Yoksa o da nasihat sahibi tarafından belirlenmiş olan delile uyan kişidir. O delil ise kendini ibadetle Allah'a vermeye delâlet eden bir delildir.
Bundan dolayıdır ki böyle konularda bunların hakiki değil, izâfı bid'at oldukları söylenmiştir. Bu tür şeylerin izafi bid'at oluşunun anlamı şudur: Devamlı yaptığı takdirde meşakkat çekecek kimseye nisbetle bu konuda delil terk edilir, (yani kendini tamamen ibadetle Allah'a verme deliliyle amel edilmez) şartını yerine getiren kişiye nisbetle de bu delil tercih edilir/onunla amel edilir. Bu sebepledir ki Abdullah ibn Amr, zayıfladıktan sonra da ve bu konudaki ruhsatı kabulü temenni edecek derecede bazı sıkıntılarla karşılaşmış olsa da şartını yerine getirmiştir/başladığı ameli boşlamamıştır. Hakiki bid'at, ise böyle değildir. Hakikî bid'atteki delil, tercih edilmemiş olmaktan da öte tamamen ortadan kaybolmuş durumdadır. Bu mesele, müctehidin yanılması meselesine benzer. Her ikisi hakkında da söylenecek söz birbirine yakındır. İnşaallah her ikisi hakkında da ileride bir şeyler söylenecektir.
Tartışmacının "şarta bağlı kalır ve o şarta uygun şekilde edâ ederse..." diye başlayan ve devam eden sözü sahihtir/doğrudur. Ancak "meselâ hastalık gibi bir engelden dolayı terk ederse" sözüne gelince, bizim üzerinde durduğumuz konu böyle değildir. Bilakis burada başka bir bölüm söz konusudur ki o da, görünürde onun sebebi olmasa bile bizzat kendisinin içinde bulunduğu durumun (yani ısrarcı tutumunun) yol açtığı bir sebeple onu terk etmesidir. Meselâ bir kimse kendi iradesiyle cihadı terke derse bu, (emre karşı) apaçık bir muhalefettir. Hastalık veya benzeri bir mazeretten dolayı terk etmesi ise muhalefet değildir, gayet o, kendisinin cihada güç yetiremeyeeek derecede hastalanmasına sebep olacağı genellikle bilinen bir ameli işlerse işte bu, iki taraf ortası yani muhalefetle muhalefetsizlik ortası bir durumdur. Engelin asıl sebebi bizzat kendisi olduğu için o, bu amelinden dolayı övülmez. O, amelden tiksintiye veya vacibin edasında güçsüzlüğe sebep olan kendini nafile ibadete aşırı verme hâlinin bir benzeridir. Bu mükellef, yasağa muhalefet etmiştir. İbadeti şartına uygun bir şekilde edâ etmesine engel bir güçlükle karşılaşması yönüyle de mazur sayılabilir. Böylece burada iki bakış arasında bir bakış daha ortaya çıkmıştır ki bununla amel, mutlaka ikisinden birisine varır, bağımsız değildir.
Tartışmacının "Bid'atin yasaklanmamış kısımları da vardır" sözüne gelince, durum onun dediği gibi değildir. Çünkü mendup, mendupluk vasfıyle emrin mutlaklığı yönünden vacibe benzer.[42] Terk edenin günahkâr olmaması yönünde de mubaha benzer. Mendup vacip ile mubah arasında orta bir noktadır. Ne o tarafa, ne bu tarafa doğru sarkmaz. Ancak şer'î kaidelerin onunla amel etme yönünde bir şartı ortaya koyması bunun dışındadır. Onunla amelin şartı, ya doğrudan mendubun terkine veya ondan daha faziletli olan bir şeyin terkine yol açacak bir güçlüğe sebebiyet vermeyecek tarzda olma­sıdır. Bunun ötesi mükellefin seçimine bırakılmıştır. O ameli yapma­ya giriştiği zaman, bu girişiminde ya bu şartın ortadan kalkması maksadı da vardır veya yoktur. Şayet böyle bir kasıt varsa bu bölüm inşaallah ileride anlatılacaktır. Meselenin özü şudur: Şüphesiz Şârî', güçlüğün ortadan kalkmasını istemektedir. O ise, hem kendisini zora sokmakta ve gücünün yetmeyeceği bir yükümlülüğün altına girmektedir, hem de o amelin içine girdiğinden dolayı pek çok vacibi ve daha faziletli sünnetleri ihlâl etmektedir. Bunun kötülenen bir bid'at olduğu bilinmektedir.
Böyle bir maksadı olmaksızın o amelin içine girdiği zaman, mendup ya kendi mecrasında devam edecektir veya kendi mecra­sında devam etmeyecektir. Şayet iştiyak duyduğu ve giriştiği amelden daha hayırlı başka bir amelle o amel çakışmadığı zaman gücü yettiğince onu yapmakla mendup kendi mecrasında cereyan etmiş olursa bu tartışmasız ve tam anlamıyle bir sünnettir. Çünkü deliller böyle bir amelin sıhhatinde/geçerliliğinde birleşmektedir. Çünkü deliller böyle bir ameli (mutlak anlamda) emretmekte, mükellef de o ameli terketmemektedir, deliller o amelin içine fazla dalıp da meşakkate girmeyi yasaklamakta, mükellef de bundan kendini sakındırmaktadır. O halde bunun sıhhatinde şüphe yoktur. İlk selefin ve onlardan sonrakilerin durumu budur. Şayet mendup kendi mecrasında cereyan etmezse, fakat o amelin içine ısrarcı olma ve devamlı yapma görüşünü dahil ederse bu görüş başlangıçta mekruhtur.
Fakat şeriatten anlaşılan şudur ki, vefa göstermek (yani sürek­liliği terk etmemek) -şayet tahakkuk ederse- inşaallah nehyin keffaretidir. Bid'at manası buna uygun düşmez. Çünkü Allah Teala adağı yerine getirenleri ve söz verdiklerinde sözlerinde duranları övmüştür. Vefa göstermezse (yani sürekliliği tercih ettiği halde buna riayet etmezse) nehyin yüzü açıkça ortaya çıkar. Belki, adak olmayan iltizamında (o ameli kendisine sürekli görev edinmede) günahkâr bile olur. Vefasızlık ihtimalinden dolayı onun için bid'at lafzı da kullanılabilir. Bid'at lafzının onun için kullanılması, hakkında bir delilin olmayışından dolayı değil, delilin mevcudiyetinden dolayıdır.
Bu sebepledir ki bir insan, devamlılığında kesinlikle bir meşak­katin meydana gelmeyeceği bilinen veya zannolunan bazı mendupları kendisine görev edindiği zaman -ki bu, üzerine dikkat çekilen üç şekilden üçüncüsüdür- nehyin yani yasağın içine girmemiş olur, bilakis tam anlamıyle mendupların içine girmiş olur. Meselâ farz namazlarla birlikte kılınan revâtip nafileler, namazların arkasından söylenen teşbihler, tahmidler ve tekbirler, sabah akşam sürekli söylenen zikirler ve daha faziletlisini ihlâle sebep olmayan ve ne kendisi, ne de sürekliliği nefse meşakkat vermeyen benzeri şeyler böyledir.
Bu kısmın devamlı yapılmasına dâir teşvik edici apaçık deliller gelmiştir. Hz. Ömer'in Ramazanda mescidde insanları toplaması ve insanların da buna uyması bu delillerden birisidir. Çünkü o başlangıçta Hz. Peygamberden (s.a) sabit olan bir sünnetti. Sonra Hz. Ömer onu gücü yetenler ve isteyenler için sürekli hale getirdi. Devamlı değil, senenin bir aymda bu uygulanacaktı ve insanların kendi tercihlerine bırakılmıştı. Çünkü o şöyle demişti: Teravihi, bir müddet uyuduktan sonra kalkıp kılanların ameli daha faziletlidir.
Selefi salih teravih namazını evlerde kılmanın daha faziletli olduğunu anladılar. Onlardan pek çoğu (yatsı namazını camide kıldıktan sonra) evlerine dönüyorlar ye teravih namazını evlerinde kılıyorlardı. Bununla beraber Hz. Ömer: Bu ne güzel bid'attir, demişti. Gördüğün gibi Hz. Ömer (r.a) senede bir ay da olsa -Allah bilir ya- devamlılığına önem verilmesini, kendisinden öncekilerde sürekli bir amel olarak vuku bulmamasını veya -her ne kadar aslında bu şekilde vâki olsa da- diğer nafilelerden farklı olarak camide açıktan kılınmasını göz önüne alarak onun hakkında bid'at lafzını kullanmıştır. Özellikle bu ibadetin delili açık olunca: Bu ne güzel bid'attır, demiştir. Bunu "güzel" "ne güzel!" anlamına gelen  (ni'me) kalıbını kullanarak güzel göstermiştir. kalıbı, teaccüb kalıbının da ifade ettiği medh manasını ifade eder. Şayet sadece medhi/övgüyü ifade eden  değil de, hem teaccüp hem de medhi birlikte ifade eden teaccüp kalıbını kullansaydı ve (yanı, bu, bid'attan çok daha güzeldir) deseydi, o zaman bid'at olmaktan kesinlikle çıkardı.
Ebû Ümâme'nin sözü de ayeti delil kullanarak bu mana üzere cereyan etmiştir. O şöyle demişti:
Üzerinize farz kıhnmadığı halde siz Ramazanda teravih namazını cemaatle kılmayı icat ettiniz. Bunun manası bizim yukarıda zikrettiğimizde. Bunun için şöyle dedi:
O halde buna devam edin. Şayet gerçekten bid'at olsaydı bundan men ederdi. Bu yönden biz de sözümüzü, Rasulullah (s.a) ileride meşakkat, vermesinden korkulan ibadet şeklinden nasıl nehyetmişse ona uygun tarzda söyledik ve şeriatteki konuluş biçimine dikkat çekmek için bunu da izafî bid'atler kısmına kolayca koyduk. Tâ ki hiç kimse bunda bir yanılgıya düşüp de başka bir biçimde bunu kullanmasın, ona kıyas ederek, ne yaptığını bilmeksizin hakiki bid'atle amel etmek için bunu bir gerekçe olarak ileri sürmesin. Biz bu konuda bid'at lafzını kullanmakta zorlandık. Şayet bir zorunluluk olmasaydı böyle yapılmaması gerekirdi. Başarı Allah'tandır.[43]



[42] Yani mendup da vacip de talep edilen şeylerdir (Çeviren)
[43] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/351-356.