๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 04 Haziran 2011, 15:43:29



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 04 Haziran 2011, 15:43:29
Fasıl


Denilse ki: Şeriatte bu tür umumi olan şeylerin tahsisine/sınırlandırılmasına, mutlak olan şeylerin takyidine delalet eden şeyler belli olduğu, âlimler bunların içinden pek çok mesele çıkardığı ve bunlardan her birini naklen sabit olana uygun olarak uyulması gerekli belli esaslara bağladığı halde bu hükümler bid'atçiler hakkın­da nasıl uygulanır? Çünkü zahiri manaların gereğinin dışına ancak içtihatla, daha doğrusu hakkında nas olduğu için tahsis edilen şeye kıyas edilerek çıkılır. Bu sebeple insanlar bid'atleri kısımlara ayırdılar ve hepsini mutlak olarak kötülemediler.                     
Onların söyledikleri şeylerin tamamının birkaç dayanağı vardır:
Birincisi: Hz, Peygamber'in (s.a) Sahih'te geçen şu hadisidir:
"Kim güzel bir sünnet çıkarırsa hem o çıkardığı güzel sünnetin seva­bını, hem de o güzel sünneti işleyenlerin sevabını kazanır. Bununla beraber o sünneti işleyenlerin sevabından da hiçbir şey eksilmez. Kim kötü bir sünnet çıkarırsa hem o çıkardığı kötü sünnetin güna­hını, hem de onu işleyenlerin günahını yüklenir. Bununla beraber diğerlerinin günahından da hiçbir şey eksilmez."
Tirmizi'nin tahriç ettiği ve sahihtir dediği bir hadiste Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim bir hayra delâlet ederse onu yapan kimse­nin sevabı kadar sevap alır."
Yine Tirmizi'nin Cerir ibn Abdillah'tan rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim hayırlı bir sünnet çıkarırsa/çığır açarsa, kendisine hem bu işlediği hayrın sevabı, hem de kendi­sinden sonra bu yoldan gidenlerin sevabının tamamı kadar sevap verilir. Bununla beraber onun açtığı hayırlı yoldan gidenlerin seva­bından da hiçbir şey eksiltilmez. Kim şer yolunda kötü bir çığır açarsa, kendisine hem bu işlediği kötülüğün günahı yüklenir, hem de bu yoldan gidenlerin günahı kadar günah yüklenir. Bununla beraber onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez."
Bu hadisler, hayırlı bir sünnet işleyen/iyi bir çığır açan kimsenin bu yaptığının iyi bir şey olduğunu açıkça ifade etmektedir ve bid'at çıkaran hakkında "sünnet çıkaran" tabirinin kullanılabileceğine delalet etmektedir. Çünkü "istinân" yani "sünnet çıkarma" fiili şârie değil, mükellefe nisbet edilmiştir. Şayet "şeriatte sabit olan bir sünneti işleyen kişi kastedilmiş olsaydı "men senne" yani "kim sünnet işlerse" demezdi:
"Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki onun dökülen kanının günahından bir hisse de Hz. Adem'in ilk oğluna yüklenmemiş olsun. Çünkü cinayet işleme sünnetini ilk defa çıkaran kişi odur."
Sünnet çıkarma sözü burada hakiki anlamda kullanılmıştır. Çünkü cinayet, Âdem'in  (a.s) vücuda gelmesinden sonra yeryüzünde daha önce işlenmemiş yeni bir icat idi.
Hz. Peygamber'in (s.a) "Kim güzel bir sünnet çıkarırsa" sözü de böyledir. Yani onu ilk defa kendisi icat ederse demektir. Fakat bu sünnetin güzel bir sünnet olması şarttır. İşte o zaman sözü edilen sevab onun olur. Burada şer'an sabit olan bir sünneti işleyen kimse kastedilmemiştir.
"Kim benim sünnetimle amel ederse" veya "kim benim sünnetim­den bir sünnetle amel ederse" gibi sözler de bu anlama gelir. Nitekim Tirmizi'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Bilâl ibn el-Hâris'e:
"Bil" demiş, Bilal de:
Bileyim ya Rasulallah! demiş,
Rasulullah (s.a) ona:
"Bil yâ Bilal" demişti:
Bileyim ya Rasuluîlah" deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu:
"Bil ki kim benden sonra öldürülmüş bir sünnetimi diriltirse o sünnetle amel edenlerin sevaplarından hiçbir şey eksiltilmeksizin bir o kadar sevap da onun için vardır. Kim Allah ve Rasulünün razı olmadığı sapık bir bid'ati icat ederse o bid'atle amel eden insanların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeksizin bir o kadar günah da o sapık Bid'ati icat edene yüklenir."
Bu hadis hasendir.
Enes'ten (r.a) rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a) bana buyurdu ki:
"Evladım! Eğer kalbinde hiç kimseye karşı bir kin ve düşmanlık duygusu olmaksızın sabaha ve akşama erişebilıyorsan öylece yap." Sonra bana dedi ki:
"Evladım bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi diriltirse beni seviyor demektir. Kim beni severse cennette benimle beraberdir."
Bu hadis hasendir. Hz. Peygamber'in:
"Kim benden sonra öldürülmüş bir sünnetimi diriltirse" sözünü sünnet olduğu sabit olan bir şeyle amel etme konusunda söylediği gayet açıktır. "Kim benim sünnetimi diriltirse beni seviyor, demektir" sözünün de sabit olan bir sünneti ifade ettiği gayet açıktır. "Kim şöyle bir sünneti çıkarırsa" sözü ise bunun hilafındadır. Çünkü bunun daha önce sabit bir sünnette mevcut olmaksızın ilk defa icat edilen bir şey hakkında söylendiği gayet açıktır.
Hz. Peygamber'in (s.a) Bilal ibn el-Hâris'e söylediği: "Kim sapık bir bid'ati icat ederse." sözüne gelince, bu da bid'atin mutlak olarak kötü olmadığını, ancak sapık bir bid'at olması ve Allah ve Rasulü'nün razı olmadığı bir bid'at olması şartıyle kötülenebileceğini açıkça ifade etmektedir. Bütün bunlar, bu özellikleri taşımayan bir bid'atin kötülenmeyeceğini, sahibinin günahkâr olmayacağını, dolayisıyle onun güzel bir çığır/sünnet olma vasfına avdet edeceğini ve sevap vadine dâhil olacağını gerektirmektedir.
İkincisi: Allah kendilerinden razı olsun, selef-i salih -ki onların en uluları sahabilerdir- Kitap ve sünnette olmayıp da kendilerinin güzel olarak gördükleri ve üzerinde icma ettikleri şeylerle amel etmişlerdir. Muhammed ümmeti sapıklık üzere birleşmez. Onlar ancak hidayet üzere ve güzel olan şey üzerinde birleşirler.
Onlar Kur'an'ın toplanması, mushaflarda yazılması, insanların Hz. Osmanın yazdırdığı mushaflar üzerinde birleştirilmesi ve Hz. Peygamber (s.a) zamanında kullanılan diğer kıraatlerin terk edil­mesi konusunda ittifak etmişlerdir. Halbuki bu konularda hiçbir nas olmadığı gibi yasak da yoktur. Sonra insanlar bu güzel reyde onların izinden gittiler ve ilmi topladılar, derlediler ve yazdılar. Bu konuda öncülük yapanlardan birisi de Mâlik ibn Enes'tir (r.a) Kendisi onların sünnete en çok bağlı olanlarından ve bid'ate en çok karşı çıkanlardandı.
Her ne kadar onlardan hadis ve diğer ilimlerin yazılmasının mekruh olduğuna dair rivayetler nakledilmişse de bu böyledir. Bu tür rivayetleri şöyle anlamak gerekir: Onlar ya yazıya güvenilerek ezber ve ilim tahsilinin terk edileceğinden korkmuşlardır, ya da Kitap ve Sünnetten nakledilen şeylerin değil, rey olan şeylerin yazılmasını mekruh görmüşlerdir.
Bundan sonra insanlar her şeyin tedvin edilmesi/derlenip yazıya geçirilmesi konusunda ittifak etmişlerdir. Çünkü din zayıflamış, ilim tahsili yapan müctehitler azalmış ve ilmin yazılmaması halinde tamamen dinin aleyhine bir durumun ortaya çıkmasından korkmuş­lardır.
el-Lahmi[61] ilim kitablarının satışı ve eğitim ve öğretim amacıyle kiraya verilmesinin mekruhluğu konusunda Mâlik'in ve diğerlerinin sözü hatırlatıldığı zaman kitaplarını bu amaçla kiraya verdi ve bu konudaki ihtilafı anlattıktan sonra şöyle dedi: Bugün artık bunun vaizliğinde ihtilaf edildiğini zannetmiyorum. Çünkü insanların ezber ve anlayışları zayıfladı. Halbuki öncekilerden pek çoğunun kitapları yoktu.Mâlik der ki:
Kasım ve Said'in kitapları yoktu ve şu levhalara yazan hiç kimseye de okumuyordum. İbn Şihab'a dedim ki:
İlmi yazar mıydın?
Hayır, dedi. Dedim ki:
Senin için hadis yazmalarını ister miydin?
Hayır, dedi.
O zaman insanların durumu bu idi. Şayet insanlar onların yolundan gitmiş olsalardı ilim kaybolurdu ve aramızda  onun ne ismi ne de resmi kalırdı. Halbuki bugün bu insanlar onların kitaplarını okuyorlar. Sonra onlar bu konuda hatalı davranıyorlardı.
Birde şu var: Hakkında nas olmayan meselelerde içtihatla görüş bildirmenin ve kıyas yapmanın vâcibliği konusunda aramızda ihtilaf yoktur. Eğer öyle olsaydı onların yazılması ve satılması ihmal edilir, bu da içtihatta yanılmaya ve meselelerin yerli yerince konulmamasına yol açardı. Çünkü öncekilerin görüşlerini bilmek ve onlar arasında tercihler yapmak içtihadın yerinde ve isabetli yapılmasına daha fazla yardımcı olur.
el'Lahmi'nin söyledikleri burada sona erdi. Onun bu sözlerinden öncekilerin yapmadığı bir şeyle amel etmenin câizliği anlaşılıyor. Çünkü bunun sahih olan bir yönü vardır.
Bu sebeple biz şöyle deriz:
Sonradan ortaya çıkan her şeyin sahih/geçerli ve doğru olan bir yönü vardır. Bu yönüyle o kötülenmez, aksine övülür. O yoldan giden kimse de övülür. O halde sonradan çıkan her şeyin hepsi mutlak olarak nasıl kötülenebilir? Ömer ibn Abdilaziz dedi ki:
İnsanlara işledikleri yeni yeni suçların durumuna göre yeni yeni cezalar verilir.
Görüldüğü gibi Ömer ibn Abdilaziz suçluluların suç ihdasına göre cezalar ihdas edilebileceğine cevaz vermiştir. Bu cevazların dayandığı bir asıl/hükmün kaynağı olan nas olmasa bile Ömer ibn Abdilaziz bunu caiz görmüştür. Bir kişiyi birden fazla kişi öldürdüğü zaman ceza olarak hepsinin öldürüleceği yine Ömer ve Ali'den, İbn Abbas'tan ve Muğıre ibn Şube'den (r.a) rivayet edilmiştir.
İmam Mâlik ve arkadaşları, meyyitin/ölenin: Benim kanım filan­dadır/beni filan kişi öldürdü, demesini kabul ettiler. Halbuki Muvatta'da buna dair semai bir asıl, yani işitilerek elde edilen bir nas yoktur. Ancak bunu ıstılah haline gelmiş/genel kabul görmüş bir durumla illetlendirmişler/izah etmişlerdir. Onun mezhebinde bunun­la ilgili pek çok mesele vardır. Bu bir bid'at olmasına rağmen caiz ise -illette müşterek oldukları/aralarında ortak bir vasıf bulunduğu halde benzeri niçin caiz olmasın? Çünkü genelde hepsi de muteber maslahatlardır. Bunlardan bir kısmı caiz değilse niçin genelde birleşiyorlar da başkaları (Malik ve arkadaşlarından başkaları) bazı bid'atlerde teferruata dalıyorlar? Burada şöyle demekten başka bir şey kalmıyor: Her iki grup da kıyas için elverişli illette birleşmiş olsalar dahi onlar âlimlerden bir kısmının amel ettiklerine tâbi oluyorlar, diğerlerine tâbi olmuyorlar. Böyle bir durumda istediği gibi hükmederek sınırlandırma yapmak gibi bir şey yapılmış oluyor ki bu bâtıldır. Buna götüren şey de onun gibidir. O halde bid'atin bir takım kısımlara ayrıldığı sabit olmuştur.
Allah'ın izniyle biz şöyle dersek bunun cevabı olur:
Birinci Vecih: "Kim güzel bir sünnet ortaya koyarsa..." hadisiyle kenislikle bid'at çıkarmak kastedilmemiştir. Aksi takdirde, soruyu soran kişi zikrettiği delilin katı olduğunu iddia ederse kafi deliller arasında bundan dolayı bir çelişkinin meydana gelmesi zorunlu olurdu. Eğer onun zanni olduğunu iddia ederse o zaman da bid'at-lerin kötülenmesi konusunda kesin bir delili getirmemiş olurdu ki kati ile zanni arasında bir çelişkinin olması, kesin olan şeyler arasında da bir ittifakın olması kaçınılmazdır. Fakat bunun iki yönden incelenmesi mümkündür
Birincisi: Denilir ki bu, birbiriyle çelişkili iki şey kabilindendir. Çünkü ilk olarak pek çok hadisi şerifte herhangi bir tahsis/sınırlama yapılmaksızın bütün bid'atleri kötüleyen deliller tekrar edilmiştir. Umum/genellik ifade eden delillerle tahsis/sınırlama ifade eden delil­ler birbiriyle çatıştığı zaman, bu tahsisten sonra (deliller genellik ifade edecek biçimde) kabul edilmez.
İkincisi: Mesele çelişkinin olmadığı noktasına doğru indirgenir. Çünkü istinan, yani sünnet çıkarmak hadisiyle bid'at çıkarmak kastedilmemiştir. Bununla ancak Peygamber'in sünnetinden sabit olan bir şeyle amel etmek kastedilmiştir. İki sebepten dolayı bu böyledir:
Birincisi: Hadisin söyleniş sebebi meşru olan sadakadır. Bunun delili Sahih'te geçen Câbir ibn Abdillah (r.a) hadisidir, Câbir şöyle demiştir:
Bir defasında biz, gün ortasında Rasulullah'ın huzurunda iken, çoğu Mudar kabilesinden -belki de hepsi onlardan- yalın ayak, çıplak, üzerlerinde çizgili çuval gibi bir elbise, boyunlarında kılıçları asılı çok fakir bir topluluk gelmişti. Onların fakir ve pejmürde halini görünce Rasulullah'ın yüzünün şekli değişmişti. İçeri girmiş, sonra dışarı çıkmış ve Bilal'e ezan okumasını ve kamet getirmesini emretmişti. Öğle namazını kıldıktan sonra etkili bir hutbe irad etmiş ve bu hutbesinde şu ayetleri de okumuştur:
"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının...."[62]
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın."[63]
Bunun üzerine bir adam parasından, pulundan, elbisesinden, buğdayından ve hurma­sından bir miktar tasadduk etti.
Hatta Rasulullah (s.a) dedi ki:
"Yarım hurma ile dahi olsa kendinizi ateşten koruyun" Râvi devamla der ki:
Sonra Ensar'dan bir adam geldi ve eli ile taşıyamayacağı derecede ağır bir torba getirdi. Bundan sonra peşpeşe yiyecek ve giyecek getirdiler. Ben bunlardan iki küme oluştuğunu gördüm. Bu manzara karşısında Rasulullah'ın     (s.a) mübarek yüzünün mutluluktan altın gibi parladığını gördüm. Bu esnada Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Kim İslam'da güzel bir sünnet işlerse/iyi bir çığır açarsa, hem açtığı bu çığırın sevabını, hem de kendisinden sonra bu sünneti isleyenlerin sevabını alır. O sünneti işleyenlerin sevabından da bir şey eksilmez. Yine kim ki İslam'da kötü bir sünnet işler/fena bir çığır açarsa hem açtığı bu kötü çığırın günahını, hem de kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahını yüklenir. Diğerleri­nin günahından da hiçbir şey eksilmez."[64]
Rasulullah'ın (s.a) "Kim kötü bir sünnet işlerse..." sözünü nerede söylediğini iyi düşünürseniz, Hz. Peygamberin sözlerinin gereğiyle gücünün yettiğince amel edip bu torbayla tasaddukta bulunan kimse hakkında bu sözün söylendiğini görürsün. O adam sayesinde sadaka kapısı en güzel şekilde açılmış, Rasulullah (s.a) bununla mutlu olup sevinmiş ve nihayet: "Kim, İslam'da güzel bir sünnet işlerse..." sözünü söylemiştir. Hadisi şerif, bu sahabinin yaptığı şeylerin benzerlerinin sünnet olduğu anlamına gelir. Onun yaptığı, sünnet olduğu sabit olan bir şeyi yapmaktan ibarettir. Hadis-i şerif, Rasulullah'ın (s.a) başka bir hadisindeki şu sözüyle de mutabıktır.
"Kim benden sonra öldürülmüş sünnetimden bir sünneti diriltirse.... ve kim sapık bir bid'ati uydurursa.."
Burada sünnetin mukabiline bid'at çıkarmayı koymuştur. O halde güzel bir sünnetin/çığır açma­nın bid'at olmadığı gayet açıktır. "Kim benim sünnetimi diriltirse beni seviyor demektir." hadisi de böyledir.
Birinci hadiste sünnet çıkarmanın bid'at çıkarmak anlamına gelmediği, sabit bir sünnetle amel anlamına geldiği çok açıktır. Çünkü önce Rasulullah (s.a) sadaka hakkında söyleyeceğini söyledi, sonra bu Ensarlı Hz.Peygamberin sadaka üzerine söylediği sözlerinin gereğini yerine getirdi, daha sonra da sadakalar dört bir yandan glemeye başladı ve yeterli miktara ulaştı. Adeta yapılan bu iş, "Ensarlı adamın yapılmasını ikaz ettiği bir sünnet oluverdi. O halde o, Sabit olmayan/yani Hz. Peygamber'in söylemediği bir sünneti uyduruyor veya bir bid'at çıkartıyor değildir.
Bu hadisin bir benzerini îbn el-Mübarek, Rekaik isimli eserinde aynı anlamı açıklayacak şekilde Huzeyfe'den (r.a) rivayet eder.
Huzeyfe şöyle der:
Rasulullah'ın (s.a) zamanında bir dilenci ayağa kalkar ve bir şeyler ister. Orada bulunanlar sükût ederler. Sonra bir adam ona bir şeyler verir, hemen arkasından diğerleri de verirler.Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurur:
"Kim hayırlı bir sünnet/yol açar da insanlar peşinden giderlerse, hem o açtığı sünnetin, hem de peşinden gidenlerin sevabını alır. Bununla beraber diğerlerinin sevabından da hiçbir şey eksilmez. Kim kötü bir sünnet/ yol açar da insanlar peşinden giderlerse hem o sünneti/yolu açma­sının günahını, hem de peşinden gidenlerin günahını yüklenir,. Diğerlerinin günahından da hiçbir şey eksilmez."[65]
Demek ki "kim bir sünnet çıkarırsa" hadisinin anlamı kim yeni bir sünnet uydurur sa değil, kim bir sünnetle amel ederse demektir.
Cevabın iki vechinden ikinci vechi: Hz. Peygamber'in "Kim güzel bir sünnet çıkarırsa ve kim kötü bir sünnet çıkarırsa" sözlerinin daha temelden bid'at çıkarmak anlamında yorumlanması mümkün değildir. Çünkü o sünnetin güzel veya çirkin oluşu ancak şeriat, vasıtasıyle bilinir. Çünkü bir şeyin güzel olduğunu veya çirkin olduğunu belirlemek şeriate aittir. Bu konuda akim bir müdahalesi/yetkisi yoktur. Ehl-i sünnet cemaatinin görüşü budur. Bir şeyin iyi veya kötü oluşunu akıl belirler, (bu konuda şeriate lüzum yoktur) diyenler sadece bid'atçilerdir. O halde hadiste sözü edilen sünnetin ya şeriat, tarafından güzel olduğu belirlenen bir sünnet veya şeriat tarafından çirkin olduğu belirlenen bir sünnet olması gerekir. Ehl-i sünnetin bu prensibi/görüşü yukarıda sözü edilen sadaka gibisine ve benzeri diğer meşru sünnetlere de tam olarak uygundur. Kötü sünnet de şer'an masiyet olduğu sabit olan masiyetler konumunda kalır. Nitekim Adem'in oğlu hadisinde ikaz edilen adam öldürme mâsiyeti böyledir. O hadiste Rasulullah şöyle demişti:
"Çünkü Âdem'in oğlu cinayet işleme sünnetini ilk çıkaran kişi idi." ikaz edilen diğer bid'atler de böyledir. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi onların kötülenmesi ve yasaklanması da şeriatle sabittir.
Hz. Peygamber'in "Kim sapık bir bid'ati çıkarırsa" sözüne gelince bu hadis zahiri üzere bırakılır. Çünkü hadisin zahiri anlamı onun vürud sebebini hiçbir şeyle takyit etmiyor. O halde bu sözü, kendileri için birtakım sebepler tesbit edilemeyen ve ilk defa söylenmiş umumi/genel anlam ifade eden lafızlar gibi lafzın zahiri üzere bırakmak gerekir. Hz. Peygamber'in "Kim kötü bir sünnet çıkarırsa"  sözünü de aynı şekilde yorumlamak caizdir. Yani kim bid'at çıkarırsa demektir. Bu söz, Hz. Adem'in iki oğlundan birisinin işlediği cinayet suçu gibi masiyetlerden ilk defa işlenen bir bid'ati kapsamına aldığı gibi şimdiki zaman hükmüyle bid'at olan bir şeyi de kapsamına alır. Çünkü o, ihmal edilmişliği ve unutulmuşluğundan önce de kötü bir bid'at idi. O bid'ati işleyen bu kişinin ameli onu deşeleyip ortaya çıkarmıştır.
O halde -Allah'a hamdolsun- hadis hem lafzı yönünden, hem de diğer hadislerin onu şerh etmesin yönünden de bid'atçilerin aleyhine olacak bir delil konumuna dönüştü.
Geride sadece Hz. Peygamberin: "Kim sapık bir bid'ati çıkarırsa" hadisini incelemek kaldı. Bid'atin sapıklıkla takyid edilmesi/sınırlan­dırılması bir mefhûmu[66] ifade ediyor. Halbuki burada durum gayet açıktır. Çünkü bu sözdeki izafet (yani sapık bid'at anlamındaki tamlama) bir mefhûmu, yani mantûkun zıddını ifade etmiyor. Şayet usulcülerden bir grubun görüşüne göre mefhumu kabul etsek bile -delil burada mefhumun ibtaline/mefhumun söz konusu olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim ribânın azını da çoğunu da haram kılan delil, "Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin."[67] âyetindeki mef­humun iptaline delâlet, etmektedir. Çünkü sapıklık, bid'atten kesinlikle ayrılmayan bir vasıftır. Yukarıda geçen deliller bunun böyle olduğunu göstermektedir. O halde bunun mefhumu da yoktur.[68]
İkinci Problemin Cevabı: Burada zikredilen örneklerin hepsi uydurulmuş bid'atler cinsinden değil, mürsel maslahatlar cinsindendir. Sahabe ve onlardan sonra gelen selefi sâlih mürsel maslahatların gereğince amel etmişlerdir. Her ne kadar ihtilaflı da olsa bu, usulcülerce bilinen bir delildir. Fakat bizim üzerinde durduğumuz konuya bu ihtilafın hiçbir olumsuz etkisi yoktur.
Mushafın toplanması ve insanların bir mushaf etrafında birleştirilmesi gerçekte bu mürsel maslahatlardan birisidir. Çünkü Kur'an yedi harf üzere inmişti. Hepsi de muhtelif lehçelerle konuşan Arapların Kur'an'ı kolayca okuyabilmelerini sağlıyordu. Ancak Rasulullah'ın (s.a) zamanından sonra bu yedi harf üzere okuyuşun mübahlığı Kur'an'da ihtilafın kapısını açtı. İnşallah aşağıda da anlatılacağı üzere kıraatte ihtilafa düştüler. Allah kendilerinden razı olsun, sahabe-i kiram, ümmetin dinin kaynağında ihtilafa düşme­sinden korktular. Bu sebeple insanların bu yedi harften sadece Hz. Osman'ın hazırlattığı mushaflarda sabit olanlar üzerinde birleşme­lerini ve onu okumalarını sağladılar. Hz. Osman'ın hazırlattığı mushaflarda tesbit ettiklerinin, attıklarını da ihtiva ettiğini bildikleri için diğerlerini attılar. Çünkü onlar, Kur'anın eda edildiği kıraatler kabilinden şöyledir.
Sonra lisanlar bozulduğu ve Arap olmayanlar da İslam'a girdiği zaman bir başka fesadın kapısının açılacağından korktukları için bunu, yani sabit olan kıraatleri rivayet yöntemiyle koruma altına aldılar. Korktukları şey, dinsizlerin/zındıkların Kur'an'dan ve sabit kıraatlerden olmayan şeyleri Kur'an'a ve kıraatlere sokmaları ve dinsizliklerini yaymada bundan yararlanmak istemeleriydi. Görmü­yor musun, bu yoldan Kur'an'a müdahale imkanını bulamadıkları için tevil ve Kur'an'ın manaları hakkında birtakım iddialar ortaya atmak yönünden girmeye çalıştılar. İnşaallah bu konu ileride anlatılacaktır.
Rasulullah'ın (s.a) ashabının yaptığı iş doğrudur. Çünkü özünde buna şahitlik edecek bir delil vardır. Bu delil, şeriatın tebliği emridir. Bunda hiçbir ihtilaf yoktur. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et."[69]
Tebliğ konusunda ümmeti de onun gibi bu emrin muhatabıdır. Hadis-i şerifte de:
"Sizden burada hazır bulunan bulunmayana tebliğ etsin."[70] buyurulur.
Buna benzer başka hadisler de vardır. Tebliğ, malum bir keyfiyetle/biçim ve yöntemle sınırlandırılamaz. Çünkü bu, akılla belirlenebilen şeylerdendir. Ezberleme, telkin, yazma ve daha başka hangi şeyler mümkün olursa   onunla yapılması sahihtir. Onun bozulmaktan ve sapıklıktan korunması da, mushaf meselesinde olduğu gibi aslın iptali sonucuna sebep olmadığı müddetçe herhangi bir keyfiyetle/yöntemle sınırlı değildir. Bu sebeple selef-i sâlih Kur'an'ınbir mushafta toplanması ve bunun çoğaltılması konusunda icma etmişlerdir.
Mushaf meselesinin dışındaki diğer meselelere gelince onlarda durum daha da kolaydır. Çünkü ilmin yazılması sünnetle sabittir. Sahih'te Rasulullah'ın şu sözü geçmektedir' "Ebû Şâh* için yazınız."[71]
Ebu Hureyre'nin (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Peygamber'in ashabı içinde, benim kadar hadis bilen kimse yoktur. Abdullah ibn Amr hariç; çünkü o yazardı, ben yazmazdım."[72]
Siyercilerin verdiği bilgilere göre Rasulullah'ın (s.a) kendisine gelen vahiyleri ve daha başka şeyleri yazan kâtipleri vardı. Osman, Ali, Muaviye, Muğire ibn Şube, Ubey ibn Ka'b ve Zeyd ibn Sabit ve diğer bazı sahabiler bu görevi üstlenmişlerdi. Ve yine ilmi yazmak, insanların ezberleme kabiliyetlerinin zayıflaması ve ilmin yok olaca­ğından korkulması sebebiyle vacibin yerine getirilmesini sağlayan bir vasıta mesabesindedir. (Vacibin yerine getirilmesini sağlayan şey de vaciptir.) Nitekim yukarıda el-Lahmi'nin de işaret ettiği gibi daha o zaman ilmin yok olacağından korkulmuştu.
Öncekiler ilmin yazılmasını bid'at oluşundan dolayı değil başka bir durum sebebiyle hoş karşılamamışlardı. İlmin yazılmasını bid'at diye isimlendirenlerin hepsi bunu ya mecazi anlamda kullanmışlar­dır, ya da bid'at lafzının ne anlama geldiğini bilmemektedirler. Bu tür şeylerle bid'atle amel etmenin sıhhatine hükmedilmesi sahih/geçerli değildir.
Mesâlih-i mürsele konusunda varit olan ihtilafa ve usülcülerden bir kısmına göre mesâlirri mürsele üzerine hüküm bina etmenin sahih olmadığına takılacak olursan, sahabilerin mushaf konusun­daki icmaları onların aleyhine bir delildir. (Yani mushafın toplanma­sının delili olarak mesalüri mürsele kabul edilmeyecek olsa bile sahabe icmaı bu meselenin ihtilafsız delilidir.) Delile herhangi bir surette itibar edilmişse mutlak olarak itibar edilmiş demektir. Bu durumda ihtilaflı taraflar arasındaki anlaşmazlık sadece fürû'da/ayrıntıda kalmaktan öteye gidemez. Sahih'te, Rasulullah'ın (s.a) şu hadisi mevcuttur:
"Benim sünne­time ve hidayet üzere olan râşit halifelerin sünnetine sarılın. Ona sımsıkı sarılın; azı dişlerinizle ısırıp bırakmayın. Sonradan icat edilmiş işlerden uzak durun."
Gördüğün gibi hadis râşit halifelerin sünnetinin, Peygamber'in (s.a) sünnetine dahil olduğunu ifade ediyor. Çünkü onların tuttukları yol şu iki şeyden birinin dışında değildir. Onlar bu yola ya şer'i bir delil ile birlikte yönelmişlerdir ki o zaman bu bir bid'at değil, sünnettir veya -Allah korusun- delilsiz olarak o yolu tutmuşlardır. Fakat bu hadis, onların tuttukları yolun sünnet olduğunu ispat etmektedir. Çünkü bunun böyle olduğunu Şeriatın Sahibi (s.a) söylemektedir. Onun şeriatten delili sabittir, o halde bid'at değildir. Bu sebeple emrin hemen arkasından onların takipçilerinin bid'atlere sarılmaları kesinlikle yasaklanmaktadır. Onların bu yaptıkları bid'at olsaydı hadisin kendi içinde bir çelişki olurdu.
Bir kişinin öldürülmesinden beraberce sorumlu bir topluluğun hepsine de kısas uygulanması meselesine de bununla cevap verilir. Çünkü bu uygulama Ömer ibn el-Hattab'tan (r.a) nakledilmiştir. Râşit halifelerden birisi de Ömer'dir. Sanatkârlara telef ettikleri şeyin tazmin ettirilmesi de -Allah kendilerinden râzı olsun- dört halifeden nakledilen bir uygulamadır.
Ömer ibn Ahdilaziz'den rivayet edilen şeye gelince onun sahih bir yoldan sabit olduğunu görmedim. Eğer onun söylediği kesin ise ve bunun delili (Kur'an'daki) sığır (kesme) kıssasıdır[73] demiyorsak o zaman bu mesâlih-i mürsele deliline dayanır. Mesâlih-i mürseleyi bir delil olarak kabul edenler de bid'atleri ve bid'atçileri yererler ve onlardan uzak dururlar. Bununla beraber mesalih-i mürselenin selef tarafından benimsenmiş bir delil olduğu sabit ise bu, bid'atler arasında da farklılıkların olduğuna ve Ömer ibn Abdilaziz'den rivayet edilen şeyin onlarla hiçbir ilgisinin olmadığına delâlet eder. Bu mesele sebebiyle burada bir müzakere kapısı açılmıştır.[74]



[61] el-Lahmi: İsmi Bedr ibn el-Haysem ibn Haleftir. Kadı, fıkıhçı ve dürüst, bir zattır- Uzun bir ömür sürmüştür. Künyesi Ebu'l-Kâsım el-Lahmi'dir. 117 yaşma kadar yaşamıştır. Sikadır. 317 yılında vefat etti. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ. 14/530; el-Bidaye ve'n-Nihaye. 11/163)
[62] Nisa: 1
[63] Haşr- 18
[64] Hadisin tamamını Müslim. el-Münzir ibn Cerir'den, o da babasından rivayet etmiştir. Müslim'de bu hadis Kitabüz-Zekat. Bâbu'l-Hassi ale's-Sadaka ve envâiha c-VII, s.102 cilt'-3 de geçmektedir. Bu hadis aynı şekilde Nesaî. K. Zekat. B. Et.-Tahrîd ale's-Sadaka. CV s.75 ve Müsned 4/359'da geçmektedir.
[65] Bu hadis îbn el-Mübarek'in ez-Zühd ve’r-Rekaik isimli eserinin 513. sahifesinde 1462 nolu hadis olarak geçmektedir. Kitabı tahkik eden el-A'zami der ki: Bu hadisi Ahmed, ei-Bezzar, Taberâni ve Ebu Ubeyde ibn Huzeyfe tarhiç etmişlerdir, Bunu el-Heysemi 1/167'de söylemiştir. Aynı konuda Buharı ve Müslim Ebu Hureyre'den, Müslim ve Tirmizi Cerir ibn Abdillah'tan tahriç etmişlerdir. Ben derim ki: Bu hadisi Ahmed, 5/287, 2/520, 521'de ve îbn Mace, Mukaddime no:204'de de mevcuttur.
[66] Yani tersinden okuyarak sapık olmayan bir bid'atin da bulunabileceğini ifade ediyor. Mefhum, lafzın sözde zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen bir şeye delalet etmesidir. Müellif burada böyle bir delâletin olup olmadığını tartışıyor. (Çeviren)
[67] Ali İmran: 130
[68] Mefhumun varlığı kabul edilecek olsa kat kat arttırılmış olmayan, meselâ daha az miktarlarda bir faizin helal olması gerekir. Halbuki delil faizin her çeşidini haram saymıştır. Konumuz olan hadiste de sapıklığı bid'ati sınırlandırıcı bir kayıt olarak kabul ederek olursak bunun mefhumuna göre sapıklık olmayan bid'atın caiz olması gerekir. Halbuki "Her bid'at bir sapıklıktır." Deliline ve daha başka delillere göre, caiz olan bir bid'at olamaz. Ayrıca sapıklık burada sınırlandırıcı bir kayıt değil, bid'atten ayrılmayan bir vasıftır. O halde burada mefhum da yoktur. (Çeviren)
[69] Mâide: 67
[70] Buhari, Kitabü'l-İlim, Babu "Rubbe mübellağin ev'â min sâmiin, no:67; K. Sayd, B. La yu'zadu Şeceru'l-Haram, 1831; K. el-Meğâzi, 4295; B. Hacceti’l-Veda, 4406; K. Tevhid, Bâbu Kavlillahi Teala: Vücuhun yevme izin nâdırah".  no:7447;  K. Fiten, B. Kavli'n-Nebiyyi "La terciû badi küffara", 7078; K. Hac, B. El'Hutbetu eyyame Mina, no:1741. Müslim, Kitabu'l-Kasame. Babu Ta'lizu Tahrimi'd-dimâi ve'1-A'raz ve'1-Emval, 1.Hadis, cz:11, s.167, c:IV. Tirmizi, K. Hac, Bâbu Mâ câe fi Hürmeti Mekke, no:806: Nesâi, K. Menâsik, 5/111. İbn Mâce, Mukaddime. Babu Meta Yübelleğu ilmen, no:233. Müsned, 4/31, 32; 5/4,5; m6/385; 456. Ebu Davud; Kitabu's-Salât, Babu men ruhhısa fihima no:1278, Bu hadiste de "Sizden burada hazır bulunan, bulunmayana tebliğ etsin." İbaresi var, fakat bu, başka bir konuda söylenmiştir.
[71] Buharı, Kitabu'l-İlim, Babu Kitabeti’l-İlim, no: 112; K. Lukata, B. Keyfe Tu'rafu Lukatatu ehl-i Mekke. no:2434: K. Diyat. B. Men Kutile lehu Katilun. no:6880 Ebû Davud, K. ilim. B. Kitabeti'l-Hadis. 3649. Tirmizi, K. İlim, 2669. Müslim, K. İlim, B. Cevâzi Kitabeti’l-Hadis, C2:1. s.244, C.I,
[72] Buhari, K. İlim, B. Kitabeti'1-İlim, no:113. Bu hadisi İbn Asakir, Tarihinde zikretmiştir: 19/117/1 Bunda pek çok faydalar mevcuttur. Oraya bakınız.
* Ebu Şah, Yemenli bir sahabidir. Rasullah’ın Mekke’nin fethi günü yaptığı hitabedeki sözlerinin kendisi için yazılmasını ister. Rasullah’da bu sözlerin onun için yazılmasını emreder. (Çeviren)
[73] Yukarıda Ömer ibn Abdit'azizizin yeni suçlara yeni cezalar ihdas edileceğini söylediği ve öldürülenin şehadetinin kabul edileceği rivayet edilmişti. Müellif sığır kesme kıssası derken herhalde Bakara suresi 73. ayete atıfta bulunuyor. (Çeviren)
[74] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/203-214.