๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 20:19:26



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 20:19:26
Fasıl


Bazı mübalağacı fanatikler saplantı haline getirdikleri şu görüşü ileri sürerler: Tasavvufçular sünnete tâbi olan, selef-i salihin yolundan giden, sözleri ve fiillerinde sünnete tam bir bağlılığı ve ona aykırı şeylerden kaçmayı süreklilik haline getiren kişiler olarak şöhret bulmuşlardır. Bu sebeple 'onlar tarikatlerini helâl lokma, sünnete bağlılık ve ihlâs üzerine bina etmişlerdir. Bu doğrudur. Ancak onlar Kitab ve sünnette olmayan ve benzerini selefi sâlihin yapmadığı pek çok şeyi güzel görüyorlar ve onların gereğine göre amel ediyorlar, bunda da ısrar ediyorlar. Onları kendileri için gidilecek bir yol ve muhalefet edilemez bir sünnet olarak iyice yerleştiriyorlar. Hatta zaman zaman bazı hallerde onları vacip hale bile getiriyorlar. Şayet bunda bir ruhsat olmasaydı üzerine bina ettikleri sahih olmazdı.
Bundan dolayı onlar pek çok hükümde keşf ve muayeneye ve olağan dışı yöntemlere dayanıyorlar ve bununla bir şeyin haramlığına ve helalliğine hükmediyorlar ve buna göre bir şeyi yapıyorlar veya vazgeçiyorlar. Nitekim el-Muhasibî'den rivayet edildiğine göre o şüpheli bir yiyeceği eline aldığı zaman parmağmdaki damarı hızlı hızlı atmaya başlarsa hemen onu yemekten vazgeçerdi.[113] Şiblî[114] der ki:
Ben bir zamanlar helaldan başka bir şey yemiyeceğim diye kendi kendime söz vermiştim. Çölleri dolaşıyordum. Bir incir ağacı gördüm ve yemek için ona elimi uzattım. Ağaç bana şöyle nida etti:
Verdiğin sözde dur ve benden yeme. Çünkü ben bir Yahudiye aitim. İbrahim el'Havvas dedi ki:
Mekke yolunda geceleyin yapmış olduğum yolculuklardan birinde bir harabeye girdim. Orada aniden karşıma yırtıcı bir hayvan çıkınca korktum. Bunun üzerine gâibten gelen bir ses bana dedi ki:
Yerinde sağlam dur. Çünkü senin etrafında seni koruyan yetmiş tane melek var.[115]
Buna benzer şeyler şeriatin kurallarına arz edildiği zaman üzerine herhangi bir hükmün bina edilemiyeceği gayet açıktır. Günkü mukabele veya meçhulden gelen ses ya da bazı damarların hareketi, kişinin iç dünyasında mümkün şeyler olmaları sebebiyle bir şeyin helalliğine veya haramlığına delalet etmez. Aksi takdirde şayet bir hâkim veya başkasına bu haller arız olsaydı oradakiler arasından haksızlık yapan kimsenin elinden hakkı alıp hak sahibine hakkını vermesi için bu iç tecrübeyi devreye sokması kendisine vacip veya mendup olur. Gaipten gelen bir ses şayet filan maktulün katili falan kişi demiş olsa veya filanın malını falan kişi almıştır veya zina etmiştir, hırsızlık yapmıştır dese onun sözüyle amel etmek hâkimin üzerine vacip olur mu? Hatta bir ağaç veya taş böyle bir şeyi konuşsa onunla hükmolunur mu? Hâkim, böyle bir şeyin üzerine hüküm bina eder mi? Bunlar, şeriatte benzeri görülmemiş şeylerdendir. Bu sebeple âlimler dedi ki:
Peygamberlerden birisi peygamberlik iddiasında bulunsa ve dese ki:
Ben şu ağaca seslenirsem o benimle konuşur. Sonra ağacı çağırsa da ağaç gelse, onunla konuşsa ve: "Sen yalancısın" dese bu onun doğruluğunun delili olur, yalancılığına delil olmaz. Çünkü o bir şeyle meydan okumuşdu ve iddiasına uygun olarak da o şey gerçekleşti. Ağacın sözünün tasdik veya tekzip mahiyetinde olması iddiasının gereğinin dışında bir durumdur. Onun bir hükmü yoktur. Bu meselede biz şöyle deriz:
Bir yiyeceğin haram olması için damarın rahatsızlanmasının gerekliliğini kabul etsek, buna dair şeriatte bilinen muteber bir delil bulunmadığı müddetçe damarın hareketlenmesi yemeğin engellenmesi hükmüne delâlet etmez.
İbrahim el-Havvas'ın meselesi de böyledir. Tehlikeli yerlerden sakınılması meşrudur. Buna aykırı davranışların meşru olana muhalefet olduğu gayet açıktır. Tarikat ehlinde bunlar mûtat olan şeylerdir.
Ağacın Şiblı'ye konuşması da harikuladelikler cümlesindendir. Bunun üzerine hüküm bina etmek bilinen bir şey değildir.
Bu, onların takib ettikleri yolu bütün ruhsatlardan sakınma esası üzerine kurmuş olmalarından dolayıdır. Hatta tarikatı onlar için hazırlayan şeyhleri Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî, Risalesinin müridlere tavsiyeler bölümünde şöyle der:
"Mürid Akıncıların fetvaları arasında farklılıklar görürse en ihtiyatlı olanı alır ve daima ihtilafın dışında kalmayı gaye edinir. Çünkü şeriattaki ruhsatlar zayıflar, ihtiyaç sahipleri ve meşguliyeti olanlar içindir. Bu cemaatin -yani sufilerin- Allah Teala'nın hakkını edâ etmekten başka bir meşguliyetleri yoktur. Bunun içindir ki şöyle denilmiştir. Fakirin derecesi hakikat makamından şer'i ruhsat makamına düştüğü zaman Allah ile kendisi arasındaki akdi bozmuş olur."[116]
Bu söz, onların meşru ruhsatlardan faydalanmak gibi bir âdetlerinin olmadığını gösterir. Halbuki meşru ruhsatlardan hem Rasulullah (s.a) hem de sahabe ve tabiinden meydana gelen sâlih selef yararlanırdı. Ruhsatlardaki mevcut zararlara rağmen Hz. Peygamberin (s.a) azimetlere sarılmak hakkında söylediği şu söz bu konudaki gerçeğin ne olduğunu göstermektedir:
"Allah Tealâ azimetlerinin yerine getirilmesinden hoşlandığı gibi ruhsatlarının yerine getirilmesinden de hoşlanır."[117]
Bu hadiste söylenmesi gereken şey söylenmiştir. Hadisin zahirinden ruhsatları tamamen terketmenin bid'at olduğu anlaşılmaktadır. Onlar nefsin rahata ve kolaycılığa kaçmasını engellemek ve üzerine mücahedeyi bina ettikleri davranış şeklini tercih etmek için bu bid'ati güzei görmektedirler.
Bundan dolayıdır ki Kuşeyrî'ye göre tarikate girmek isteyen kimsenin yapması gereken şeylerden birisi de mal ile ilişkiyi terk etmesidir. Çünkü mal onu haktan uzaklaştırır, kendisine meylettirir. Kendisinde dünya sevgisi olduğu halde bu işe (yani tarikate) giren kimseyi bu sevgi hakka yakınlıktan alır ve onun dışına doğru sürükler.[118] Şeriatın zahiriyle' birlikte düşünüldüğünde Kuşeyri'nin bu sözünü anlamakta çok büyük güçlük vardır. Çünkü biz bu sözün doğru söz olup olmadığını anlamak için ilk duruma arz ederiz. Bu da Rasulullah'ın (s.a) ashabıyle birlikte içinde bulundukları durumdur. O zaman Hz. Peygamber (s.a) hiç kimseye malını terk etmesini, hiçbir sanatkâra sanatını terk etmesini ve hiçbir ticaret erbabına da ticaretini terketmesini emretmemiştir. Halbuki onlar gerçekten Allah'ın velisi idiler ve samimiyetle hak yola girmenin peşindeydiler. Onlardan sonra gelen nesiller bin yıl boyunca o yolda gitseler onların mertebesine ulaşamazlar ve onların eriştikleri hidayet seviyesine erişemezler.
Sonra mal ve mülk sahibi olmak tarikatta maksada ulaşmayı nasıl engelliyorsa, maldan mülkten elin tamamen boş kalması da hedefe ulaşmanın önünde bir engeldir. Bunlardan birincisi, diğerinden daha itibarlı değildir. Sen de görüyorsun, selef-i Sâlih zamanında bulunmayan bu neviden bir şey tarikata girişte nasıl olur da bir esas olarak kabul edilebilir. Senin de gördüğün gibi bu bir bid'attir. Bunun ortaya çıkış sebebi de tasavvufçuların bunu güzel görmelerinden başka bir şey değildir. Çünkü hepsi aynı şeyi söyle­mektedirler.
Tasavvufçuların Kitap ve sünnete dayanmayan ve selefi sâlihte örneği görülmeyen görüşlerinden birisi de şudur: Şeyhlerin müridlerinin ufak tefek hatalarını dahi affetmeleri doğru değildir. Çünkü bu, Allah'ın hukukunu zayi etmek demektir.[119] Bu şekilde af kapısını tamamen kapamak şer'i hükme aykırıdır. Görmüyor musun bir hadisinde Rasulullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"Şer'i cezalar hariç, say­gınlığı olan kişilerin ufak tefek yanılgılarına bakmayın."[120]
Şayet şeyhlerin müritlerinin ufak tefek hatalarını affetmeleri doğru olmasaydı bu delile ve affın fazileti konusunda gelen diğer delillere aykırı olurdu. Yine Allah Teala yumuşaklığı sever, ondan hoşlanır ve sertlikte göstermediği yardımını yumuşaklıkta gösterir. Ufak tefek hataları affetmek ve görmezlikten gelmek şer'î nezaket cümlesindendir. Çünkü hiçbir kul hata ve kusurdan beri değildir. Allah'ın koruduklarından başka hiç kimse de günahtan korunmuş değildir (Yani peygamberlerden başka hiç kimse masum değildir,)
Tasavvufçuların yaptıkları şeylerden birisi de müridi az yemeğe zorlamalarıdır. Fakat bunu tedrici olarak, azar azar yaparlar, bir defada yapmazlar. Ayrıca sülûka devam ettikleri müddetçe müridi devamlı aç kalmaya ve oruç tutmaya ve bekârlığa teşvik ederler. Bunların hepsi şer'an anlaşılması ve kabul edilmesi zor şeylerden sayılır. Hatta bu, ashabından bazılarının uygulamaya karar verip de Hz. Peygamberin (s.a):
"Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." diye reddettiği ruhbanlığın bir benzeridir.
Beslenmenin tedricen terki hakkında onların söyledikleri şeyler üzerinde düşünüldüğünde bunun İslamın ilk asrında bilinmediği görülür. Halbuki o asır en faziletli asırdır.
Tasavvufçuların âdet haline getirdikleri şeylerden birisi de semâ halindeyken müridi üstünü başını yırtıp atmaya   zorlamalarıdır. (Onlara göre) Mürit terk ettiği bir şeye artık bir daha kesinlikle dönmemelidir. Ancak şeyhin geri dönülmesine işaret ettiği şey bunun dışındadır. Onu da ödünç olduğuna kalbiyle niyet ederek almalıdır. Daha sonra şeyhin kalbini rahatsız etmeden onu da terk eder.[121]Bu konuda onların uydurdukları daha pek çok şey  vardır. Bunlar İslamın ilk dönemlerinde benzeri bilinmeyen şeylerdir. Ve onların icra ettikleri semâ meclislerinin bir sonucudur.
Tasavvuf yolunda görülen semânın ne bir şer'î delili vardır, ne de tasavvufun ilk temsilcilerine bir nisbeti vardır. Doğru yolun örneği olarak gösterilen seleften hiç kimse de bunu yapmamıştır. Sen bunun sadece tasavvuf yolunda ve diğer felsefî yollarda benimsendiğini görürsün.
İtiraz: Bu konuyu araştırırsan böyle meselelerin pek çok ve yaygın bir şekilde olduğunu görürsün. Öyle anlaşılıyor ki bunlar daha önce mevcut olmadığı halde sonradan güzel görülüp benimse­nen şeylerdir. Senin de gördüğün gibi mutasavvıflar şeriate sıkı sıkı bağlı kimselerdir. Şayet bu gibi şeyler meşru olmasaydı mutasavvıflar bunlardan en çok uzak duran kişiler olurlardı. Bu da gösteriyor ki bid'atlerin içerisinde kötü olmayanlar da vardır. Hatta onlardan bazıları övülen ve yapılması talep edilen şeylerdir.
Cevap: Buna cevap olarak biz her şeyden önce şunu deriz: Bu konuda kendilerine itibar edilen mutasavvıfların yaptıkları her şeyin şeriatte bir delili ya vardır, ya da yoktur. Şayet şeriatte bir aslı/delili, dayanağı varsa bunu yapmaya en çok layık olan kişiler onlardır. Nitekim sahabe ve tabiinden teşekkül eden salih selef de buna lâyıktırlar. Şayet şeriatte bunun bir delili yoksa onunla amel edilmez. Çünkü sünnet bütün ümmet için geçerli bir  delildir. Ümmetten herhangi bir ferdin davranışı sünnetin aleyhine delil olamaz. Çünkü sünnet hatadan masumdur, sünnetin sahihi de masumdur/hatadan korunmuştur. Ümmetin diğer fertlerinin yanılmazlıkları sabit değildir/ispatlanamaz. Ancak özellikle onların icmaları bunun dışındadır. Onlar bir meselede icma ettikleri zaman daha önce de işaret edildiği gibi bu şer'î bir delili ihtiva eder.
Mutasavvıfların da ümmetin diğer fertleri gibi yanılmazlıkları sabit değildir. Onlar da hata edebilirler, unutabilirler, büyük ve küçük günah işleyebilirler. Onların yaptıkları şeyler doğru da olabilir, yanlış da olabilir.
Bu sebeple âlimler şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği sözlerin dışındaki her söz alınabilir de, terk edilebilir de, Kuşeyrî bunu en güzel şekilde ifade etmiş ve şöyle demiştir:
Bir veli günahlarında ısrar etmediği için masum olur mu? diye sorulursa şöyle denilir: Peygamberlerde olduğu gibi onların da masum oldukları vaciptir, denilecek olursa bu doğru değildir. Ancak -ufak tefek kusurları olsa da- günahlarda ısrar etmediği için veli günah islemekten korunmuştur denilirse bu manada vasıflandırılmaları, caizdir. Kuşeyrî der ki:
Cüneyd'e denildi ki:
Arif olan kişi hata eder mi?
Cüneyd bir müddet sustu, sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:
"Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek yazılmış bir kaderdir."[122]
İşte bu insaflı bir sözdür. Nasıl ki başkaları günah işleyebilirlerse,  mutasavvıflar da günah ve bid'at işleyebilirler. Bizim, hata yapması imkansız olan kimselere uymamız gerekir. Hata yapmaları mümkün olan kimselerin peşinden giderken şüphe uyandıracak bir durum ortaya çıktığı zaman da onu araştırıp incelememiz gerekir. Hatta müctehit imamlardan gelen bilgileri bile Kitap ve Sünnete arzeder, bu ikisinin kabul ettiğini biz de kabul eder, kabul etmediğini de terk ederiz. Şeriate tâbi olmaya dair karşımıza bir delil çıktığı zaman bizim ona uymaktan  başka yapacağımız bir şey yoktur. Mutasavvıfların sözlerini ve fiillerini Kur'an ve sünnete arzetmeksizin kabul etmemiz gerektiğine dair hiçbir delilimiz yoktur. Onların şeyhleri de bize bunu tavsiye ettiler. İlim, anlayış ve hallerden zevk alan ve aşk sahibi bir kişi bir şey getirdiği zaman bunu Kitab ve sünnete arz etsin; onlar bunu kabul ederse doğrudur, kabul etmezse doğru değildir. Onların amel, mücahede ve bağlılık yönünden çizdikleri ve gösterdikleri yol budur.
İkinci olarak biz deriz ki: Onların çizdikleri resme ve başkalarından onları farklı hale getiren davranışlarına hüsnü zan nazariyle ve en uygun izah yolunu arayıp bulmak niyetiyle baksak ve bir izah şekli bulamazsak -onlar rehber edinilecek cinsten kimseler bile olsalar- böyle bir durumda bizim onları taklitten ve yaptıklarını yapmaktan uzak durmamız gerekir. Bunu onları reddetmek ve itiraz etmek için değil, belki onların yaptığı şeyin şer'î kurallara hangi yönden uygun olduğunu başka bir şeyi anladığımız gibi anlayama­dığımızdan dolayı böyle yaparız. Anlamakta ve yorumlamakta güçlük çektiğimiz hadisleri reddetmeksizin onlarla ameli askıya aldığımızı görmüyor musun? Daha sonra o hadislerle amel etmek için delillere uygun bir izah şekli ortaya çıkarsa onu kabul ederiz, yoksa o hadisle amel etmemiz istenmez. Burada tereddütlü durmakta bir zarar yoktur. Çünkü bu bekleyiş, saygısızca ret tavrı takınan kimsenin bekleyişi değil, doğrunun arayışı içinde olan kimsenin bekleyişidir. Burada hadisi reddetmeksizin onunla ameli terk etmek daha evladır, daha uygundur.
Üçüncü olarak deriz ki: Bu ve benzeri meseleler şeriatin zahiriyle sanki çelişkiliymiş gibi görünürler. Bu sebeple meselâ tasavvufçuların sözleri ve amelleri şer'i delillere dayanacak şekilde yorumlanır. Ancak şu farkla ki fıkıhçıların anlayışına ve müctehitlerin araştırmalarına göre nakli delillerin içinde mutasavvıfların dayandıkları delillerden daha açık, diğer âlimlerce bilinen şeylere daha uygun ve Şâriin lafızları içinde onların dayandıklarını zannettiğimiz delillerden daha münasip başka deliller onlara aykın düşmektedir.
Deliller birbiriyle çeliştiği zaman, bunlardan mensuh olanı da yoksa o zaman tercih yapmak gerekir. Böyle bir durumda tercih yapmanın gerekliliğinde usûlcüler icnıa etmişlerdir veya icma gibi bir çoğunluk hasıl olmuştur. Başkalarının mezhebinde olduğu gibi tasavvufçuların mezhebinde de ihtiyatla amel etmek vaciptir. Mutasavvıfların bakış açısına uygun olan akıma göre de onların şer'î delillere aykırı olarak gösterdikleri şeylerle amel etmemek gerekir. Biz böyle yapmakla da onlarm izinden gitmiş oluyoruz ve delillerden yüz çeviren, onlara göre de taklidi caiz olmayan şeylerde, onları körü körüne taklit edenlerin aksine yine onların ışığıyle yolumuzu bulmuş oluruz. Deliller, fıkhi araştırmalar ve tasavvufçuların ortaya koyduk­ları fotoğraflar da körü körüne taklit edenleri ve şer'i delillere karşı gelenleri reddetmekte ve kötülemektedir; araştıranları, ihtiyatlı davrananları, şüpheli şeylerden sakınanları, dinini ve iffetini koruyanları da övmektedir.
Bütün bunlardan sonra geride sadece mutasavvıfların sualde sözü edilen söz ve alışkanlıkları üzerinde tek tek söylencek sözler ve bunların delillere göre nasıl izah edilip yorumlandığı meselesi kaldı ki bunları da burada anlatmamıza gerek yoktur. Çünkü bunların her biri el-Muvafakat isimli kitabımızda genişçe anlatılmıştır. Allah ömür verir ve lütfuyla yardımcı olursa bu konuyu ve onların yoluna sonradan sokuşturulan şeylerin açıklamasını Mezhebu Ehli’t- Tasavvuf isimli kitabda da genişçe anlatacağız. Doğruya ulaştıracak olan Allah'tır.
Allah'a hamdolsun ki tasavvufçuların bid'ati olduğuna hükme­dilen şeylerden hiçbirisinin bir delilinin olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.[123]



[113] Doğrusu bu fiil sahibine aittir. (Onu bağlar) Bu kimseye bir haramı helal, helali de haram yapmaz. Bu tür şeylerin hükümlere sokuşturulmasına gelince bu zorunlu olarak kötü bir şeydir.
[114] Ebû Bekir eş-Şibli el-Bağdâdi.  O bir tasavvuf şeyhidir. Cüneyd ve daha başkalarıyle arkadaşlık etmiş bu arkadaşlık onu derinden  etkilemiş  ve  Şiblî  o  zaman  Şiblî olmuştur. Fıkıhçıdır. Mâliki mezhebine âşinâdır. Bir cemaatten hadis yazmıştır. Şiirleri hikmetti sözleri, ilginç halleri vardır. 334 yılında Bağdat'ta 80 yaşlarında vefat etmiştir. (Siyeru'l-A'lam,15/367. Hılyetül'Evliya,10/366, er-Risaletü'1-Kuşeyriyye. 25. 26. Şezerat. 2/338)
[115] Bu ve benzeri şeylerin şer'i hükümlerde hiçbir etkisi yoktur. Eğer bunları kabul edecek olsak şer'i hükümleri iptal etmiş oluruz ve Allah korusun onları bırakıp, keşf, gizliden gelen sesler ve menkıbelerle amel ederiz.
[116] er-Risaletü'1-Kuşeyriyye, s.315 ve devamı
[117] Bu hadis muhtelif lafızlarla rivayet edilmiştir. Bunların en sahih olanı müellifin burada -zikrettiği İbn Hıbban rivayetidir. İbn Hıbban bu rivayeti c.I, s.274'de 355 numarada K. Birr ve’l-İhsan, B. Mâcâe fi't-Tâât ve Sevâbiha'da nakletmiştir. Ayrıca Ahmed'in Müsned'i 3/108'de ve Beyhakinin Sünen-i Kübra'sı 3/139!da K. Salat, B: Kerahiyeti Terki't-Taksir'de geçmektedir
[118] Risaletü'l-Kuşeyriyye, s.315 ve devamı.
[119] Bu ve benzeri sözler için bk: el-Kuşeyriyye, s.316 ve devamı
[120] Ebu Davûd. K. Hudud, B. Fi'1-Haddi Yüşfeu fihi. no:4375. Ancak hadis tenkitçileri bu rivayeti senedindeki Abdülmelik ibn Zeyd sebebiyle zayıf kabul ettiler. Fakat Avnu'l-Ma'bûd müellifi bu hadisi İbn Hıbban ve Nesâî'nin o şahsı güvenilir kabul etmeleri sebebiyle hasen derecesine yükseltmiştir. (Avnu'l-Ma'bûd. 12/39) İbn Hıbban. K.İlim, B. Zecr Ketebeti'l Mer'is's-Sunen. C:I, s.154, h.no:94 Beyhaki. K. Sirkati. C.VIII, s.267, Müsned, Hz. Aişeden. C.VI. s.181
[121] Kuşeyriyye, s.317
[122] el-Kıışeyriyye, s.276. Ahzab' 38
[123] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/240-246.