๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:22:36



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:22:36
Fasıl


Allah Teala, İsa (a.s.) ve ona tâbi olanlar hakkında şöyle buyurdu:
"Ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz emretmedik. Fakat ken­dileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır."[2]
Abdullah ibn Humeyd, İsmail ibn İshak el-Kâdı ve daha başka­ları Abdullah ibn Mes'ud'dan naklettiler. O şöyle dedi. Rasulullah (s.a) bana dedi ki:
Bilir misin, insanların en iyi bileni kimdir? Dedim ki:
Allah Rasülü daha iyi bilir. Dedi ki:
"İnsanların en iyi bileni, amelinde kusurlu da olsa, kalçaları üzerinde sürünüyor olsa da, insanlar ihtilafa düştükleri zaman hakkı görebilendir. Bizden öncekiler yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bunlardan üç tanesi kurtuldu, diğerleri helak oldu. Bir fırka vardır ki bunlara melikler çok eza cefa ettiler ve onları Allah'ın dini -yani İsa'nın (a.s.) dini- üzere oldukları için öldürdüler. Onlar da dağlarda dolaştılar ve oralarda ruhban hayatı yaşadılar. Allah Teala bunlar hakkında şöyle buyurdu: "Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz emretmedik. Fakat kendi­leri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardı." Onlardan mü'min olanlar bana iman edenler ve beni tasdik edenlerdir. Fâsıklar, yani yoldan çıkanlar ise yalanlayanlar ve inkar edenlerdir."
Bu hadis Kulelilerin hadislerindendır. Buradaki ruhbanlık, halktan ayrı yaşamak dünya­yı ve kadın gibi dünya zevklerini terk etmektir. İslamdan önceki Hristiyanların yaptığı gibi manastırlara kapanıp kendini tamamen ibadete vermek de ruhbanlık anlamına gelir. Müfessirlerden bir topluluk ruhbanlığı bu şekilde tefsir ettiler.
"Fakat Allah'ın rızasını kazanmak için ruhbanlık yaptılar." diye meal verdiğimiz bölüm, âyette diye istisna şeklinde geçer. Bu istisnanın muttasıl/bitişik olması da, munfasıl/ayrı olması da muhtemeldir. İstisnayı muttasıl olarak kabul edersek sanki mana şöyle olur: Biz ruhbanlığı onlara ancak Allah'ın rızasını kazanmaları şartıyle yazdık. Yani ruhbanlık bizim meşru kıldığımız şeylerdendir. Fakat Allah'ın rızasını kazanmak kaseliyle olması şarttır. Ruhbanlığa da hakkıyla riayet etmediler. Çünkü Hz. Muhammed'e (s.a) iman etmedikleri zaman ruhbanlığın hakkına riayeti terk etmiş oldular. Müfessirlerden bir grubun görüşü budur.
Çünkü Allah'ın rızasını kazanmak, kendilerine meşru kılınan şeyle amelde şart koşulduğu zaman, onların bu  şarta  riayet etmeleri gerekir. Halbuki ruhbanlık onları nerelere götürdü? Bu ruhbanlık onlara ancak üzerinde bulundukları din başka bir dinle nesh edildiği zaman yeni dini kabul edip neshedilen (yani hükmü kaldırılan) dini terk etmeleri şartıyle meşru kılındı. Allah'ın rızasını kazanmanın gerçek anlamı da budur. Bunu yapmadıkları ve evvelki dinlerinde ısrar ettikleri zaman bu onların meşru olana değil, hevâ ve hevese tâbi olmaları anlamına  geldi. Meşru olana tâbi olmak, Allah'ın rızasını kazanmakla elde edilir. Allah'ın rızasını kazanmak da ancak bununla yani O'nun gönderdiği Peygamber'e  (s.a)  iman etmekle mümkündür.
Allah Teâla "Biz, onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik,içlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardı." buyurdu. İman edenler, Allah'ın rızasını kazanmak için ruhbanlık yapanlardır. Fâsıklar ise, ruhbanlığı bu şartın dışına çıkarak yapanlardır. Çünkü onlar Rasulullah'a (s.a) iman etmediler.
Ancak bu tesbit,  onlar için meşru kılınan şeyin bid'at diye isimlendirilmesini gerektirmektedir. Bu da bid'at tarifinin delalet ettiği manaya aykırıdır.
Buna verilecek cevap şudur: Bunun bid'at diye isimlendirilmesi, onların meşru olan şeyin şartını ihlal etmelerinden dolayıdır. Çünkü onlara bir şart koşulmuştu, onlar da bu şartı yerine getirmediler. Bir ibadet  herhangi bir  şarta bağlanmış da  o  şartıyle birlikte eda edilmemişşe o şarta  uygun bir ibadet olmaktan çıkmış ve bid'at haline gelmiştir. Meselâ kıbleye yönelmek,  abdestli olmak gibi namaza ait şartlardan herhangi bir şartı kasten ihlal eden kimsenin durumu buna benzer. Bunların bir şart olduğunu bilir de bile bile bunları yerine   getirmezse ve namazı bu şartları   ihlal  ederek kılmakta ısrar ederse bu amel, bidat, kabilinden bir şey olur. Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olarak gönderilmesinden önce Hıristiyanların ruhbanlık yapmaları sahih/doğru bir hareketti. Hz. Muhammed (a.s.) peygamber olarak gönderilince bundan tamamen vazgeçip onun dinine  dönmeleri gerekirdi. Neshedilmiş olmasına rağmen halâ onda devam etmek şer'an bâtıl olan bir şeye devam etmek demektir. Bu da bid'atm ta kendisidir.
Bu bakış açısına göre onların davranışları iki şeyden dolayı bid'at diye isimlendirilmiştir:
Birincisi: Hakiki bid'at oluşundan dolayıdır. Çünkü bu davranış bid'at tarifinin içine girer.
İkincisi: İzafi bid'at oluşuna râcidir. Çünkü Kur'an'ın zahiri bunun onlar hakkında mutlak olarak kötülenmediğine delâlet eder. Bununla beraber onlar bunun şartını ihlâl ettikleri için bid'at olmuş­tur. Onlardan kim bunun şartını ihlal etmez de Hz. Muhammed'in bi'setinden önce ruhbanlık yaparsa, âyeti kerimenin delâletine göre onun için ecir ve sevap yazılmıştır: "Biz, onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik." Yani zamanında ruhbanlık yapıp sonra peygamber olarak gönderilince Hz. Muhammed'e  (s.a) iman eden kimseye biz mükâfat verdik.
Biz dedik ki: Bu duruma göre onların bu davranışı izafi bid'attır. Çünkü o, hakiki bid'at olsaydı, onunla üzerinde bulundukları şeriatlerine muhalefet etmiş olurlardı. -Çünkü bu, yani şeriatlerine muhalefetleri hakiki bir bid'attır. Böyle olunca da ruhbanlık yaptıklarından dolayı onlara mükâfat verilmezdi. Hatta Allah'ın emirlerine ve yasaklarına muhalefetlerinden dolayı cezaya müstehak olurlardı. Bu da onların kendileri için caiz olan bir şeyi yaptıklarının delilidir. O halde onların bid'ati hakiki bid'at değildir. Fakat bid'at lafzı hangi manaya kullanılırsa kullanılsın (ister izafi manaya, ister hakikî manaya olsun) yine de üzerinde durulması gerekir. İnşaallah biraz sonra gelecektir.
İster izâfı olsun, ister hakiki olsun bu sözün bu ümmeti ilgilendiren bir hükmü yoktur. Çünkü bizim şeriatımızda ruhbanlık neshedilmiştir. İslamda ruhbanlık yoktur. Peygamber (s.a):
"Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." buyurmuştur.
İbn el-Arabi âyet hakkında dört görüş nakletti: Birincisi yukarı" da geçendir. İkincisi ruhbanlığın kadınlardan uzaklaşmak olmasıdır ki bizim şeriatımızda bu neshedilmiştir. Üçüncüsü uzlet için manas­tırlara kapanmaktır. Dördüncüsü seyahattir. Bu dördüncüsü yani seyahat, zaman bozulduğunda bizim dinimize göre menduptur/teşvik edilen bir şeydir.                                                                   ;
Zahirine göre bunun (yani dağlarda dolaşıp seyahat etmek anlamına gelen ruhbanlığın) bid'at olması gerekir. Çünkü İslamdan önce ruhbanlık yapanlar bunu dinlerini korumak için meliklerden kaçarak (yani dağlarda dolaşarak) yaptılar ve bu yaptıkları bid'at (üye isimlendirildi. Böyle bir hareketin mendup olması onun bid'at
olmamasını gerektirir. O halde İbn el-Arabi'nin ruhbanlığı zamanın fesadında (fitne zamanlarında) dağlarda yapılan mendup seyahat diye manalandırmasıyle Kur'an'ın bunu bid'at diye isimlendirmesi nasıl uzlaştırılacaklar? Fakat bu meselenin bir açıklaması vardır.
İnşallah bu da anlatılır.
Denildi ki: Ayet-i kerimede "Onlar bid'at uydurdular." Denilme­sinin anlamı şudur: onlar hakkı terk ettiler. Domuz etlerini yediler, şarap içtiler, cünüp olduklarında yıkanmadılar ve sünnet, olmayı terkettiler. "Ona gereği gibi uymadılar." bölümünün anlamı itaati ve dinî inancı gözetmediler demektir. Bu cümledeki "Ona" zamirinin mercii önceden belirtilmemiştir,  dini inancı demektir.  Bu mânâ, ayetin öncesindeki "Ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik."  bölümünden anlaşılmaktadır.  "Ona  (yani Hz.İsa'ya) uyanlar"ifadesinden orada peşinden gidilen dinî bir inancın olduğu anlaşılır. Nitekim Sâd sûresi 32.âyetinin sonundaki bir zamirin mercii de önceden belirtilmemiş, ancak ondan önceki 31. âyette buna dair bir ipucu/karine vardır. Söz konusu ayetlerin meali şöyledir:"Akşama doğru ona (Süleyman'a) çalımlı, cins koşu atları sunulmuştu. Süleyman: Doğrusu ben bu iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim. Nihayet güneş battı.”[3] (Mealde verdiğimiz"güneş battı" ifadesi âyetin metninde bir zamirle temsil edilir. Bu zamir güneşe gönderilmiştir. Çünkü bir  önceki  ayette  geçen  el-aşiyyu"   kelimesi   öğleden   sonraki   zaman   dilimini   yani   güneşin göründüğü bir zamanı ifade eder. Ki biz onu akşama doğru diye terceme ettik. "Tevârat" ise gözlerden gizlendi demektir ki biz onu güneş battı diye çevirdik)
Bu görüşe göre âyetin anlamı şöyle olur: Onların uyguladıkları böyle bir ruhbanlığı biz yazmadık/emretmedik. Biz onlara ancak hakkı emrettik. O halde bundaki bid'at izâfı değil, hakiki bid'attir. Buna ister izafi denilsin, isterse hakiki denilsin âlimlerin çoğunlu­ğunun görüşü bu vecihtir. Ayetin hükmünün hu ümmete nisbetinde de bir tartışma yoktur.
Said ibn Mansur ve İsmail el-Kâdı, Ebû Ümame el'Bahili'nin (r.a) söyle dediğini naklettiler:
Siz Ramazan ayında gece namazı kılmayı kendinize farz yaptınız. Halbuki Allah Teala bunu size farz kılmamıştı. O size sadece orucu farz kılmıştı. O halde ona devam ediniz ve terk etmeyiniz. Çünkü İsrailoğullarından[4] bazı kişiler Allah'ın kendilerine farz kılmadığı şeyleri, Allah'ın rızasını kazanmak için uydurdular. Fakat ona da hakkıyla riayet etmediler.
Allah Teala da onları terk etmelerinden dolayı kendilerini ayıpladı ve "Uydurdukları ruhbanlığa gelince... ona da gereği gibi uymadılar." buyurdu.
Bir rivayette de şöyle geçer: İsrailoğullarından bazı kişiler Allah'ın rızasını kazanmak için bid'at uydurdular. Ona da hakkıyle riayet etmediler. Daha sonra onu terk ettikleri için Allah Teala kendilerini ayıpladı. Ebu Umame bunu söyledikten sonra şu âyeti okudu: "Uydurdukları ruhbanlığa gelince.,.. Ona da gereği gibi uy­madılar."
Bu görüş, bazı müfessirlerin görüşlerine de yakındır. "Ona da gereği gibi uymadılar." âyetini onlar şöyle tefsir ettiler: Yani bu konuda kusur işlediler ve ruhbanlığa devam etmediler.
Bazı tefsir nakilcileri dediler ki: Bu tevilde, nafile ve tatavvu olan bir şeye başlayan herkesin bunu tamamlaması ve hakkını gözetmesinin zorunlu olduğu anlamı vardır.
İbn el-Arabi dedi ki: Ruhbanlığın onlara kendileri bunu ısrarla devam ettirdikten sonra emredildiğini zannedenler bu izah tarzların­da yanılmışlardır.
İbn el'Arabi dedi ki: Bu yorum ne kelâmın/âyetin muhtevasından, ne üslûbundan ne de manasından çıkartılabilir. Bir kimseye herhangi bir şey ya şeriat vasıtasıyle emredilir veya o kişinin yaptığı bir adak onun emredilmesine sebep olur.
İbn el-Arabi dedi ki: Din ve inanç grupları arasında bu konuda ihtilaf yoktur.
Ona uygun bir şekilde amel edeceksek bu görüşün[5] üzerinde iyice düşünüp araştırma yapmaya ihtiyaç vardır. Çünkü âlimlerin çoğunluğu birinci görüşü[6] kabul etmişlerdir. Bu dinde bir bid'at, yoktur ve bid'at, delille alakayı kesmek demek olduğu için kesinlikle bidate cevaz verme görüşüne de tahammül etmez. Çünkü -yukarıda da geçtiği gibi- her bidat bir dalâlettir. Asıl olan delile uymaktır, ona aykırı hareket etmek değildir.
Bununla beraber biz -Allah'ın izniyle- Ebû Ümame'nin görüşünü de her ne kadar meselenin zahirine nisbetle uzak bir ihtimal de olsa, Şer'i delile uygun olmak üzere doğru bir bakıştan hareket ederek bir kenara atmayız. Yani o, Hz. Ömer'in Ramazanda mescidde insanları bir imamın arkasında toplamasını bid'at olarak kabul etti. Çünkü Hz. Ömer (r.a) insanlar namaz kılarlarken mescide girdiğinde şöyle dedi:
"Ne güzel bidattir bu! Ne var ki bunu kılmadan yatıp da sonra gecenin son kısmında kalkıp bunu kılanların davranışları daha iyidir."
Yukarıda da geçmişti, Hz. Ömer bunu herhangi bir bakış açısıyla bid'at diye isimlendirdi. Halbuki Ramazan ayında imamın insanları mescitte toplaması bir sünnettir. Sünnetin sahibi olan Hz. Peygam­ber (s.a) bunu uygulamıştır. Ancak farz olmasından korktuğu için bunu daha sonra terk etmiştir. Vahy zamanı sona erince illet, ortadan kalkmış ve iş normale dönmüştür (Yani farz olma korkusu kalma­mıştır). Ancak Hz. Ebû Bekir (r.a), halifeliği döneminde çok daha önemli meselelerle karşı karşıya kaldığı için bunu gerçekleştirmesi mümkün olmadı. Hz.Ömer'in halifeliğinin ilk dönemlerinde de bu mümkün olmadı. Nihayet durumu inceledi ve uygulamayı başlattı. Fakat görünürde bu iş, sanki kendisinden öncekiler tarafından hiç uygulanmamış gibi olduğu için bid'at diye isimlendirdi. Yoksa sün­netle sabit olan bir şeye aykırı olduğu için bu isim verilmiş değildir.
Sanki Ebû Ümame (r.a) de bu amelle ilgili uygulamayı gözönünde bulundurdu ve Hz. Ömer'in yaptığı isimlendirmeye de bağlı kalarak bunu bid'at olarak isimlendirdi. Sonra âyet-i kerimeden anladığı manaya dayanarak da buna devam etmelerini emretti. Onun âyet-i kerimeden anladığı mana işe şu idi: Gereğini yerine getirmemek demek, farz olmayıp mendup olan bir ameli devamlı yapmayı tercih etmelerine rağmen ona devamı terk etmeleri demektir. Onlar da bu tercihlerinin gereğini yerine getirmediler. Çünkü zorunlu olmayan ve revatip sünnetler cinsinden olmayan tatavvular iki şekilde yapılırlar:
Birincisi: İnsanın gücünün dahilinde olan şeylerde onun asıl üzere bırakılmasıdır (yani tatavvu olarak kalmasıdır). İnsan bu tür tatavvûları bazan büyük bir iştiyakla yapar bazan da onu yapmak için iştiyak duymaz. Veya bazan onu âdeti üzere yapması mümkün olur, bazan da meşguliyetinin çokluğu ve benzeri bir sebepten dolayı onu yapmaya imkan bulamaz. Mesela bir adamın bugün tasadduk edeceği bir şeyi vardır ve tasadduk eder. Yarın böyle bir imkanı olmayabilir veya imkanı olur da tasadduk yapmaktan haz almaz. Veya tasadduk edeceği şeyi elinde tutmayı o andaki çıkarlarına daha uygun görebilir veya bunun dışında insanın karşılaştığı başka bir sürpriz buna engel olabilir. Hiç kimsenin bütün tatavvûları bu şekilde terk etmesinde herhangi bir sakınca yoktur ve terk etti diye de kınanmaz. Çünkü bunda bir kınama ve azarlama olsaydı tatavvu olmazdı. Tatavvu' farzdan farklıdır.
İkincisi: Tatavvuların yapılması gerekli bir yükümlülük olarak yerine getirilmesidir. Mesela kişinin belli bir vakitte herhangi sahih bir ameli düzenli olarak yapmayı kendisi için görev edinmesi, gecenin bir bölümünü ibadetle geçirmeyi, özellikle aşure ve arafe gibi fazileti sabit olduğu için belli günlerde oruç tutmayı kendisi için
alışkanlık haline getirmesi veya sabah akşam Allah'ı zikretmeyi kendisine vazife edinmesi gibi şeyler böyledir. Böyle bir durumda tatavvular bir yönüyle vaciplerin özelliğini almışdırlar. Çünkü kişi bu tatavvûları gücü yettiğince sürekli yapmaya niyet ettiği zaman vaciplere ve revâtib sünnetlere benzemiş olurlar. Nitekim bu vaciplik, yapılması şer'an zorunlu olmasaydı bir vacip olarak ısrar edilmezdi. O zaman da aslının terkinde herhangi bir sakınca olmaz­dı. Bunun bizdeki bir benzeri farzlardan sonra gelen revâtip nafile­lerdir. Çünkü bunlar aslında müstehaptırlar Devamlı ve düzenli hale getirilmiş olmaları yönünden sünnetlere ve vaciplere benzemişlerdir.
Bu mana, Rasulullah'ın (s.a) ikindi namazının farzından sonra iki rekat daha namaz kıldığında bunun sebebi sorulunca verdiği cevapdan da anlaşılmaktadır. Rasulullah (s.a) o cevabında şöyle demişti:
"Ey Ebû Umeyye'nin kızı! İkindi namazından sonraki iki rekatı mı sormuştun? Abdulkays kavmine mensup insanlar İslama girmek için gelmişlerdi. Onlarla meşguliyeti sebebiyle öğleden sonraki iki rekatı kılamamıştım. İşte bu iki rekat, kılamadığım o iki rekattır."
Çünkü bu soru kendisine bu iki rekatı nehyettikten sonra sorulmuştu. Hz. Peygamber (s.a) öğlenin farzından sonra revâtip nafile (devamlı nafile) olarak bu iki rekatı kılıyordu. Bunları geçirin­ce vacibin kazası gereğince sanki bir kazayı kılar gibi vaktinden sonra kıldı.
İşte o zaman iki durum arasında bu çeşidin tatavvua ait, bir durumu meydana gelmiş olmaktadır, ancak şeriattan anladığımıza göre bu durum mükellifin isteğine bırakılmıştır. Hal böyle olunca biz, şeriatın maksadının da kolaylaştırmak ve yumuşaklık sağlamak olduğunu, mükellefin âciz kalabileceği veya sürekli yapması halinde sıkıntıya girebileceği şeyleri mecbur etmemek olduğunu anladık. Çünkü sürekli yapılan bir şeyi terk etmek her ne kadar başlangıçta mekruhluk derecesine ulaşmasa da o, kişinin Rabbine verdiği bir söz mesabesindedir. Verilen sözü yerine getirmek ise genel manada talep edilen bir şeydir. Bu sebeple onu ihlâl etmek mekruh olur.
Her ne kadar amelde devamlı olmak matlup ve saygıdeğer bir davranış da olsai kolaylığı ve yumuşaklığı tercih etmenin de Kur'an ve sünnetteki delilleri şunlardır:
"Biliniz ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz."[7]
Müfessirlerden bir grubun görüşüne göre, ayetteki sözü edilen çok işlerde kastedilen İslâmi yükümlülüklerdir. Ayette geçen kelimesinin manası ise "sıkıntıya düşerdiniz, meşakkatle karşılaşırdınız." demektir. Halbuki Allah'ın dininde meşakket/zorluk yoktur. Âyetin devamında: "Fakat Allah size imanı sevdirmiştir." buyurulur ki manası o yükümlülükleri kolaylaştırmak suretiyle imanı sevdir­miştir anlamına gelir.
Hz. Peygamber (s.a) hoşgörülü bir haniflik anlayışı ile gönderil­miş ve başkalarının üzerindeki ağırlıkları ve zincirleri indirmiştir. Allah Teala Peygamberini (s.a) tanımlarken şöyle buyurdu:
"Sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mümin­lere karşı çok merhametlidir, çok şefkatlidir."[8] Bir başka âyette şöyle buyurulur:
"Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez."[9] Diğer bir âyette şöyle buyurulur:
"Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister, Çünkü insan zayıf yaratılmıştır."
Allah Teala nefsi sıkıntıya sokmayı sınırı aşmak olarak isimlendirir:
"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın."[10]
Bu konuda hadislerden de pek çok delil vardır. Visal (yani iftar etmeden aralıksız oruç) meselesi bunun bir örneğidir. Hz. Aişe'den (r.a) gelen bir hadiste o şöyle demiştir: Allah Rasulü (s.a) iftar etmeksizin peşpeşe oruca devam etmekten men ederdi. Dediler ki:
Ama sen iftar etmeden oruca devam ediyorsun? O şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ben sizin gibi değilim. Ben Rabbimin katında gecelerim, O beni yedirir ve içirir."[11]
Enes'ten (r.a) rivayet edildi! O şöyle dedi:
Rasulullah (s.a) Rama­zan ayının sonunda iftar etmeksizin oruca devam etmişti. Müslü­manlardan bazı kişiler de aynı şeyi yaptılar. Bu durum Rasulullah'a ulaştırıldı. Bunun üzerine o şöyle buyurdu:
"Şayet Ramazan ayı bizim için uzamış olsaydı, iftarsız oruca kendisini kaptıranlar bu işten vazgeçsinler diye iftar etmeksizin aralıksız oruca devam ettikçe edecektim."
Bu ifadeleri onların hareketini tasvip etmediğini gösterir.
Ebû Hureyre'den (r.a) rivayet edilmiştir:
Rasulullah (s.a) iftar etmeksizin aralıksız oruçtan nehyetmişti. Müslümanlardan bir adam dedi ki:
yâ Rasulallah bunu sen de yapıyorsun. Rasulullah şöyle dedi:
"Hanginiz benim gibisiniz? Şüphesiz ben Rabbimin yanında gecele­rim; O beni yedirir ve içirir."
Onların visalden (yani iftar etmeden peşpeşe oruç tutmadan) vazgeçmek istemediklerini gördüğünde; bir gün, sonra bir gün daha onlarla birlikte orucuna iftarsız devam etti.
Sonra hilali gördüler. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Eğer hilâl görürünmeseydi, size daha da artıracaktım, (iftar etmemeyi sürdürecek­tim.)"
Sanki bu davranışıyla, visalden vazgeçmek istemedikleri için onları cezalandırmak istiyordu.[12]
Ramazan ayında Hz. Peygamber'in onlara teravih namazı kıldırması meselesi de bunun bir örneğidir: onların üzerine bu iş farz olur da yapmaktan âciz kalırlar ve bu sebeple günaha girerler korkusuyla bu işi (daha sonra) terk etti. Bu da Hz. Peygamber'in (s.a) onlara karşı yumuşaklıkla muamelesinin bir örneğidir.
Kadı Ebû Tâlib dedi ki:
Allah Teala'nın merhametinden dolayı, şayet bu namaza onlarla birlikte devam ederse üzerlerine bunun farz kılınacağını ona vahyetmiş olması muhtemeldir.
Hz. Aişe (r.a) dedi ki:
Rasulullah (s.a) yapmayı sevdiği bir ameli terk etmişse, insanlar da o ameli işlerler de, üzerlerine farz kılınıverir korkusuyla terk etmiştir.
Hz. Peygamber'in (s.a) şu sözünden de bu manaya işaret ettiği söylenir:
"Cuma gününe oruç tahsisi yapmayın."[13]
el-Mühelleb dedi ki:
Bu hadisin vürud sebebi, o oruca devam edilmesi ve neticede farz kılınması korkusudur.
İmam Malik'in Muvatta'da geçen sözü ile hadisteki yasaklama bu mana ile birleşir. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur.[14]Kolaylığı tercih etmenin delillerinden birisi de el-Havlâ bint Tüveyt’ten gelen şu hadistir: Hz. Aişe dedi ki:
Bir defasında yanımda bir kadın var iken Rasulullah (s.a) benim yanıma geldi. Bana dedi ki:
"Bu kimdir? Ben dedim ki:
Bu, geceleri uyumayıp namaz kılan bir kadındır. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu.
Demek geceleri uyumuyor ha! Amellerden gücümüz yettiği kadarını yapınız. Vallahi siz bıkıp usanmadıkça Allah da bıkmaz."[15]
Hz. Peygamber (s.a) kadının hareketini tasvip etmediğini belirt­mek için "Demek geceleri uyumuyor ha!" demiştir. Çünkü kadının yorulmasından, usanmasından veya hakkı sekteye uğratmasından ya da bitkin düşmesinden korkmuştur.
Bunun bir benzeri de Enes'ten (r.a) gelen şu hadistir:
Rasulullah (s.a) mescide girdi; iki direk arasında asılı bir ip gördü ve sordu:
"Bu nedir?" Dediler ki:
Bu Zeyneb'in ipidir. Namaz kılarken yorulup güçsüz kaldığı zaman bu ipe tutunup kendine destek yapıyor. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Çözün onu! Biriniz dinç iken gücü ve morali yerinde iken namaz kılsın, güçsüz kaldığı zaman veya yorulduğu zaman da otursun."[16]
Abdullah ibn Amr'dan (r.a) rivayet edilmiştir, o şöyle dedi:
Hz. Peygamber (s.a) benim devamlı oruç tutacağımı ve bütün gece namaz kılacağımı öğrenmiş ve benimle karşılaşınca şöyle demişti.
"Duydum ki sen devamlı oruç tutuyor ve bütün geceyi de namaz kılarak geçiriyormuşsun öyle mi? Öyle yapma, çünkü gözünün hakkı vardır. Nefsinin hakkı vardır ve ailenin hakkı vardır; Bazan oruç tut, bazan tutma, bazen namaz kıl, bazen de uyu.”[17]
İbn Seleme'den gelen bir rivayette o şöyle dedi:
Bana Abdullah ibn As (r.a) anlattı: Ben her gün oruç tutuyor ve bütün gece de Kur'an'ı hatmediyordum. Bu durumu ben Rasulullah'a (s.a) ya anlatmıştım, ya da o öğrenmiş ve beni çağırmıştı. Huzuruna vardığımda bana dedi ki:
"Duyduğuma göre her gün oruç tutuyor ve her gece Kur’an okuyup (hatm) ediyor muşsun, öyle mi?" Dedim ki: Evet ya Rasulallah, ben bunun sadece hayırlı/iyi bir şey olduğunu zannediyorum. Dedi ki:
"O halde her ayın üç günü oruç tut, senin için yeter." Dedim ki:
Ey Allah'ın Rasulü! Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter. Dedi ki:
"Ama eşinin senin üzerinde hakkı vardır, misafirlerinin senin üzerinde hakkı vardır ve vücudunun hakkı vardır. İyisimi sen Davud Peygamberin orucunu tut. Çünkü o, insanların en âbidi idi." Dedim ki:
Ey Allah'ın Rasulü! Davud peygamberin orucu nasıl bir oruçtu? Dedi ki:
"O bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı." Rasulullah sonra dedi ki:
"Her ay da Kur'an'ı bir defa hatmet." Dedim ki:
Ey Allah'ın Rasulü! Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter. Dedi ki:
"O halde her hafta bir hatim yap ve bunu artırma. Çünkü eşinin senin üzerinde hakkı vardır, misafir­lerinin senin üzerinde hakkı vardır, vücudunun hakkı vardır."
Ben bu hususta daha iddialı konuşup ısrar ettim. O da ısrar ettive şöyle buyurdu:
"Kim bilir ömrün uzun olur da çok yaşarsın, bu dediğini yapamazsın."
Hakikaten buyurduğu başıma geldi; yaşlanınca, "Rasulullah'ın ruhsatını keşke kabul etseydim." dedim. Bir başka rivayette Rasulullah (s.a) şöyle dedi:
“Bir gün oruç tut, bir gün tutma; Bu, Davud'un orucudur. En iyi oruç budur.” Dedim ki:
Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter. Dedi ki:
“Bundan daha fazlasını yapma.”
Abdullah ibn Amr dedi ki:
Rasulullah'ın (s.a) söylediği o üç günü kabul etmiş olmam bana ailemden ve malımdan daha sevimlidir."[18]
Tirmizi'de Câbir'in şöyle dediği nakledilir:
Bir adam, Rasulullah'ın (s.a) huzurunda ibadetten ve çok çalışmaktan/kendini zorla­maktan söz etti. Bir diğeri de kolaylaştırmak ve yumuşaklıktan söz etti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
“İbadette nefsi zorlamak yumuşaklıkla denk olamaz.” (Yani kolaylaştırmak ve yumu­şaklık daha faziletlidir). Tirmizi dedi ki: Bu rivayet hasen-gariptir.
Enes'ten (r.a) rivayet edildi, O şöyle dedi:
Peygamber'in (s.a) hanımlarının evlerine üç grup insan geldi ve O'nun ibadetinden sordular. Kendilerine O'nun ibadeti bildirilince sanki azımsadılar ve dediler ki:
Biz nerede, Allah Rasulü (s.a) nerede? Biz hiç onun gibi olabilir miyiz? O'nun yaptığı ve yapacağı bütün    günahlar bağışlanmıştır. Birisi şöyle dedi:
Ben bütün gece uyumayacağım, onu namazla geçireceğim. Diğeri şöyle dedi.
Ben her gün oruç tutacağım, hiç oruçsuz gün geçirmeyeceğini. Bir diğeri şöyle dedi:
Ben kadınlardan uzak duracağım, hiç evlenmeyeceğim. Allah Rasulü (s.a) geldi ve onlara şöyle dedi:
"Bu sözleri söyleyenler siz misiniz? Bana gelince; ben Allah'tan hepinizden daha çok korkarım ve O'ndan hepinizden daha çok çekinirim; lakin ben (nafile) orucu hem tutarım, hem tutmam, (nafile) namazı hem kılarım, hem uyuduğum da olur. Hanımlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir,"
Bu anlamda daha pek çok hadis vardır. Bunların tamamı kolaylığı ve kolaylaştırmayı tercih etmeye delâlet eder. Bu da ancak (yukarıda anlatılan) birinci şekliyle düşünülebilir, yani tatavvuun (nafilenin) aslı üzere bırakılması ve onun bir mecburiyet haline getirilmemesidir. Şayet nafile bir ibadetin sürekli yapılması tercih edilmişse onun da şimdi açıklayacağımız gibi meşakkat vermeyecek bir devamlılıkta olması düşünülmelidir.[19]


[2] Hadid: 27.
[3] Ayetin bir başka tefsirine göre 32. Ayetteki söz konusu zamirin mercii "atlar"dir. Bu tefsir lafız ve mana yönünden daha açıktır.
[4] Ruhbanlığı uyduranlar İsrailoğulları değil Hıristiyanlardır.
[5] Yani ruhbanlığın onlara, kendileri buna ısrarla devam ettikleri için emredildiği görüşü (Çeviren)
[6] Yani meşru olan bir şeyin şartına riayet etmedikleri için bid'atçi durumuna düşmüşlerdir görüşü (Çeviren)
[7] Hucurat: 7
[8] Bakara: 185
[9] Nisa: 28
[10] Maide: 87.
[11] Bu hadisin taliki daha önce geçti.
[12] Ebu Hureyre'nin bu hadisi Buhari'de geçmektedir: Kitabu's-Savm.  Babu't-Tenkil limen eksera’l-Visal, no:1965, s.242, c.IV. Fethu'1-Bâri.
[13] Buhari. K. Siyam, Babu Savmi Yevmi-Cumua.no:1984, 1985; Müslim, K. Siyam, B.Keraheti Sıyami Yevmi'l-Cumua münferiden 2/801.
[14] İmam Mâlik Muvatta'mda şöyle demişti: ''Hiçbir âlim, hiçbir fikıhçı ve onların peşinden giden hiç kimsenin Cuma günü oruç tutmayı yasakladığım görmedim. Bazı âlimlerin Cuma günü oruç tutuğunu gördüm."  (Muvatta.  K.  Siyam,   B.  Câmiu's-Siyam)  Vahy dönemi sona erdikten sonra hadisteki yasağın illeti ortadan kalktığı için. İmam Malikin sözü ile hadis arasında bir çelişki yoktur. (Çeviren)
[15] Buharı. K. İman, B. Ehabbu'd-Dinî ilallahi edvemuhu. no:43; Buhari, K. Teheccüd. B.18. no:1151;  Buhari. K. Savm, B. Savmi Şaban, no:l970; Buhari, K. Libâs, B. Cülusi alel-Hasır. No:5861. Müslim. K. Salâti'l-Müsâfirin. B, Fadileti’l-Ameli'd-Dâimi min kıyami’l-Leyl; no:220. K. Siyam. No:177. Mâlik, el-Muvatta. K. Salâti’l-Leyl, B. Mâ câe fi salâti'l-Leyli no:4. C.1I. s.118. Ahmed Müsned.6/40. 51, 61.Ebu Davud, Tatavvu,  Nesâî (Çeşitli yerlerde var) Meselâ K. Kıyami'l-Leyl. K. İman, İbn Mâce, K. Zühd, B. Müdavemetü ale'1-Amel, no:4238.
[16] Buhâri. K. Teheccüd. B. Mâ Yükrahu mine't-Teşdid fi'l-Ibade, no:110.
[17] Buhari. Kitabü’ t-Teheccüd, B.20, no:1153. Fethu’l-Bâri, 3/46; Müslim, Siyam, 181. Ahmed. Müsned. 2/58, 188.
[18] Buhâri.  K. Savm, B. Savmu'd-Dehr, no:1976; Müslim, K-Savm. B. En-Nehyi an Savmi'd-Dehri. 1159: Nesâî. Savm. 2393.
[19] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/319-330.