๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:21:07



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:21:07
Fasıl


Bu durum sabit olduğuna göre, bir kimsenin devamlı işlemek maksadıyle bir amelin içine girmesi, şayet, meselâ o ameli devamlı yaptığı zaman bıkkınlığa sebebiyet vermesi alışılmış/bilinen bir şey ise bunu zorunlu/devamlı hale getirmenin başlangıçta mekruh oldu­ğuna inanması gerekir. Çünkü bu, hepsi de yasaklanmış olan pek çok şeye sebebiyet verir:
Birincisi: Şüpehsiz Allah ve Rasülü bu dinde kolaylığı ve yumu­şaklığı hediye etmiştir. Nafile bir amelî kendisi için zorunlu hale getiren bu kişi, dinin hediyesini kabul etmeyen kimse gibidir. Bu, hediye sahibinin hediyesini reddetmeye benzer. Bir kölenin efendi­sine karşı böyle bir tavır sergilemesi yakışık almaz. Kulun Rabbine karşı böyle bir tavır sergilemesi nasıl yakışık alsın?
İkincisi: Böyle bir zorunluluğun şer'an daha hayırlı ve çok daha önemli olan hır şeyin yerine getirilmesinde kişiyi acze ve yetersiz hale düşürmesinden korkulması. Rasulullah (s.a) Davud'un (a.s) du­rumunu anlatmak için şöyle demişti:
"O, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı, düşmanla karşılaştığı zaman da arkasını dönüp kaçmazdı"
Rasulullah (s.a) bu sözüyle, Davud'un (a.s) tuttuğu orucun, düşman karşısında onu zayıf duruma düşürmediğine dikkat, çekmek istemiştir. Bu oruç onu zayıf duruma düşürmemiştir ki bu sebeple harp meydanlarında cihadı terk etmiş olsun ve düşmandan kaçsın. Abdullah ibn Mes'ud'a (r.a):
Sen çok az oruç tutuyorsun, deni­lince şöyle cevap verdi:
Oruç tutmak beni Kur'an okumaktan alıkoyuyor. Halbuki Kur'an okumak benim için oruç tutmaktan daha sevimlidir.
Bu sebeple İmam Mâlik gecenin tamamının ihya edilmesini mekruh görmüş ve şöyle demiştir:
Belki sabah namazı vaktinde uyku kendisine galip gelebilir. Rasûlullah'da (s.a) güzel bir örnek vardır, imam Mâlik daha sonra şöyle dedi:
Sabah namazına bir zarar vermediği müddetçe bütün geceyi ihya etmede bir beis yoktur.
Arefe günü tutulan orucun kendisinden önceki ve kendisinden sonraki senenin günahlarına keffaret olduğu bildirilmiş, sonra da hacıların o gün oruç tutmamalarının daha faziletli olduğu haber verilmiştir. Çünkü o gün oruçlu olmamak vakfe ve dua esnasında kuvvetli olmayı temin eder. İbn Vehh'ın bu konuda bir hikayesi vardır. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştu:
"Senin ailenin senin üzerinde hakkı vardır, misafirlerinin senin üzerinde hakkı vardır ve nefsinin senin üzerinde hakkı vardır."
Kişi aslında mecbur olmadığı bir ibadete kendisini tamamen verirse bu haklardan herhangi birisini ihlal edebilir.
Ebu Cuhayfe'den (r.a) rivayet edilmiştir; O şöyle dedi:
Rasulullah (s.a) en son olarak Selman ile Ebu'd-Derdâ'yı birbirine kardeş yaptı. Selman Ebu'd'Derda'yı ziyaret etti. (Hanımı) Ümmü'd'Derdâ'yı perişan bir vaziyette görünce;
"Neyin var?" diye sordu. Ümmü'd-Derda şöyle cevap verdi:
Kardeşin Ebu'd-Derdâ'nın artık dünya ile bir işi kalmadı. Derken Ebu'd-Derdâ geldi; ona (misafirine) yemek yapıp getirdi ve:
Buyur, ye!
Ben oruçluyum dedi. Selman cevap verdi:
Sen yemeden ben tek bir lokma bile almam. Bunun üzerine o da yedi. Gece olunca, Ebu'd-Derdâ gece namazını kılmaya gidecekti. Selman ona:
Uyu, dedi. Uyudu sonra namaz kılmaya kalktı. Selman ona yine;
Uyu, dedi; o da uyudu. Sabah namazı vakti girince Selman ona:
Haydi şimdi kalk! Dedi. Kalktılar, beraberce namaz kıldılar. Sonra Selman ona şöyle dedi:
Bak kardeşim! Rabbinin şenin üzerinde hakkı vardır, misafirinin de senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin de senin üzerinde hakkı vardır; her hak sahibine hakkını ver! Sonra birlikte gelip Rasulullah'a durumu bildirdiklerinde, Rasulullah (s.a):
"Sel­man doğru söylemiştir." buyurdu. Tirmizi dedi ki:
Bu hadis sahih­tir.[25] Bu hadis, kişinin üzerindeki hakların tamamına dikkat çekmektedir. Bu haklar, hanımının cinsel ihtiyaçlarını gidermesi, misafirine hizmet etmesi, onunla meşgul olması ve onunla birlikte yemek yemesi ve diğer ihtiyaçlarını karşılaması, çoluk çocuğunun rızkını temin etmesi, onlara hizmet etmesi, nefsinin hakkı, onu meşakkate sokacak şeyleri terk etmesi. Rabbinin hakkı ise yukarıdakilerin hepsi ve farzlar, nafileler cinsinden olan diğer vazifeleridir.
Her hak sahibine hakkını vermesi vâcıbtir. Bir insan mendup olan işlerden herhangi birisini veya ikisini, üçünü kendisi için zorunluluk haline getirirse, bu diğer işlerine mani olur veya diğerle­rini daha iyi bir şekilde yerine getiremez ve neticede kınanmayı hak eder.
Üçüncüsü: Bir zorunluluk haline getirilen bu amelden dolayı nefsin bıkkınlık duymasından korkulmasıdır. Çünkü onun devamlı yapılması halinde nefse meşakkat vereceği farz edilir. Bu öyle bir meşakkattir ki bu amelin vakti yaklaştığında nefse bir sıkıntı basar ve o ameli işlememeyi ister veya onun zorunlu hale gelmemiş olmasını temenni eder. Hz. Aişe'nin (r.a) Rasulullah'dan (ş.a) rivayet ettiği şu hadis bu manaya işaret etmektedir:
"Bu din metindir/ sağlamdır. Onda yumuşaklıkla davranın ve nefsinizi Allah'a ibadet­ten tiksindirmeyin. Çünkü doludizgin giden ne mesafe katedebilir, ne de biniti sağ kalır."
Sertlik, katılık ve yoğunluğa kendini veren kimse hedefine ulaşmak için atını çatlatırcasına süren bir yolcuya benzetiliyor. O, binitine uyguladığı şiddet sayesinde belki yolun bir kısmını kat edebilir. Fakat sonunda binit hayvanı bu şiddete dayanamaz, ya yorulur durur veya çatlar ölür. Şayet hayvana yumuşak davransaydı hedefe ulaşırdı.
İnsanın ömrü de böyle bir mesafedir. Bu mesafenin sonu ölümdür. Biniti nefistir. Yükümlülüklerini yerine getirirken ömür mesafesini kolaylıkla alabilmesi için nefse karşı da yumuşaklıkla muamele edilmesi talep edilir. Hadisi şerifte nefsin ibadetten tik­sinmesine sebebiyet verilmesi yasaklanmıştır. Şeriatın yasakladığı bir şey güzel olmaz.
Taberani, İbn Abbas hadisinden tahriç etti: İbn Abbas (r.a) dedi ki:
"Ey Peygamber! Biz seni şahit, müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik. "[26] âyeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (s.a) Ali ve Muaz'ı çağırdı ve onlara dedi ki:
"Gidin, müjdeleyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayan. Çünkü bana: "Ey peygamber! Biz seni şahit, müjdeleyici ve bir dâvetçi olarak gönderdik..." âyeti indirildi. Müslim, Said ibn Ebi Bürde'den tahriç etti; o da babasından, o da dedesinden rivayet etti: Rasulullah (s.a) Said ibn Ebi Bürde'nin dedesi ile Muaz'ı Yemen'e gönderdi. Onlara dedi ki:
"Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmaym, uzlaşın, ihtilafa düşmeyin.”[27]
Yine Müslim'in Ebi Bürde'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) ashabından birisini bir iş için gönderdiği zaman ona şöyle derdi:
"Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın." Bu hadis zorlaştırmayı yasaklamaktadır. İbadetlerde güçlüğü tercih etmek de bir çeşit zorlaştırmadır.
Taberi, Câbir ibn Abdullah'tan rivayet etti, o şöyle dedi:
Rasu­lullah (s.a) Mekke'de bir kayanın üzerinde namaz kılan bir adama rastladı. Sonra Mekke'de başka bir bölgeye gitti. Bir müddet orada kaldıktan sonra geri döndü. O adamı yine eski halinde gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Ey insanlar, doğru ve dengeli olandan ayrıl­mayınız. -Bunu üç defa tekrarladı- Siz bıkmadıkça Allah bıkmaz."
Burayde el-Eslemi'den rivayet edildiğine göre o şöyle anlattı:
Rasulullah (s.a) namaz kılan bir adam görmüştü. "Bu kim?" diye sordu. Ben:
Filan kişidir, dedim ve onun ibadetini ve namazını anlattım. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) dedi ki:
"Sizin dininizin hayırlısı, kolay olanıdır."
Bu, onun böyle şeylerden hoşlanmadığını gösterir. Bu sadece o amele karşı bir isteksizliğin meydana gelmesinden korkulmasıdır. Bir amele karşı duyulan isteksizlik o amelin terk edilmesine sebep olabilir. Daha önce o ameli devamlı yapmaya karar veren kimsenin onu daha sonra terk etmesi mekruhtur. Çünkü bunda verilen söze riayetsizlik vardır. (Bu da dördüncüsüdür.)
Üçüncüsünde buna işaret eden bir delil geçti. Rasulullah'ın (s.a):
"Doludizgin giden ne mesafe kat edebilir, ne de biniti sağ kahr." sözü, "nefsinizi Allah'a ibadetten tiksindirmeyin." sözüyle birlikte, bir amele karşı duyulan tiksinti ve hoşnutsuzluğun o amelden tamamen kesilmeye sebep olacağına işaret eder. Bu sebeple Rasu­lullah (s.a) münbit toprak parçasını misal verdi. Bu toprak parçası, üzerinden geçişin engellendiği yerdir.
"Uydurdukları ruhbanlığa da gereği gibi uymadılar." âyeti de sözü edilen tefsire göre buna delâlet eder.
Beşincisi: Dinde aşırılığın hükmüne dahil olmaktan korkulmasıdır. Aşırılık, bir işte mübalağa etmek ve onda sınırı geçip israfa dalmaktır. Bundan önceki delillerin içinde bunun delili de vardır. Nitekim yukarıdaki bir hadiste Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştu:
"Ey insanlar, dengeli olmaktan ayrılmayınız." Allah Tealâ da şöyle buyurdu:
"Ey Kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin/haddi aşmayın."[28]
İbn Abbas'dan (r.a) rivayet edildi, o şöyle anlattı:
(Mina'da) şeytan taşlama sabahı Rasulullah (s.a) bana dedi ki:
"Atmak için bana küçük çakıl taşları topla." Topladığım taşlan eline koyduğumda şöyle buyurdu:
"Evet işte bunlara benzer şeyler. Sakın dinde aşırı olmayın. Sizden öncekiler sadece dinde aşırı gittikleri için helak oldular."
Rasulullah (s.a) aşırılığı yasaklama konusundaki âyetin anlamının her türlü aşırılığı ve ifratı kapsadığına işaret etti. Daha önce zikredilen hadislerin pekçoğu da bu manayadır. Yukarıdaki hadisi Taberi tahriç etmiştir.
Yine Taberi, Yahya ibn Cu'de'den rivayet etti, o şöyle dedi: Şöyle denilirdi:
"Sen endişe ve korku içinde çalış, bir ameli sevdiğin halde onu bırak: Az da olsa süreklilik vasfını taşıyan bir amel, çok da olsa kesintiye uğrayacak amelden daha hayırlıdır." Muaz'abir adam geldi ve dedi ki:
Bana tavsiyede bulun. Muaz ona dedi ki:
Sen bana itaat edecek inisin? Adam:
Evet, dedi. Bunun üzerine Muaz ona şöyle dedi:
Bazan namaz kıl, bazen uyu, bazen oruç tut, bazen iftar et/oruç tutma, çalış ve kazanç peşinde koş, Allah'ın huzuruna sadece nıüslüman olarak gel, mazlumun bedduasından da sakın.
İshak ibn Süveyd'den rivayet edilmiştir; Rasulullah (s.a) Abdul­lah ibn Mutarrife şöyle dedi:
"Ey Abdullah! İlim, amelden daha faziletlidir. İyilik, iki kötülüğün arasındadır. İşlerin hayırlısı orta olanıdır. Yolculuğun en kötüsü meşakkatli olanıdır."[29]
"İyilik, iki kötülüğün arasındadır" sözünün anlamı şudur: İyilik, dengeli ve adil olmaktır. İki kötülük ise haddi aşmak ve eksik bırakmaktır. (Bu ikisinin ortasında iyilik yani denge ve adalet vardır.) Şu ayet-i kerime de bu manaya delalet eder:
"Eli sıkı olma; Büsbütün eli açık da olma."[30] "Onlar harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederleri ikisi arasında orta bir yol tutarlar."[31]
Yolculuğun meşakkatli ve yorucu oluşu da aşırılık ve ifratla ilgilidir. Bunun bir benzeri Yezid ibn Mürre el-Cu'fi'den rivayet edildi, o şöyle dedi:
İlim amelden hayırlıdır. İyilik, iki kötülüğün arasındadır.
Ka'bu’l-Ahbâr'dan nakledildi:
Şüphesiz bu din metindir/sağlam­dır. Allah'ın dininden kendini nefret ettirme ve onu yumuşaklıkla eda et. Çünkü binitini çatlatırcasma süren kimse ne uzağa gidebilir, ne de biniti sağ kalır. Kendisinin bugün ölmeyeceğine inanan kişi gibi çalış, yarın öleceğine inanan kişi gibi dikkatli ve hazırlıklı ol.
Bunun bir benzerini de İbn Vehb, Abdullah ibn Amr ibn el'As'tan nakletti.
Bütün bunlar, sıkıntı vermeksizin devam edilebilecek amellerin yapılmasına işarettir.
Amr ibn İshak'tan rivayet edildiğine göre o şöyle dedi:
Rasulullah'ın (s.a) ashabından pek çok kişiye yetiştim. Bunlar benden önce gelip geçtiler. Onlardan daha  kolaycı olan ve onlardan  daha az şiddetten/sertlikten uzak duran kimse görmedim.
el-Hasen dedi ki:
Allah'ın dini, eksikliğin üstüne aşırılığın altına konulmuştur.
Bu anlamdaki delillerin hepsi dinde güçlüğün/zorluğun olmadığı gerçeğine dayanır. Bu güçlükle şu andaki mevcut bir güçlük kaste­dildiği gibi -mesela aslında kendisi zor olan bir ibadete başlamak böyledir- gelecekte ortaya çıkması muhtemel bir güçlük de kastedilmiştir. Çünkü o amele devam edilmesi halinde güçlüğün ortaya çıkması kaçınılmazdır. "Uydurdukları ruhbanlığa da hakkıyle uyma­dılar." âyeti bağlamında anlatılan Abdullah ibn Amr'ın (r.a) kıssası bu tür bir güçlüğe işaret eder.
"Allah'ın en sevdiği amel, az da olsa sahibinin devamlı yaptığı ameldir." hadis-i şerifi de buna işaret eder. Bunun içindir ki Rasulullah (s.a) bir ameli yapmaya başladığı zaman onu istikrarlı bir şekilde yapardı. Hatta bu yüzden öğlen ve ikindinin farzları arasında kıldığı iki rekatı (bir meşguliyeti sebebiyle geçirince) ikindiden sonra kaza etmiştir.
Kişi o amelde devama niyet etmemişse durum böyledir. Ya bir de o ameli terk etmemeye niyet ettiği zaman hali nice olur? Ondan bu amele devam etmesi haydi haydi istenir. Bunun için, Rasulullah (s.a) Abdullah ibn Amr'a (r.a) şöyle demiştir:
“Ey Abdullah! Filan kişi gibi olma. O daha önce geceleri namaza kalkardı, şimdi gece ibadetini terk etti."[32]
Bu sahih bir hadistir. Rasulullah (s.a) bu hadiste Abdullah ibn Amr'in filan kişi gibi olmasını menetti. Bu hadis, o filan kişinin veya başkasının başladığı bir ibadeti terk etmesinin mekruh olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Netice itibariyle bu kısım, sürekliliği halinde meşakkatin ortaya çıkacağı zannolunan kısımdır. Pek çok illet, sebebiyle böyle bir amelin (zorunlu hale getirilmesinin) terk edilmesi matluptur. Bu kısmın anlatılması esnasında anlaşılmıştır ki, söz konusu amelin devam­lılığını mahzurlu kılan illetler mevcut olmadığı zaman terk talebi de ortadan kalkar. (Yani onu sakıncalı hale getiren illet yoksa o amel işlenebilir.) Terk talebi ortadan kalkınca da amel aslına döner ki o da fiilin yapılmasının talep edilmesidir.
Şartına da bağlı kalmak niyetiyle o amelin içine giren kimse, bir yönüyle daha işin başında mekruh olan bir işe girmiş demektir. Çünkü o şartın yerine getirilememe ihtimali vardır. Mendup olan bir şeyde ise yerine getirme kararlılığı zahiri üzere bırakılır.
Mendupluk yönünden Şari onun yerine getirilmesini emreder, mekruhluk yönünden de o amelin içine girilmesini (sürekli hale getirilmesini) mekruh görmüştür.
Burada mekruhluk ön plana çıktığına göre, Allah'a yakınlık maksadıyle bir amele girişmek, ortada o amelin o şekilde yapılma­sına dair bir emir olmaksızın onu yapmaya girişen kimseye benzer. Bu itibarla böyle bir şey yapmaya bid'at demek gayet kolaydır. Nitekim Ebû Umame de buna kolayca bid'at diyebilmiştir.
Gelecekte ortaya çıkabilecek durumlara veya meşakkatlere bak­maksızın veya şartını yerine getireceğine de inanarak, başlangıçta emredilen bir amel olması yönünden o amelin sahibi ibadet kastiyle nafile bir amele giren  kimseye benzer. Bu sahihtir, mendupluk delillerinin gereğine göre cereyan eder. Bu sebeple  (Şâri),  bir kimsenin böyle bir işe girdikten sonra -bu iş ister bir adak olsun, isterse adak olmaksızın kalben sürekliliğine niyet edilmiş olsun- onu yerine getirmesini emretmiştir. Şayet bu bir bid'at olsaydı, bid'at sınırının içine girmiş olurdu, yerine getirilmesi emredilmezdi, onun ameli de bâtıl/geçersiz olurdu.
Bunun içindir ki bir hadiste şöyle anlatılır:
Rasulullah (s.a) güneşte ayakta duran bir adam gördü. "Bu adam ne yapıyor?" diye sordu. Dediler ki:
"Gölgede durmamayı, hiç konuşmamayı, oturmamayı ve oruç tutmayı adamış" Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Söyleyin o adama, otursun, konuş­sun, gölgelensin ve orucunu da tamamlasın,"[33]
Rasulullah'ın (s.a) meşru olmayan bir şeyin uydurulmasını nasıl iptal ettiğini ve aslında meşru olan şeyin yerine getirilmesini nasıl emrettiğini sen de görüyorsun. Mana yönünden ikisi arasında her­hangi bir fark olmasaydı, bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesinin makul bir izahı olmazdı. Aynı şekilde, böyle bir işe girişen kimsenin ona devam etmesi de emredilmiş olsa, bundan o işe devam etmesinin itaat olduğu sonucunun çıkması zorunlu olur.  Çünkü mekruh ve haramdan farklı olarak mubahın devamlılığı emredilmez. Şeriatte bunun benzeri yoktur. Rasulullah'ın (s.a) şu sözü de bunu teyid eder:
"Kim Allah'a itaat etmeyi adarsa, O'na itaat etsin."
Çünkü Allah Tealâ adağını yerine getiren kimseyi övmüş ve ona güzel bir mükafaat vaad etmiştir:
"Onlar verdikleri sözü yerine getirirler."[34]
"Onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik."[35]
Ecir ve mükâfat ancak şer'an talep edilen bir şeyin yerine getirilmesi halinde verilir.
Bu anlamı iyi düşününüz. Allah kendilerinden razı olsun, selef-i sâlih de deliller gereğince bu manaya uygun bir davranış içinde olmuşlardır ve ilk bakışta varmış gibi görülen çelişki problemi de bununla ortadan kalkmıştır. Allah'a hamd olsun ki âyet ve hadislerle ilk dönem müslümanlarının davranışları da sistematik bir bütünlüğe kavuşmuştur. Ancak geride iki tane önemli problem kalmıştır. Bu problemlerin cevabı görüldüğünde mesele tam manasıyle anlaşılmış olacaktır. Bu sebeple biz her bir problem için bir fasıl/bölüm ayırmayı uygun gördük.[36]



[25] Buhari. K. Edeb. B. Sun’ut-Taam ve't-Tekellüfü li'd Dayf, no:6139. Fethu’l-Bâri, 10/550. Tirimizi. K. Zühd. 2413.
[26] Ahzab: 45. 46
[27] Müslim, Cihad. h.no:l732; Ebu Davûd, Âdâb, no:4835.
[28] Maide:77.
[29] Bayhaki. Şuabü'l-İman; Kenzü’l-Ummal. 10/132. no:2658.
[30] İsra: 29
[31] Furkan:67.
[32] Buhari. K. Teheccüd. h.no:1152: Müslim. K. Sıyam. B. Nehy an Sıyamilleyl. İbn Mâce. İkâmeti’s-Salati ve’s-Sünnetü fıha. Babu mâ câe fi Kıyamil-Leyl,No:1331
[33] Buhari, K: Eyman ve’n-Nüzur, h.no:6704,İbn Abbas rivayet etti. Ebu Davud, K. Eyman ve’n-Nüzür,h.no:3300, Enes İbn Malik rivayet etti. İbn Mace, K. Keffarat, h.no:2136  Kuvvetli görüşe göre hadiste sözü edilen adam Ebu İsrail’dir. İsmi Kayser el-Amiridir. Sahibidir.Bu isimde ve künyede başka bir sahibi yoktur. İbn Abbas ve Enes İbn Malik rivayetlerinden başkada bu sahabinden söz eden başka bir hadis yoktur.
[34] İnsan: 7.
[35] Hadid: 27.
[36] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/334-341.