๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:19:18



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:19:18
Fasıl


Fakat geride nehyin, yani bir tatavvuun sürekli hale getirilme­sinin yasaklanışının illetlendirilmesi (sebebe bağlanması) konusun­daki yapacağımız inceleme kaldı. Eğer bunun illeti tesbit edilebilirse, illetin olmaması yasağın da ortadan kalkmasını gerektirecektir. Alimlerin bu konuda söyledikleri genel olarak doğrudur. Fakat tafsilatının incelenmesi gerekir. Bu da yasağın illetinin iki şeye dayandığıdır: Birincisi: Devamlılığın meşakkat vermesi halinde o amelin kesintiye uğraması ve terk edilmesi korkusudur. Diğeri ise Allah hakkı ve kul haklarından daha önemlilerinde kusurlu duruma düşmek korkusudur.
Birincisi: Rasulullah (s.a) bu konuda zanna değil, bilinen bir kaideye dayanan temel bir esas koymuştur. Yani sürekli yapıldığı takdirde sıkıntı (harec) veren amelin sürekli hale getirilmesinin şeriat tarafından reddedildiğini açıklamıştır. Çünkü Rasulullah (s.a) hoşgörülü haniflikle/hak bir din ile gönderilmiştir. Sıkıntıyla hoşgörü/kolaylık bir arada bulunmaz. Her kim nefsini sıkıntıyla karşıla­şacağı bir işe zorlarsa kendisi hakkında itidalin dışına çıkmış olabilir. Onun sıkıntıyla karşı karşıya gelmesinin sebebi Şâri değil, bizzat kendisidir. Tamamlamak şartıyle bir amelin içine giren kimse, girdikten sonra bunu tamamlarsa bu güzeldir. Çünkü gayet açıktır ki bu amel ya, şartına uygun bir şekilde yaptığı için, meşakkatsizdir veya meşakkatlidir de ona sabreder, fakat nefsinin kendisi üzerin­deki hakkı olan yumuşaklığı/kolaylığı ona sağlanmamış olur. Bunun açıklaması ileride gelecektir. Eğer giriştiği bir ameli tamamlamazsa o zaman da sanki Rabbine verdiği sözü yerine getirmemiş gibi olur ki bu daha ciddi bir durumdur. Şayet beraet-i zimmet aslı üzere kalır da kendi kendini böyle bir zorunluluğun altına sokmazsa korktuğu başına gelmez.
Fakat bir kimse şöyle diyebilir: Buradaki nehiy, o ameli yapacak kişiye kolaylık sağlamak amacına yöneliktir. Nitekim Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir:
"Rasulullah (s.a) visal orucunu onlara merhame­tinden dolayı yasakladı."
Sanki o, ibadette nefsin hazzını da dikkate aldı. Ona:
Yap ve terk et, denildi. Yani sana meşakkat verecek şey­lere kendini zorlama. Nitekim farzları eda ederken kendini meşak­kate zorlamazsın. Çünkü Allah Tealâ farzları kullarına kolayca yapabilecekleri şekilde vaz etmiştir/koymuştur. Kuvvetli ve zayıf, büyük ve küçük, hür ve köle, erkek ve kadın kim olursa olsun hepsi aynı kolaylık içinde farzları edâ edebilirler. Hatta bazı farzlar mükellefe güçlük verdiği zaman bu farz ondan ya tamamen düşer veya onun yerine güçlük vermeyen başka bir şey yapar. Üzerinde konuşulan nafileler de böyledir.
Nefsin hazzı gözetilince kendisini sürekli ibadete vermede iş dönüp dolaşıp amel edene varmaktadır. el"Muvafakat isimli usûl kitabında hazların düşürülmesi konusunda ortaya konulan kaideye binaen onun nefsinin hazzını temin etmeme ve kendisine meşakkat verebilecek şeylerde onu devamlı kullanma gibi bir hakkı vardır. O halde bu değerlendirmeye göre bu, yasaklanmış bir iş değildir. Nitekim o amelin isteklisi olduğu müddetçe insanın üzerine başka­sına ait hakları ödemesi vacip olur. O ameli talep etmeme/yapmama konusunda insanın serbestlik hakkı vardır. Talebi terk ederse vâciplik de kalkar. Yasaklama, nefsin hazlarını korumak için de gelmiştir. Kişi bu hazlardan vazgeçtiği zaman yasaklık ortadan kalkar ve amel mendupluk aslına döner.
Cevap: Nefislerin hazları onların talep edilişlerine nisbetle, kulların üzerindeki Allah'ın haklarındandır da denilebilir, kulların haklarındandır da denilebilir. O zaman sizin söylediğinizin bir geçerliliği yoktur. Çünkü bunda mükellefin bir seçme hakkı yoktur. O, başkasına yumuşaklıkla muamele ettiği gibi, kendi nefsine de yumuşaklıkla yükümlüdür. "Nefsi’n senin üzerinde hakkı vardır," hadisi şerifi bunun delilidir. Selman (r.a) Ebu'd-Derda'ya (r.a) "her hak sahibine hakkını ver" derken nefsin hakkı ile başkasının hakkını birleştirmiş, sonra bunu haklardan bir hak olarak ifade etmiştir.
Bu "hak" lafzı ancak lâzım olan bir şey için kullanılır. Bir insa­nın kanını ne kendisi ne de başkası için mubah görmesinin, herhangi bir organını ne kendisinin ne de başkasının kesmesini mubah görmesinin ve herhangi bir şeyle acı vermeyi mubah görmesinin helal olmayışı bunun delilidir. Kim bunu yaparsa günahkârdır, cezayı hak eder. Bu gayet açıktır.
Şayet biz: Bu, kul hakkındandır ve kulun seçimine bağlıdır, dersek bu söz mutlak bir anlam ifade etmez. Çünkü kulların hak­larının Allah'ın hakkından bağımsız olmadığı usûl ilminde açıklan­mıştır.
Bizim üzerinde durduğumuz konuda bunun delili şudur: Şayet bu, mutlak olarak bizim seçimimize bırakılmış olsaydı bu konuda bize bir yasaklama olmazdı. Belki biz işin başında muhayyeriz (yani nafile bir ameli kendimiz için sürekli hale getirme tercihini yapıp yapmamakta serbestiz). Buna (?..)[40] Bu konu tamamen mükellefin seçimine bırakılmış olsaydı bir ibadeti yapmayı nezre den kimse onu dilerse yapar, dilerse terk ederdi.
Müctehit imamlar adağı yerine getirmenin vâcipliğinde ittifak etmişlerdir. Benzerleri de onun gibidir ve yine biliyoruz ki şeriat bize imanı sevdirmiş ve onu gönüllerimizde sindirmiştir. Allah Teala'nın şeriatı mükellefin onu kolaylıkla ve zevkle uygulayacağı şekilde düzenlemiş olması da bu cümledendir. Bu, meşekkatlerin meşruluğuyla bir arada olamaz. (Nafile) amellere fazla kaptırmak genelde yorgunluk, bıkkınlık ve o amelde kesintiye sebep olunca, bu, imanın sevdirilmesinin ve gönüllere sindirilmesinin zıddı gibi bir durumdur ve mekruhtur. Günkü şeriatın konuluş gayesine aykırıdır. Bu şekilde bir işe girişmek meşru değildir.
İkincisi: Mükellefle ilgili haklar çok çeşitlidir. Bunların hüküm­leri de delillerin asıllarının verdiği manaya göre muhteliftir. Malum­dur ki bir mükellefin üzerinde iki tane hak çakıştığı ve bunların arasını birleştirmek mümkün olmadığı zaman delilin muktezasında daha kuvvetli ve önemli olan hakkın öne alınması zorunludur. Şayet vacip ile mendup, bir mükellefin üzerinde çakışırsa vacip, menduba tercih edilir ve böyle bir durumda mendup, mendup olmayan haline gelir. Hatta aklen ve Şer'an terki vacip olan haline gelir. Çünkü "Vacibin kendisiyle tamam olduğu şey de vaciptir." (Burada mendubun terkedilmesi vacibin yerine getirilebilmesi için zorunlu hale gelir.)
Terk etmek vacip hale gelince onunla amel eden kimse o zaman onunla nasıl Allah'a ibadet etmiş olur? Üstelik o, delillerin asılların­da talep edilen şeyle Allah'a ibadet eden kimsedir. Çünkü mendupluğun delili hazır, onun gözünün önünde durmaktadır. Fakat bununla beraber bu ibadeti yapmakla ilgili olarak onunla amel etme­sine engel bir durum vardır ki o da vacibin o andaki mevcudiyetidir. Vacip ile amel ederse genel manasıyle/zaman zaman mendubu terk etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak yukarıda da geçtiği gibi bu mendubu önceden kendisi için sürekli hale getirmesi yönünden sakıncadan kurtulamaz. Şayet mendupla amel ederse, vacibi terk etmekle günahkâr olur.
Geriye şu konu kaldı: Edâ edilirken bir hakkın ihlaline sebep olan mendub, mendub yerine geçer mi, geçmez mi? Şayet sen: Böyle bir durumda mendubu terketmek aklen vaciptir dersen, içerisinde vacibin yerine getirilmesine engel bir durum olmasına rağmen yine de bu mendub, sevaba sebep olabilir. Şayet sen: Böyle bir durumda mendubu terk etmek şer'an vâcibdir dersen, o zaman sevaba sebep olması mümkün değildir. Ancak birtakım şartlarla mümkündür. Bu konuda da söylenecek pek çok şey vardır.
Nafileleri sürekli hale getirmede her türlü varsayıma göre ortaya çıkacak şeyleri sen de görüyorsun. Bütün bunlar, bu süreklilik bir sıkıntıya yol açtığı ve vaciplerin yerine getirilmesini kasıtlı veya kasıtsız, doğrudan engellediği zaman ortaya çıkar. Selman ile Ebû'd-Derda arasında konuşmada geçenler de buna dahildir. Çünkü gece­len devamlı ibadetle geçirmek genel olarak hanımının kendi üzerin­deki haklarını edasına mani olmuştur. Gündüzleri devamlı oruç tutmak da böyledir.
Şayet, kuşluk namazını veya başka bir nafileyi devamlı hale getirmesi, hastasına bakmasını, rızık temini ve benzeri konularda ailesine yardımcı olmasını engellerse onun durumu da böyledir.
Onun derecesinde olmasa bile şayet bu süreklilik, sonuçta ailesi için çalışıp kazanamayacak veya farzları gereği gibi edâ edemeyecek veya cihad edemeyecek ya da ilim tahsil edemeyecek derecede bede­nini zayıflatacak ve kuvvetten düşürecekse o da aynı şeydir. Nitekim Davud'dan (a.s) söz eden hadis-i şerifte onun gün aşırı oruç tuttuğuna ama düşmanla karşılaştığı zaman da arkasını dönüp kaçmadı­ğına dikkat çekilmiştir.
Sonra farz olan orucun yolculukta tutulmasında da serbestlik getirildi. Daha sonra Mekke'nin 'fethi günü Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:
"Siz düşmanınıza yaklaştınız. Orucu bozmanız sizi daha da kuvvetlendirecektir." Ebû Said el-Hudri dedi ki: Sabahleyin kimimiz oruçlu, kimimiz oruçsuz idi. Sonra bir konak daha ilerledik. Rasu­lullah buyurdu ki:
"Siz düşmanınızla karşılaşacaksanız. Orucu bozmanız sizi daha da kuvvetlendirecektir. Orucunuzu bozunuz." Bu, Rasulullah'ın kesin emridir.
Bütün bunlar orucun düşmanla karşılaşmaktan ve cihad amelin­den daha az önemli olduğuna işarettir. Nafile oruç bu hükme daha lâyıktır.
Câbir'den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a) bir ada­mın üzerine kalabalıkların gölge yaptığını görünce şöyle buyurdu:
"Seferde oruç tutmak iyi bir şey değildir."
Yani ruhsat olduğu halde insan bu hale geldiği zaman vacip olan oruç bile olsa seferde onu tutmak iyi bir şey değildir. O halde böyle bir durumda ruhsatla amel etmek, vacibin odasından daha önemli sayılacak kadar talep edilen bir şeydi,  Aslen vacip olmayan şey ise buna daha lâyıktır.
Netice olarak kim olursa olsun, nefsini kendisine meşakkat verecek bir şeye zorlayan kimse bu şekilde iyi bir yola girmiş olmaz.[41]



[40] Parantez içindeki soru işaretli kısım terceme ettiğimiz metinde de aynen geçiyor. Bu eksiklik yüzünden bu kısmın tercemesi mümkün olmadı. (Çeviren)
[41] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/347-350.