๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:06:48



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 15:06:48
Fasıl


Sonra o iddianın sahibi olan kişi, iddiasının doğruluğuna dair bir başka istidlal sekli daha ortaya koydu ki o da şudur: Genel olarak duanın teşviki mevcut olmasına ve bu teşvikle amel edilmesine rağmen, bu şekilde toplu duayı yasaklayıcı herhangi bir şer'i delil gelmemiştir. Selefi sâlihin toplu dua yapmadığı sabit olsa bile, bir şeyin yapılmamış olması o şey hakkında herhangi bir hükmü gerek­tirmez, ancak terkin cevazını ve özellikle bu konuda herhangi bir güçlüğün bulunmadığını ifade eder, yoksa haramlığını veya mekruhluğunu ifade etmez.
Onun söylediği şeylerin tamamı ilmin kurallarına, özellikle ibadetler konusundaki -ki bizim sorunumuz da odur- ilmi kurallara tamamen aykırıdır. Çünkü Allah'ın yarattıklarından hiç kimse şeriat konusunda kendi kafasından şeriatten delili olmayan hiçbir şeyi uyduramaz. Çünkü böyle bir şey yapmak bid'atin ta kendisidir. Bu da böyledir. Çünkü namazların arkasından sürekli olarak cemaat, için sesli dua yapmanın şeriatte delili yoktur. Şeriatte konulan ölçüye göre, mademki bu ölçünün dışına çıkan kimse müslümanların cemaatinin dışına çıkmış sayılmaktadır, o halde hakkında delil bulunmayan her şey bir bid'attir.
Buna göre, her ne kadar caiz olan iki şeyden birisini ifade etse bile bu söz, sonradan gelen taklitçilere uymanın önceki sâlih kişilere uymaktan daha hayırlı olduğu zannmı vermektedir. Birincisinin doğruluğu kesin, diğeri şüpheli iki şey söz konusu olduğunda şüpheli olana tâbi olup, kesin olanı terk eden kimsenin hâli nice olur?
Sonra bir şeyin yapılmamış olması onun terkinin cevazından başka bir hüküm gerektirmez diye mutlak bir söz söylemesi şeriatın kesin esaslarına da uygun düşmemektedir. Biz deriz ki:
Burada bu meselenin dayandığı bir asıl vardır. Belki Allah Teala, kendiliğinden hakkı gözeten kimseyi bu asıldan yararlandırabilir. O da şudur: Şâriin herhangi bir mesele hakkında sükût etmesi veya herhangi bir şeyden dolayı o hükmü terk etmesi iki şekilde olur.
Birincisi: Hükmü gerektirici veya hükmün belirlenmesini gerektirici bir sebebin bulunmayışından dolayı Şâriin hüküm hak­kında sükût etmesi veya onu terk etmesidir. Meselâ Hz. Peygamber'in vefatından sonra meydana gelen birtakım olaylar gibi. Çünkü bunlar (daha önce) mevcut değildiler. Daha sonra ortaya çıktıkların­da da onlarla ilgili bir şey söylenmemişti. Bu olaylar bundan sonra ortaya çıktı. O halde müctehit âlimlerin bu olaylar üzerinde düşünüp inceleme yapması ve onları dinin kendileriyle tamam olduğu küllî prensipler ışığında karara bağlaması gerekir. Özellikle manası akılla kavranabilen şeylerden Rasulullah'ın (s.a) sünnetinde yer almayan bütün konularda selef-i salibin, takibettiği yol, bu bölümle ilgilidir. Meselâ sanatkârın (telef ettiği bir şeyi) tazmin etmesi konusu, bir adamın karısına "sen bana haramsın" demesi konusu, dedenin ölenin kardeşiyle birlikte bulunduğunda mirastaki durumu ve mirasta avl meselesi bu kısmın örneklerindendir. Mushaf'ın toplanması ve şer'i hükümlerin tedvini gibi meseleler de bunlardandır. Rasulullah (s.a) zamanında bunlarla ilgili hükümlerin belirlenmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Fakat şeriatte bunlara dair hükümlerin çıkartılacağı külli esaslar mevcuttur. Bunlar hakkındaki hükmün sebepleri ortaya çıkmayınca ve Rasulullah'tan (s.a) da bunlarla ilgili bir fetva bulunmayınca bunlara ait özel hükümler de zikredilmemiştir.
Bu kısma giren şeyler şayet âdetler cinsinden ise veya haklarında hüküm verilirken sadece işitmeye/nakile dayalı delillerle yetinilmesi mümkün olmayan yönüyle ibadetler cinsinden ise sebepleri ortaya çıkınca üzerlerinde düşünülmesi ve usulüne uygun bir şekilde karara bağlanması gerekir. İbadetlerin icrasında karşı­laşılan dalgınlık ve unutkanlık gibi meseleler bu kısmın örneklerin­dendir. Bu kısımda herhangi bir problem yoktur. Çünkü şeriatın usûlü hazır önümüzdedir. Bu hükümlerin sebepleri ise vahiy esnasında mevcut değildi. Özel olarak söz konusu meselede şeriatın sükut etmiş olması onun terkini veya başka bir şeyin cevazını gerektirici bir hükmü ifade etmez. Bilakis birtakım yeni meselelerle karsı karşıya kalındığında şeriatın esaslarına müracaat edilir ve o esasların içerisinde o meselenin hükmü aranır, bulunur. Bunu da müetehit olmayanlar değil, ancak fıkıh usulü ilminde tanımı yapılan müttehitler bulabilir.
İkincisi: Vahiy esnasında veya daha sonra o hükmü gerektirici bir sebep mevcut olduğu, ancak emsalleri hakkında var olan genel hükmün üzerine ilave bir emirle sınırlama ve eksiltme yapmadığı halde Şâriin özel bir hüküm hakkında sükût etmesi ve herhangi bir durumu (hükümsüz) bırakmasıdır. Çünkü özel akli bir hükmün meşruluğunu gerektirici bir mana mevcut olup da sonra bu hüküm meşru kılmmamışsa ve hüküm istinbatına da işaret edilmemişse burada sâbit ve mevcut olanın üzerine yapılacak herhangi bir ilavenin bid'at olacağı gayet açıktır.
Mâlik ibn Enes'in Eşheb'ten ve İbn Nâfi'den dinlediği (rivayet­lerin) içinde buna dair bir örnek nakledilmiştir ki tam da bizim konumuzla ilgilidir. Mâlik ibn Enes şükür secdelerinin mekruh olduğu ve meşru olmadığı görüşündedir. Sözlerini de bu görüşü üzerine bina etmiştir. ef-Utbiyye'de dedi ki:
İmam Mâlik'e, hoşuna giden bir şeyle karşılaşıp da Allah'a şükür secdesi yapan adamın durumu sorulmuştu. Dedi ki:
Geçmişte kimsenin yapmadığı böyle bir şeyi o da yapamaz. Ona denildi ki:
Rivayete göre Ebû Bekir es-Sıddık Yemame günü Allah'a şükür secdesi yaptı. Sen bunu duydun mu? Dedi ki: Ben böyle bir şey duymadım. Öyle inanıyorum ki bunu söyleyenler Ebu Bekir'e yalan isnat etmişlerdir. Bir kimsenin kendisi bir şey söyleyip de sonra dönüp: Sen benden böyle bir şey duymadın demesi doğru değildir. Allah Teala, Peygamberine de, ondan sonra­kilere de fetihler nasib etti. Sen onlardan böyle bir şey yapan hiç kimseyi duydun mu? Çünkü insanların içinde ve onların önünde herhangi bir şey cereyan etmiş olsa buna dair bir şey mutlaka duyulurdu. Senin de bununla amel etmen gerekirdi. Şayet olsaydı anlatılırdı. Çünkü bu, insanların içinde bulundukları bir durumdur. Sen, onlardan hiç kimsenin secde ettiğini duydun mu? Bu, icmadır. Sen bilmediğin bir şeyle karşılaşırsan onu bırak... -Rivayet bu şekilde devam eder ve tamamlanır- Bu rivayet aşağıdaki şekilde kurgulanacak bir soru ve cevabı da ihtiva eder.
Sorunun düzenlenmesi -meselâ- bid'at konusunda şöyle söylenmesidir: Bu öyle bir fiildir ki, Şâri, onun yapılması veya terki konu­sunda herhangi bir hüküm belirtmemiştir, ona dair özel bir hüküm koymamıştır. Asıl olan şey, onun yapılmasının da terk edilmesinin de caiz olmasıdır. Çünkü bu, caizin manasıdır. Onun genel bir aslı varsa (yani delilin genel anlamı içerisinde onun cevazı da anlaşıhyorşa), yasaklığına veya mekruhluğuna dair bir delil gelmedikçe onun yapılmasının caiz olması daha uygundur. Böyle olunca da burada Şâriin maksadına karşı bir muhalefet de yoktur. Burada böyle bir anlayış tarzına aykırı bir delil de yoktur. Bilakis bizim sözünü ettiğimiz şey, Şâri katında hakknıda herhangi bir şey söylenmemiş şeydir. Şâri katında hakkında sükût edilen şey ne muhalefeti ne de muvafakati gerektirir (yani o şeyin yapılması veya terk edilmesi bir zorunluluk değildir.) Şâri onun yapılmasının veya yapılmamasının dışında herhangi bir maksad belirlememiştir. Hal böyle olunca böyle bir şeyi yapmak şeriate aykırı olmaz. Çünkü şeriatte ona dair bir yasak sabit olmamıştır.
Buna verilecek cevap da şöyle düzenlenir: Mâlik'in söylediği şeyin anlamı bunun cevabıdır. Yani burada bir şeyin yapılması veya yapılmamasına dair herhangi bir hükmün belirtilmemiş olması, bu hükmü belirtmeyenlerin hepsinin mevcut olana herhangi bir ilave yapılmamasında icma ettikleri anlamını gerekli kılar. Çünkü şayet bu, yapılması şer'an uygun olan veya izin verilen bir şey olsaydı onu yaparlardı. Onlar, yani sahabîler onu anlamaya ve herkesten önce onu yapmaya daha lâyık kişilerdir. Meseleye maslahat açısından baktığımızda bu olaylarda bir maslahat ya vardır veya yoktur.
İkincisini söyleyen kimse yoktur. Şayet bir maslahat varsa bu maslahat, ya teklif zamanındaki mevcut maslahatı pekiştirici bir maslahattır veya değildir. Bid'atin teklifin yükünü artırıcı özelliği varken teklif zamanındaki maslahatı pekiştirici bir maslahata sahip olması mümkün değildir. Hatta sonraki nesillerin gayretlerinin azlığı ve tembellikleri bilindiği için onların yükümlülüklerinin azal­tılması ve hafifletilmesi maslahata daha uygundur. Çünkü yükümlü­lüğün ağırlaştırılması Hz. Peygamberin (s.a) "hoşgörülü bir tevhid anlayışı ile gönderilişine" ve ümmetten güçlüğü kaldırmış olmasına aykırıdır. Bu, ibadetlerle ilgili yükümlülüklerde söz konusudur. Çünkü âdetler -ileride de anlatılacağı gibi- başka şeydir. Geriye şu anda görülen maslahatın teşri esnasındaki maslahatla aynı seviyede veya ondan daha zayıf olma durumu kalır ki o zaman da bu olaylar sonradan çıkarılan şeyler birer lüzumsuzluk/abesle iştigal veya Şâriin eksikliğini tamamlama (küstahlığın) dan öteye gitmez. Çünkü teşri esnasında mevcut olan bu maslahat bu ilaveler olmaksızın öncekiler için gerçekleşebiliyorsa pekiştirici maslahat arayışı ve iddiası abesle iştigalden ibarettir. Çünkü öncekiler için hâsıl olan maslahatın sonrakiler için hasıl olmaması mümkün değildir. O halde bu ilave, öncekilerin yararlanamadıkları bir şeyden sonrakilerin yararlanmak iddiasıyle Şâri'den sonra yaptıkları bir tesridir. O zaman da bu ilave yapılmaksızın dinin tamam olmayacağı anlamı çıkar ki Allah Teala böyle bir anlayıştan bizleri korusun.
Genel deliller bir fiilin yapılabileceğine cevaz vermesine, yapılabilme imkan ve şartları mevcut olmasına rağmen ilk Müslü­manların herhangi bir gerekçe ortaya koymaksızın onu terk etmiş olmaları bu fiilin yapılmaması gerektiğinin delilidir ve onların sözkonusu fiili terk etmede icma ettiklerini gösterir. Bunun bizim üzerinde durduğumuz konuda da geçerli bir ölçü olduğu gayet açıktır.
İbn Rüşd Mes'eletü'l-Utbiyye şerhinde dedi ki:
Bunun anlamı şudur: Dinde şükür secdesi ne farz, ne de nafile olarak meşru olan şeylerden değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) böyle bir şeyi emretmemiştir ve yapmamıştır. Müslümanlar da bu fiilin işlenmesini ter­cih etmede icma etmemişlerdir. Şer'î hükümler ancak bu şeylerden birisiyle sabit olur. (İbn Rüşd) dedi ki:
O, bunun Rasulullah (s.a) ve ondan sonra gelenler tarafından yapılmadığına, şayet onlar tarafın­dan yapılmış olsaydı sahih bir yolla bize kadar nakledilirdi diyerek delil getirmiştir. Çünkü din, kendisinin tebliğ edilmesini emretmiş­ken, şer'î hükümlerin naklini terk etmeyi gerektirecek sebeplerin yeterli miktarda bir arada bulunması mümkün değildir. Dedi ki:
Bu, dinin temel asıllarından birisidir."Göğün/yağmurun suladığında,pınarların ve nehirlerin suladığında onda bir, emeğin suladığında ise yirmide bir zekât vardır" hadisinin genel anlamı sebebiyle onlara da zekat gerekirken sebzelerden ve baklagillerden zekatın düşürülmesi de bu asla/delile dayanır. Çünkü biz, Hz. Peygamber'in (s.a) bunlar­dan zekat aldığının nakledilmemiş olmasından, bunlardan zekat alınmamasının yerleşik bir sünnet olduğu anlamını çıkardık. Aynı şekilde Hz. Peygamberden (s.a) şükür secdesi yaptığına dair bir rivayetin nakledilmemiş olması da şükür secdesi yapmamanın yürürlükteki sünnet olduğu anlamına gelir. İbn Rüşd daha sonra İmam Şafii'nin bu konudaki farklı görüşünü ve onunla ilgili sözlerini anlattı. Bu meselenin burada anlatılmasındaki gaye İmam Mâlik'in bunun bid'at olduğu yönünde yapmış olduğu yorumdur. Yoksa mutlak manada bid'at olduğu yönünde bir yorum yapmamıştır.
Bazıları hülle nikâhının haram kılınması ve çirkin bir bid'at olarak kabul edilmesinde de aynı yolu izlediler. Çünkü eşlerin ilk defa evleniyorlarmış gibi birbirlerine dönebilmeleri için hülle nikahına cevaz vermek suretiyle onlara izin vermeyi ve (ebedi ayrılık hükmünü) hafifletmeyi gerektiren mana ve düşünce Rasulullah'ın zamanında da mevcuttu. Rufâa'nın karısı (kendisini boşayan) kocasına geri dönmeye çok istekli olduğu halde hülle yapması meşru kabul edilmediğine göre bu, böyle bir nikâhın onun için de, başkaları için de meşru olmadığının delilidir. Bu da sahih bir asıldır/delildir. Bu aslı dikkate aldığımızda, üzerinde durduğumuz konuyu da onunla açıklığa kavuşturmamız mümkündür. Çünkü kalabalık cemaatlerin olduğu mescitlerde namazların peşinde cemaate toplu ve sesli dua yapmayı iltizam etmek/âdet haline getirmek meşru ve caiz olsaydı bunu herkesten önce Rasulullah (s.a) yapardı.
Bu gerçeği kabul etmeyen kimse toplu duanın meşruluğunu birtakım illetler ve gerekçelerle izah etmeye çalışır ve bu iddiasını ona muhalif bir şeyin (delilin) gelmediği ve hakkında sükut edilen her şeyde aslın caiz olduğu varsayımına dayandırır.
Aslın caiz olmasına gelince bu imkansızdır. Çünkü bir grup âli­me göre herhangi bir şeyin kendisiyle ilgili şer'î hükmün mevcudiye­tinden önceki durumu mübahlık değil, yasaklık durumudur. O halde onun dediğine delil bunun neresindedir? Onun dediğini kabul etsek bunu kayıtsız şartsız olarak mı kabul edeceğiz, yoksa şartlı mı kabul edeceğiz? Âdetlerde onun söylediği kabul edilebilir. Üzerinde dur­duğumuz konunun âdet, cinsinden bir şey olduğunu kabul etmemiz mümkün değildir. Bilakis o ibâdetler kısmına girer. İçerisinde ibadet unsuru bulunan bir şey hakkında: "Bunu yapmak yasak mıdır, yoksa mubah mıdır? Bu konuda iki farklı görüş vardır" demek caiz değildir. Aksine bunun yasak oluşuna dair ilave bir emir de vardır. Çünkü ibadetler ancak Şâri, yanı Allah Teala tarafından konulurlar. Mesela (beş vakit) namazın altıncısı hakkında bunu kılmak da mubahtır denilemez. Mükellefin -bu iki farklı görüşe göre- Allah'a ibadet maksadıyle bir şeye yasak koyması da, mubahtır demesi de mümkündür. Çünkü bu kesinlikle bâtıldır. Aslında her bid'atçi Şâri’in bir hatasını/eksiğini telâfi etmek istemektedir. Bunun âdet cinsinden veya manası akılla kavranabilen şeyler cinsinden olduğu kabul edilmiş olsa bile onunla amel etmek yine de doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamberin (s.a) bütün ömrü boyunca böyle bir ameli terk etmiş olması ve selefi sâlihin de kendi zamanları süresince onu terk etmeleri o amelin terki konusunda bir nas olduğu yukarıda geçmişti. Çünkü icmâ ile amel etmek de nas ile amel etmek gibidir. Nitekim İmam Mâlik de konuşmasında buna işaret etmiştir.
Namazların arkasından cemaate sesli bir şekilde toplu dua yapmanın meşruluğuna dair getirdiği izahların hiçbirisi geçerli değildir. Buna karşı çıkan kimse de bunun meşru olmadığım şu yönlerden izah etmektedir:
Birincisi: Bu şekilde dua etmek, dua konusunda yeni bir hüküm koyma niyetini ve namazların peşinden bunu yapmanın talep edildiğini ortaya koymak içindir. Onun söylediği şey, devamlılığı ve cemaatlerle mescitler içinde açıkça yapılması sebebiyle sünnet olmasını gerektirir. Halbuki onun bir sünnet olmadığında biz de o da ittifak halindeyiz. O halde iş, bu sebeple bir hüküm koyma şekline dönüşmüş olur.
Ve bir de şu var: Hz. Peygamber (s.a) zamanında teşriin (hüküm koymanın) açıktan yapılması daha evla idi. Üzerinde konuşulan bu dua şekli hakkındaki teşriin de açıktan yapılması daha evla idi. Hükmü gerektirici mana mevcut olduğu halde Rasulullah'ın bunu yapmamış olması, böyle bir dua şeklinin terk edilmesinin gerekli­liğine delâlet eder. Rasulullah'ın (s.a) zamanından sonra da böyle bir dua şeklinin konulabilmesi imkansızdır. Ancak bunun terk edilmesi­nin gerekliliği ortaya konulabilir.
İkincisi: İmam, onların bir araya gelmesiyle dua daha kolay kabul edilsin diye onları toplu dua üzerinde birleştirir. Bu illet/gerekçe Rasulullah (s.a) zamanında da mevcut idi. Çünkü duası ondan daha çabuk kabul edilen başka bir kimse yoktu. Şüphesiz o, başkalarından farklı olarak duası kabul edilen bir kişi idi. Onun Allah katındaki kıymetinin büyüklüğü sebebiyle hiç kimse onun derecesine ulaşamazdı. O halde onların gece gündüz beş defa kendileri için yaptıkları duanın bereketini artırmaya en lâyık kişi Hz. Peygamber'di ve yine onun zamanından sonra yapılacak hiçbir toplu dua, içinde Peygamber Efendimizin (s.a) ve ashabının bulunduğu topluluğun duasından daha bereketli olamaz. Bu övgüye en layık olan kişiler onlardır.
Üçüncüsü: Maksat cemaate nasıl dua edeceğini öğretmektir; Cemaat yapacağı duayı imamdan öğrensin de aklen ve şer'an caiz olmayan şeylerle dua etmesin, denilecek olursa bu izahı kabul etmek de mümkün değildir. Çünkü ilk öğretici/muallim Hz. Peygamber (s.a) idi. Biz duaların lafızlarını da manalarını da ondan öğrendik. Arapların içinde öyle kimseler vardır ki Rububiyetin ne manaya geldiğini bile bilmiyorlardı. Mesela onlardan birisi şöyle diyordu.
"Ey kulların Rabbi! Ne bizde hayır var, ne de sende! Babasız kalasıca, üzerimize yağmur indirsene!" Bir diğeri şöyle diyordu:
"Benim bildiğim kişi sen isen de hiç önemli değil. Benden sonra da seni bir şey değiştirecek değil." Bir başkası da şöyle diyordu'-
"Ey benim evlatlarım, keşke ben sizi sevmemiş olsaydım. Benim tutulduğum gibi Tanrı da size tutuldu."
Bu sözlerin sahipleri eğitilmeye çok muhtaç kişilerdir. Onlar câhiliye dönemine en yakın bir dönemde yaşamışlardı ve putlara karşı takındıkları tavrı Rab Teala'ya karşı da takınıyorlar ve O'nu yüceliğine lâyık bir şekilde tenzih etmiyorlardı. Hal böyleyken bile Rasulullah (s.a) kendisiyle birlikte namaz kıldıklarında dua etmeyi öğrensinler veya öğrenmelerine yardımcı olsun diye namazların arkasından sürekli toplu dua etmeyi onlara meşru kırmamıştı. Bilakis böyle şeyleri onlara ilim meclislerinde öğretmişti. Uygun gördüğü zaman namazın arkasından kendisi için dua ederdi. O zaman da cemaati işin içine katmazdı. Ve onları dikkate almazdı. Halbuki o buna, yani cemaati gözetmeye en lâyık olan kişi idi.
Dördüncüsü: Toplu duada iyilik ve takva üzere yardımlaşmak vardır. Bu da emredilen bir şeydir. Böyle bir şey zayıf bir ihtimaldir. Çünkü "İyilik ve takvada birbirinizle yardımlaşın" âyetinin muha­tabı olan Hz. Peygamber bu emrin gereğini yerine getirmiştir. Namazın arkasından hazır bulunanlara sesli bir şekilde toplu dua yaptırmak iyilik ve takva olsaydı herkesten önce bunu Hz. Peygam­ber (s.a) yapardı. Fakat böyle bir şeyi asla yapmamıştır. Bid'at olarak ortaya çıkıncaya kadar da ondan sonra kimse tarafından yapılma­mıştır. Bu da toplu duanın iyilik ve takvada yardımlaşma olmadığının delilidir.
Beşincisi: İnsanların geneli Arap lisanını bilmezler. Bu sebeple bazan yanlış telaffuzda bulunabilirler. Yanlış telaffuz da duanın kabul edilmemesinin sebebi olur. Bu konuda el-Esmeî'den fıkıhla değil şiirle ilgili bir hikaye nakledilmiştir. İnsanlar daha çok ciddi meseleler için değil, oyun ve eğlence için bir araya gelirler. Âlimlerden birisi duada ihlaslı olmayı, doğruluğu, Allah'a yönelişi ve ısrarla istemeyi şart koştuğu halde telaffuz hatası yapmamayı şart koşmamıştır. Arapçayı öğrenmek, duada lâfızları düzgün okumak içindir. Şayet o kişi imam ise, insanın dini konularda muhtaç olduğu diğer şeyler gibi onu da en iyi o bilir. Dua müstehapsa kıraat vaciptir. Namaz konusundaki fıkhi hükümler de böyledir. Namazı müteakip yapılacak duayı öğretmek matlup olan bir şey ise, namazla ilgili fıkhi hükümleri öğretmek çok daha önemlidir. O halde bir imamın namazların arkasından bunları cemaate öğretmeyi kendisine vazife edinmesi gerekir.
İnsanların yanlışlarının düzeltilmesinin gerekliliği yaygın hura­felerin düzeltilmesinde de savunulursa, işte bu kabul ve anlayış meseleyi kökünden çözecektir. Çünkü böyle bir davranışta var olduğu söylenen faydaların tamamı sebebiyle selefi sâlih onun faziletine sahip olmaya daha layıktır. Bundan dolayıdır ki İmam Mâlik onlar hakkında şöyle demiştir:
Sen bugünkü insanları hayra/iyiliğe karşı geçmiştekilerden daha mı istekli görüyorsun? Bu da zikredilen esasa işaret etmektedir ki bu da bir şeyi ihdas etmeyi gerekli kılan manadır. Yani böyle bir şeyi ihdas etmekte bir hayır/yarar olsaydı bunu en iyi şekilde selefi salih yapardı. Halbuki onlar bunu yapmamışlardır. Bu da bunun yapılmayacağına delâlet eder.
Duânın âdabı konusunda zikredilen şeylere gelince bunların hiçbirisi sadece namazın sonunda yapılacak dualar için söylenmiş şeylerden değildir. Çünkü Rasulullah (s.a) bunları yeterince ve genel bir çerçevede öğretmiştir. Namazın arkasından nasıl dua edileceğine/onun keyfiyetine dair ayrı bir şey öğretmemiştir. Onları bu konuda bilgisiz de bırakmamıştır. Tâ ki namaz sonunda nasıl dua edecekle­rini kendisinden öğrensinler veya onun duasıyle birlikte ayrı bir bilgilendirilmeye ihtayaç duymasınlar. Yine de duada hazır bulunan­ların bu konuda imamdan öğrenebilecekleri fazla bir şey yoktur. Olsa bile bu, imama uzak olanlar için değil, yakın olanlar için mümkün­dür.[87]



[87] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/399-406.