๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:39:58



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:39:58
Fasıl


Burada söyle bir şey söylenebilir: Âdetlerin belirli ve makul vakitlere bağlanması sebebiyle ibadet şekline getirilmesi de bir çeşit şeriat koymak demektir. Bu anlamdaki bid'atçılık örnekleri Hariciler ve onlara yakın sapık gruplarda görülmektedir. Onlar bu tür bid'ati akıl yoluyle vacip veya caiz görmektedirler.
Bir şeyin güzel veya çirkin olduğunu akıl ile belirlemek, haberi vahid ile amel etmeyi terk etmek ve benzerleri de bu kabildendir.
Bunun bid'at olduğunun gerekçesi ortada ve manası açıktır. Ancak bir husus kalıyor ki buna benziyor, fakat bundan değildir. Şöyle ki: Birtakım günahlar, mekruhlar ve hoş olmayan şeyler, yaygınlaşmış, insanlar arasında açıktan açığa işlenmektedir. Ne halktan ne de kalburüstü kimselerden karşı çıkan yoktur. Bu durumda yapılan şey bid'at mıdır, değil midir?
Cevap: Bu tür bir meselenin iki bakış açışı vardır.
Birincisi: Temelde kendisine nasıl inanıldığı ve pratikte ortaya çıkışı açısından bakıldığında bunun bir bid'at, değil, sadece aykırı davranış olduğu kesindir. Çünkü bid'at, olmayıp yasaklanmış olmanın ve mekruh olmanın şartı onun açıktan işlenmemesi ve yaygın olmaması değildir. Aykırı davranışta ilan etme şartı yoktur. Yapılan işte aykırılık özelliği, o iş açıktan olsa da olmasa da, yaygın olsa da olmasa da hâlâ var olmaya devam eder. Amelin devamlı olması veya olmaması da onun bid'at veya aykırı davranış olmasında etkili değildir. Bid'at işleyen kimse, bid'atından vazgeçebilir. Aykırı davranan ise belki bu davranışına ölünceye kadar devam edebilir. -Allah korusun-
İkincisi: Bu meseleye dışarıdan bitişen şeyler açısından bakıldığında (onun bid'at olduğuna dair) Birtakım karineleri/ipuçlarını bulundurduğu görülebilir. Bunlar hem davranış yönünden hem de mâli yönden fesada/bozulmaya sebep olur ki her ikisi de (onun) bid'attır diye inanılması sonucunu doğurur.
Davranışla ilgili fesat iki şey ile olur:
1- Bu öyle bir davranıştır ki genel olarak insanlardan kalburüstü olanlar, özel olarak da âlim/bilgin kişiler yapar. Ortaya çıkışı bunlar tarafındandır. Bu öyle bir fesattır ki benzerlerini halkın kolayca benimseyip caiz görmesine yol açar. Çünkü Âlim kimse sözü ile insanlara fetva verdiği gibi, yaptığı ile de fetva verir, insanlar bir âlimin aykırı bir şey yapmakta olduğunu görünce, kendilerinde o işin caiz olduğu inancı meydana gelir. Bir yandan da şöyle derler: Eğer bu davranış yasak veya mekruh olsaydı âlim kimse bunu yapmaktan çekinirdi. Âlim kimse yaptığı şeyin yasak veya mekruh olduğunu net bir şekilde ifade etmiş ise, onun bu işi yapması söylediği ile çelişkili hale gelir. Halktan olan kimse şöyle der:
Alim söylediğine aykırı davrandı. Bu gibi şeyler ona caizdir. Onlar insanların en akıllılarıdır. Böyle değerlendirme yapanlar azınlıktır. Âlimin sözü ile davranışı arasındaki çelişkiyi görünce şöyle de diyebilir: O bu yaptığına bir ruhsat/izin bulmuştur. Eğer dediği gibi olsaydı, bunu yapmazdı. Böylece Âlimin yaptığı ile söylediği arasında bir tercih yapar. Muvafakat isimli kitabımızda da açıklandığı üzere örnek alma konusunda yapılanlar, sözden daha ağır basar. Halk, hakkında iyi düşünce beslediği için âlimin yaptığını yapar ve onun yaptığının caiz olduğuna itikad eder. Böyle davrananlar çoğunluktadır.
Netice itibariyle âlimin davranışı tıpkı sözü gibi halka göre hüccet/delildir, Mutlak olarak böyle olduğu gibi genellikle fetvalar da böyledir. Böylece halk/avam, hem o amelin caiz olduğuna inanır, hem de delilinde şüpheye düşer, işte bu, bid'atın ta kendisidir.
Hattâ buna benzer bir şey, sıradan halktan olan kimselerden âlimler rütbesinde olmak suretiyle ayrıcalıklı durumda olan bir grup tarafından dahi yapılmıştır. Bunlar, namazların arkasından toplu olarak dua etmek ve hizb denilen belli duaları okumak bid'atını, genel olarak bid'atın caiz olacağına hüccet/delil olarak değerlendirmişlerdir. Bu bid'atlann kimisi (aslında) güzeldir. Âlimlerden bu yolu tutanlardan kimisi, tasavvufi tarikata girmiş ve bid'at türü ibadetlerle Allah'a ibadet edilmesini caiz görüp daha önce de geçtiği gibi namazdan sonra (toplu) dua edilmesini ve hizb okunmasını delil olarak göstermiştir.
Bu âlimlerden bazısı, yaptığını (ve söylediğini) ancak bir dayanağa göre yaptığına inanmıştır: Bunu da bir kitaba yazmış ve fıkıh haline getirmiştir. Yalanı ilk olarak söyleyip, bunu insanlar arasında yayan, inatçı[60] bazı kimseler gibidir ki, bunlar İbn Zeyd'i ümmet hesabına (hüküm) yazan (kimse olarak sayan) lardandır.
Tüm bunların esası, özel kişi (durumundaki âlim)lerin açıklama yapmayıp susmasıdır. Bundan dolayıdır ki bilgin kimsenin hatası pek çirkin karşılanmaktadır. Hatta şöyle denmiştir: Üç şey dini yıkar: Âlim'in hatası, münafık kimsenin Kur'anla mücadele etmesi ve sapık yöneticiler. Bütün bunların vebali âlimlerin üzerindedir.[61]
Bilgin bir kimsenin hataya düşmesi âlimlere göre iki ihtimalden kaynaklanır:
a- Hataya düştüğü meseleyi tetkik ederken yanlış yapması birinci ihtimaldir. Netice olarak Kur'an ve hadislere aykırı fetva verir. İnsanlar da onun bu yanlış fetva ve sözüne uyar.
b- İkinci ihtimal, davranışlarının aykırılıklar şeklinde olmasıdır. Yukarda söylendiği gibi "caiz olmasaydı âlim yapmazdı" yorumuyla bilginin aykırı davranışlarına uyulur. Âlimin davranışı fetva yerine geçecek durumdadır. Çünkü biliniyor ki âlim kimse kendisinin nasıl davranacağı gözetilen ve kendisine uyulan bir kimsedir. O işe (bu sıkda ifade edildiğine göre) din koyucunun yasakladığını açıkça işlemektedir. Sanki bu davranışıyla -usûl ilminde ifade edildiği üzere- fetva verici gibidir.
2- Davranışla ilgili fesadın ikincisi, halkın bunu yapması, fesadın yaygınlaşıp açıktan yapılır olmasıdır. Fakat buna özel konumda olan kişilerin/âlimlerin karşı gelmeye güçleri yettiği halde başlarını dahi kaldırmayıp karşı çıkmamalarıdır. Halktan bir kimse hükmünü bilmediği bir şeyi yaptığı zaman karşı çıkan olmazsa onun caiz, güzel veya meşru olduğuna inanır. Yaptığına karşı çıkıldığında böyle olmaz. Bu durumda yaptığının kusur veya gayri meşru olduğuna yahut böyle bir şeyin müslümanlarm yapacağı bir şey olmadığına inanır.
Din hakkında bilgisi olmayan kişinin durumu budur. Çünkü böyle bir kimsenin caiz olan ve olmayan şeyler hususunda dayanağı âlimler ve özel konumda olan kişilerdir. Karşı çıkması gerekenler karşı çıkmazsa, bu tür şeylerin yapılması açıktan ve yaygın olursa, ayrıca karşı çıkmaya güç yettiği halde karşı çıkılma korkusu bulunmazsa, bu durum, halktan olanlara bu işin caiz ve sakıncasız olduğu­nu gösterir. Nihayet o yapılan işte, öyle bir bozuk itikat yaygınlaşır ki birinci kısımda olduğu gibi sıradan kimseler buna ikna olurlar. Neticede bu bozuk davranışa karşı çıkmak bid'at hale gelir.
Kaynaklarda bildirilmiştir ki âlimler, insanlar arasında pey­gamber makamında kimselerdir. Âlimler peygamberlerin varisleri­dir. Peygamberler sözleri, davranışları ve onayları ile hükümlerin ne olduğunu gösterirse, onların varisleri de sözleri davranışları ve onayları ile hükümleri göstermelidir. Buna riayet edilmelidir. Çünkü ezana "Sabah oldu Elhamdülillah" ilavesinin yapılması, "Namaz için abdest alın!" "Hazırlanın!" uyarılarının yapılması, geceleyin müezzin­lerin minare şerefelerinden insanları çağırması gibi camilerde yasak olan şeyler yapılmıştır. Âlimler ise bunlara karşı çıkmamış veya aynı şeyleri yapmışlardır.  Netice olarak bunlar daha sonra gelenlere uyulacak bir yol olmuş meşru hale gelmiştir. Bu davranışları benimseyen insanlardan bazıları, belki İbn Sehl'in Nevazil isimli eserinde gaflet eseri yer alan şeyleri huccet/delil olarak dikkate almışlardır. Bu konuda başlı başına küçük bir eser yazdık. Doyurucu bilgi isteyenler oraya başvursun. Başarı Allah'tandır
Ebu Davud'un rivayetine göre Hz. Peygamber insanları namaza nasıl toplayacağını (bir karara bağlamak) arzu etmişti. "Namaz vakti olduğunda bir bayrak dik. İnsanlar onu görünce birbirlerine haber verirler." dediler. Hz. Peygamber bundan hoşlanmadı. Ravi diyor ki:
Boru çalınmasını -bir diğer rivayette Yahudilerin borusunun çalınmayın- söylediler. Hz. Peygamber:
"O Yahudilerin işi" buyurdu. Çan çalınmasını söylediler,
"O Hristiyanların işi" buyurdu.
Abdullah b. Zeyd b. Abd'i Rabbib[62] Hz. Peygamber'in bu arzu­sunu önemseyerek konunun görüşüldüğü yerden ayrıldı. Kendisine uykuda (rüya olarak) ezan gösterildi.[63]
Müslim'de Enes b. Malikin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Hz. Peygambere namaz vaktinin geldiğini bildikleri bir şey ile duyurmak gerektiğini söylediler. Ateş yakılmasını veya çan çalınmasını dile gelirdiler. Hz. Peygamber, Bilâl’e ezanı çift, kâmet'i tek olarak söylemesini emretti."[64]
Görüyorsun ki Hz. Peygamber kâfirlere ait şeyleri hoş karşılamamış ve onları benimsememiştir. İlim özelliğine sahip olan kimseye yaraşan, vakitleri duyurmak için veya benzeri şeyler hakkında camilerde icad edilen şeylere karşı çıkmaktır. Mağrib şehirlerinde vakti bildirmek için bayrak kullanmak yaygındır. Hatta denebilir ki ezan okuyarak vakti bildirmek, bayrakla bildirmeye tabi olmuş hükmündedir.
Boru ile vakit bildirmeye gelince, bu Ramazanda güneşin batıp iftar vaktinin girdiğini bildirmek için kullanılmaktadır. Mağrib ve Endülüs'te sahurun başlayıp bittiği boru ile bildirilmektedir.[65]
Hadis, Abdullah b. Ümmü Mektûm'un ezanının bir belirti oldu­ğunu bildirmiştir. İbn Şihab diyor ki:
İbn Ümmü Mektûm gözü gör­meyen bir kimse idi. Kendisine "sabah oldu, sabah oldu" denmeden ezan okunmazdı.
Müslim ve Ebû Davud'da şu rivayet vardır:"
"Bilâl'in ezanı sizden birinin sahurunu yemesine engel olmasın. Çünkü o sizden gece namazı kılanı uyarmak, uyuyanı uyandırmak için ezan okuyor."[66]
Görülüyor ki Bilal'in ezanı uyuyan kimsenin uyanıp sahur ve başka ihtiyaçlarını karşılanması için bir uyarı ve belirti olmuştur. Borunun (burada) işi nedir? Hz. Peygamber ondan hoşlanmamıştır.
Ateş (ışık) yakmak da böyledir. Geceleri, yatsı ve sabah vakitle­rinde; Ramazanın girdiğini bildirmek maksadı ile camilerde ışık yakılmaktadır. Sahur vakitlerinde dahi cami içerisinde ışık yakılıp sonra vaktin girdiğini duyurmak maksadı ile minareye çıkarılmak­tadır. Aslında ateş mecusilerin şiârı/göstergesidir.
İbn Arabi[67] diyor ki:
Camide ilk defa tütsü yapan Bermek oğullarından Yahya b. Hâlid ve Muhammed b. Halid'dir. Bunlar zamanın valisi Emruddin'in yönetimi altında idiler. Halid, valinin nerdedârı, Yahya ise vezir idi. Daha sonra oğlu Ca'fer vezir oldu. İbn'ul Arabi diyor ki:
Onlar Bâtınîlerden idi.[68] Felsefecilerin görüş­lerine inanırlardı. Mecusiliği canlandırdılar, camilerde güzel kokan tütsüler icad ettiler. Sonraları içerisinde yanan közler bulunan buhurdanlıkları ilave ettiler. İçerisine koydukları ateşle onu (oradan oraya) taşırlardı. Nihayet Endülüslüler bunu sabit hale getirdiler.
Velhâsıl camilerde ateş yakmak, selef-i salihin işi değildir. Camileri ışıkla süslemek de böyledir. Daha sonraları ışık süslemeleri camilerde o hale geldi ki Ramazana saygı göstermenin aracı oldu. Halk (namaz vaktini duyurmada olduğu gibi) boru çalınmasını istedikleri tarzda ışıklandırmanın gerekliliğine de inanır olmuştur. Halkın ekseriyeti bu tür şeylerin camilerde meşru olduğuna, uygun olduğuna inanırlar. Bunun sebebi, özel konumdaki kişilerin (bilginlerin) karşı çıkmamalarıdır,
Hz. Peygamber tarafından vaktin girdiğini bildirmek için çan çalınması benimsenmemişken şeytan bir başka tuzağı camilere sok­mağa girişmiştir. Üzerinde ateşin yakıldığı buhurdanlıklar benim­senmiş, bunlarla ve daha başka şeylerle kilise ve havraların süslen­diği gibi camiler de süslenir olmuştur.
Kurban bayramı arefesinden bir gün önce Zilhiccenin 8'in gecesi mum yakmak da böyledir. Nevâvi'nin bildirdiğine göre bu, çirkin bid'atlardan ve aşırı sapıklıklardandır. Bu mum yakma işinde birkaç çeşit çirkinlik bir araya gelmiştir. Şöyle ki:
Gerekli olmayan bir yere para harcayarak zayi edilmiştir.
Mecusilerin alâmeti ortaya çıkarılmıştır.
Mum ışığında kadın-erkek yüz yüze bir araya gelmektedir.
Meşru olan vakti gelmeden önce, arefe günü karşılanmaktadır. Turtuşi,  Ramazanda camilerde bu kabil şeylerin yapıldığını, hatta daha başka çirkinliklerin de yapıldığını bildirmiştir. Tüm bunlar nerede, İmam Malik'in karşı çıktığı müezzinin şafağın attığını bildirmek üzere öksürmesi, kapıları çalması veya namaz kılma sırasında giysiyi önüne koymak nerede? Oysa bunları yapanın meramı (dini anlayışa) daha yakın ve bunlar daha basit şeylerdir. Âlimlerin ve özel konumda olan kişilerin karşı çıkmaması veya bizzat yapmaları sebebiyle icad edilen ve halkın sünnet gibi inandığı bid'atlar daha tehlikelidir.
Mâli yönden fesada gelince, insanların hepsinin aykırı davran­dıklarını varsayarsak şöyle bir durum söz konusudur: Küçükler gördükleri ve ortada var olan şeylere göre yetişirler. Yeni müslüman olup dine girecek biri, yaygın olarak gördüğü şeyleri benimseyerek dine girer. Gördüklerinin caiz ve meşru olduğuna inanır.
Aykırı davranışın yapılması, insanlar arasında yaygınlaşır ve bir karşı çıkma olmazsa, bununla diğer tâatlar ve mubahlar arasında bir fark kalmaz.
Rize göre âlimler, kâfirlerin müslümanlarm çarşısında kuyum­culuk yapmasını mekruh görmektedir. Çünkü onlar faizli işlem yaparlar. Bizim çarşımızda onların kuyumcu, sarraf ve tüccar olduğunu ve karşı çıkılmadığını gören, faizli alış verişin caiz olduğuna inanır hale gelir.
Bizim ülkemizde (Gırnata'da) meşhur Maliki mezhebini görü­yorsun ki altun ve gümüşten yapılan ziynet eşyalarının aynı cinsler arasında ancak aynı ağırlıkta olanların takas ile eşit olarak satılması caizdir. Kuyumculuk kıymeti (işçilik) dikkate alınmaz. Bizde kuyumculuk yapanların hepsi veya çoğu el işi değerini fazladan olarak veya bunun için kiralama yoluna giderek değerlendirirler ve bunun kendileri için caiz olduğuna itikad ederler.[69]
Selef-i sâlihten beri ve onlardan sonra gelen âlimler hâlâ bu kabil şeylerde muhafazakâr olmaya devam etmektedirler. Halkın sünnet olan bir şeyi terk etmekten daha kötü bir inanca saplanması korkusu ile sünneti terk etmişlerdir. Halkın meşru olmayan bir inanç sahibi olmaması için mubah olan bir şeyi terk etmeleri daha uygundur.
"Muvafakat" isimli kitabımızda bu hususu açıklamak için birtakım şeyler söylenmiştir. Buna göre Âlimler bildirmiştir ki Hz. Osman seferi durumda iken farzları kısaltarak kılmazdı. Kendisine: "Hz. Peygamberle birlikte farzları kısaltarak kılmamış mıydın?" denildiğinde:
"Evet, fakat ben insanların önderi durumundayım. Çölden gelen bedeviler bana bakıyor. Farzı iki rek'at kılarım da onlar:
İşte (Allah tarafından) farz kılınan buymuş derler." buyurdu. Turtuşi şöyle diyor:
Allah size rahmeti ile muamele etsin! İyi düşününki seferi iken farz namazları kısaltma hakkında İslam Âlimlerinin iki kavli vardır:
1- Farzdır. Dört olarak tam kılan kimse, mutlaka (kısaltarak) yeniden kılar.
2- Sünnettir. Dört olarak kılan kimse namazın vakti çıkmamış ise, (kısaltarak) yeniden kılar.
Hz. Osman sıkıntılı bir durumda kalınca, İnsanların farz kılınan namazın iki rek'at olduğuna inanırlar gibi kötü bir sonuçtan korktuğu için (seferde kısaltma) farzını veya sünnetini terk etmiştir.
Sahabe.-i kiram (dan bazıları) kurban kesmezlerdi. Yani kurban kesmenin zorunlu olduğunu bildirecek bir davranışta bulunmazlardı. Huzeyfe b. Esed diyor ki:
Ebu Bekir ve Ömer hazretlerinin "farz olduğu zan edilir" korkusuyla kurban kesmediklerine şahit oldum. Bilal de şöyle diyor:
İki koç veya bir horoz kurban etsem aldırmam.
Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Abbas kurban bayramı günü para ile et satın alır ve İkrime'ye şöyle derdi. Sana soran olursa "Bu İbn Abbas'ın kurbanıdır." de. Abdullah b. Mesud şöyle diyor:
Ben kurban kesmeyi kesinlikle terk ediyorum. Halbuki ben sizin hâli vakti en iyi olanınızım. Böyle yapışım,   kurban kesmenin farz olduğunun sanılması korkusundandır. Tavus diyor ki:
Abdullah b. Abbas'ın evinden daha çok ilim, daha çok ekmek ve daha çok et olan ev görmedim. O her gün et keser, hayvan boğazlardı. Sonra kurban bayramı günü hayvan kesmezdi. Böyle yapışı, ancak insanlar kurban kesmeyi farz sanmasınlar diyedir. O örnek alınıp kendisine uyulan bir önder idi. Tartuşı diyor ki:
Bu konuda söylenecek şey, bundan öncekinde (seferilikde namaz kısaltma hususunda) söylenen gibidir. Kurban kesme hususunda İslam Âlimlerinin iki kavli vardır:
Birincisi: Kurban kesmek sünnettir.
İkincisi: Kurban kesmek vaciptir.
Sahabe-i kiram, insanların bu meseleyi layık olduğu şekilde değerlendirmeyip, farz olduğuna inanmalarından kaçındıkları için, sıkıntıya düşmüşler ve sünneti terk etmişlerdir.
İmam Mâlik Muvatta' isimli kitabında[70] Ramazan bayramından sonra altı gün oruç tutma konusunda ilim ve fıkıh ehlinden hiç bir kimsenin bu orucu tuttuğunu görmediğini söylüyor. Diyor ki:
Selef­ten bunu yapan olduğu bana ulaşmamıştır. Âlimler bunu mekruh görür, bid'at olmasından korkarlardı. Cahillerin ve kaba (anlayışlı) kimselerin Ramazandan olmayan bu orucu, Ramazana eklemelerin­den endişe ederlerdi. İlim ehlinden bir kolaylık görseler ve onların bu orucu tuttuğunu görselerdi bunu yaparlardı.
İmam Malik'in bu sözünde, bazılarının zannettiği gibi altı gün orucu hadisini ezberlemediğine/hıfzetmediğine dair bir delil yoktur. Bil'akis onun bu sözü hadisi bildiğini göstermektedir. Fakat o, aslında bu orucu tutmak müstehab olduğu halde, amel edilmemesi görüşünde olmuştur. Onun böyle yapması Hz. Osmanın namaz kısaltma, sahabenin kurban meselesinde davrandıkları gibi, bid'at konusunda söylediğine yol açacak bir araç olmaması içindir.
Bu olay bir asıl/delil ise de Maverdi, bundan daha ilginç bir şey anlatıyor. Mâverdinin zikrettiğine göre insanlar Basra veya Tarafe camiinin avlusunda namaz kıldıkları zaman, secdeden başlarını kaldırdıklarında yüzlerindeki toprağı silerlerdi. Çünkü camiin avlusu toprak idi. Ziyâd, camiin avlusuna çakıl döşenmesini emretti ve şöyle dedi:
Uzun bir zaman geçip küçükler bunu görerek yetiştiğinde, namaz kılarken alnındaki secde izini silmenin sünnet olduğunu sanmasından emin olamıyorum. Bu anlayış mubah bir şey hakkındadır. Mekruh ve yasak bir şey hakkında nasıl olacağını sanırsın?                                                                                           
Bu zamanda bana ulaştı ki İslamı, tanımaya başlayalı az bir zaman olmuş kimselerden bazısı şarap hakkında şöyle demiştir:
Şarap haram değildir. Onu içmekte bir kusur da yoktur. Ancak kusur şarabı içip adam öldürmek ve benzeri şeyler gibi uygunsuz birşey yapmaktır. Böyle bir (söz ve) inanç müslüman olarak yetişen bir kimseden meydana gelmiş ise bu kişi kâfir olur. Çünkü bu, ümmetin dininde zorunlu olarak bilinen bir şeyin inkârıdır. Bu anlayış sebebiyledir ki yöneticiler tarafından şarap içenlere karşı yıkılmamış, onların şarabı (kolayca) temin etmelerine imkan verilmiş ve zimmet ehlinin bulunduğu mahallede içki satışı meşhur olmuştur.[71]
Yapılan bid'at iş, meşru olmadığı halde, bid'atı yapanın inancına göre meşru olarak benimsenmedikçe bid'atın bir anlamı yoktur. Böyle bir durum bid'atta gerçekleşmekte veya gerçekleşmesi beklen­mektedir. Karafi Arap olmayan (müslüman) lardan, onlara göre altı gün orucunun Ramazana bitişik olduğunu benimsediklerini hikaye etmiştir. Çünkü onlar Ramazana ait olan halleri altı gün tamam­lanıncaya kadar devam ettirmektedirler. Birinci bölümde geçtiği üzere aynısı bizde de meydana gelmiştir.
Tüm bunların günahı, bilginlerden veya diğer kimselerden bu davranışlara karşı çıkmayanlara, yahut bazı davranışları insanlar arasında onların gözü önünde yapanlaradır. Çünkü günahlarda veya başka şeylerde bu inançların yaygınlaşmasında asıl olan onlardır.
Buna göre bid'at dört şeyden meydana gelmektedir:
1- Bid'atı bid'atcının icad etmiş olması. Bu dört kısımdan en açık olanıdır.
2- Âlim kişinin (dine) aykırı olarak bid'atı yapıp, cahilin onu meşru sanması.
3- Câhil bid'atı işlerken âlimin buna karşı çıkmaya gücü yettiği halde sessiz kalması. Böyle bir durumda câhil yaptığı şeyin (sünnete) aykırı olmadığını anlar.
4- Yapılan şey aslında iyi bir şeydir. Ancak uzun süre yapıla yapıla hakkındaki inanç değişir. Bu kısımdaki bid'at, bid'ata vesile olmakla meydana gelir.
Şu kadar ki bu kısımların herbiri aynı ağırlıkta değildir. Bid'at ismi, bunların hepsine ittifak halinde verilmez. Her biri gerçek bid'ate farklı uzaklık ve yakınlık durumundadır.
Birincisi gerçekten bid'at adını ahr. Çünkü bid'at olduğunu nas olarak ifade etmek için bu kısımdaki bid'at gerekçe olarak almır. Bunu ikinci kısımdaki bid'at izlemektedir. Çünkü bir şeyi yapmak, sözlü olarak nas halinde ifade etmeye benzer. Hatta usul ilminde ifade edildiği üzere bazı hallerde yapmak, sözden daha çok etkili olur. Şu kadar ki bir şeyi yapmak, bu kısımda her yönden delil durumunda değildir. Zira âlim bazen kötü bir şeyi yapar ve yaptığının kötü olduğunu söyler. Bundan dolayıdır ki: "Alim'in yaptığına bakma, Lâkin ona sor seni onaylasın." Demişlerdir. Halil b. Ahrmul veya bir başkası şu şiiri söylemiştir:
''Benim yaptığıma bakma bilgime uy,
Sana bilgim fayda verir, zarar vermez bendeki kötü huy"
Bundan sonra üçüncü kısım gelir. Çünkü -karşı çıkan kimsenin, mertebesi etkili olmak kaydı ile- karşı çıkmayı terk etmek yapılan işin kötü birşey olmamasını gerektirir. Fakat bu kısım, bir öncekin­den daha aşağı derecededir. Çünkü karşı çıkma gücünü engelleyen çok şey vardır. Karşı çıkmayı terk etmek bazen bir mazeret sebebiyle olur. Karşı çıkmak, bir şeyi yapmak gibi değildir. Bir insanın aykırı olduğunu bilerek bir şeyi yapması için mazeret yoktur.
Daha sonra dördüncü kısım gelir. Çünkü bundan öncekilerdekı sakıncalı durum geniş anlamda bu kısımda yoktur. Beklenti duru­mundaki zarar, gerçekleşen zarar derecesine asla ulaşmaz, işte bundan dolayı, bu kısım, bid'ata vesile kabilindendir. Bu itibarla bu kısımdaki bid'at, hemen bid'at derecesine ulaşmaz. Buna göre gerçek bid'at kısmına girmez. İkinci ve üçüncü kısımlarda aykırılık bizzat var olup, bid'at dıştan gelen bir özelliktir. Şu kadar ki normal olarak o, aykırılıktan kopmaz. İkinci kısımdaki bid'at üçüncüden daha etkili durumdadır;[72]


[60] Tercüme sırasında bu cümlenin başından buraya kadar kullandığımız ifadeler metinde geçen terkibinin karşılığıdır kelimesi hakkında değerlendirdiğimiz bu mana için bakınız: En-Nihâyetu fi Ğarîb'il Hadis vel Eser. Mead'ud-Din Ebû's-saâdât el-Mübarek b. Muhammed Cezeri Ibn'ul Esîr. (Tahkik: Mahmud Muhammed Tanâhi ve Tabir Ahmed Zâvi) 1. Baskı, 1963, 2/221.
[61] Hatta şöyle denmiştir: "Âlimin hatası âlemin kaymasıdır."
[62] Bu zât Abdullah b. Zeyd b. Abd'i Rabbih b. Sa'lebe el-Ensari'dir. Künyesi Ebu Muhammed olup Hazrec kabilesindendir. Rüyasında ezanı (n nasıl okunacağı) gösterilmiştir. Meşhur bir sahabıdır. Şezerât'da "Zeyd b. Abdullah" olduğu bildirilmiştir. Hicretin 32. Yılında vefat etmıştir. Uhud savaşında şehid olduğu da söylenmiştir. Bakınız: Takrib: 1/417; Şezerât. 1/39.
[63] Bu hadis Ebu Davud'un rivayet ettiği hadisin bir parçasıdır. Lafız onundur. Hadis Salat kitabında 498 ve 499 numaralarla. Tirmizi buna benzer bir şekilde Salat kitabında 189 numara ile rivayet etmiş ve “Abdullah b. Zeyd'in hadisi hasen ve Sahih'tir" demiştir. İbn Mâce, Ezan kitabında 706 numara ile Dârimî Ezan kitabında 1187 numara ile Ahmed b. Hanbel, Müsned"inde 4/43 de rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Siyer, ibn Hişam. 2/128-129 Dâr'ul Hidâye. Mısır, ibn Hişam burada ibn İshak'tan uzun bir rivayete yer vermiştir. Sonuç olarak hadis sahihtir. Tirmizi 1/361 de Abdullah b. Zeyd ile ilgili olarak: Ondan, Hz, Peygamber'den sahih olarak bu hadisten başkasını bilmiyoruz." diyor. Beyhakî. Tirmizî'nin "el-îlel'ul Kebir" inden şunu aktarıyor: Muhammed b. İsmail el-Buhari'ye bu hadisi sordum. Buhari: "O hadis bana göre sahihtir," dedi. Sünen, Beyhakî, 1/390-391.
[64] Hadis sahihtir. Buhari, Ezan kitabında (Fethul Bari'de 605-606-607 numaralar ile) Müslim Salat kitabında 378 genel numara ile rivayet etmiştir. Şâtıbî'nin yer verdiği lafız, Müslim'de Salât kitabında, kitab içerisindeki 3 ve 4. rakamları ile yer almaktadır. Hadisi ayrım Ebu Davut Salât kitabında 508-509 numara ile Tirmizi, Salat kitabında 193 numara ile Nesai Ezan kitabında 2/3 de, İbn Mâce Ezan kitabında 729-730-731-732 numara ile Dârimî. Ezan kitabında 1193-1194-1195 numara ile İbn Hıbban, Sahihinde 3/92 de rivayet etmiştir. Ayrıca bakınız: Zâd'ul Meâd, İbn'ul Kayyım, 2/390.
[65] Tabiîdir ki örf haline gelen şekliyle top atmak, boru öttürmenin yerine geçmiştir.
[66] Hadis kitablarında  (Feth’de 621-5298 ve 7247 numaralar ile Müslim Siyam kitabında 1093 genel numara ile Ebu Davud, Savm kitabında 2346 ve 2347 numaralar ile Tirmizi Savm kitabında 706 numara ile Nesâi Siyam kitabında 4/148 de. İbn Mâce, Sıvam kitabında 1696 mimara ile Ahmed b. Hanbel Müsnedinde (Ahmed Şâkirin tahkiki ile) 1/386 da 3654 numara ile rivayet etmiştir.
[67] Bu zât: Kâdi Ebu Bekir b. Arabi Muhammed b. Abdullah b. Muhammed İşbilîdir. Mâliki mezhebinden olan İbn'ul Arabi  Endülüs  halkının  ileri  gelen  âlimlerinden, hadis hafızıdır. Hicretin 546. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Şezerât. 4/141
[68] Batıniler şîadan bir grup olup onların en kötüleridir.
[69] Tahkik ehlinden olan îbn'ul Kayyım'ın İlam'ul Muvakkıîn isimli eserinde "ziynet eşyasında el işi kıymetini dikkate alarak iki ziynetin birini diğerinden ağır gramajla satmanın caiz olması hususunda açıklaması vardır. Bakınız: İlam’ul Muvakkîn. 2/161. Beyrut, Dâr'ul Ciyl basımı.
[70] Muvatta sıyam kitabını sonu.  1/311  (Muhammed Fuad Abdullah Baki’nin tahkik ettiği nüsha.)
[71] Yazarın bu cümleden maksadı nedir? Buna iyi bakılmalıdır. Görünen odur ki bazı doğu ülkelerindeki müslüman şehirlerindeki gibi Endülüsde zimmet ehlinin yaşadığı veya çoğunlukta olduğu mahalleler vardır. Ve buralarda içki satılmaktadır. (Bu dipnot Reşid Kızanın dır.)
[72] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/127-136.