๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:26:49



Konu Başlığı: Fasıl
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:26:49
Fasıl


Bu on örnek sana mesalih-i mürselenin ilmî yönünü açıkça bildirmektedir. Bunun açıklanması birkaç noktada olacaktır:
1- Mesalih-i mürselede dinin maksadına uygunluk din esasların­dan ve delillerinden birine aykırı olmamalıdır.
2- Mesalih-i mürseleye genel bakış şöyle olmalıdır: Mesalih-i mürsele türünden olan meseleler akıl ile kavranılır durumda ve akıl yürütme kurallarına sunulduğunda akıl tarafından makbul görüle­cek uygunluğun altında bir uyum içinde olmalıdır. Aslında ibadetle ilgili meselelerde ye dini ilgınlendiren işlerde aklın bir rolü yoktur. Çünkü tüm ibadetlerin anlamı, detaylarına varıncaya kadar akıl ile kavranılamaz. Abdest, namaz, özel zamanında oruç tutmak, (bunun dışındaki oruç akıl ile kavranılabilir.) hac ve diğerleri gibi.
Başarılı ve dikkatle inceleyici olan kimse iyi düşünsün ki, detaylarıyla birlikte birtakım uygunluklara ters düşen hükümler nasıl konulmuştur?
a- Görülmüyor mu ki, her bir çeşidine göre taharet/temizlenme -ki değişik türleri vardır- ilk bakışta ortaya çıkan anlayışa aykırı bir ibadet konumundadır. İdrar ve dışkı vücuttan çıktığı vakit, sadece çıktığı yer veya vücudun tamamı değil, belirli organlar yıkanarak abdest temizliği yapılmaktadır. Erkekten meni, kadından hayız kanı çıkınca ise sadece çıktığı yer veya abdest organları değil, vücudun tamamını yıkamak farz olmaktadır.[24]
Ayrıca organları temizlemekle beraber necis/pis olan şeyi de temizlemek farzdır. Abdest bozulmadıkça (ve necaset söz konusu olmadıkça) pis ve kir olanların yıkanması farz değildir.
b- Sonra (teyemmümde) toprak kullanmak, kendisi bulaştığı yeri kirleten bir şey olduğu halde temizleyici suyun yerine geçmiştir.
c- Sonra namaz vakitlerine baktığımızda her vakit (zaman parçası olmak bakımından) bir birinin aynısı olduğu halde vakitler arasında bir uygunluk yoktur.
d- Namaz vakitlerinin duyurulması için belli kelimeler (ezan) meşru olmuştur.  Bunlarda eksiltme olmadığı gibi ilâveler de söz konusu değildir.
e- Namaz, kılmaya başlarken belli sözlerin söylenmesi gereklidir.
f- Her bir namaz vaktinde farklı rek'at sayısı ile namaz kılınması meşru olmuştur. Her rek'atta bir rukü ve iki secde vardır. İki rukü bir secde şeklinde aksi olamaz. Şu kadar ki güneş tutulmasında kılı­nan namaz böyle değildir. Sonra günde beş vakit namaz emredilmiş, bu dört, altı veya bir başka sayıda olmamıştır.
g- Abdestli olarak camiye girildiğinde "Tahiyyet'ül mescid" adı ile iki rek'at namaz kılınması emredilmiştir. Bu namazın vitir gibi tek sayılı rek'atları veya öğle namazı gibi dört rekatlı olması söz konusu değildir.
h- Namaz kılarken unutarak bir hata yapan kimse iki secde (sebv secdesi) yapar, tek secde yapmaz. Secde ayeti okunduğunda ise iki değil bir secde yapar.
ı- Ayrıca nafile namazlar emredilmiştir. Belli vakitlerde namaz kılınması yasaklanmıştır. Bu yasağın gerekçesi (tam olarak) akıl ile kavranılmaz.
i- Bazı nafile namazların cemaatla kılınması meşrudur. Bayram namazı[25] güneş tutulması ve yağmur duası için kılınan namazlar gibi,[26]fakat nafile oldukları halde gece namazı ve farz namazların önünde ve son sünneti olarak kılınan namazların cemaatle kılınması meşru değildir.
j- Cenazenin yıkanmasında dahi akıl ile kavranılacak bir mana yoktur. Çünkü ölen kimse (artık) yükümlü değildir. Ayrıca cenazeye kıldığımız namaz sadece tekbir ile olmakta, rukûsu, secdesi, otur­ması bulunmamaktadır. Cenaze namazındaki tekbir sayısı dört olup, iki, dört, altı veya başka bir sayıda değildir.
k- Oruca baktığımızda da pek çok akıl ile kavranılamayan durumlar görmekteyiz. Yeme içme yasağı/imsak gece değil, gündüz vaktidir. Ayrıca imsak yeme içme ile ilgili olup, giyilenle, binilenle, konuşma, bakma, yürüme ve benzeri şeylerle ilgili değildir. Oruçta yemek gibi cinsel ilişki de yasaktır. Fakat bunlar birbirine zıttır. Cinsel ilişkide vücuttan akıntı çıkar, yemekte ise vücuda bir şeyler girer.
l- Ramazan ayı kendisinde Kur'an indirildiği halde, üzerine gü­neş doğan günlerin en hayırlısı olduğu halde, diğer aylardan en çok oruç tutulanı olduğu halde (hac gibi) büyük bir toplantıyı gerektir­memektedir.
m- Ayrıca hac ibadeti bunların hepsinden daha çok ibadeti içer­mektedir.
İşte fıkıhtaki uygulamaları ile her bir bölümdeki ibadetlerin hepsi böyledir. Bu ibadetlerin incelenmesinde dinin amaçlarından ve yöneldiği, tuttuğu yoldan bir mana çıkıyor. Şöyleki: Dinde yükümlü tutulan görevlerden bu kabil olanlarda din koyucu bir sınırda durmayı ve kişisel gayretle oluşan bakış açısını tamamen terk etmeyi istemiş ve ibadetlerdeki amacın ne olduğunu, onu emredene bırak­mayı ve ona teslim olmayı dilemiştir. Bu hususta, "Allah'ın yükümlü tuttuğu ibadetler, kulların maslahatına/yararına yöneliktir" gerek­çesini söylesek de söylemesek de durum eşittir. Şu kadar ki pek az meselede bu mana açıktır. Onu da yine dinden anlıyor ve muteber sayıyoruz. Veya bazılarında hakkında nas olanla bir şey söylen­memiş olan arasında fark olmadığını  görüyoruz. Bu durumda, iş içinden çıkılmaz bir hal aldıysa mutlaka bu ana kaideye başvur­malıdır. Yani bir sınırda durup, Allah'a teslim olarak işi O'na havale etmek kuralı, dinde fıkıh öğrenen kimse için en sağlam yapışılacak kulp ve (kendisine sığınıldığında) en iyi koruyucu bir dağ (gibi) dir.
Bundan dolayıdır ki Huzeyfe (r.a.) şöyle demiştir:
"Allah Rasûlünün ashabının ibadet olarak istemediği hiçbir şeyi ibadet olarak benimsemeyiniz. Eğer daha öncekiler sonrakilere bir söz bırakmamışlarsa, ey bilginler topluluğu! Sizden öncekilerin yolunu tutunuz." Bu sözün bir benzerini İbn Mes'ud söylemiştir. Buna benzer pek çok ifade daha önce geçti.
Bundan dolayıdır ki İmam Mâlik, ilk bakışta ortaya çıksa bile ibadetlerin niçin emredildiği manası ile ilgilenmemeyi benimse­miştir. Din koyucunun maksadından neyi anladıysa orada durmuş, onu olduğu gibi kabul ederek teslim olmuştur.
Meselâ necis/pis şeylerin temizlenmesinde, abdest ve gusülde mutlak anlamda başkalarının dikkate aldığı temizlenme manasına ilgi göstermemiştir. Hadesten taharetde/abdest ve gusulde niyet edilmesini şart koşmuş, her ne kadar temizliği gerçekleştirse de sudan başka bir şeyi suyun yerine geçerli saymamıştır. Bunun içindir ki Mâlik'e göre hadesten taharet mutlak su[27] ile olmaktadır. Yine İmam Mâlik namazda tekbir almak selam vermek ve kıraat yükümlülükleri yerine getirilirken Arapçanın yerine başka bir dil ile bunların yapılmasını kabul  etmemiş yapılırsa yeterli olmadığını söylemiştir.
Ayrıca zekatta zekat olarak verilmesi gereken şeyin yerine kıymetinin verilmesini İmam Malik kabul etmemiştir. Keffaretlerde sayılarla ifade edilen hususlara ve buna benzer şeylere titizlikle özen göstermiştir.
Tüm bunların dönüp dolaştığı nokta, din koyucunun belirlediği sınırda durmaktır, gayet düşünülse bile, ibadetin gerektirdiği uygun manayı dikkate almamaktır. Çünkü ibadetlerde böyle bir mana az ve nadir olur. İbadet dışında kalan dini meselelerde böyle değildir. Onlarda akılca ortaya çıkan uygun mana geçerlidir.
İmam Malik delilleri köklü bir şekilde irdelemiş, mesâlih-i mürseleyi anlamakta titizlik göstermekle beraber, din koyucunun maksadına da riayet etmiştir. O, mesalih-i mürselede din koyucunun maksadından dışarı çıkmamış, onun esasları ile gelişmemiştir.
Âlimler İmam Malik'in mesalih-i mürsele konusundaki görüşle­rini, "(Yeni) bir din kapısı açtı ve böylece İslam ile olan bağlantısını kopardı" zannederek hoş karşılamamışlardır. Heyhat! O, bu zanne­dilenden ne kadar uzaktır? Allah ona rahmet eylesin. O fıkhında (gerektiğinde başkasının görüşüne) tâbi olmaya razı olmuş bir kim­sedir. Öylesine ki (İmam Malik mezhep kuran bir müctehid olmasına rağmen) bazı kimseler onu kendisinden öncekileri taklid eden birisi sanmışlardır. Oysa o, mezhep âlimlerinin kitaplarında açıklamış oldukları gibi Allah'ın dininde zekâya dayalı derin bir idrak sahibi­dir.
Hatta Ahmed b. Hanbel'den şöyle bir şey rivayet edilmiştir:
"Bir adamın İmam Malik'e buğz ettiğini görürsen, bil ki o bid'atcıdır." Bu rivayet, İmam Mâlık'in (Peygamber'e) uyması konusunda tanıklık bakımından zirvedir. Ebu Davud[28] şöyle diyor:
İmam Malik'e buğz eden kimsenin bid'atçı olmasından korkarım. İbnu'l Mehdi ise şöyle demiştir:
Hicazlı birinin Mâlik bin Enes'i sevdiğini gördüğün zaman bil ki, o kişi sünnet sahibidir. Fakat bir Hicazlıyı da ona dil uzatırken görürsen, bil ki o sünnete aykırıdır. İbrahim b. Yahya b. Hişam şöyle demiştir:
Ebu Davud'un şu iki kişiden başka hiç bir kimseye lanet ettiğini işitmedim. Bunlardan birisi İmam Malik'e lanet, ettiği söylenilen bir adam idi. Diğeri de Bişru'l Müreysî[29] idi.
Genel olarak Malik'den başka da onun gibi düşünüp ibadetlerde asıl olanın akıl ile kavranılmaması olduğunu söyleyenler vardır. Her ne kadar bazı detaylarda farklı görüşler varsa da Zahiriyye dışında, ümmetin tamamında meselenin aslında görüş birliği vardır. Zahirî­lere göre ibadetlerle ibadetin dışındaki meselelerde fark yoktur, Hepsi de akıl ile kavranılmayan ibadet durumundadır. Zahiriler, mesalih-i mürseleye inanmak şöyle dursun, mesalih'in dayanağının olmadığını söylemeye en yakın kimselerdir.
3- Mesalih-i mürselenin özü, zaruri bir işin korunmasına ve dinde kaldırılması gerekli olan bir güçlüğe ilişkindir. Güçlüğün kaldırılması da zaruri olan bir şeyin korunmasına ilişkindir. Bu "Kendisi ile farz tamam olan şey de farzdır." kabilindendir. Buna göre mesalih-i mürsele amaç değil, araçtır. Güçlüğün kaldırılmasına ilişkin olması da hafifleticiliktir, katılık değildir. Zaruriye ilişkin oluşu yukarda geçen örneklerle ortaya çıkmıştır. Güçlüğün kaldırıl­ması ile ilgisi olması da ya zaruriye veya ihtiyacı karşılamaya ilişkindir. Her iki durumda da kesin bir şekilde çirkinleştirme ve güzelleştirme ile alakası yoktur. Eğer bu anlamda bir şey ortaya çıkarsa başka bir husus ile ilgilidir. Ramazan geceleri camilerde teravih kılınması gibi veya selefi salihin hoş görmediği bid'at kabilindendir. Camileri süslemek ve namaz vaktinin geldiğini (ezandan başka) cümleler söyleyerek bildirmek gibi ki bu da (bir bakıma) uygun şeylerdendir.
Mesalih-i mürselenin zaruri bir hususa ilişkin olması, vesile babından ve "kendisi ile farz tamam olan şey farzdır" kabilindendir. Şayet bunun şart olduğu nas olarak bildirilmiş işe bu, dini bir şarttır. Bu durumun, üzerinde konuşmakta olduğumuz bahisle bir ilgisi yoktur. Çünkü din koyucunun şartı, bizi konuyu inceleme külfetin­den kurtarıyor.
Eğer hakkında bir nas yok ise bu ya akıl ile veya gelenek yoluyla bilinir. Çünkü Kur'anın ve ilmin kitap şeklinde olmaksızın düzenli olarak korunacağını varsaymış olsaydık, bu elbette sahih olurdu. Diğer zorunlu maslahatların da aynı varsayımla korunması sahih olurdu. Nitekim devlet başkanlığının başkan olmadan yürüyeceğini -hakkında nas olmadığı takdirine göre- varsaymış olsaydık devlet başkanı belirlememek elbette sahih olurdu. Diğer zaruri maslahatlar da böyledir. Bu durum sabit olduğuna göre vesile/araç durumunda olmayan dini maksatlardan hiçbirini mesalih-i mürsele yoluyla ortaya koymak sahih olmaz.
Mesalih-i mürselenin ihtiyaç kabilinden olan gereksinmelerde hafifletici durumda olması da açıktır. Bu husus, dinde zorluğun kaldırılması delilinde en kuvvetli şekilde bellidir. Bu kabilden olan mesâlihin katılığı ve yükümlülüğü fazlalaştırıcı olduğunu gösteren bir durum yoktur. Örnekler bu esası da açıklamaktadır.
Bu şartlar kesin bir şekilde ortaya konduktan sonra, bid’atların mesalih'-i mürseleye zıt olduğu bilinir. Çünkü mesalih-i mürselenin konusu detaylarına kadar akıl ile kavranılabilir. Gerçekte ibadetler, detaylarıyla birlikte akıl ile kavranmaz. Daha önce de geçtiği üzere ibadetler dışında kalan konulara bid'atın girmesi genel olarak değil, ancak onlarda ibadet cihetinin bulunması açısından olmaktadır.
Yine daha önce geçmişti ki bid'atlar genelde dinin amaçlarına uygun düşmezler. Aksine bid'atın tasavvuru iki cihetten biri ile olmaktadır: Bu, "Sultana peşpeşe iki ay oruç tutma fetvasını veren kimsenin durumunda anlatıldığı üzere" ya dinin amacına ters düşer. Veya hakkında bir şöy söylenmemiş olur. Mirasçısını öldüren katilin mirastan mahrum edilerek, arzusunun (ki onun arzusu yakının öldürerek mirasına konmaktır) zıddı ile kendisine muamele edilmesi gibi. (Şu yorum) bu konuda nas bulunmama takdirine göredir.
Daha önce (on örneğin birincisine başlamazdan evvel kendisi ile hükmün irtibatlı olduğu uygun mananın üç halden biri olduğu geçmişti Bu üç halden) ikisinin dikkate alınmayıp terkedilmesine dair icma/görüş birliği olduğu geçmişti. Burada "Hakkında bir şey söylenmemiş olan mesele izin verilmiş gibidir" denemez. Çünkü bundan, icma'ın zedelenmesi lazım gelir. Zira uyum yoktur. Aynı zamanda ibadetlerin hükmü âdetlerin hükmü gibi değildir ki hakkın­da bir şey söylenmemiş olan, izin verilmiş gibi olsun. Bu itibarla bunlar birbirinden ayrılırlar. Zira bir dayanağı olmadan ibadet orta­ya koymaya yönelmek olmaz. Çünkü ibadet açıkça izin verilmiş bir hükme mahsustur. Âdetlerle ilgili meseleler böyle değildir. Daha önce de değinildiği gibi ikisi arasındaki fark, genel olarak ibadetlere akıl ile yol bulunmayıp, âdetlere akıl ile yol bulunmasıdır. Bu mana­ya ve bu konuya "Muvafakat" isimli kitabımızda işaret edilmiştir.'
Bu husus sabit olduğuna göre, mesalih-i mürsele ya vesile kabilinden zaruri bir gereksinimi korumuş olur veya hükümde bir hafiflik meydana getirir. Mesalih-i mürseleden hareketle ne bid'at ortaya çıkarmak, ne de menduplarda bir fazlalık meydana getirmek mümkün değildir.
Çünkü bid'atlar, ibadetmiş gibi benimsenmeye yol açan ve ibadet olduğu sanılan vesilelerdir. Netice itibariyle bidatlar, yükümlülüğü artıran ve hafifletmeye aykırı olan şeylerdir.
Tüm bunlardan ortaya çıkıyor ki bidat işleyen kimsenin mesalih-i mürsele ile bir ilgisi yoktur. Olsa olsa âlimlerin ittifakı ile geçersiz olan kısımla ilgili olabilir. Bu da ilgi olarak sana yeter. Muvaffakiyeti veren Allah'tır.
Tüm bunlardan biliniyor ki din koyucunun maksadı ibadetler konusunda hiç bir şeyi kulların görüşüne bırakmamaktır. Burada geriye bir şey kalıyor ki o da Allah'ın koyduğu sınırda durmaktır. Bu sınırın üzerine fazlalık koymak bid'attır. Nitekim bu sınırdan eksiltmek de öyledir. Bu konuda örnekler geçti. Kitabın devamında ileride (başka) örnekler gelecektir. İnşaallah.[30]



[23] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/137-154.
[24] Daha önceki âlimlerin bazılarından buna benzer rivayetler gelmiş, abdest ve gusulün akıl yürütmeye ve mantığa uygun sayılmadığı söylenmiştir. İnsanlar da bunu kabul edegelmişlerdir. Bununla beraber abdest ve gusulün hikmeti akıl ile kavranabilmektedir. Çünkü meni ve hayız kanı vücuttan çıktığı vakit, idrar ve dışkı çıktığında görülmeyen derecede vücutta bir zayıflık ve gevşeme olmaktadır. Bundan dolayı vücut eski aktifliğine dönmesi için meni ve hayız kanından dolayı gusül emredilmiş, idrar ve dışkıda bu durum daha az olduğu için abdest ile yetinilmiştir. Gusül ile gevşeyen sinirler uyarılır, insan ibadet etmek için güç kazanır. Abdest ve gusul'ün başka hikmetleri de vardır. Şöyle ki Abdest her gün tekrarlanır. Gusül ise haftada -hatta bazı kereler- aylarca gerekli olmayabilir. Yazarın söyleyeceği diğer örneklerinde bir takım hikmetler vardır. Bununla beraber her ibadette Allah'a kulluk etmek manası bulunduğu inkar edilmez. (Reşid Rıza)
[25] Yazar Maliki mezhebinden olduğu için bayram namazını nafile namazlar arasında göstermiştir. Bayram namazı Malikli mezhebinde sünnet, Hanefi mezhebinde vaciptir. (Çeviren)
[26] Yazarın mezhebi olan Malikli yağmur yağmasını istemek için namaz kılmak sünnettir. Hanefi mezhebinde ise bunun için namaz kılınmaz. Sadece toplu olarak dua edilir.(Çeviren)
[27] Burada "mutlak su'! ifadesi "mukayyed su" karşılığında kullanılmıştır. Mutlak ve mukay­yeti su hakkında geniş bilgi için ilmihal kitaplarına başvurmak gerekir. (Çeviren)
[28] Bu zat Süleyman b. Eş'as b. ishak b. Beşir b. Şeddad el-Ezdî es-Sicistani'dir. Ebu Davud güvenilir bir hadis hafızı ve "Sünen" ile diğer kitapları yazan kimsedir. Onbirinci tabakanın büyüklerinden olan Ebu Davud, hicretin 275. yılında vefat etmiştir: Bakınız: Takrib, 1/3211 Şezeraî. 2/167: Cerh ve Tadil, 4/101.
[29] Bu zat Kelam ve Fıkıh bilginidir. Kuranın mahluk olduğu fikrine çağrıda bulunurdu. İbnu’l Ehdel diyor ki: Bu adam, mürcie mezhebinden olup, irca anlayışının propagandasını yapardı. Mürcie mezhebinin Müreysiyye kolu kendisine mensup idi. Babası Küfede kuyumculuk yapan bir Yahudi idi. İmam Şafii ile tartışır, fakat grameri iyi bilmediği için aşırı hata ederdi. Bakınız: Şezarat. 2/44.
[30] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/155-161.