๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 20:09:15



Konu Başlığı: Bidatçilerin istidlal kaynakları faslı 3
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 20:09:15
4- BİD'ATÇİLERİN İSTİDLAL KAYNAKLARI Faslı 3


Bu bölümdeki sözü, geçmiş delillerin tamamını ve o manadaki diğerlerini toplayan bir fasıl ile bitirmeyi uygun gördük. Bu fasılda bu kitabın nüktelerinden bir başka demet sunulacaktır. Zaman ve şartlara göre bunlara da ihtiyaç vardır. Her ne kadar uzun bir fasıl da olsa, inşaallah bizim konumuzun daha iyi anlaşılmasına hizmet edecektir.
Olay şudur: Kendilerinin tasavvufçuların yolundan gittiklerini iddia edip "fakirler" diye şöhret bulan bir topluluk hakkında soru soruldu: Bunlar bazı geceler toplanıyorlar. Tek bir ağızdan/koro halinde cehrî zikir yapıyorlar, sonra gecenin sonuna kadar musiki ve raksa dalıyorlar. Fakih diye bilmen bazı kişiler de onlarla beraber bulunuyorlar ve bu yolu gösteren şeyhlerin peşinden gidiyorlar. Böyle bir şey yapmak şer'an caiz midir, değil midir?
Cevap olarak denildi ki, bunların hepsi sonradan uydurulmuş bid'atlerdir ve Peygamberin (s.a), ashabının ve güzellikle onları izleyenlerin yoluna muhalefettir. ALLAH Teala yarattıklarından dilediği kimseleri Peygamberin ve ashabının yolundan yararlandırmak­tadır.
Sonra bu cevap çeşitli beldelere ulaştı ve bu bid'atleri işleyen­lerin üzerine kıyamet koptu. Tarikatlarının silinip yok olacağından ve menfaatlerinin kesileceğinden korktular. Bunun üzerine hemen kendilerini savunmaya geçtiler ve faziletleri sabit, ALLAH'a bağlılık­ları bilmen ve Peygamber'in sünnetiyle amel etmeyi prensip edinmiş tasavvuf şeyhlerine intisap ettiklerini söyleyerek kendilerini savundular. Halbuki onlar tasavvuf şeyhlerinin tuttukları yola ters düştükleri için delil olarak onlara bağlılıklarını göstermeleri geçerli değildir. Çünkü onlar tuttukları yolu üç temel esas üzerine bina ettiler: Ahlak ve davranışlarında Hz. Peygamber'e (s.a) uymak, helâl lokma yemek ve bütün amellerde samimi bir niyet taşımak. Onlar bu üç temel esasta tasavvuf şeyhlerine muhalefet ettiler. Bu sebeple onların cemaatine dahil olmaları mümkün değildir.
ALLAH'ın takdiri bu ya, insanlardan biri buna benzer bir soruyu zamane şeyhlerinden birine sordu. Lâkin meselenin dış görünüşü öylesine güzeldi ki, dikkat etmeyen bir kimse içyüzünü neredeyse kavrayamazdı. ALLAH affetsin, o şeyh de meselenin altında yatan bid'at ve sapıklıklara dikkat etmeksizin dış görünümüne bakarak ona cevap verdi. O bu cevabı başka beldelere de taşıdı ve kendi beldesinin dışındaki beldelere de götürdü. Kendi yandaşları arasında tarikatleri lehine elinde bütün deliUere galip gelecek bir delilin bulunduğu kişi diye meşhur oldu.  Bu konuda tartışma talebinde bulundu. Bunun için davet de edildi. Fakat: işte benim delilim budur deyip, şeyhin yazılı cevabının bulunduğu belgeyi ortaya atmaktan başka da bir şey yapmadı. Mesele Gırnata'ya kadar ulaştı. O, herkesin bu belgeye bakmasını ve incelemesini istedi. Halbuki hiç kimse işin doğrusunu görebilecek durumda değildi. İşin doğrusu o belge aslında ALLAH'a nasıl itaat edileceğini anlatıyordu. Çünkü belgedeki olan şeyler, hak din ve doğru yol demek olan nasihat emsinden şeylerdi.
Sorulan sorunun özeti şudur: Filan şeyhin şu konudaki görüşü nedir; Müslümanlardan bir cemaat var. Bunlar mübarek gecelerde deniz kenarındaki bir misafirhanede toplanıyorlar; Kur'andan bir bölüm okuyorlar. Vakit elverdikçe öğüt ve kalbi incelten nasihat kitaplarını dinliyorlar; çeşitli teşbih, tehlil ve takdislerle ALLAH'ı zikrediyorlar; sonra aralarından musikişinas birisi kalkarak onlara Hz. Peygamber'e dair (s.a) methiyeler söylüyor, salih kişilerin vasıflarını anlatan, gönüllerin hoşlandığı ve dinlemekten zevk aldığı ilahileri okuyor; ALLAH'ın çeşitli nimetlerini anıyor; Hicaz bölgelerini ve Nebevi hatıraları anmak suretiyle insanları aşka getiriyor. Onlar da bununla vecde gelip coşuyorlar. Daha sonra hazır olan yemeği yiyorlar, ALLAH'a hamdediyorlar, Hz. Peygamber'e (s.a) salavat getiriyorlar, işlerinin düzgün gitmesi için ALLAH'a yalvarıyorlar, nıüslümanlar ve onların imamları için dua ediyorlar ve dağılıyorlar.
Onların bu anlatılan şekilde toplanmaları caiz midir? Yoksa engellenmeleri ve kınanmaları mı gerekir? Bu cemaatin sempatizan­larından birisi onları teberruk maksadıyle evine davet ederse onun davetini kabul edip zikredilen şekilde toplanırlar mı, yoksa daveti kabul etmezler mi?
Şeyhin verdiği cevabın hülasası şudur: İçerisinde Kur'an'ın okunduğu ve ALLAH'ın zikredildiği meclisler Cennet bahçeleridir. Şeyh daha sonra ALLAH'ın zikredilmesini teşvik eden deliller getirdi. Şiir şeklindeki musiki parçalarına gelince bunların iyisi iyidir, kötüsü de kötüdür. Kur'an-ı Kerimde İslam şâirleri hakkında şöyle buyurulur:
"Ancak iman edip iyi işler yapanlar, ALLAH'ı çok ananlar... müstes­nadır."[89]
"Şâirlere gelince, onlara da sapıklar uyar."[90] âyetini dinledikleri zaman Hassan ibn Sabit, Abdullah ibn Ravâhâ ve Ka'b ağladılar. Bunun üzerine yukarıda meali verilen istisna âyeti nazil oldu. Hz. Peygamber'in (s.a) huzurunda da şiir okunmuştu ve Uhtu'n-Nadr beyitleri onun mübarek kalbinde rikkate sebep olmuş ve gözünden yaşlar dökülmüştü. Çünkü o merhamet ve şefkat sahibi bir karakteri taşıyordu.
Semâ esnasındaki vecde gelince bu aslında bir ruh inceliği ve kalp hassasiyetidir. Ki bâtının/iç dünyanın etkilenmesiyle zâhirin/dış görünümün de etkilenmesi dir. Nitekim ALLAH Teala şöyle buyurur:
"Müminler o kimselerdir ki, ALLAH anıldığı zaman yürekleri/kalpleri titrer."[91]
Yani ümit ve korku içerisinde kalpleri sarsıntı geçirir. Kalbin sarsıntısından dolayı vücut da sarsıntı geçirir.- ALLAH Teala şöyle buyurur.
"Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın."[92] Bir başka âyette şöyle buyurulur:
"ALLAH'a koşun."[93]
Tevâcûd psikolojik bir hassasiyet, kalbî bir titreşim ve ruhani bir yükseliştir. Tevâcüd, vecdden kaynaklanır. Şeriatte bunu reddeden bir şey duyulmamıştır. es-Sülemi'nin anlattığına göre semâ anındaki vecd hareketine şu âyetle delil getirilmiştir:
"Onların kalplerine kuvvet verdik.
O yiğitler (hükümdar karşısında) ayağa kalkarak dediler ki:
Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasına tanrı demeyiz."[94]
es-Sülemi şöyle derdi:
Şüphesiz kalpler melekût âlemine bağlıdır. Zikrin nurları ve zikir esnasındaki semâ çeşitleri kalpleri harekete geçirir.
Bunun yanında bir de vecdden kaynaklanmayan tevâcüd vardır. (Bu tür tevâcüd gerçekte vecde gelinmediği halde vecd arayışı içine girmek, vecd alâmetleri göstermek, kendini vecde zorlamak demek­tir.) Yergi konusu olan da budur. Çünkü bu, dış görünümün/zahirin, iç dünyaya/bâtına muhalefetidir. Azim ve gayretlerin teşvikine, uyuyan kalbin uyaniklığındaki hareket amellerine doğru yönelme esnasında vecd durumundan uzaklaşılabilir. (Gerçi bir hadiste şöyle buyurulur)
"Ey insanlar ağlayın, eğer ağlayamıyorsanız bari kendinizi zorlayarak ağlıyor gibi yapın![95]
Fakat kendisini ağlamaya zorlamak ile vecd arayışı içine girmek (tevâcüd) arasında çok fark vardır.
Cemaati evine çağıran ve bu çağrısına icabet edilen kişiye gelin­ce, bu konuda da onun niyetine ve kasdma bakılır. Buna ancak zahi­re bakılarak bir sınırlama getirilebileceği açıktır. Gizli şeyler hak­kında ancak ALLAH Teala hüküm verir. Ameller niyetlere bağlıdır.[96]
Şeyhin cevabı burada sona erdi.
Bu cevapla ilgili olarak benim aklıma gelen şeyler şunlardır-Zikir meclisleri hakkında söylediği şeyler, -bu meclisler selef-i sâlihin toplandıkları meclisler gibi olduğu zaman- doğrudur. Çünkü onlar kendi aralarında Kuranı okuyup müzakere etmek için toplanırlardı. Hatta birbirlerine Kur anı öğretirler ve birbirlerinden bilgi alış-verişinde bulunurlardı. İşte bu, zikir meclislerinden bir meclistir. Buna benzer meclisler hakkında Ebû Hureyre'den gelen bir hadiste: Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"ALLAH'ın evlerinden bir evde ALLAH'ın Kitabını tilavet ve aralarında onu müzakere eden hiçbir topluluk yoktur ki, üzerlerine bir sekinet inmişi ilâhi rahmet kendilerini bürümüş, melekler her yanlarını sarmış ve ALLAH Teala kendilerini mele-i a'lada yanındaki (melek)lere anmış olmasın."[97]
Zikir maksadıyle toplanmak da böyledir. Nitekim bir başka rivayette Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu ifade edilmektedir:
"ALLAH'ı zikretmek üzere oturan hiçbir topluluk yoktur ki melekler kendilerini kuşatmış olmasın".
Fakat onlar koro halinde zikir yapmak için toplanmamışlardır. Bir topluluk ALLAH'ın nimetlerini anmak veya-ilim sahibi kişilerse aralarında ilim müzakere etmek, veya içlerinde bir ilim adamı varsa onun etrafında ilim öğrenmek için oturdukları veya birbirleriyle ALLAH'a nasıl itaat edileceğini ve O'na isyandan nasıl uzak durulacağını müzakere etmek üzere toplandıkları zaman, Hz. Peygamber'in ashabı arasında yaptığı, sahabe ve tabiinin de aynısını uyguladığı meclisler gibi olacağından bu meclislerin hepsi zikir meclisi olacaktır. Onlar da hadisteki ecir ve sevaba nail olacaklardır.
İbn Ebi Leyla'dan rivayet edildiğine göre ona kıssalar hakkında soru sorulunca şöyle dedi: Ben Hz. Muhammed'in (s.a) ashabına yetiştim. Onlar oturuyorlar ve birbirlerine duydukları bilgileri anlatıyorlardı. Bir hatîp olarak oturmalarına gelince böyle bir şey yoktu. Bizim gördüğümüz kadarıyla mescitlerdeki uygulama şöyle idi: Öğrenciler bir öğreticinin etrafında toplanıyorlar, muallim/yani öğretici onlara Kur'an veya şer'i ilimlerden bir ilmi okutuyordu. Veya o muallimin etrafında halk toplanıyor, muallim onlara dinlerini öğretiyor,    ALLAH'ı hatırlatıyor,  öğrenmeleri için Peygamberinin sünnetini açıklıyor ve hepsi birer sapıklık olan bid'atleri de onlardan sakınsınlar, uzak dursunlar ve amel etmekten kaçınsınlar, diye onlara beyan ediyordu.
İşte gerçek manada zikir meclisleri bunlardır. Kendilerinin tasavvuf yolunu izlediğini iddia eden o fakirlerden bid'at ehli olan­ları, ALLAH Teâlâ, böyle meclislerden mahrum bırakmıştır. Onlardan pek çoğu, değil başka sûreleri, namazda fatihayı bile hatasız okuyamazlar. Nasıl kulluk edeceklerini, nasıl istinca yapacaklarını veya nasıl abdest alacaklarını ya da cenabetten nasıl temizlene­ceklerini bilmezler. Bunları nasıl bilsinler ki onlar rahmetin bürüdüğü, sekinetin indiği ve meleklerin kuşattığı zikir meclislerinden mahrumdurlar. Bu nurun onlardan uzak olması sebebiyle sapıtmışlar ve kendileri gibi câhillerin peşinden gitmişlerdir. Kur'an âyetlerini ve Peygamberin hadislerini okumaya başlamışlar, fakat onları da ilim sahiplerinin söylediklerine göre değil, kendi kafalarına göre yorumlamışlardır. Sırat-ı müstakimin dışına çıkmışlardır. Neticede yine toplanıyorlar ve içlerinden birisi Kur'an'dan bir şeyler okuyor. Fakat bu okuyucu güzel sesli, hoş nağmeli ve makam bilen birisi oluyor, okuyuşunda kötülenen şarkılara benziyor. Sonra da: Gelin ALLAH'ı zikredelim, diyorlar. Seslerini yükseltiyorlar. Sırayla bu zikre devam ediyorlar. Bir tarafta bir grup, diğer tarafta bir grup, şarkıya benzer şekilde koro halinde zikir yapıyor. Bunun da mendup olan (tavsiye ve teşvik edilen) zikir meclislerin de olduğunu iddia ediyorlar. Yalan söylemektedirler; eğer bunların yaptıkları doğru olsaydı bunu böyle anlamaya ve böyle amel etmeye selef-i sâlih daha layık idi. Aksi takdirde yüksek sesle koro halinde zikir çekmek için toplantı yapmak Kur'an'ın veya sünnetin neresinde görülmüş? Bilâkis ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez."[98]
Tefsirde, aşırı gidenler, duada seslerini yükseltenlerdir.
Ebu Musa'dan rivayet edildi; o şöyle dedi. Bir yolculuk esnasında Hz. Peygamberle (s.a) birlikte bulunuyorduk, insanlar bağırarak tekbir getirmeye başladırlar. Rasulullah (s.a) onlara buyurdu ki:
"Kendinizi zorlamayınız. Çünkü siz ne sağırı çağırıyorsunuz, ne de ğâibe sesleniyorsunuz. Muhakkak ki siz, iyi işiten ve size çok yakın olan ALLAH'a dua ediyorsunuz. O her zaman sizinle beraberdir."
Bu hadis, âyetin tam bir tefsiridir. Onlar koro halinde de tekbir getirmiyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) âyet-i kerimeye bağlı kalmaları için onların seslerini yükseltmelerini yasakladı. Selef-i salih de zikir için toplanmayı ve bu bid'atçilerin yaptıkları şekilde dua etmeyi yasakladı. Onlar bu maksat için yapılmış mescitleri de yasakladılar ki bu mescitler, suffe diye isimlendirdikleri tekkelerdi. İbn Vehb, İbn Veddah ve diğerleri isteyenler için bu konuda yeterli bilgiyi verdiler.[99]
Bütün bunların neticesi şudur: onlar doğru bir iş yaptıklarına hüsnü zan ediyorlar ve selef-i salih hakkında da (onlar da böyle yapıyorlar diye) sûi zan besliyorlar. Halbuki selef-i salih açık ve kabule şayan bir amelin sahibiydiler, sahih bir dini yaşıyorlardı. Sonra lisanu hal ile onlardan bir delil talep edilince hemen cevap veren (şeyh)in sözüne sarıldılar. Halbuki kendileri hiçbir şeyi bilmiyorlar. O sözü de âlimlerin kabul etmeyeceği şekilde eğip büktüler. Cevabı veren (kişi), zamammızdaki fakirlerin (dervişlerin) zikrinden sorulduğunda başka bir sözün içinde bunu beyan etti ve hadislerde sözü edilen zikir meclislerinin, içerisinde Kur'an tilavet edilen, ilim ve din öğrenilen ve ilimle, ahireti, cenneti ve cehennemi hatırlatmakla mamur hale getirilen meclisler olduğunu söyleyerek cevap verdi. Nitekim, Süfyan es-Sevri'nin, el-Hasen'in, İbn Sirin'in ve benzeri şahsiyetlerin meclisleri böyle meclislerdi.
Lisanı zikir meclislerine gelince, (yeryüzünde) dolaşan melek­lerin anlatıldığı hadiste[100] bu meclisler açıklanmaktadır. Fakat o hadiste cehrî olarak kelimelerle yüksek sesle yapılan bir zikirden söz edilmemiştir. Diğer hadislerde de böyledir. Ancak asıl olan, farz ibadetlerin açıktan, nafilelerin ise gizlice edâ edilmesinin meşru olmasıdır. Ayet-i kerimede şöyle denilmektedir:
"Hani o gizlice Rabbine nida etmişti." (Meryem:3). Hadiste ise:
"Kendinizi zorlamayınız" denilmektedir.
(Kendisine soru sorulan kişi) şöyle dedi:
Zamane fakirleri (dervişleri) âyetler arasında seçim yaptılar ve seslerle temayüz ettiler. Onlar (sünnete) bağlılıktan ziyade (sünnet sınırını) aşmaya daha yakındırlar. Onlar tarikatı ALLAH'a itaat ve yakınlığın bir aracı olarak değil, daha çok bir menfaat aracı ve meslek olarak gördüler.
Pek çok delilinin özetlenmesiyle birlikte onun söylemek istediği şeyler burada sona erdi. Bu, onun bir delil olarak yapışılan fetvasının, bu bid'atçilerin istedikleri gayeye uygun bir manada olmadığının delilidir.[101] Çünkü ona zamanın dervişlerinin durumu soruldu. O ise onları kötüleyecek şekilde bir cevap verdi. Peygamber'in (s.a) hadisi ise onların amellerini kapsamaz. Daha önceki sualde ise Kur'an okumak veya ALLAH'ı zikretmek için toplanan kimselerin durumu sorulmuştu. Bu soru, mesela mescitte toplanıp da her biri kendi içinden ALLAH'ı zikreden veya kendi kendine Kur'an okuyan topluluklara, ya da öğreticiler ve öğrenenlerin bulunduğu meclislere ve yukarıda işaret edilen benzeri meclislerin durumuna daha uygundur. Hem o cevabı veren kişi hem de diğer âlimlerin tamamı bunun sadece güzelliklerinden ve sevabından söz edebilirler. Zikir ve Kur'an tilaveti konusunda bid'atçilerin durumundan sorulduğu zaman da fetvayı verecek kişi ona da itimat edilmesi gerekli cevabı verirdi. Başarı sadece yüce ALLAH'tandır.[102]
Şeyhin şiir söylemek konusundaki sözlerine gelince, elbette içerisinde müstehcenlik olmayan, isyan ve günahı ifade etmeyen şiirleri okumak ve başkası okuduğu zaman dinlemek caizdir. Çünkü Rasulullah'ın (s.a) huzurunda şiir okunurdu! sahabiler, tabiiler ve onları örnek alan alimler de bununla amel etmişlerdi. Bir takım yararları olduğu için şiir söylenir ve dinlenirdi. Bu yararlardan birisi Hz. Peygamberin (s.a), İslamm ve müslümanların şiirle müdafaa edilmesidir. Bu sebeple yabancı heyetler geldiği zaman şâir Hassan ibn Sabit için mescitte bir kürsü hazırlanır ve orada şiir okurdu. O heyetler derlerdi ki:
Muhammad'in hatibi bizim hatibimizden daha iyi hatip, Muhammed'in şâiri bizim şâirimizden daha güçlü şâir. Hz. Peygamber (s.a) Hassan ibn Sâbit'e derdi ki:
"Haydi şunları hicvet, Cebrail seninle beraberdir."
Bu da ALLAH yolunda cihadın bir çeşidi idi. Fakirlerin (dervişlerin) müzikli şiirlerinde cihadın faziletinden az veya çok hiçbir şey yoktur.
Şiirin faydalarından birisi de şudur: Şâirler ihtiyaçlarını şiirle arz ederler ve taleplerini dile getirmek için beyitleri aracı olarak kullanırlardı. Nitekim İbn Zuheyr ve Uhtun-Nadr ibn el-Hâris de şâirlerin büyük devlet adamlarının yanında yaptığı gibi yaparlardı. Şiirin muhtevasında caiz olmayan şeyler bulunmadığı müddetçe bunda da bir sakınca yoktur. Bunun bir benzeri, halifeler, melikler ve onlar gibilerine ihtiyaçlarını arz etmeden önce şiirlerinden parçalar takdim etmekdir. Nitekim çalışıp kazanmaya gücü yettiği halde sadece insanların sadakalarıyle geçinen kimseler zamanımızda böyle yapıyorlar. Halbuki bir hadiste şöyle buyurulur:
"Ne zengin, ne de sağlıklı, güçlü kişi zekat alamaz"
Onlar içerisinde ALLAH ve Rasulünün anıldığı şiirler okuyorlardı. Bu şiirlerde çoğu zaman şer'an caiz olmayan  şeylerde bulunuyordu. Sokaklarda ve pis yerlerde ALLAH ve Rasulünün adını anarak (sadaka toplamak için) mendil açıyorlar. İnsanların elindekini almak için bunu bir araç olarak kullanıyorlar. Fakat bunu eğlendirici ve nağmeli seslerle yapıyorlar, bu sebeple de kadınlar ve akılsız erkekler korkuyorlar.
Şiirin bir diğer faydası cihad için çıkılan yolculuklarda onların hazan yorgun ve bitkin nefisleri harekete geçirmek ve yük develerini canlandırmak için şiir söylemeleridir. Bu güzel bir şeydir. Fakat Araplar bugünkü insanların yaptığı gibi güzel nağmeler söyleyemez­lerdi. Bilakis kendilerinden sonra ortaya çıkan bu melodileri bilmeksizin şiiri düz bir şekilde okurlardı. Bununla beraber şiir okurken sesi, mûsiki sanatını bilmeyen Arapların ümmiliğine uygun şekilde bazan inceltirler, bazan uzatırlardı. Bunda ne bir lezzet, ne de eğlendirici bir coşku vardı. Sadece onlar için bir şevk veriyordu. Nitekim Habeşliler ve Abdullah ibn Ravâhâ Rasulullah'ın (s.a) önünde (develeri) canlandıracak ezgiler söylerlerdi. Ensar da (Hendek savaşında) hendek kazarken şöyle derdi: "Biz sağ kaldığımız sürece cihad etmek üzere Muhammed'e biat edenleriz." Hz. Peygamber (s.a) de onlara şöyle cevap verirdi:
"ALLAH'ım! Âhiretin hayrından başka hayır yoktur. Hem ensarı hem de muhacirleri bağışla."[103]
Şiir söylemenin bir diğer faydası, kişinin kendi nefsine öğüt vermek, canlandırmak veya şiirin manası gereğince kendisini harekete geçirmek için hikmetli beyit, veya beyitlerden misal getirmesi veya onları mutlak olarak söylemesidir. Nitekim Ebu'l-Hasen el'Karâfı es-Sûfi'nin el-Hasen'den naklettiğine göre birtakım kimseler Hz. Ömer'e geldiler ve dediler ki:
Ey Müminlerin Emiri! Bizim bir imamımız var, namazını bitirince şarkı söyler. Hz. Ömer dedi ki:
Kimdir o? Bir adamın (ismi) söylendi. Hz. Ömer dedi ki:
Bizi ona götürün. Çünkü biz ona doğru yöneldiğimiz zaman bizim kendisini gözetlediğimizi zanneder. Râvi dedi ki:
Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a) ashabından bir cemaatle birlikte kalktı ve o mescitte iken adamın yanına geldiler.
Adam, Hz. Ömer'i görünce ayağa kalktı, onu karşıladı ve dedi ki:
Ey mü'minlerin Kmiri! İhtiyacın nedir? Seni buraya getiren sebep nedir? Eğer bize âit bir ihtiyaç sebebiyle buraya gelmişsen onu sana bizim getirmemiz daha uygun olurdu. Eğer bu senin bir ihtayacın ise, Rasulullah'ın (s.a) halifesi olarak bizim kendisine saygı gösterdiğimiz kimse buna daha lâyıktır. Hz. Ömer dedi ki:
Yazıklar olsun sana! Beni üzecek bir şey yaptığını haber aldım. Adam dedi ki:
Nedir o, ey Müminlerin Emiri? Hz. Ömer dedi ki:
İbadetinde sen lâubalilik mi yapıyorsun? Adam dedi ki:
Hayır, ey Mü'minlerin Emiri, fakat ben onunla kendime öğüt vermiş oluyorum. Hz. Ömer dedi ki:
Peki, o halde söyle bakalım onu; güzel bir söz ise ben de seninle beraber söylerim, çirkin ise sana da yasaklarım. Adam bunun üzerine şu şiiri okudu:
Her ne zaman kınamışsam kalbi
Hicranında benim meşakkatimi ister
Zamanın boşa geçtiğini görüyorum hep
Bu da beni mutlaka rahatsız eder.
Ey kötünün dostu nedir bu iştiyak.
Bir ömür bitti böyle oyunda eğlencede
Gençlik benden ayrıldı gitti
Arzularımı gerçekleştiremedi
Artık en büyük ümidimiz alışabilmemizdir.
Çünkü yaşlılık benim emelimi sınırlamaktadır.
Yazıklar olsun nefsime hiç görmüyorum onu
Ne güzel bir şeyde ne de edepte
Ey nefis! Ne sen olaydın ne de aşk
Mevlâ'yı gözet ve hep Ondan kork
Râvi dedi ki:
Daha sonra Hz. Ömer de son beyti tekrarladı:
Ey nefis! Ne sen olaydın, ne de aşk Mevlâ'yı gözet ve hep Ondan korkSonra Hz. Ömer dedi ki:
Bu şekilde şarkı söyleyen, varsın söylesin
Hz. Ömer'in şu sözünü iyi'düşünün: Beni üzecek bir şey yaptığını haber aldım. Beraberinde şu sözünü de düşünün: Sen ibadetinde lâubalilik mi yapıyorsun? Bu sözler çok şiddetli bir tepkiyi ifade eder. Tâ ki adamın dilinden içinde öğüt ve nasihat bulunan hikmetli beyitler dökülür, işte o zaman da adamın yaptığı hareketi onaylar ve hakkını teslim eder.
Bu ve benzeri şeyler onların yaptığı bir işti. Bununla beraber onlar gönülleri canlandırmak ve nefislere öğüt vermek için sadece şiirle yetinmediler. Bilakis nefislerine her tür yolla öğüt verdiler. Fakat onlar şiir olsun diye şarkıcılar da hazır bulundurmuyorlardı. Çünkü bu onların arzu ettikleri bir şey değildi. Onlar zamanımızdaki gibi bir mûsiki bilgisi ve kültürüne de sahip değillerdi. Mûsiki İslam'a daha sonra müslümanlann yabancılarla karışmasıyla birlikte girdi.
Ebu'l-Hasan el-Karafî bunu anlattı ve dedi ki:
İlk dönemde geçen (müslüman) lardan hangisi sonrakilere delil olabilir? Onlar şiirleri musiki ile ve güzel nağmelerle söylemediler. Sadece serbest bir şekilde ve kafiyelerini birbiriyle bağlantılı olarak okudular. Şayet birinin sesi, diğerlerinden daha hüzünlü ise o da yaratılış aslına uygun bir şekilde şiir söylerdi. Onlar şiir okurken yapmacık bir tavır takınmazlar ve kendilerini zorlamazlardı.
Şu sözü el-Karafî söyledi:
Bu sebepledir ki âlimler bu bid'atm mekruhluğuna hükmettiler. Hatta Mâlik ibn Enes'e Medinelilerin kullandıkları mûsikîyi sordular, o şöyle cevap verdi:
Bunu fâsıklar/günahkârlar yaparlar. Fakat öncekiler bunu ibadet yönteminin, gönülleri yumuşatmanın ve kalblere huşu vermenin bir parçası olarak kabul ederler. Hatta faziletli gecelerde kasıtlı olarak buna yönelirler, cehrî zikir yapmak maksadıyle toplanırlar, ölçüyü kaçırırlar, raksederler, bağırırlar, çağırırlar, kendilerinden geçerler, alkışlarının veya âletlerin ve nağmelerin ölçüsüne uygun olarak ayaklarını birbirine vururlar.
Hz.Peygamberin (s.a) sözlerinin içinde, sahih hadis kitaplarında nakledilen amellerinde veya selefi salihin âmellerinde ya da âlimlerden birisinde buna dair bir bilgi var mı? Veya (sorulan soruya) cevap veren (şeyh)in sözlerinde buna benzer bir açıklama var mı?
Bilakis müezzinlerin günümüzde seher vakitleri dua ederken yaptıkları gibi minarelerde şiir okumanın hükmü soruldu. O bunun katmerli bid'at olduğunu söyledi. Çünkü, minarelerde dua yapmak zaten bir bid'attir. Orada şiir ve'kaside okumak ise diğer bir bid'attır. Çünkü kendilerine uyulan selef zamanında böyle bir şey yoktu.
Ona cenazenin önünde cehrî zikir yapmanın hükmü de soruldu.
O buna şöyle cevap verdi:
Cenazeyi takip ederken sessizlik içinde kalmak, tefekkür etmek/düşünmek ve ibret almak sünnettir. Selef böyle yapardı. Onlara uymak sünnettir, onlara muhalefet, etmek ise bid'attir. İ
mam Malik şöyle demiştir:
Bu ümmetin sonradan gelenleri hiçbir zaman öncekilerden daha doğru bir yolda olmayacaklar.
Cevap veren (Şeyh) in sema konusunda söylediği ise bunun bir ruh incelmesi ve kalp çarpıntısı olduğudur. Fakat bu etkilenmenin mahiyetini açıklamadı. Rikkatin/incelmenin ne anlama geldiğini de açıklamadı. Tasavvufçulardaki vecdin anlaşılmasına yardımcı olacak bir tefsir yapmadı. O sadece bunun vecde gelen kişinin vücudunda görülen bir belirti olduğunu söyledi. Bu belirtinin tefsir edilmesi gerekir. Sonra tevâcüd kelimesinin onun sözünde ortaya çıkan şekline göre de açıklanması gerekir.
Genel olarak Hz. Peygamber'in (s.a) ashabında tevacüd, kalpleri kaplayan korku sebebiyle tüyleri diken diken olmak ve ağlamak biçiminde ortaya çıkardı. ALLAH Teala da şu âyetlerinde kullarını bu vasıflarla vasıflandırdı: "ALLAH sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri, hem de gönülleri ALLAH'ın zikrine ısınıp yumuşar."[104]
"Rasûle indirileni duydukları zaman, gerçeği öğrenmelerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün."[105] "Müminler ancak, ALLAH anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine ALLAH'ın âyetleri okun­duğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir."[106]
Abdullah ibn eş-Şıhhir'den (r.a.)[107] rivayet edildiğine göre o şöyle dedi:
Bir gün Rasulullah'ın (s.a) yanına gelmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan göğsü kaynar kazan gibi ötüyordu.[108] el-Hasen'den rivayet edilmiştir:
Ömer ibn el'Hattab (r.a) "Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur."[109] âyetlerini okuyunca onların tesirinden karnı şişti ve yirmi gün yatakta hasta yattı.
Ubeydullah ibn Ömer'den[110] rivayet edilmiştir:  O şöyle dedi:
Ömer ibn el'Hattab (r.a) bize bir sabah namazı kıldırdı. Namazda Yusuf sûresinden başladı ve "Üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içine gömmüştü."[111] âyetine gelinceye kadar okudu. Bu ayete gelince ağladı ve devam edemedi (rükua gitti). Bir başka rivayette Hz. Ömer'in namazda:
"Ben kederimi ve hüznümü sadece ALLAH'a şikayet ederim."[112] âyetine gelince ağladığı ve hıçkırıklarının arka saflardan duyulduğu ifade edilir. Ebû Salih'in şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanında Yemenliler (Medine'ye) gelmiş­lerdi. Yemenliler Kur'an'ı dinledikleri zaman ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir dedi ki:
Kalplerimiz katılaşmadan önce biz de böyle idik. İbn Ebi Leylâ'dan rivayet edildiğine göre o Meryem Sûresini okurken "Onlara, çok merhametli olan ALLAH'ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."[113] Mealin­deki secde âyetine gelince hemen secdeye kapandı. Kafasını secdeden kaldırınca dedi ki:
Secdeyi yaptık, peki ya, ağlamak nerede?
Buna benzer daha pek çok rivayet vardır. Bütün bunlar öğütün onları nasıl etkilediğini göstermektedir. Bu etkilenme yapmacıklıktan uzaktır ve bu örneklerdeki gibidir.
Bazı insanların vecd haline delil olarak getirdikleri şu ayet de bunun bir benzeridir:
"Onların kalplerine kuvvet verdik.
O yiğitler (hükümdar karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir."[114]
Bazı müfessirler bunu zikrettiler. ALLAH Teala onların kalplerine imanı yerleştirince, melikleri olan kâfir Dekyanus'un huzuruna çıktılar. Bir fare veya kedi hareket etmiş olsa bu yüzden melik korkacaktır. Gençler birbirlerine bakış­tılar. Tevhide inandıklarını açıklamaktan kendilerini alamadılar. Delil ve burhanı ilan ettiler. Melikin küfür dinini reddettiler. ALLAH yolunda canlarını ortaya koydular. Melik (önce) onlara (bir kötülük yapmayacağına dair) söz verdi, sonra sözünde durmadı. Bunun üzerine gençler mağaraya çıkmak üzere birbirleriyle sözleştiler. Bu olayın tamamı ALLAH'ın kitabında anlatılır. Bu olayda ne bir bağırma çağırma, ne bir taşkınlık, ne bir baygınlık ve ne de başka bir şey vardır. Bunlar günümüz dervişlerinin yaptıkları şeylerdir.
Said ibn Mansur, Tefsir'inde Abdullah ibn Urve ibn ez-Zübeyr'den nakletti: Abdullah dedi ki:
Ninem Esma'ya[115] dedim ki:
Hz. Peygamber'in (s.a) ashabı Kur'an okudukları zaman ne halde olurlardı? Dedi ki:  
ALLAH'ın onları nitelendirdiği gibi idiler; gözlerinden yaşlar akar, derileri titrerdi. Dedim ki:
Burada bazı insanlar var ki onlar aynı şeyleri işittikleri zaman bayılıyorlar. Ninem Esma bunun üzerine dedi ki:
Lânetli şeytandan ALLAH'a sığınırım.
Ebû Ubeyd, Ebû Hâzim'in hadislerinden şunu tahric etti. Ebû Hâzim dedi ki:
İbn Ömer, yere düşen bir Iraklıya rastladı. İnsanlar etrafına toplanmışlardı. İbn Ömer dedi ki:
Bu nedir? Dediler ki:
Kendisine Kuran okununca veya ALLAH'ın adı anıldığını duyunca ALLAH korkusundan yere kapaklandı. İbn Ömer dedi ki:
"Vallahi biz de ALLAH'dan korkarız,  ama yere düşmeyiz."
Bu bir hoşnutsuzlukifadesidir. Hz. Aişe'ye denildi ki:
Bazı kişiler Kur'an'ı dinleyince baygınlık geçiriyorlar. Hz. Âişe dedi ki:
Kur'an kişilerin akıllarını başlarından almayacak kadar büyük ve yücedir. Fakat Kur'an ALLAH'ın şu ayetinde buyurduğu gibidir:
"Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri ALLAH'ın zikrine yumuşar."[116]
Enes ibn Malik'den rivayet, edildi: Kur'an okunurken şuurunu kaybeden kişilerin durumu ona sorulunca şöyle cevap verdi:
Bu, Hâricilerin işidir.
Ebû Nuaym'in, Câbir ibn Abdillah’tan tahriç ettiğine göre İbn ez-Zübeyr (r.a) şöyle dedi:
Babamın yanına gelmiştim. Bana sordu:
Nerede idin? Dedim ki:
ALLAH'ı zikreden bir topluluk gördüm. İçlerinden birisi ALLAH korkusundan bayılacak derecede titreyip kendinden geçiyordu. Onlarla beraber oturdum. Babam dedi ki:
Bir daha onlarla oturma. Bu sözün sanki beni etkilememiş olduğunu görmüş olacak ki bana şöyle dedi:
Ben Hz. Peygamberi (s.a) Kur'an okurken gördüm, Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ömer'i Kur'an okurken gördüm. Onların başına böyle bir şey gelmiyordu. Sana göre onlar ALLAH'tan Ebu Bekir ve Ömer'den de mi çok korkuyorlar? Ben de babamın görüşünü isabetli buldum ve o adamları terkettim. Bun­ların hepsi dindarlar için kabul edilemez yapmacık ve zorlama hareketlerdir.
Muhammed ibn Sırin'e, yanında Kur'an okununca bayılan kişi­nin durumu soruldu. Dedi ki:
Onunla bir duvarın üzerinde oturmak üzere buluşalım. Sonra onun yanında, başından sonuna kadar Kur'an okunsun. Şayet bu esnada duvardan aşağıya düşerse dediği gibidir.
Bu, hak ve bâtılı ortaya koymada güzel bir sözdür. Çünkü bu tür davranışlar sadece Hâricilerde, doğrudan     sapan nefislerde samimiyetin bir çeşidi olarak görülmektedir. Nefis, kişiyi bununla aldatmakta ve aslında öyle olmadığı halde bunu sağlıklı bir reaksiyon olarak görmektedir.
Sahabe-i kiramdan hiç kimsede böyle bir durumun görülmemiş olması bunun nefsin bir aldatması olduğunun delilidir. Onlarda ne böyle bir şey ne de benzeri bir şey görülmemiştir. Onların temeli hak üzerine bina edilmişti. ALLAH'ın dininde onlar böyle edebi ve fazileti yaralayıcı çirkin oyunlara tevessül etmezlerdi.
Evet, vaaz dinleyen bir kimse gerçekten ansızın bir bayılma ve ölüm gibi durumlarla karşılaşabilir. Kıraat veya vaaz sebebiyle meydana gelen duygu yoğunluğuna sabretmede zaaf gösterebilir. İbn Şirin hak ve bâtılı gösterecek bir ölçü olarak böyle bir tedbiri tasarladı ki bu gayet açıktır. Duvardan düşme korkusuyla samimiyet birlikte varolamazlar. Bazı nâdir durumlar meydana gelebilir. Bunda da vecdin mazereti ortaya çıkar.
Ebu Vâıl'den nakledilir. O dedi ki:
Abdullah ibn Mes'ud'la birlikte dışarı çıkmıştık, er-Rabi ibn Hayseme de bizimle beraberdi. Bir demircinin yanına uğradık. Abdullah ibn Mes'ud ayağa kalktı, ateşteki demire bakıyordu. er-Rabi de baktı ve düşecek gibi sendeledi. Sonra o haldeyken Abdullah oradan uzaklaştı. Nihayet Fırat kenarındaki bir kireç ocağının yanına geldik. Abdullah kireç ocağının ortasında ateşin fokurdadığmı görünce şu âyeti okudu:
"Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce onun öfkelenişini (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (cehennemin) dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler."[117]
er-Rabi, bu manzara karşısında âyetin etkisiyle oracıkta bayılıverdi. Onu taşıdık ve ailesine getirdik. Abdullah ibn Mes'ud öğleye kadar onun başında bekledi fakat er-Rabi kendine gelemedi. Akşama kadar bekledi, nihayet ayıldı. Abdullah da bunun üzerine kendi evine geri döndü.
Bu durumlar, tabiinin en faziletlilerinden birisinin başına ve bir şahabının huzurunda geldi. O sahabi bunu, onun takatinin dışında bir şey olduğunu bildiği için anlayışla karşıladı. Böylece bu ibretli öğüt, sanki baygınlık veren bir şey gibi oldu. O halde bunda itiraz edilecek bir durum yok.
Rivayete göre bir genç, Cüneyd'in (r.a) sohbetinde bulunuyordu. -Cüneyd o esnada sûfilerin imamı idi- Genç, zikre dair bir şey işitince hemen bir çığlık atıyordu. Cüneyd bir gün ona dedi ki:
Bir daha böyle yaparsan benim sohbetime gelme. Genç daha sonra bir şey işitince durumu değişiyor, kendisini sıkıyor hatta vücudunun bütün kıllarında damla damla ter boşanıyordu. Günlerden bir gün öyle bir çığlık attı ki oracıkta ruhunu teslim etti. Bu gençte ortaya çıkan durum selefin söylediğini doğrulamaktadır. Şayet ilk çığlığı ona galip gelseydi ne kadar şiddetle sıkarsa sıksın nefsine hâkim olamazdı. Nitekim er-Rabi ibn Hayseme de   kendisine hâkim olamamıştı. Üstelik şeyhi bu davranışına karşı hoşnutsuzluğunu bildirdiği zaman onu terbiye etmiş ve ayrılıkla da tehdit etmişti. Çünkü şeyh,  onun bu çığlığını nefsin bir münasebetsizliği olarak algılamıştı. Ancak iş onun iradesinin dışına çıkınca -ki ölümü bunun delilidir- attığı çığlık affedilmiştir, inşaallah bunda bir günah yoktur. Fakat erdemli kişilerin niteliklerinden bir parça bile koklamamış olan o dervişlerin durumu böyle değildir. Onlar sadece o erdemli kişileri taklide yeltendiler, ancak heva ve hevesleri onlara Haricilere benzemenin yolunu gösterdi. Keşke sadece bu çirkin noktada kalmış olsalardı. Fakat onlar buna bir de raksı,   çalgıyı,  dönmeyi ve göğüslere vurmayı, bazıları başına vurmayı ilave ettiler. Bunlar ve benzerleri, çocukların ve   delilerin yapacağı  işlerden olduğu  için ahmakları güldüren ve merhametlerinden dolayı da akıllıları ağlatan bir davranıştır. Çünkü böyle bir şey, ALLAH'ın rızasına götürücü bir yol ve salihlere benzeme yöntemi olarak kabul edilemez.
El-İrbad ibn Sariye'den (r.a) sahih bir rivayetle nakledildiğine göre o şöyle dedi:
Rasulullah (s.a) bize öyle etkileyici bir şekilde vaaz ederdi ki bundan dolayı gözlerimizden yaşlar boşalıır, kalplerimiz titrerdi. Sünni âlim İmam el-Âcurri dedi ki:
Bu söze iyi dikkat ediniz! çünkü o: "Vaazın etkisinden bağırdık, başımızı dövdük, göğüslerimizi vurduk, kendimiziden geçtik ve raksettik." demedi. Nitekim cahille­rin pek çoğu vaaz esnasında, bağırıyor, çığlık atıyor ve kendinden geçiyor. el'Âcurri sözünün devamında dedi ki:  
Bütün bunlar şeytandandır. Şeytan onlarla bu şekilde oyun oynar. Bunların hepsi bid'at ve sapıklıktır. Böyle yapan kimselere şu söz söylenir:
Bil ki Rasulullah (s.a) insanların en doğru vaaz edeni, ümmetine en iyi nasihat edeni, insanların kalbi en yufka olanı ve kendisinden sonra gelen insanların da en hayırlısı idi. Bu konuda hiçbir akıl sahibinin şüphesi yoktur. (Buna rağmen) o vaaz ederken sahabiler bağırmadılar, çığlık atmadılar, raksetmediler ve kendilerinden geçmediler. Şayet bunlar doğru olsaydı, Rasulullah'ın huzurunda bunu yapmaya insanların en lâyıkı onlar olurlardı. Fakat bu bir bid'attir,  bâtıldır ve hoş karşılanmamıştır.  Bunu böylece bil. Acurri'nin sözleri burada sona erdi. Bu sözler bizim konumuza da ışık tutmaktadır.
Hem ilk selefte (yani sahabilerde) görülen etkilenme/duy­gulanma halinin sebebini hem de vecd iddiasında bulunan bu adamların halini her yönüyle dikkatlice incelediğimiz zaman, ilk selefte bu etkilenmenin ALLAH'ın zikri sebebiyle veya ALLAH'ın kitabından bir âyetin duyulması sebebiyle veya -demirciyi ve yanmakta olan kireç ocağını gördüğünde er-Rabi'in başına gelen olayda olduğu gibi- ibretli bir bakış sebebiyle ya da namazda ve başka bir yerde okunan Kur'an sebebiyle meydana geldiğini görürüz. Âlimlerin naklettikleri şeylerde sahabeden hiçbirisinin kalblerini yumuşatmak için şiir terennüm ettiğine rastlamadık. Sahabilerle bu dervişler farklı şeylerden etkileniyorlar. Bu adamlar, Kur'an, hadis, vaaz ve ibretli bir şeyden etkilenmiyorlar, bir çalgı âleti çalındığında ise bilinen hareketlerim yapmak için yarış ediyorlar. Halbuki bu bid'at ve çirkin şeylerden hiç etkilenmemeleri gerekirdi. Çünkü hak, daima hakkı doğurur, bâtıl da daima bâtılı doğurur.            
Sözü edilen rikkatin/kalp yumuşamasının mahiyeti hakkındaki inceleme de bu tesbitin üzerine bina edilir, Zâhiri/insanın görünü­münü harekete geçiren şey bu rikkattir. Bu, rikkatin/yumuşaklığın sertliğin ve kabalığın zıddı olmasıdır. "Bu yumuşaktır, kaba değildir" anlamında deriz. Bir yerin toprağı yumuşak olduğu zaman sert olduğu zaman da yani sert yer deriz. Bu şekilde vasıflandırıldığında o, onun yumuşaklığını ve sertliğin zıddı bir etkilenmeyi ifade eder. Şu âyeti kerime de bize böyle bir durumu haber veriyor: "Sonra onların hem derileri hem de gönülleri ALLAH'ın zikrine ısınıp yumuşar."[118] Çünkü yumuşamış bir kalbe öğütler geldiği zaman kalp o öğütlere boyun eğer, teslim olur ve bağlanır. Bu sebepledir ki ALLAH Tealâ şöyle buyurdu: "Müminler ancak o kimselerdir ki;  ALLAH anıldığı zaman kalpleri titrer."[119] Titreme/korku bir etkilenmedir/duygulanmadır ve öğüt  sebebiyle kalpte  meydana  gelen bir yumuşamadır. Bundan dolayı tüylerin ürperdiğini ve gözlerin yaşardığını görürsün. Kalbe yumuşama hali gelince -ki kalp insanın bâtınıdır/içidir- aynı hal deriye de gelir -ki deri insanın zahiridir/dışıdır- kalbe ve deriye aynı halin geldiğine ALLAH şahitlik ediyor. O halde insan içiyle dışıyla aynı  tepkiyi gösterir. Bu da hareketi, tedirginliği ve rahatsızlığı değil sükûneti gerektirir. Sükûnet, bağırıp çağırmak değildir. Yukarıda da geçtiği gibi ilk selefin hali budur, yani sükûnet halidir. Hangi meviza olursa olsun, mevıza/vaaz dinleyip de üzerinde selef-i salihde meydana gelen etkinin meydana geldiği bir kişiyi görürsen bil ki bu bir rikkattir/yumuşamadır yani vecdin başlangıcıdır. Şüphesiz doğru olan da budur ve bu konuda hiçbir itiraz yoktur.
Kur'an a veya sünnete ya da hikmete ait bir mevızayı dinleyip üzerinde bu etkilerden hiçbir şeyi görmediğin bir kimsenin yaldızlı bir şiir veya coşkulu bir şarkı dinleyip de etkilendiğini görürsen bil ki onda böyle bir sükûnet ve rikkat hali meydana gelmez. Onda ancak bir tedirginlik ve rahatsızlık hali zuhur eder; bunu da ya ayağa kalkmak veya dönmek veya taşkınlık yapmak veya bağırmak suretiyle ya da tedirginliğine uygun başka bir yolla  ifade eder. Bunun sebebi iç dünyasına hâkim olan şey öncelikle sözü edilen rikkat/yumuşaklık hali değildir. Bilakis mûsikinin sebep olduğu coşku halidir. Çünkü rikkat,-yukarıda da ifade edildiği gibi-kasvetin zıddıdır. Coşku ise -sûfilerin dediği gibi- huşûun zıddıdır. Coşku, hareket, için uygundur. Çünkü o,  mizaçların harekete geçmesidir. Bu sebeple coşkuda insanla birlikte deve ve arı gibi hayvan da, çocuklar gibi aklı olmayanlar da müşterektirler. Huşu ise bunun zıddıdır. Çünkü o, sükûnete dayanır. Lügat de bunu böyle tefsir etmiştir. Nitekim lügat coşkuyu, hüzün veya sevinçten dolayı insanda bulunan bir hafifliktir, diye açıklamıştır, Şâir şöyle dedi:                                                
Kendimi görüyorum onların peşinde                  
Sanki çılgın ve mecnun gibi coşkulu.[120]
Teğanni, sesi uzatmak ve güzelleştirmek demektir!
Bunun açıklaması şudur- Teğannili şiir iki durumu ihtiva eder:
Birincisi: Onda hikmet ve öğütün bulunmasıdır ki bu, kalplerle ilgili bir durumdur. Kalpler onun bu yönüyle amel ederler ve tepki gösterirler. Bu yönden  (bakılınca)  dinlemek ruhlar için daha uygundur.
İkincisi: Onda musikiyle bağlantısından kaynaklanan nağme­lerin bulunmasıdır ki bu da mizaçlar üzerinde etkilidir ve kendisine uygun şekilde mizaçları, o mizaçların farklılığına göre farklı şekillerde harekete geçirir. İşitme yönünden kalpteki etkilenişten dolayı oluş ve boyun eğişin/itaatin etkileri de meydana gelir ki bu bir rikkattir/yumuşamadır ve cevap veren (şeyh)in işaret ettiği vecd dahi budur. -Şüphesiz bu övülmüştür- kalpteki bu etkilenişten dolayı sükûnetin zıddı şeklinde ortaya çıkan her etkileniş ise coşkudur.
Onda rikkat de yoktur, vecd de yoktur. Sûfılere göre bu övülen/güzel bir şey de değildir. Fakat bu dervişlerde -genellikle- vecd yoktur. Ancak yerilen ikinci durum vardır. O halde onlar nağme ve musikiden dolayı vecde gelen kimselerdir. Hikmetin anlamlarından hiçbir şeyi kavrayamazlar. O halde onlar -ALLAH korusun- bu iki durumdan en kötüsüne yönelmişlerdir.
Ancak onlar vecdin sebebi ile coşkunun sebebini birbirine karıştırdıkları ve bir de delil olmaya elverişli olmayan şeyleri delil olarak kullandıkları için yanıldılar. Mesela onlar şu ayetleri kendileri için delil olarak ileri sürmektedirler:
"ALLAH'a koşun" (Zâriyat: 50),
"Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın." (Kehf-18),
"O yiğitler (hükümdar karşısında) ayağa kalkıp dediler ki:Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir." (Kehf-14)
Bu ayetlerde o manaya dair bir delil yoktur. Raksederek veya tepinerek veya ayakları üzerinde dönerek ayağa kalktıkları bu âyetin neresinde yazıyor? O da bu cevabın altına giren bir istidlaldir. Cevabı veren (şeyh)in sözündeki semâ kelimesi kapalı olarak geçmiştir. Tartışmacı bundan kendi taraftarlarının da kullandığı teğanni/musiki anlamını çıkartmıştır. Halkın geneli de bu kelimeyi böyle anlamaktadır. Tasavvufçular ise semâ kelimesini böyle anlamadılar. Onlara göre kalbi itaate sevk eden, deriyi yumuşatan ve hikmeti ifade eden her sese semâ denilir. Bu öyle bir sestir ki övülen vecdin arayışı içinde olanlar onunla vecde gelirler. Onlara göre Kur'an dinlemek semâdır. Sünneti dinlemek, hikmet ve fazilet sahiplerinin sözlerini dinlemek semâdır. Hatta kuş seslerini, su şırıltısını ve kapı gıcırtısını dinlemek bile bir semâdır. Şiir dinlemek de şayet hikmet manası veriyorsa bir semâdır. Ancak onlar bu sonuncusunu dinlerken aşırı gitmezler, düşkünlük göstermezler, lezzet almak ve coşmak gayesini gütmezler ve bunu devamlı yaptıkları bir âdet haline getirmezler. Çünkü bunların tamamı onların gayelerine gölge düşürür. Halbuki onlar (tarikatlerini) bu gayelerin üzerine bina ettiler.
Cüneyd dedi ki: Bir müridin semâdan hoşlandığını görürsen bil ki onda yiğitlikten bir eser vardır. Onlar (sûfiler), müridin semâından hikmete uygun olanını kabul ederler, içinde hikmet varsa o semâdır. Onlara göre bu konuda nazım ile nesir arasında bir fark yoktur. Sûfîlerden birisi semâ kelimesini mutlak anlamda kullansa bile, bu onun hikmet anlamıyle ilgili bir kullanımdır, yoksa mizaç­lara hoş gelmesi yönüyle bir kullanım değildir. Çünkü hoşlandığı için semâa kulak veren kimse fitneye maruz kalır. O zaman bu sema (kalplere yumuşaklık veren bir semâ değil) lezzet ve coşku veren bir semâ olur.
Semânın sûfiler nazarında bu anlama geldiğinin bir delili, Ebû Osman el'Mağrıbi'den gelen şu sözdür! O şöyle dedi:
Kim kuş sesi, su şırıltısı ve rüzgâr uğultusu dinlemediği halde semâ iddiasında bulunursa yalancıdır, bid'atçidir. el-Husari dedi ki:
Semâ bitince kesiliveren semâ ile benim ne işim var? Semâ dediğin şey kesintisiz ve devamlı olmalıdır. Ahmed ibn Salim'den nakledilmiştir; o şöyle dedi:
Sehl ibn Abdullah et-Tüsteri'ye senelerce hizmet ettim. Dinlediği zikir, Kur'an, şiir ve benzeri şeylerden dolayı halinde bir değişiklik olduğunu görmedim. Nihayet ömrünün sonlarına doğru huzurunda birisi şu âyetn kerimeyi okudu: "Bugün artık ne sizden, ne de inkâr edenlerden fidye kabul edilir."[121] Baktım ki Sehl'in hali değişti, neredeyse yere yığılacak şekilde titriyordu. Kendine gelince bunun sebebini sordum. Dedi ki:
Dostum bize artık zafiyet geldi,
es" Sülemî anlattı: Bir gün Ebû Osman ekMağribi'nin yanına girdim. Birisi makara ile kuyudan su çekiyordu. Ebû Osman bana dedi ki:
Ey Ebû Abdirrahman*! Biliyor musun bu makara ne söylüyor? Dedim ki:
Hayır. Dedi ki:
ALLAH, diyor.
Bütün bu anlatılanlar ve benzerleri sûfiler nazarında semâın yukarıda anlatılan gibi olduğunun delilidir. Onlar, coşturucu teğannilerle yapmacık tavırlar sergilemeyi bir tarafa bırak, şiir dinlerken semâın bu anlamının dışında başka bir etkilenme bile hissetmiyor­lardı. Zaman geçtikçe ve selef'i salüu'n ahvâlinden uzaklaştıkça hevâ ve heves, semâ konusunda hid'atler türetmeye başlar, hatta mûsiki kurallarına göre yapılan semâlar icra edilir oldu. Bu; mizaçların da hoşuna gidiyordu. Zamanla semain bu şekli uygulanır oldu —her ne kadar maksatları rahat ve hoşça vakit geçirmek de olsa- buna devam edildi. Neticede bu iş, onların tuttukları yolun üzerinde bir çor çöp haline geldi ve geriye dönüp gayelerinden uzaklaşmış oldular. Sonra aradan uzun bir zaman geçti, nihayet câhiller bu zamanda ve yakın zamanlarda bunun ALLAH'a bir yakınlık, yani ibadet şekli ve tasavvuf yolunun bir parçası/bölümü olduğuna inanmaya başladılar. Bu, ne büyük bir musibettir!
Cevabı veren (Şeyh)in söylediği: "Cemâati evine çağıran ve bu çağrısına icabet edilen kişiye gelince, bu konuda da onun niyetine ve maksadına bakılır (yani bu ameli, niyetine göre değerlendirilir)" sözü de önceki söylenenlere uygundur. Çünkü bir kimse bir topluluğu, ALLAH'ın Kitabından bir âyeti veya sûreyi veya Peygamber'in (s.a) bir sünnetini öğretmek veya ilmi konuları ve ALLAH'ın nimetlerini müzakere etmek veya içerisinde çirkin bir teğanni, taşkınlık, bağırma ve  tepinme  gibi  kötülüklerin  olmadığı bir şiir  ziyafeti vermek için evine davet ederse, sonra onlara lüks ve gösterişten uzak, bid'at kastı taşımayan, söz ve davramşlarıyle sünnetin dışına çıkan kişilere ayrıcalık tanımayan bir yemek verirse bunun güzel bir şey olacağında ve hoş karşılanacağında şüphe yoktur. Çünkü bu din kardeşleri ve komşuları arasında iyi ilişkiler geliştirmek ve arkadaşlar arasında dostluk maksadını güden ziyafetin hükmüne girer. Bu tür davetler müstehap hükmündedir. Eğer içerisinde ilim ve benzeri şeylerin de müzakeresi varsa o zaman iyilik ve hayırda yardımlaşma konusuna dâhildir.
Bunun bir örneği Muhammed ibn Haniften nakledilir. O şöyle dedi:
Bir gün Kadı Ali ibn Ahmed'in yanma girdim. Bana dedi ki:
"Ey Ebû Abdillah! Dedim ki':
Buyur ey Kadı. Dedi ki:
Şimdi sana öyle bir olay anlatacağım ki, onu altın suyu ile yazman gerekir. Dedim ki:
Ey Kadı! Altın suyunu bulamam ki, fakat ben onu iyi bir mürekkep ile yazarım. Dedi ki:
Duydum ki Ebû Abdillah Ahmed ibn Hanbel'e şöyle denilmiş:
Haris el'Muhâsibi tasavvuf ilimleri konusunda söz söylüyor ve âyetlerle de delil getiriyor. Ahmed ibn Hanbel bunun üzerine dedi ki:
Onun sözlerini benim varlığımdan haberi olmaksızın dinlemek isterim. Ahmed ibn Hanbel ile konuşan kişi ona dedi ki:
Ben seni onunla bir araya getirim. Bir davet düzenledi, oraya Haris el-Muhasibi ve arkadaşlarıyla birlikte Ahmed ibn Hanbel'i de çağırdı. Ahmed ibn Hanbel, Hâris'in kendisini görmeyeceği bir yere oturdu. Namaz vakti geldi, Haris öne geçti ve onlara akşam namazını kıldırdı. Sonra yemek hazır oldu, yemeğe ve onlarla konuşmaya başladı. Ahmed ibn Hanbel dedi ki:
Bu bir sünnettir.
Yemeği bitirdikleri ve ellerini yıkadıkları vakit Haris ve arkadaşları oturdular. Haris onlara dedi ki:
Kim bir şey sormak isterse sorsun. Ona ihlastan soruldu, riyadan soruldu ve pek çok meseleden soruldu. O bunlara âyetler ve hadislerle deliller getirdi. Ahmed ibn Hanbel de (bir kenarda) bunları dinliyordu ve hiçbir şeye itiraz etmiyordu. Gecenin üçte biri geçtikten sonra Haris içlerinde birisine Kur'an okumasını emretti. O kişi Kur'an okudu. Bu esnada bazıları ağlıyor, bazıları hıçkırıyordu. Sonra okuyucu sustu. Arkasında Haris sakin sakin dua etti. Sonra namaza kalktı. Sabaha ulaştıklarında Ahmed dedi ki:
Burada zikir için toplandıkları bir meclisin olduğu bana haber verilmişti. Eğer söyledikleri, bu meclisler ise benim bunlara hiçbir itirazım olamaz.
Bu olayda sûfılerin ahvali, şeriat ölçüsüyle değerlendirilmek­tedir. Zikir meclisleri de o adamların iddia ettikleri gibi değil, bilakis bizim yukarıda anlattığımız gibidir. Bunun dışındakiler ise çınların âdet haline getirdikleri şeylerdendir. Bu da reddedilmiştir.
Haris ol-Muhasibi kendilerine uyulan tasavvuf erbabının büyüklerindendir. O halde cevap veren (Şeyh)in sözlerinde bu sonraki adamlarla ilgili bir şey yoktur. Çünkü onlar her yönüyle öncekilerden ayrılmışlardır.
Bu konuda pek çok örnek vardır. Bunları sıralayacak olsam gayenin dışına çıkmış oluruz. Biz sadece onların istidlale benzeyen çürük istidlallerinden örnekler verdik ve açıkladık. Bu örneklerin hepsinde de istidlal konusunda âlimlerin açıkladığı, imamların beyan ettiği ve ilimde yeterli seviyeye gelmiş kişilerin çeşitlerini saydığı yöntemin dışına çıkmışlardır.
Bid'atçilerin istidlal konusundaki yöntemlerini inceleyen kimse bu yöntemin belli bir disipline bağlı olmadığını anlar. Çünkü bu kaygan bir yöntemdir, belli bir noktada durmaz. (Bu yönteme göre) bütün sapıklar ve kâfirler kendi sapıklıkları ve küfürlerine istedik­leri şekilde delil getirebilirler. Böylece savundukları görüşlerini (kendi iddialarınca) şeriate nisbet ederler.
Biz, bazı kâfirlerin küfürlerine şu âyetle delil getirdiklerini duyduk ki aynı âyetleri bazı Hıristiyanlar da Hz. İsa'yı ALLAH'a ortak koşmalarının delili olarak kullandılar:
"Meryem oğlu İsa Mesih, ALLAH'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur."[122] Bazdan da şu ayeti kerimeyle kâfirlerin mutlak olarak cennetlik okluğuna hükmettiler:
"Şüphesiz inananlar, Yahudi olan­lar, Hristiyanlar ve Sabiilerden ALLAH ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükafatlar vardı."[123]
Bazı Yahudiler de şu âyeti bize karşı üstünlüklerinin delili olarak gösterdiler.
"Ey İsraoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın."[124]
Bazı Hulûliyeciler şu âyeti kullandılar. "Ona ruhumdan üflediğim zaman."[125] Tenâsuhçular da şu âyeti kullandılar "Seni istediği şekilde terkib eden..."[126]
İşte böylece bütün müteşabihlere uyanlar veya illet ve sebepleri tahrif edenler veya âyetlere selef-i sâlihin vermediği anlamları yükleyenler veya çürük hadislere tutunanlar ya da delillere tereddüt­süz yapışanlar kim olursa olsun hepsi de maksatlarına uygun düşen bütün fiil, söz ve inançlara, aslında delil olmaya müsait olmayan bir âyeti veya hadisi delil getirirler. Bid'atçi olmakla şöhret bulan her fırkanın -yukarıda da zıkredildiği gibi" kendi bid'atine bir ayet veya hadisi tereddütsüz delil göstermesi/bu âyet veya hadisin kendi bid'atine delil olup olamayacağını araştırıp incelemeden bu yola tevessül etmesi de bunu gösterir. İnşaallah bunun diğer benzerleri de ileride anlatılacaktır.
Kim kendisini kurtarmak isterse tuttuğu yolun iyice aydınlığa kavuşması için onu sorup soruşturur ve iyice araştırır. Kim ihmal­kârlık gösterirse, onu da hevâsının elleri tehlikeli yerlere fırlatır atar, oradan da onu ALLAH dilemedikçe hiç kimse kurtaramaz.[127]


[89] Şuara: 227
[90] Şuara: 224
[91] Enfal: 2.
[92] Kehf 18
[93] Zâriyat; 50
[94] Kehf. 14
[95] Belki de müellif, İhn Mâce'nin ceyyid bir senetle Sad îbn Ebi Vakkas'tan rivayet ettiği hadise işaret ediyor. Bu ibn Mâce. K. Zûhd, B. El-Huzn ve'l-Bukâ, 4196 no'lu hadis Kenzul Ummal. 1/609 ve h.no:2794.
[96] Davete icabet etmek sünnettir, hatta şeriatm belirlediği bir haktır. Nitekim hadiste şöyle buyurulur: "'Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı... seni çağırdığında icabet etmendir."Nass, sözü geçen müftinin görüşünü destekliyor.
 
[97] Müslim. K. Zikr. B. Fadh'l-İctima ala Kıraeti'l-Kur'an. No:1455. îbn Mâce. Mukaddime. B. Fadli’l-Ulema ve'1-Hassi alâ talebil-İlim. No:225.
[98] Araf 55.
[99] Bk: Mecmuu Fetava el-İmam İbn Teymiyye, c.23, ve el-Fetâva’ı-Kübrâ 2/212; Zâdü'1-Meâd. ç.I; Fethu’l-Bâri, C:XII; Keşfü'1-Kına’ an mes'eleti'd-Duâ ba'de'l-Mektûbeti alâ Hey'et'il İçtima. İmam el-Harameyn Abdülhak.
[100] Öyle zannediyorum ki müellif Buhari ve Müslim'de geçen ve "ALLAH'ın yeryüzünde dolaşıp zikir meclisi arayan melekleri vardır...." diye başlayıp devam eden bir hadise işaret ediyor. (Çeviren)
[101] Bu sebeple müftinin sorulan sualin içyüzünün tam aydınlığa kavuşması için soru soran kişinin durumunu iyice araştırıp inceleyip ona göre cevap vermesi gerekir. (Bu konuda bk. Tezkiratü'l-Müfti ve'1-Müstefti isimli kitap)
[102] Bu konuda daha fazla bilgi için el-Leknevi'nin "Sibâhati’l-Fikr fîl-Cehri bi'z-Zikr" isimli kitabına bakınız. Ebu Ğudde bu kitabı tahkik etmiştir.
[103] Bu ibareyi Buhari Kitabu'l-Cihad ve's-Siyer. Babu't-Tahrid ale'l-Kıtâl'de 2834 numarada Enes hadisi olarak rivayet etti. Bu rivayetinde Enes (r.a) dedi ki: Hz. Peygamber (s.a) hendek mahalline geldi. Soğuk bir sabah vakti muhacirler ve ensar hendek kazıyordu. Bu işi yapacak köleleri yoktu. Hz. Peygamber (s.a) onlardaki yorgunluk ve açlığı görünce dedi ki: '"ALLAHım! Asıl yaşantı ahiret yaşantısıdır. Hem ensarı hem de muhacirleri bağışla!" Onlar da Hz. Peygambere şu şiirle cevap verdiler. 'Biz sağ kaldığımız sürece cihad etmek üzere Muhammede biat edenleriz." Buharı bu hadisi bu babın devamındaki Babu Hafri’l-Hendek'de 2835 no'da da rivayet etmiştir. Ancak bu rivayette Hz. Peygamber'in sözü şu şekilde geçer: "ALLAHım! Ahiretin hayrından başka hayır yoktur. Bu işi hem ensâr hem de muhacirler için bereketli kıl'". Buharı bunu Bâbu’1-Bey'ati fi'1-Harb’de 2961 numara ile de rivayet etti. Buhari bu hadisi Kitabu Menakıbi’l-Ensar da yine Enes'ten 3790 ve 3796 numara ile; Kitabu'1'Meğâzi'de 4099 ve 4100 numara ile; Kitabu'r-Rikak'da 6413 numara ile ve Ki tabu '1 -Ahkam, Babu Keyfe Yübayiun-Nâsu'l-İmame'de 7201 numara ile rivayet etmiştir.
[104] Zümer: 23
[105] Mâide: 83
[106] Enfal:2.
[107] Abdullah ibn eş-Şıhhir: Büyük bir sahabidir. İsmi ve künyesi: Abdullah ibn eş-Şıhhîr ibn Avf ibn Ka'b ibn Vakdan ibn el-Hariş ibn Ka'b ibn Rabia ibn Amir ibn Sa'saa. Mekke'nin fethedildiği gün müslüman oldu, Hz. Peygamber'den rivayette bulundu. Hz. Peygamber'den sonra Basra'ya yerleşti. (et.-Tabakâtü'1-Kübra, 7/24; Tehzib et-Tehzib 5/251; Takrib et-Tehzih. 1/501)
[108] Nesâî, Sünen, Kitabü's-Sehv, Bâbü’l-Bükâi fi's-Salât, 3/13, bütün râvileri sikadır.
Ahmed. Müsned 4/25. 26
İmam Nevevi Riyazü's-Sâlihin'de dedi ki:  Bu hadis sahihtir,  Ebû Dâvud ve Tirmizi bunu Şemailde sahih bir isnadla rivayet etmişlerdir.
[109] Tür: 7,8
[110] Ubeydullah ibn Ömer ibn Hafo ibn Asım ibn Emiru'l-Mü'minin Ömer ibn el'Hattab. İyi bir alim ve hadiseidir. Hicretten 70 yıl sonra doğdu. Sahabiye olan kadınlardan ümmü Hâlid'e yetişti. Tabiinin küçüklerindendir. Büyük tabiilerden hadis dinledi. Ondan İbn Cüreyc. Ma'mer, Şube, Hammad ibn Seleme; îbn el-Mübarek ve daha pek çok kişi hadis rivayet etti. 147 yılında vefat etti.  (Siyeru A'lami'n-Nübela,  6/304;  el-Cerhu ve't-Ta'dil, 5/326; Meşâhiru Ulemâi’l-Emsar, 132; Tehzib, 7/38; Şezerat, 1/219)
[111] Yusuf: 84
[112] Yusuf: 86
[113] Meryem: 58.
[114] Kehf: 14
[115] Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmayı kastediyor. Urve ibn Zübeyr'in annesidir ve Abdullah'm da ninesidir.
[116] Zümer: 23.
[117] Furkan 12, 13
[118] Zümer: 23
[119] Enfal: 2
[120] Bu beytin aslı en-Nâbiğâti'l-Ca’di'ye aittir.
[121] Hadid: 15.
* Süleminin künyesidir (Çeviren)
[122] Nisa: 171
[123] Bakara: 62
[124] Bakara: 47
[125] Hıcr: 29: Sâd:72
[126] İnfıtar: 8.
[127] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/294-315.