๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 20:11:30



Konu Başlığı: Bidatçilerin istidlal kaynakları faslı 2
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Haziran 2011, 20:11:30
Bid'atçilerin İstidlal Kaynakları Faslı


Bir grup bid'atçinin yöntemlerinden birisi de şeriatın çok açık olan hükümlerini akim kabul etmeyeceği şekilde tevil etmeleridir. Onlar kastedilen mananın Arapların anladığı mana değil de kendi yaptıkları bu teviller olduğunu iddia ederler.[65] Bu tevilleri kendi kafalarından uydurdukları akıl dışı bir temele oturturlar. Alimler onlar hakkında şöyle demişlerdir: Bu topluluk şeriatı icmali ve tafsili olarak iptal etmek ve kendi elleriyle bir din kurmak için onu insanlar arasından kaldırmak istemişlerdir. Bunu açıktan yapmaya imkan bulamamışlardır. Çünkü yüzlerine karşı tepkiyle karşılanıp reddedil­miş ve yöneticilerin müdahalesine maruz kalmışlardır. Bu sebeple hedeflerine ulaşmak için çeşitli hile yollarına başvurmuşlardır. Onların başvurdukları hile yollarından birisi de azim ve gayretlerini şeriatın zahirlerinden/apaçık hükümlerinden batini manalara çevirmeleridir. Onlara göre şeriatte zahiri manalar kastedilmemiş olup asıl kastedilen şeriatin bâtıni/gizli manalarıdır. Onlar şöyle demişlerdir: Şer'i yükümlülüklerdeki zahiri lafızlar, haşr, neşr ve ilâhi emirlerin hepsi birer misaldir ve bâtıni/gizli manaların birer remzidir/işaretidir.
Onların şer'i konulardaki iddialarına göre cünüplük, bâtını dâvetçinin, teşkilata yeni girmiş kişiye hak edeceği seviyeye gelmeden önce bâtınilik sırlarının açıklanmasıdır. Guslün anlamı ise bu sırrı ifşa eden kişi ile muahedeyi tazelemektir. Hayvanlarla cinsel ilişki kurmak demek, kendisiyle arasında sözleşme bulunmayan kimse ile ve gizli konuşma sadakasından hiçbir şeyi vermeyen kimse ile -ki bu sadaka onlara göre 119 dirhemdir- karşılıklı küfürleşmektir. Dediler ki:
Bu sebepledir ki hayvanla cinsel ilişki kuranın da, cinsel ilişki kurulan hayvanın kendisinin de öldürülmesi meşru kılınmıştır. Şayet bu fiil bu manaya gelmeseydi hayvanı öldürmek niçin gerekli olurdu?
İhtilam, mezhep davetçisinin uygunsuz bir yerde mezhep sırrını ifşa edivermesidir. Onun gusletmesi, yani ahdini yenilemesi ve temizlenmesi gerekir. Temizlik ise imama tâbi olmanın dışında mezhebin bütün itikadından sıyrılmaktır. Teyemmüm, dâi ve imamı müşahede ederek mutluluğa ulaşıncaya kadar mezhebin esasları ile bilgiyi me'zundan[66] almaktır. Oruç ise sırrı açıklamaktan sakın­maktır.
İlahiyat, konularında, teklif konularında ve âhiret konularında onların daha pek çok yalan ve iftiraları vardır. Bu yalan ve iftiraların hedefi icmali ve tafsili olarak şeriatı ibtal etmek/geçersiz hale getirmektir. Çünkü onların yani batınilerin aslı mecûsilik, dehrilik ve ibâhiliktir. Onlar, peygamberleri, dinleri/şeriatleri, haşri neşri (öldükten sonra dirilmeyi), cenneti, cehennemi ve melekleri, hatta Rububiyeti inkar ederler. Onlar Bâtiniler diye isimlendirilirler.[67] Bunlar bazan da harflerden ve sayılardan çeşitli manalar çıkaran hurufıliğe sarıldılar. Mesela insanın kafasında yedi delik olduğunu, haftanın günlerinin yedi, gezegenlerin yedi olduğunu, bunun da imamların yedi devrine delâlet ettiğini ve imamların devrinin yediyle tamam olduğunu söylerler. Tabiatlerin dört olması ve senenin mevsimlerinin dört olması da dört esasa delâlet eder. Bunlar da sabık tâli, nâtık ve esastır -bu ikisi imamdır. Oniki burç ise oniki hüccete delâlet eder. Bunlar ise dâiler/davetçilerdir. Daha buna benzer pek çok tevilleri vardır. Bunların hiçbirisine cevap bile vermeye değmez. Çünkü bunların dışındaki bütün fırkalar gerekli bir şüpheye sarılırlar. HalbuH bunlar hezeyan içinde yulardan sıyrılmışlar ve herkes karşısında gülünç duruma düşmüşlerdir. Bu saçmalıkları da iddia ettikleri masum imama nisbet etmişlerdir. Bu imamların bâtıllığı/aslmm olmadığı kelâmcıların kitaplarında bilinmektedir.[68] Fakat yine de onlara kısa bir cevap vermekte zaruret vardır. Onlar sahip oldukları bu fikirlerin varlığını ya bir zorunluluk diye iddia edebilirler ki bunun bir zorunluluk olması imkansızdır. Çünkü zorunluluk olması için bütün akıl sahiplerinin bunları bilmesi ve kavraması gerekir. Halbuki böyle değildir.
Veya bu tevilleri masum imamdan işittiklerini iddia edebilirler. Bu iddiayı ileri süren kişiye biz deriz ki: Hz. Muhammed'i (s.a) tasdike seni ikna eden şey, mucizeden başka nedir? Halbuki senin imamının mucizesi de yoktur. Kur'an, kastedilen mananın senin iddia ettiğin şey değil, zahiri mana olduğuna delâlet ediyor.Şayet o kişi:
"Kur'an'ın zahiri (yani lafızları) gizli manalara işaret eden sembollerdir. Bu manaları insanlar bilemez, masum imam bilir. Biz de bunları ondan öğrendik." demiş olsa, ona denilir ki:
"Bunları ondan hangi yoldan öğrendiniz? Onun kalbinin içini bizzat gördün mü? Veya bunu ondan bizzat dinledin mi? Bunu ondan öğrenmek için onu kulaklarla dinlemek mecburiyeti vardır."
(O kişiye) şöyle de denilebilir:
"Kur'an'ın lafzı zahirdir/manası ibaresinden anlaşılabilecek açıklıktadır. Senin anlamadığın ve onun (Masum imamın) sana bildirmediği gizli manası da vardır. O halde lafzının zahirinden anladığın manaya güvenme."Şayet o kişi: "(Masum imam) manayı açıkladı ve dedi ki:
Benim zikrettiğim şey zahirdir/ibarenin ifade ettiği manadır, bunda bir remz (işaret, sembol, kinaye) yoktur -veya- kastedilen mana onun zahiridir." demiş olsa, ona denilir ki:
"Onun böyle söylediğini sen nasıl (hangi yolla) öğrendin?" Çünkü onun, senin anlamadığın gizli bir manasının olması da mümkündür. Hatta (bir kimse) zahirden başka bir şeyi kastetmediğine dair talaka açıkça yemin etse, yine de onun talakında bir remzin/kinayenin olması muhtemeldir, işte bu remz onun bâtınıdır ve zahiri (ibarenin ifade ettiği manayı) bir zorunluluk olmaktan çıkarır. "Bu mantık, herhangi bir şeyi anlat­manın kapısının kapanmasına yol açar." Derse, ona denilir ki, asıl siz peygambere nisbetle o kapıyı kapattınız. Çünkü Kur'an vahdani­yetin, cennet cehennem, haşr ve neşrin, peygamberler, vahiy ve meleklerin anlatılması ve ispatı üzerinde ısrarla durur ve bütün bunları da yeminle pekiştirerek yapar. Sen, kastedilen bunların zahiri değildir, altında remiz ve işaret vardır diyorsun. Remizdeki bir maslahat ve sır sebebiyle Peygamber'e (s.a) nisbetle size göre bu şayet caiz ise o zaman bu sizin masum imamınıza nisbetle de caizdir, o da bir maslahat ve sır sebebiyle kafasında gizlediği şeyden farklı bir şeyi size açıklayabilir. Bu, onlar için de kaçınılmaz bir durumdur.Ebû Hâmid el-Gazâli dedi ki:
Bir insanın bu fırkayı sapık fırkaların tamamının en âdisi ve en kötüsü olarak tanıması gerekir. Çünkü sen bu Bâtinilik fırkasından başka kendi kendini iptal eden/geçersiz kılan başka bir fırka bulamazsın. Çünkü bunların mezhebi/yöntemi muhakemeyi iptal etmek ve remz/işaret ve kinaye iddiasıyle lafızların anlamlarını değiştirmektir. Onların dilleriyle söyledikleri tasavvur edilen her şey ya muhakemeye dayanır veya nakle dayanır. Muhakeme ve düşünceyi kendi kendilerine iptal ettiler. Nakle gelince onda da lafzın kendi anlamının dışında bir anlamın kastedilmesini caiz gördüler. Böylece onların hiçbir tutanakları kalmaz.
İbn el-Arabi, el-Avâsun isimli eserinde onların reddi konusunda bundan daha kolay ve basit bir yöntemi zikreder. İbn el-Arabi der ki, onların bu yöntem karşısında yapacakları hiçbir şeyleri yoktur. Bu yöntem, onların ortaya attıkları her iddiaya karşı özellikle "niçin?" sorusunu sormaktır. Onlardan senin karşına çıkan kim olursa olsun bu yöntemi uyguladığın zaman şaşırıp kalacaktır. Bu konuda zarif bir hikaye anlatılır ki burada onu anlatmak güzel olur. Mezhebi şöyle bir gözümüzün önüne getirmek onun bâtıllığının ortaya çıkması için yeterlidir. Ancak onun bozuk bir mezhep olduğu ve şeriatten uzak olduğu gayet net bir şekilde belli olmasına rağmen pek çok kişi buna yaslandılar ve çok çirkin bid'atleri bu mezhebin üzerine bina ettiler. Bu bid'atlerden birisini de mağripli el-Mehdi ortaya attı. O kendisini beklenen masum imam olarak gördü. Hatta kendisinin masumluğundan ve beklenen mehdi oluşundan şüphe eden kimseyi kafir saydı.
Yakınları onun imamet konusunda bir kitap yazdığını iddia ederler. İddialarına göre söz konusu kitapta şunları söylemektedir: ALLAH Tealâ Âdem'i Nuh'u İbrahim'i, Musa'ya İsa'yı, Muhammed'i kendisi için halife tayin etti. Hilafet otuz sene sürdü. Bundan sonra fırkalar ve heva-heves sahipleri ortaya çıktı. (İnsanlar)  pintilik­lerinin esiri oldular, heva ve heveslerine uydular, her görüş sahibi kendi görüşünü beğendi. Durum hep böyle devam etti. Bâtıl zahir oldu/açıkça ortaya çıktı, hak ve hakikat gizlendi. Hz. Peygamber'in (s.a) haber verdiğine göre ilim kalktı cehalet zahir oldu. İsminden başka dinden, resminden başka Kur'andan hiçbir şey kalmadı. (Onun iddiasına göre)   nihayet ALLAH Teala imamı gönderdi ve onunla birlikte dini yeniden iade etti. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştu:
"Bu din garip olarak başladı ve sonunda da başındaki gibi yine garip olacak. Ne mutlu gariplere." Dedi ki:
İşte İmamın taraftarları o gariplerdir. Hiçbir delil ortaya koymadan bu iddiada bulundu.
Bu kitapta dedi ki:
"ALLAH Teala Mehdi'yi gönderdi. Onun itaati saf ve temizdir. Onun itaatinin benzen kendisinden önce ve sonra gelmemiştir. Gökler ve yer onunla ayakta durur. Onun rakibi, benzeri ve dengi yoktur."
O yalan söyledi. ALLAH Teala onun sözlerinden beridir/uzaktır. Nitekim o, ayrıca Tirmizı ve Ebû Dâvud'daki Fâtıma evladı hakkındaki hadisleri sanki kendisi hakkındaymış gibi göstermiş ve onun kesinlikle kendisi olduğunu söylemiştir.[69]
O bunu ilk olarak arkadaşlarına hitab ederek şöyle açıkladı: Dilediğini yapan ve dilediği şeye hükmeden ALLAH'a hamd olsun. O'nun emrini kimse geri çeviremez ve O'nun hükmünü kimse eleştiremez. Mehdiyi müjdeleyen Peygamber'e (s.a) de salât ve selam olsun yeryüzü (daha önce) zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi (onunla birlikte) adaletle dolar. Hak ile bâtıl yer değiştirdiği, adalet zulümle yok edildiği zaman ALLAH Tealâ onu gönderir. Onun yeri Mağrib-i Aksa'dır, zamanı âhir zamandır. İsmi Peygamber'in (s.a) ismidir. Nesebi Peygamber'in (s.a) nesebidir. Yöneticilerin zulmü aşikar oldu, yeryüzü bozgunculuk ile doldu. Bu, âhir zamandır, isim aynı isim, neseb aynı neseb, fiil aynı fiil. Böylece o, Fatımî hadislerinde verilen ipuçlarına işaret eder.
O bu sözleri bitirince arkadaşlarından on tanesi ona hemen şu karşılığı verirler. Bu özellikler ancak sende bulunur. Sen mehdisin. Ve ona biat ederler. Kendisinin mehdi olduğunu ve masum olduğunu söylemesine ilave olarak ayrıca ALLAH'ın dininde de pek çok bid'atı uydurur. Sonra bunu hutbelere yerleştirir ve paralara basar. Hatta onun mehdiliğine şehadet etmek onlara göre kelime-i şehadetin üçüncü cümlesidir. Kim onun mehdiliğine inanmazsa veya şüpheye düşerse diğer kâfirler gibi kâfir olur. Şeriatın ölüm cezası koymadığı yerlerde de ölüm cezası koyar. Yaklaşık onsekiz yerde daha ölüm cezası koyar. Mesela onun emrini işitip de yerine getirmeyen, üç defa onun vaazlarında bulunmayan ve ikiyüzlü davranan kimseleri öldürür. Bunun gibi daha pek çok şey vardır.
Onun mezhebi zahiriye bid'ati idi. Bununla birlikte namaza çağrı şekilleri gibi pek çok şeyi de uydurdu. Çünkü onlar namaz zamanı şöyle sesleniyorlardı: Bitâsâliti'l İslam" "Bikıyamı Tâsâlît", "Sûridin", "Bâridi" ve "Asbeha ve lillahi'1-hamd" vs. Bunların hepsi Muvahhidler zamanında uygulandı. Pek çoğu onların devleti yıkıldıktan sonra da devam etti. Hatta bizzat ben Gırnata büyük camiinde masum imam malum Mehdi'ye karşı büyük bir sempatinin olduğunun farkına vardım. Nihayet bu bid'atlerin bir kısmı ortadan kaldırıldı, fakat pek çok şey de ihmal edildi ve varlığını devam ettirdi.  Sultan Ebu'1-Alâ  İdris[70] ibn Yâkub  ibn Yusuf ibn Abdil-mümin ibn Ali onlardandır.  Kendisi onlarm işledikleri bid'atlerin kötülüğünü anladı. Merakeş'e yerleştiği zaman halifesine kendisin­den önceki çıkartılan bütün bid'atlerin ortadan kaldırılmasını emretti. Bununla ilgili olarak bölgelere mektup yazdı. O mektupta bu âdetin değiştirilmesini emretti. ALLAH'tan korkmayı/takvayı, O'ndan yardım istemeyi ve O'na tevekkül etmeyi tavsiye etti. Bâtılı fırlatıp attı, hakkı yerleştirdi. İsa'dan başka mehdi olmadığını açıkladı. Bid'at olarak kendisinin mehdi olduğunu iddia etmelerini engellendi ve masumluğu ispat edilemeyecek kimsenin masum olamıyacağmı söyledi.
İbn el-Arâbi'nin anlattığına göre onun babası el-Mansur[71] bir şeyler yapmayı, sesini yükseltmeyi ve gerçekleri açıklamayı düşündü. Fakat ömrü buna yetmedi. Sonra ölünce ve oğlu Reşid lakablı Ebû Muhammed Abdülvahid[72] yerine geçince Muvahhidler diye isimlendirilen bu mezhep mensuplarından bir heyet kendisine geldi. Onun için ön saflarda savaştılar. Ona itaat edeceklerine, hizmetinde bulunacaklarına ve güçlerince onu savunacaklarına dair kendi nefisleri üzerine garanti verdiler. Ancak bunun için hutbelerde ve konuşmalarda Mehdi'nin isminin zikredilmesini, onun masum olduğunun özellikle belirtilmesini, özel isminin paralara yazılmasını namazdan sonra ve namaza çağrı esnasında, ezanda ve ikâmette "Bitâsâliti'l-İslâm"[73] "Bitukâmitâsâlit""Sûdirin" "Vekâdiri" ve "Asbeha ve lillahi'1-hamd" gibi duaların yeniden ilâve edilmesini şart koştular.
er-Raşid, babasının belirlediği şekilde bunları terke devam ediyordu. Muhavvidler itaate hazır olduklarını bildirdiklerinde terk edilen şeylerin iadesini şart kcvtular. Bu konuda kendisine yardım edeceklerdi. Muvahhidlerin yerleri yurtları günlerce işgal edilip de bu âdetlerinden hiçbirisi iade edilmeyince şüphelenmeye ve kötü zanlar beslemeye başladılar, dini umdelerinin kesintiye uğramasın­dan korktular. Bu durum er-Raşid'e ulaşınca, onların kendi geleneklerini iade etmek suretiyle dostluklarını yeniden kazandı.
Tarihçi (İbn el-Arabi) der ki:
ALLAH, ALLAH! Bunları duyunca onlar ne kadar sevindiler ve ne kadar rahatladılar. Dillerinden halifelerinin başarısı için dua ve destek niyazları döküldü. Neşe ve mutluluk büyük küçük hepsini kapladı. İşte bid'at sahibinin durumu budur. Onun için bid'atinin yayılmasından ve hâkim olmasından daha büyük bir mutluluk yoktur. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
"ALLAH'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için ALLAH'a karşı senin elinden bir şey gelmez."[74]
Bütün bunlar, Şiânın da görüşü olan imamet ve masumluk görüşü etrafında döner dolaşır.[75]
 
Fasıl
 
Bid'atçilerden bir kısmı da şeyhlerine gösterdikleri ta'zim ve saygıda aşırı giden kimselerdir. Hatta onları hak etmedikleri mertebeye yükseltirler. Onlardan ılımlı olanı bile (mesela) filan kişiden daha büyük bir velinin olmadığını iddia eder. Bazan da velilik kapısını o kişiden başka ümmetin diğer fertlerine kapatırlar. Bu kesinlikle bâtıldır ve kötü bir bid'attır. Çünkü sonrakiler, hiçbir zaman öncekilerin derecesine ulaşamazlar. En hayırlı nesil, Rasulullah'ı (s.a) gören ve ona iman eden nesildir. Sonra onları izleyen­lerdir. Kıyamet kopuncaya kadar durum hep böyle olacaktır. Dinlerinde, amellerinde, inançlarında ve hallerinde müslümanların en kuvvetli oldukları dönem İslamın ilk dönemidir. Sonra devamlı olarak dünyanın sonuna doğru gittikçe bu durum zayıflayacaktır. Fakat hakikat hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmayacaktır. Bilakis hakkı ayakta tutan, ona inanan ve imanlarmdan durumla­rına göre onun gereğiyle amel eden bir topluluk daima bulunmuştur. Fakat bunlar da hiçbir şekilde ilk müslümanlar seviyesinde olmamışlardır. Çünkü sonrakilerden birisi Uhud dağı ağırlığında altını infak etmiş olsa bile Rasulullah'ın (s.a) ashabından birisinin bir ölçeğine hatta yarım ölçeğine bile ulaşamaz. Basit bir tecrübenin şehâdetiyle mali bir ibadette durum bu olunca imanın diğer bölümlerinde de durum aynıdır.
Yukarıda da yazıldığı gibi dindarlık hala eksilmeye devam ettiğine göre bu bir asıldır/değişmez bir durumdur, bunda şüphe yoktur. Ehl-i sünnet ve'1-cemaate göre de böyledir. O halde bundan sonra yeryüzü sakinlerinin içinde en büyük velinin o olduğuna ve bu ümmette ondan başka velinin bulunmadığına nasıl inanılır? Fakat büyük bir cehalet, aşırı saygı ve inanç taassubu, benzeri şeylere veya daha büyük şeylere yol açıyor.
Ilımlı olanı ise onun (şeyhin), peygamberle aynı seviyede olduğunu, sadece ona vahyin gelmediğini iddia eder.[76] Şeyhleri hakkında ileri giden bir gruptan bana böyle bir iddia ulaştı. Onlar zanlarınca kendi tarikatlerini savunmuş oluyorlar. Hallac'ın bazı öğrencilerinin şeyhleri hakkında ileri sürdükleri benzeri iddialar bu konuda onlardan gelen en ılımlı iddialardır. Hallaç taraftarlarının Hallaç hakkındaki iddiaları-gibi kimi aşırılar ise bundan daha çirkin iddialarda bulunurlar.
Nakilde adalet ve doğruluk sahibi şeyhlerden birisi bana şöyle anlattı: Çöldeki kasabalardan birisinde bir müddet kaldım. Orada bu cemaate mensup pek çok kişi vardı. Şeyh sözlerinin devamında dedi ki:
Bir gün bir ihtiyacım için dışarı çıkmıştım. Onlardan iki kişiyi otururlarken gördüm. Tarikatlerine dair bazı şeyleri konuştukları kanaatine kapıldım. Konuşmalarına kulak vermek için gizlice yanlarına yaklaştım. Çünkü sırlarını gizlemek onların âdetiydi. Şeyhle­rini, onun mertebesinin büyüklüğünü ve dünyada onun benzerinin olmadığını konuşuyorlardı. Bu konuşmadan dolayı ikisi de büyük zevk alıyorlardı. Sonra birisi diğerine dedi ki:
Gerçeği (söylememi) ister misin? O bir peygamberdir. Arkadaşı ona dedi ki:
Evet, bu doğrudur.[77] Olayı anlatan kişi dedi ki:
Onlarla birlikte bana da bir felaketin isabet etmesinden korkarak o yerden hemen uzaklaştım.
İmamiyye Şiasının tavrı işte budur. Din konusundaki bu aşırılık, mezhebe arka çıkmadaki bu hırs ve bid'atçiye sevgideki bu gayret ve çaba olmasaydı biç kimsenin aklı bunu kavrayamazdı. Fakat Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Siz, sizden öncekilerin yollarına karış karış, arşın arşın uyacaksınız."
Tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa hakkında aşırı gittikleri gibi bunlar da (şeyhleri hakkında) aşırı gittiler. Hıristiyanlar dediler ki: ALLAH, Meryemin oğlu İsa'dır. ALLAH Teala onlara şöyle seslendi:
"Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın."[78] Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulur:
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı methederken aşırı gittikleri gibi siz de beni methederken mübalağa etmeyiniz. Fakat bana: ALLAH'ın kulu ve O'nun Rasül'ü deyiniz!"[79]
Bu fırkaları inceleyen bir kimse şeriatın furûunda bunların pek çok bid'atmi görecektir. Çünkü şeriatın aslına bid'at girince, fürûuna girmesi çok daha kolay olur.[80]
 
Fasıl
 
Bunların delil yönünden en zayıf olanları yapacakları amellerde makamlara istinat edenler, onlarla bir şeye yönelen ve onlar sebebiyle bir şeyi yapmaktan vazgeçenlerdir. Onlar derler ki:
Biz filan sâlih kişiyi (rüyamızda) gördük. Bize dedi ki:
Şunu terk et, şunu yap. Buna benzer şeyler, mutasavvıfları ahlâk ve amellerinde değil de daha çok dış görünüşlerinde taklit, eden kimselerde görülür. Bazıları da zaman zaman şöyle derler:
Ben Hz. Peygamberi (s.a) rüyamda gördüm, bana şöyle dedi, bana şöyle emretti. Şeriatte belirlenmiş sınırların dışına çıkarak onunla amel eder ve onunla bir şeyi terk ederler. Halbuki bu bir hatadır. Çünkü Peygamberlerin dışında hiç kimsenin rüyası[81] ile asla şer'i bir hüküm verilemez. Ancak bunlar elimizdeki şer'i hükümlere arz edilir. Bu hükümler ona ruhsat verirse gereğiyle amel edilir, yoksa terk edilmeleri ve yüz çevirilnıeleri gerekir. Bunların faydası sadece ve özellikle müjde ve uyarıdır. Bunlardan hüküm çıkarılmasına gelince bu caiz değildir.[82] Nitekim -ALLAH kendisine rahmet etsin- el-Kettani'nin şöyle dediği rivayet edilir:
Hz. Peygamber'i (s.a) rüyamda gördüm ve dedim ki:
Kalbimi öldürmemesi için ALLAH'a dua et. Bana şöyle buyurdu:
Hergün kırk defa "Ya Hayyü ya Kayyûm Lâ ilahe illa Ente" de.
Bu, güzel bir sözdür. Doğruluğunda şüphe yoktur. Zikrin kalbi diri tutması şer'an doğrudur. Rüya'nın faydası hayra ikazdır. Bu da müjdenin bir bölümüdür. Geriye kırk ile sınırlandırma meselesi kalır.[83] Kırk ile sınırlandırmayı bir mecburiyet haline getirmedikçe rüyanın verdiği mesaj doğrudur.
ALLAH rahmet eylesin Ebu Yezid el-Bestâmi'nin şöyle dediği rivayet edilir:
Rabbimi rüyamda gördüm. Dedim ki:
Sana hangi yolla ulaşılır? Dedi ki:
Nefsini terk et ve gel. Bu sözün manası şeraitte mevcuttur ve gereğiyle amel etmek de doğrudur. Çünkü bu, delil mahalline bir dikkat çekme gibidir.  Çünkü nefsi terk etmenin manası mutlak olarak onun heva ve arzularını terk etmek ve kulluk üzere durmaktır. Âyetler de buna işaret etmektedir: Meselâ ALLAH Teala şöyle buyurmaktadır:   "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran kimse için şüphesiz cennet yegâne barınaktır."[84]
Buna benzer başka âyetler de vardır. Meselâ bir kimse rüyasında: "Falan kişi hırsızlık yaptı, elini kes veya falan âlime sor veya onun söylediği ile amel et veya filan kişi zina etti, ona had cezası uygula" gibi şeyler söyleyen birisini görse, uyanık iken bunlara dair bir şahit olmadıkça bu sözlerle amel etmesi caiz değildir. Şayet amel ederse gayri meşru bir iş yapmış olur. Çünkü Rasulullah'dan (s.a) sonra artık bir daha vahiy gelmeyecektir.
Şöyle denilemez: Rüya peygamberliğin bölümlerinden bir bölüm­dür, o halde ihmal edilmemesi gerekir, Rüyadaki haber verenin Hz. Peygamber'den (s.a) olması da mümkündür. Çünkü o şöyle demişti:
"Kim rüyasında beni görmüşse gerçekten görmüştür. Zira şeytan benim suretime giremez."
Hal böyle olunca onun uykuda iken haber vermesi uyanıkken haber vermesi gibidir.
Böyle denilemez, çünkü denilirse o zaman da biz şöyle deriz. Rüya peygamberliğin bölümlerinden bir bölüm olsa bile bizim için vahyin tamamı değildir. Bilakis vahyin bir parçasıdır. Parça, her yönüyle bütünün yerine geçemez. Ancak bazı yönlerden onun yerine geçer. Burada da müjdeleme ve dikkat çekme yönü söz konusudur.
Bu da yeterlidir.[85]
Aynı şekilde nübüvvetin bölümlerinden olan rüyanın bir şartı da onun salih bir kişi tarafından görülmüş olmasıdır. Dikkat edilecek şeylerden birisi de şartların var olup olmadığıdır. Bu şartlar yeterince olabilir de olmayabilir de.
Ve yine rüyanın da kısımları vardır. Şeytani olanlarına hulm/düş denilir. Bir de hadisu'n-nefs tabir edilen kısmı vardır ki bu da benliğin kendinden kendisine yapılan telkinden meydana gelir, bazı karmaşık duyguların heyecanı buna sebep olabilir. Salih olanla hüküm verilmesi ve sâlih olmayanın terkedilmesi için bunlar birbirinden nasıl ayırt edilecektir?
Rüya ile hüküm vermek, zorunlu olarak Peygamber'den (s.a) sonra vahyin yenilenmesi demektir ki bu, icma ile yasaklanan bir şeydir.
Anlatıldığına göre Kadı Şüreyk ibn Abdillah[86] bir gün halife el-Mehdi'nin[87] huzuruna girdi. Halife, onu görünce dedi ki:
Benim kılıncı ve idam sehpalarını elden bırakmamam gerekiyor. Kadı Şüreyk dedi ki:
Niçin ey Emirul-müminin? Dedi ki:
Rüyamda gördüm ki sanki sen, benden yüz çevirdiğin halde sergimi çiğniyorsun. Rüyamı bir tâbirciye anlattım, bana dedi ki:
(Şüreyk) senin yüzüne karşı sana itaat eder görünecek fakat içinden sana karşı çıkacak. Şüreyk bunun üzerine ona dedi ki:
ALLAH'a yemin olsun ki ne senin rüyan İbrahim'in (a.s) rüyasıdır, ne de senin tâbircin Yusuf’ tur (a.s). Yoksa yalancı düşlerle müminlerin boyunlarını mı vuracaksın? Bunun üzerine halife el-Mehdi utandı ve dedi ki:
Lütfen yanımdan çık git. Kadı Şüreyk de halifenin yanından ayrıldı ve uzaklaştı.
Gazzali'nin anlattığına göre bazı (müctehit) imamlar Kur'an'ın mahluk olduğunu savunan kişinin öldürülmesinin vacip olduğuna fetva vermişlerdir. Bu konuda kendilerine müracaat edilmişti de onlar şöyle delil getirmişlerdi: Bir adam rüyasında İblisi Medine'nin içine girmediği halde kapısından geçtiğini görür.
İblise sorulur:
Medine'ye girdin mi? İblis der ki:
Benim girmeme gerek yok, çünkü Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen bir adam girdi. (Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen kişinin öldürülmesi gerektiğine fetva veren imamlar bu rüyayı delil getirmişti).
Bunun üzerine fetvayı soran adam hemen ayağa kalktı ve dedi ki:
İblis, uyanık iken benim öldürülmem için fetva vermiş olsa onun fetvasını taklit edermisiniz? Dediler ki:
Hayır! Adam dedi ki:
İblisin uykudaki sözü uyanık iken duyulan sözünden daha geçerli değildir.                                      
Hz. Peygamber'i (s.a) rüyasında görüp de Peygamber'in rüyasın­da kendisine bir hükmü bildirdiğini gören kimsenin rüyasına gelince bunun üzerinde de durmak gerekir. Şayet Hz. Peygamber o kişiye rüyasında kendi şeriatine uygun bir hükmü bildirmişse zaten söz konusu olan şey, daha önce şeriatte yerleşmiş olan hükümdür. Peygamber (s.a) o kişiye rüyasında kendi şeriatına aykırı bir şeyi haber verirse bu imkansızdır. Çünkü hayatında istikrar bulan/ve kesinleşen şeriatı Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra nesh" olunmaz/değiştirilmez. Çünkü Peygamber'in vefatından sonra dinin istikrarı uykuda görülen rüyalara dayandırılamaz. Bu, icma ile bâtıldır. Kim rüyasında böyle bir şey görürse bununla amel edemez. Böyle bir durumda da rüyanın sahih/doğru/sâdık bir rüya olmadığına hükmederiz. Çünkü hak olan bir şeyi görmüş olsaydı bu rüya ona şeriate aykırı bir şeyi haber vermezdi.
Fakat geride Rasulullah'ın (s.a); "Kim beni uykuda görürse (ger­çekten) beni görmüştür" hadisinin ne anlama geldiğinin araştırılması kalıyor. Bu hadisi şerif hakkında iki tevil vardır: Bunlardan birisi İbn Rüşd'ün, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevaptır. İbnu Rüşd'e sorulan soru şudur: Bir hâkim, kendisine gelen bir davada, adâletleriyle bilinen iki şahidin şehâdette bulunmasından sonra, rüyasında Hz. Peygamber'in kendisine: Bu şahitlikle hüküm verme; Çünkü o bâtıldır." dediğini görür. Bu durumda hâkim ne yapacaktır? İbn Rüşd, bu soruya şöyle cevap verir:
Hâkimin şahitlerin şehadetini terk etmesi helâl/câiz değildir. Çünkü şahitlerin şehadetini terk etmek demek rüya ile şeriatın hükümlerini iptal etmek demektir. Bu ise bâtıldır, buna inanılması doğru değildir. Çünkü şahitlik yönünden ğaybı ancak rüyaları vahy anlamına gelen peygamberler bilebilir. Peygamberlerin dışındakilere gelince onların rüyaları peygamberliğin kırk altı parçasından sadece bir parçasıdır.
Sonra (İbn Rüşd) şöyle dedi:
"Beni gören kimse gerçekten beni görmüştür." hadisi, uykusunda Hz. Peygamber'i gördüğü kanaatinde olan kimse gerçekten onu görmüştür anlamına gelmez. Çünkü rüyasında onu gören kimse onu defalarca ve muhtelif suretlerde görebilir. O, Hz. Peygamberi bir vasıfta, bir başkası da bir başka vasıfta görebilir. Halbuki Hz. Peygamber'in (s.a) muhtelif suretle­rinin ve muhtelif vasıflarının olması caiz değildir. O halde hadisin manası ancak şu olur:
"Kim beni yaratıldığım şekil üzere görürse beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklimde görünemez."
Zira Hz. Peygamber şöyle demedi: Kim beni gördüğünü zannnederse, beni (gerçekten) görmüştür, Sadece şöyle dedi: Kim beni görmüşse (gerçekten) beni görmüştür. Hal böyle olunca rüyasında herhangi bir suret üzere Hz. Peygamberi gördüğüne kanaat getiren kimse o suretin Hz. Peygamber'e ait olduğunu nereden bilecek? Onu gördü­ğünü zannetse bile bu suretin bizzat ona ait olduğunu bilmediği müddetçe o kişi ne yapacaktır? Hiç kimsenin de bunu bilmesi mümkün değildir.
İbn Rüşd'den nakledilen bilgiler bunlardır. Bu bilgilerin özeti şudur: Her ne kadar gören kimse onun olduğuna kanaat getirse bile görülen suret Peygamber'den başkasına ait olabilir.
İkinci tevil ise şudur: Rüya tâbircisi âlimler dediler ki:
Kişi uyurken şeytan ona tanıdığı ve tanımadığı kişilerin suretlerinden herhangi bir surette gelebilir ve başka bir kişinin suretini "bu filan peygamberdir" "bu filan padişahtır." diye gösterebilir. Veya şeytanın benzemeyeceği kişilerden herhangi birisinin o olduğunu iddia edebilir. Başka alametlerle o kişileri tanıdığı halde şeytanın bu şekilde görünmesiyle kafası karışabilir. Hal böyle olunca onun rüya sahibine şeriate aykırı emir ve yasakları söylemesi de mümkündür. Rüya sahibi de bu emir ve yasakların Peygamber (s.a) tarafından söylendi­ğini zannedebilir. Halbuki öyle değildir. O halde rüyada onun söylediği veya emrettiği ya da yasakladığı şeylere güvenmemelidir.
Böyle bir durumda şeriatin kemaline aykırı emir veya yasaklar kabul edilemez. Bunların şeriate muvafık olması gerekir. O halde sorunda herhangi bir kapalılık ve karışıklık yoktur. Evet, ilmi ölçülere arz edilmedikçe sadece bir rüya ile hüküm verilemez. Çünkü iki kısımdan birinin diğeriyle karışma ihtimali vardır. Ahkâm konusunda rüyayı ancak (ilmi yönden) zayıf kişiler delil olarak kullanırlar. Evet, rüyada görülen şey kesin bir hükmü gerektirme­yecek ve bir temel olarak üzerine herhangi bir şeyi bina etmeyecek şekilde özellikle bir rahatlama, bir uyarı ve müjde olarak değerlendirilebilir. Şeriatten anladığımız şeylere göre rüya ile ameldeki orta yol budur. En iyi bilen ALLAH Tealadır.[88]



[65] Müellif burada şeriati kendi yönünden başka taraflara çeken Batınilerin tevillerini kastediyor. Onlar bu sebeple iddia ettikleri her şeyde şeriatın esaslarından uzaklaşırlar.
[66] Bâtınilik tarihte aynı zamanda gizli bir teşkilattır. Teşkilat hiyerarşik bir düzene sahiptir. Bu düzen şöyle şekillenir: l.İmam: Teşkilâtın en yetkilisidir ve lideridir. 2.Hüccet: İmamın yardımcısıdır. 12 tanedirler. Dördü imamın yanında, sekizi diğer bölgelerdedirler. 3.Dâi: Hüccetlere bağlı olan ve halkı Bâtıniliğe çağıran misyonerler olup mükelleb ve mezun kısımlarına ayrılırlar 4.Mümin-i müstecip: Bu zümreyi de Batiniliğe giren kişiler oluşturur. (Çeviren)
[67] Eski Bâtınilik ve yeni Bâtinilik, fırkaların en kötüsü ve zararlısıdir. Onların yaptıkları teviller kendilerini dinden çıkarır. Babilik, Bahailik ve Kadıyânilik gibi zamanımızda da bu sapıkların kalıntıları hala devarn etmektedir. Bunlar ve benzeri sapık fırkaların kirli çamaşırlarını ortaya dökecek şer'i ahkamın asıllarını ve furularını, şeriatın maksatlarını ve hikmetlerini açıklayacak hakikat savunucularına ihtiyaç vardır.
[68] Bk. Eb-Hâşiyetü'l-Mütekaddime, s.309.
[69] Ahir zamanda Hz. Fatıma'nın soyundan bir mehdinin çıkmasiyle ilgili hadisleri kastediyor. Alimler bu konuda pek çok eser tasnif etmişlerdir. Bk. Sütyuti’ nin el-Hâvî lil-Fetava isimli eseri ve daha başka eserler.
[70] Sultan Ebû'1-Ali İdris ibn Yâkub ibn Yusuf ibn Abdil Mû'min ibn Ali el-Kaysî. Kahraman. Şeriate bağlı, heybetli, dâhi. Âlim.
[71] Halife el-Mansur Yâkub ibn Yusuf Mağrib sultanı. Müminlerin Emiri diye lakaplandırılan büyük sultan Ebû Yusuf. Babasının ölümü üzerine 580 yılında onu emirliğe getirdiler. O esnada 32 yaşında idi, Cesur, firaset sahibi, yetenekli, dindar, hayır sahibi, ağırbaşlı bir kişi idi. 595 yılında vefat etti (Siyeru A'lamin-Nübela, 21/311; Vefayat, 7/3)
[72] er-Raşit SultanAbdulvâhid er-Rasid ibn el-Memun idris el-Kaysi.  On sene yönetimde kaldı. Akaid konusunda babasının düzelttiği şeyleri bozdu, 640 yılında boğularak öldü, (Siyeru A’lami'n-Nübela, 22/343; Şezerât, 5/156)
[73] Bu lafızlarla maksadın ne olduğu belli olsa da, manalarının ne olduğunu bulamadım.
[74] Maide: 41
[75] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/281-286.
[76] Şeyhlerine vahyin geldiğini ve onun peygamberlik mertebesine yükseldiğini söyleyecek kadar işi ileri götürmeleri de mümkündür.
[77] Buna benzer vehim ve kuruntular sahiplerini peşi peşine tehlikeli aşırılıklara götürür. Bu, sapık fırkaların içine düştükleri bir durumdur. Bunun sebeplerinin en büyüğü tarikat mensupları arasında cehaletin yaygınlaşmasıdır.  Neticede bu ahmaklar ve cahiller onların lideri olurlar ve nefislerinin hevasını onlar için yasa haline getirirler.
[78] Mâide- 77
[79] Buharı. Kitabu Ehâdisil-Enbiya. Babu: Vezkur fî’l-Kitabi Meryem. no:3445; îbn Hıbban. Kitabul-Bir ve’l-İhsan, B. Hakku'l-Vâlideyn. h;no:414. 415, ez.I. s.31S. 321; İbn Hıbban. Kitabu f Târih. B. Bed'il-Halk. 7/46; h.no:6206; Abdurrazzak, el-Musannef, 5/441; Kitabu'l-Ğâzi. B.Beyati Ebi Bekir, ve Bâbul-Medh. 11/273, h.no:20524.
[80] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/287-288.
[81] Müellif, peygamber olmaları sebebiyle sadece onların uyku ve uyanıklık hallerindeki rüyalarının Allah Teala'dan gelen bir vahiy olduğunu veya kendisiyle hükümlerin, kaidelerin ye hakikatlerin tesbit edildiği bir vahiy çeşidi olduğunu kastediyor. Meselâ rüyasında oğlu İsmail’i (a.s.) kurban etmesini Allah Teala kendisine emredince ibrahim'in gördüğü rüya gibi.
[82] Kişi rüyasında Hz. Peygamber'i (s.a) gerçekten görebilir ve ona bir emir ve yasakta bulunabilir. Ancak bu kesinlikle şer'i ahkama aykırı olamaz. Şer'i ahkamın zahirine aykırı olduğu zaman özellikle rüya tabiri konusunda da maharetli olan usülcü Rabbani âlimlere müracaat etmesi gerekir.
[83] Ben derim ki: Bu sınırlama başkaları için değil, sadece rüyayı gören o kişi için geçerli olabilir. Nitekün bir doktor bir hastaya şöyle diyerek bir ilaç tavsiyesinde bulunabilir. Bu ilacı günde üç defa olmak üzere bir hafta boyunca kullanacaksın. O hasta, aynı hastalığa yakalanmış bile olsa bir başka hastaya bu ilacı aynı şekilde tavsiye edemez. Rasulullah'ın (s.a) da hayatta iken muayyen bir hastayı muayyen bir ilaçla tedavi etmesi caizdir. Aynı şey ölümünden sonra da mümkündür. Ancak mütehassıs bir âlime müracaat ettikten sonra bu uygulanabilir.
[84] Nâziat: 40,41.
[85] Zannediyorum burada sözde bir atlama var.
[86] Kadı Şüreyk: Büyük âlim ve hadisci, kadı Ebû Abdillah en-Nehâi, Ömer ibn Abdılazize yetişti. Seleme ibn Kuheyl ve Mansur ibn el-Mu'temir ve Ebu Ishak gibi kişilerden ilim dinledi. Halife el-Mehdi’nin kadısıdır.  177 yılında 82 yaşında vefat etti. (el-Meânf, 508, el-Cerh ve Ta'dil. 4/365; el-Bidaye ven-Nihaye, 10/1711 Tehzib, 4/330; Şezerat 1/287)
[87] Halife el-Mehdi: Ebû Abdülah Muhammed ibn el-Mansur Ebû Cafer Abdillah M Muhammed ibn Ali el-Hâşimi el-Abbasi, 10 yıl bir buçuk ay hilâfette kaldı. 43 yıl yaşadı. İba yılında vefat etti. (Siyerul-A'lam, 7/400; el-Meârif, 379; Târihut-Taberi, 3/172; el-Bıdaye ven-Nihaye, 10/129; Tarihu'l-Hulefa, 271; Şezeratü’z-Zeheb, 1/230)
[88] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/289-293.