๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => el İtisam => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:38:48



Konu Başlığı: Bidat ile mesalihi mürsele ve istihsan arasındaki fark
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 31 Mayıs 2011, 16:38:48
8- BİD'AT İLE MESALİH-İ MÜRSELE VE İSTİHSAN ARASINDAKİ FARK

 
Bu bölümde, bakıldığı zaman bid'at olan ile bid'at olmayan şeyler hakkında konuşmak zorunluluğu vardır. Çünkü insanlardan pek çoğu "mesâlih-i mürsele"nin büyük bir kısmını bid'at saymış ve bunları sahabe ve tabiîn'e nisbet etmişlerdir. Ayrıca kendi icadları olan bid'atlara, mesalih-i mürsele kabilinden olan uygulamaları huccet/delil olarak göstermişlerdir. Bir kısım kimseler de bid'atı, dini hükümlerin kısımları gibi kısımlara ayırmışlar ve şöyle demişlerdir: Bid'atlardan bir kısmı vacip, bir kısmı menduptur. Kur'anın yazılma­sını ve (buna benzeyen) başka şeyleri vacip, Ramazan gecesi (teravih) ibadetini bir imama uyarak kılmayı da mendup saymışlardır.
Mesalih'i Mürselenin anlamı, belirli bir asl'a dayanmayan, fakat uygun bir şeyi muteber saymaktır. Özellikle bu uygun şeyin dini bir delil ve dayanağı yoktur. Ayrıca akıl yürütmeye de gerek yoktur. Çünkü akıl tabiî olarak bunları benimser. Bu özellikler güzel görülen bid'atlerde de aynen mevcuttur. Çünkü dinde bunların yararı olduğu gibi bir anlayış, onu icad edenin inancında mevcuttur. Bu anlayışa göre mesalih-i mürseleyi muteber saymak bir hakikatin ifadesidir. Güzel görülen bid'atları da muteber saymak dahi öyledir. Çünkü her ikisi de aynı vadide cereyan etmektedir. Eğer bu tür bid'atları hak olarak kabul etmezsek, mesâlih-i mürseleyi muteber saymak sahih olmaz.
Ayrıca mesalih-i mürsele hakkında söylenilen söz, görüş birliği/ittifak ile söylenmemiştir. Aksine bu konuda usûl/metodoloji âlimleri dört ayrı kavil halinde ihtilâfa etmişlerdir:
1- Kâdî ve bir grup usûlcü mesalih-i mürseleyi kabul etmemişler ve bir asıl'a dayanmadıkça bu husustaki mana muteber değildir, demişlerdir.
2- İmam Mâlik mesalih-i mürseleyi muteber saymış, hiçbir kayıt ve şart olmaksızın birtakım hükümleri bunun üzerine bina etmiştir.
3- Şafiî ve Hanefi'lerin büyük bir kısmı sahih bir asla dayan­mayan mesalih-i mürsele manasını benimsemişlerdir. Şu kadar ki sabit olan asılların ifade ettiği manaya yakın olması şarttır. İmam Cüveynî[1] nin naklettiği budur.
4- Gazzali ise şu görüştedir: Mesalih-i mürseleden uygun şey, tahsiniyat, yani güzelleşme anlamı ifade edecek alanda ise, belirli bir asla dayanmıyorsa muteber değildir. Şayet zaruriyat alanında ise Gazzalinin eğilimi kabul yönündedir. Fakat bir şartı vardır. Gazzali der ki: Böyle bir sonuca ancak bir müctehidin içtihadı ile ulaşmak
imkanı vardır.
Şayet mesâlih-i mürsele'nin gerçekleştiği alan, orta derecede yani hâciyyat alanında ise Gazzalinin farklı/çelişkili görüşleri vardır: "Mustasfâ" isimli eserinde kabul etmemiştir. Bu iki kavlinden en sonuncusudur. Fakat daha önceleri bunu kabul ettiği gibi "Şifâ'ul Alıl" isimli eserinde dahi kabul ettiğini ifade etmiştir. Gazzali'nin farklı görüşü dikkate alınırsa mesâlih-ı mürsele hakkındaki kavil, beş olmaktadır.
Bu durum karşısında mesâlih-i mürsele'yi kabul etmeyenler açısından sahabe yaşantısmdaki olayların bir belge niteliği kalmaz. Şu kadar ki Hz. Ömer'in teravihi cemâatle kılma olayını değerlen­dirirken: "Ne güzel bid'at bu" dediği gibi mesalih-i mürsele güzel sayılan bid'at durumundadır. Çünkü sahabenin hepsi bu konuda birlik olduğundan bu uygulamayı reddetmeleri mümkün değildir.
İstihsan hakkında söylenecek şey de aynıdır. Çünkü önceki dönem âlimlerinin söylediğine göre istihsan, "delil olmaksızın hüküm vermek" ile ilgilidir. İstihsanı kabul etmeyen onu bir sebep olarak dikkate almamaktadır. O halde, hükümlerde istihsana asla itibar edilmez. İstıhsanın kabul edildiği söylenince "mesalih-ı mürsele" gibi olur.
Bu konu ayağın kaydığı bir konudur. Bid'at ehli, bid'atına bu noktadan hareketle delil gösterebilir. Bu itibarla gerçekten yapılması en gerekli şey, bunların nerede hataya düştüğüne bakmaktır. Tâ ki mesâlih-i mürsele'nin bid'atla hiç bir ilgisinin olmadığı Allah'ın izni ile ortaya çıksın. Başarı Allah'tandır.
Öyle ise deriz ki:
Hüküm ile ilintili olan uygun manada üç halden birisi bulunur:
1- Kabul edilmesine dinden bir dayanağı vardır. Bunun sahih olduğunda bir şüphe uygulanmasında görüş ayrılığı yoktur. Aksi halde şeriatla çelişkiye düşülmüş olur. Canı ve organları korumak hususunu düzenleyen hükümler gibi.
2- Reddedildiğine dair dini bir dayanağı vardır. Bunun kabul edilmesine bir yol yoktur. Çünkü sadece uygun olmak bizzat hükmü gerekli kılmaz. Bu, ancak akılca güzel sayılanları dikkate alanların yoludur.
Bil'akis (hükümdeki) mana ortaya çıkınca onun hükmü gerektir­mekte makbul olduğunu dinden anlamış isek,  onu kabul ederiz.
Çünkü maslahattan maksat bize göre halkın yararına olanı getiren, zararına olanı engelleyen şeydir. Bu maksat öyle bir özelliktir ki akıl hiçbir şekilde onu kavrayamaz. Bunun muteber olduğuna dair dinde bir dayanak olmayıp, bil'akis onu reddettiği söz konusu olunca tüm müslümanlarm ittifakı ile red edilir.
Burada Gazzâli'nin bazı büyük alimlerden hikaye ettiği şey, bir örnektir. Anlatıldığına göre bir âlim, sultanlardan birinin huzuruna girer. Sultan âlime Ramazan günü cinsel ilişkide bulunsa, hükmünün ne olduğunu sorar. Âlim şöyle cevap verir:
"Hiç ara vermeden iki ay oruç tutman gerekir." Bilgin dışarı çıkınca fıkıh âlimlerinden bazıları bu cevaba karşı çıkarlar. Ona şöyle dediler:
"(Keffaret olarak) köle azad etmeye güç yeterken, oruç şıkkına nasıl dönülüyor? Oruç, ekonomik sıkıntıda olanların yapacağı keffaret (türü) dür. Bu ise sultandır, sayısız kölesi vardır." Âlim zât onlara şöyle dedi:
Eğer ona "köle âzad etmen gerekir" deseydim, bu ona basit gelir, tekrar tekrar bunu yapardı. Köle azat etmek (cezası) onu caydırmaz. Onu caydıracak olan, iki ay peş peşe oruç tutmaktır.
Bu görüş uygun bir manadır. Çünkü dinde keffaret uygulamasının maksadı (caydırma ve) engellemedir. Sultan durumundaki kimseyi köle azad etmek caydırmaz, oruç caydırır. (Bununla beraber) bu fetva bâtıldır. Çünkü âlimler bu konuda iki gruptur. Birinci grup, keffarette (köle azad etmek, yoksula yemek vermek ve oruç tutmak hükümlerinden birini) tercih etmekte serbestlik vardır görüşündedir. İkinci grup (keffaret konusunu düzenleyen hükümdeki) sıraya uymak görüşündedir. Buna göre köle azad etmek, oruçtan önce gelir. Zengin bir kimseye göre oruç tutmaya öncelik verilmesini söyleyen yoktur. İmam Mâlik'ten buna benzeyen bir rivayet gelmişse de, o rivayet fıkhın dış görünüşüne göredir.
Yahya b. Bükeyr[2] diyor ki:
Harun Reşid bir yemini bozmuştu. Bilginleri topladı. Bilginler köle azad etmesi üzerinde görüş birliği ettiler. Harun Reşid meseleyi İmam Malik'e sordu. O:
"Üç gün oruç tut, dedi. İmam Mâlik'in bu görüşüne Kurtuba Âlimlerinden İshak b. ibrahim[3] de uymuştur.
İbn Beşküval'in anlattığına göre Mü'minlerin emiri olan Hakem, fıkıh âlimlerine haber salarak, basma gelen bir alay hakkında onlara danışmıştır. Onlara kendi başına gelen olayı anlatmış, nikahlı eşlerinden birisi ile Ramazanda (oruçlu iken) kasıtlı olarak cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiştir. Fıkıh âlimleri ona fakirlere yemek yedirmesi yönünde fetva vermişler. İshak b. İbrahim orada suskun duruyormuş. Sultana şöyle demiş;
Ben oruç tutman gerekir diyo­rum, demiş. Kendisine:
"Mâlik'in mezhebi yemek yedirmek değilmiydi?" denildiğinde onlara şöyle demiştir:
"İmam Mâlik'in mezhe­bini ezberliyorsunuz, (ezbere biliyorsunuz) ne var ki sultana yapma­cık bir iyilik etme hareketi içinde bulunuyorsunuz. İmam Mâlik, (Keffaretlerde) yemek yedirmeyi ancak ekonomik durumu iyi olanlar için emretmiştir. Sultanın elindeki mal (kendisinin değil), ancak müslümanların mülkü olan "Beytülmal" indir."
Sultan, İshak b. ibrahim'in bu sözünü benimsemiş ve kendisine teşekkür etmiştir. Bu, sahihtir.[4]
Evet, İbn Beşküval'in anlattığına göre kendisi Hakem'in oğlu Abdurrahman'ın Ramazan ayında yukarda anlattığı gibi bir olaya rastlamıştır. Abdurrahman fıkıh bilginlerine (bu kusurdan) tevbesini ve keffaretinin ne olduğunu sordu. Yahya b. Yahya[5] şöyle dedi:
"Bunun keffâreti aralıksız iki ay oruç tutmaktır." Yahya bu fetvasını açıklayınca diğer fıkıh bilginleri susup sultanın yanından çıkıncaya kadar bir şey söylemediler. (Dışarı çıkınca) Yahya'ya:
"Sana ne oluyor da bizim mezhebimize (ve) Mâlik'e göre fetva vermiyorsun? Buna göre o köle azâd etmek, yemek yedirmek veya oruç tutmak (dan birini yapmak) arasında serbesttir." dediler. Yahya onlara şöyle karşılık verdi:
"Eğer ona bu kapıyı açmış olsaydık her gün (Ramazanda olmasına rağmen) cinsel ilişki ile orucu bozup köle azad etmek onun için kolay olurdu. Fakat ben, bir daha (aynı kusuru işlemeye) dönmemesi için en zor keffaret şıkkını yükledim."
Yahya b. Yahya'dan nakledilen bu rivayet doğru ise onun sözü dış görünüşe göre icmâ'a aykırıdır.
3- Dini deliller özel olarak ne muteber, ne de reddedilmiş olduğuna dair bir şey söylememiştir. Bu tür iki çeşittir:
a- Bu söylediğimiz manaya uygun bir nassın gelmiş olması, (Bir kimsenin yakınını öldürmesi durumunda) öldürmenin varis olmayı engellemesi gibi. (Bu kişiye öldürmekten maksadı olan öldürdüğü yakınının malını elde etmek düşüncesinin) zıddı ile muamele etmek (yani katili mirastan mahrum etmek), eğer hakkında uygun bir nas yok ise[6] takdiri bir işlemdir. Çünkü bu gerekçe dinin uygula­malarında bilinmiyor. Ona uygun muteber bir cins de bulunmuyor. Bunu gerekçe olarak ileri sürmek doğru olmaz. Görüş birliği ile onun üzerine hüküm bina etmek de doğru olmaz. Böyle bir şey, (kendi­liğinden) söyleyenin hüküm koymasıdır, kabul edilmesi mümkün değildir.
b- Dini uygulamalara uygun düşen bir durum söz konusudur. Bu ise belirli bir delil olmaksızın genelde din koyucunun muteber saydığı bir cinsin bu mana için mevcut, olmasıdır. İşte bu "Mesâlih-i mürsele" adı verilen mürsel bir delillendirmedir. Bu hususun aydın­latılması için mutlaka geniş bir şekilde örneklendirilmesi gerekir. Biz on adet örnek vermekle yetineceğiz:



[1] Bu zât: Ebu'l Meali İmam'ul Haremeyn el-Cüveynî'dir.
[2] Bu zât Yahya b. Abdullah b. Bükeyr'dir. Aslen Mısırlı iken velâ (dostluk anlaşması) ile Mahzumi kabilesinden olmuştur. Bazen dedesine nisbet edilmiş "Ebu Zekeriyya" künyesini almıştır. Leys b. Ha'd (in ifadesine göre.) de güvenilirdir. İmam Mâlik'ten hadis dinlediği hususunda bazı konuşmalar olmuştur. Onuncu tabakanın büyüklerindendir. Hicretin 231. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 2/351: Şezerat. 2/71; Cerh ve Tadil, 9/154.
[3] Bu zât İhak b. İbrahim el'Huneynî’dir. Medineli olup, Künyesi Ebu Ya'kub'dur. Tarsus'a yerleşmiştir. Rivayette zayıf bir kimsedir. Dokuzuncu tabakadandır, hicretin 216. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 1/55; Cerh ve Ta'dil. 2/208
[4] İmam Mâlik diyor ki: "Âlimlerin şöyle dediklerini işittim: Ramazan ayında eşi ile ilişkide bulunmak suretiyle veya başka bir sebeple orucu bozan kimseye, Ramazanda eşi ile cinsel ilişkide bulunan kimse ile ilgili olarak Hz. Peygamber'den nakledilen şey yani keffaret gerekmez. Ancak o günü kaza etmek gerekir." İmam Mâlik âlimlerden duyduğu bu ifade üzerine şöyle diyor: Kazaya kalmış ramazan orucunu bozmak hususunda bana en sevimli gelen budur. Bakınız: Muvatta, Mâlik, 1/297 (M. Fuat Abdul Baki nüshası)
Çevirenin Notu: Yukarıda Mâlik'e nisbetle bîr takım hükümler söyleniyor. Bu kitap bir fıkıh ve fetva kitabı değildir. Eseri tahkik eden zât, îmam Mâlik'in görüşünü yansıtmak için bu nakli yapmıştır düşüncesindeyiz. Ayrıca keffaret konusundaki hüküm için fıkıh kitaplarına bakılmalıdır.
[5] Bu zat. Yahya b. Yahya b. Kesir’dir. Aslen Kurtubalıdır, fakat velâ (dostluk andlaşması) ile Leysi olmuştur. Künyesi Ebu Muhammed'dir. Doğru sözlü bir fıkıh bilginidir. Hadis'i azdır. Vehimli bir kimsedir. Onuncu tabakadan olup, sahih olan kavle göre hicretin 234. yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 2/360; Şezerât, 2/82.
[6] Eseri tahkik eden Nedvî "Bu şekliyle ifadede kapalılık vardır." demektedir.