Konu Başlığı: Anlama araçlarını bilmemek Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Mayıs 2011, 20:11:12 Birinci Hata Anlama araçlarını bilmemek Anlama araçlarını bilmemek; şüphe yok ki Yüce Allah, Kuranı başka bir dilde değil, Arapça olarak indirmiştir. Bunun manası şu dur: Kur'an kelimeleri, anlamı ve üslûpları ile Arap dili üzere gelmiştir. (Nitekim şu âyetler bunu ifade etmektedir:) "Biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık." [7] Korunsunlar diye pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik." [8] '(Rasûlüm!) Onu (Kur'an'ı) Ruh'ul Emîn uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir." [9] (Bu ifadelerden açıkça anlaşılıyor ki) Hz. Peygambere indirilen Kur'an Arapça idi. O dat harfini söyleyenlerin (Arapçayı konuşanların) en fasihi Abdullah oğlu Muhamrned Aleyhisselâm idi. O'nun gönderildiği topluluk da Arap idi. Peygamber ile gönderildiği topluluk arasındaki konuşma onların dilindeki âdete göre gerçekleşti. Kur'an'daki (tüm) lafız ve anlamlar hep alışık oldukları tarzda kullanılmış, ona (Arapların alışık oldukları dışında) bir şey karışmamıştır. Bil'akis bizzat Kuran kendisinde yabancı bir şey bulunduğunu reddetmiştir. Yüce Allah buyurur ki: "Şüphesiz biz onların "Kur'an'ı ona ancak bir insan öğretiyor" dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kuran) apaçık bir Arapçadır." [10] Bir diğer ayet de şöyledir: "Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'an kasaydık, diyeceklerdi ki: Âyetleri tafsilatlı bir şekilde açıklamalı değil miydi?" [11] Hz. Peygamber tüm insanlara gönderilmiş ise (ki öyledir), Yüce Allah bütün milletleri ve tüm insanları, bu (din) meselesinde Arap lisanına tâbi kılmıştır. Durum böyle olunca Allah'ın kitabını anlamak ancak Hz. Peygamber'e indiği yol ile olur. O yol, Arapçanın lafız, mana ve üslûplarını dikkate almaktır. Arap dilinin kelimeleri açıkça bilinen kelimelerdir. Mana ve üsluplarına gelince, manalardan bilinenler Arap dilinin genişliğini gösterir. . Arap dilinde bazan genel ve açık bir şey söylenir, bundan açık bir mana kasdedilir. Sözün baş tarafı sonuna ihtiyaç bırakmaz. Bazen genel ve acık bir şey söylenir, özel de buna girer. Böyle olduğuna sözün bir kısmı delil olur. Bazen genel ve açık bir şey söylenir, fakat maksat özeldir. Bazen açık bir şey söylenir, ama sözün gelişinden,maksadın o açık şey olmadığı bilinir. Tüm bu özelliklerle ilgili bilgi sözün başında, ortasında veyasonunda mevcuttur. Arap dilinde bir sözün ortasında bile konuşmaya başlarsın. Bir kimse bir şeyi söyleyince lafızdan değil, manadan sözü anlarsın. Nitekim işaretden de anlarsın. Araplara göre bu tür, konuşmanın en fasih olan türüdür. Çünkü bunu sadece kendisi bilir, bunun câhili olanlar anlamaz. Bazen bir şeye pek çok isimler verir. Bir kelimeyi pek çok manada kullanır. Tüm bu dil özellikleri Araplarca bilinir, başkalarınca bilinmez. Arapçanın bu ve diğer tasarruflarını bilen ve sağlam marifet sahibi olan kimsenin bu hususta köklü bilgisi olur. yimdi bunların örneklerini görelim: Kur'an'da: "O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekildir."[12] Buyuruluyor. Bu ayetteki söyleyiş tarzı, içinde hususilik bulunmayan genel ve açık bir ifadedir. "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerindedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı yeri bilir." [13]âyeti de böyledir. Çünkü tüm yer, gök, canlılar, ağaçlar ve diğerlerinin yaratıcısı Allahtır ve her canlıyı rızıklandıran O'dur. Bir ayette: "Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevi Araplara Allah'ın Rasülünden geri kalmaları onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz."[14] buyurulmuştur. Bu ayet dahi manası genellik ifade eden ayetlerdendir. Zira Hz. Peygambere karşı nasıl davranılması gerektiği bildirilirken gücü yeten de, yetmeyen de (yani herkes) kastedilmiştir. Bir diğer ayetde: "... Yine (Hz. Musa ve Hızır) yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar..."[15] buyuruluyor. Bu âyet, genel ifade ile özel anlam kasdedilmesmin örneğidir. Çünkü Hz. Musa ve Hızır aleyhisselâm köy halkının hepsinden yiyecek istememişlerdir. Bir diğer âyetde: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık." buyurulmuştur.[16] Bu ayet dahi genellik ifade eder. Zira hiçbir insan bu ayetteki ifadenin dışında değildir. Ancak Yüce Allah bu ifadelerin peşinden: "Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız ondan en çok korkanınızdır." buyurmuştur. Ayetin bu kısmı özeldir. Zira Allah korkusu (demek olan takva) ancak, onu idrak eden, onun bilincinde olan buluğ yaşının üstünde olan insanların yapıp yaşadığı bir şeydir. Bir başka ayette: "Bir kısım insanlar, müminlere: (Düşmanlarınız olan) insanlar, size karşı asker topladılar, onlardan sakının dediler..." [17] Bu ayetteki ikinci "insanlar" kelimesinden maksat, genel olarak insanlar değil, özel bir grup insandır. Aksi halde müslümanlara karşı toplanan kimseler de genel insanlar arasında sayılmak gerekir. Oysa onlar (savaşmak üzere) çıkmışlardır. Fakat (filolojik olarak "insanlar" anlamına gelen) "Nâs" kelimesi, üç kişiden oluşan bir topluluğa söylenen bir kelimedir. Tüm insanlara da söylenir. Tüm insanlarla üç kişiden oluşan bir topululuk arasındaki kalabalıklara da söylenir. Buna göre "insanlar sizin için asker topladılar" demek sahihtir. Bu sözü söyleyen insanlar dört kişilerdi. Bir diğer ayette: "Ey insanlar! (size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin..." buyurulmuştur.[18] Bu âyetteki "insanlar" dan maksat, Allah'tan başka varlıkları tanrı edinen kimselerdir. Çocuklar, deliler ve mü'minler bunların dışındadır. Bir başka âyette: "Onlara deniz kıyısında bulunan köye sor" buyurulmuştur.[19] Âyetin zahirine bakılırsa köye sorulacağı anlaşılıyor. Oysa ayetin devamında: "Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı." buyurulmuştur. Ayetin sonundaki bu ifade maksadın köye sormak olmayıp, köy halkına sormak olduğunu gösteriyor. Çünkü köy, saygısızlık da etmez, haddi de aşmaz. Bir diğer âyette: "Zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik..." buyuruluyor.[20] Ayetteki "zâlim olan" ifadesi maksadın belde olmayıp belde halkı olduğunu gösteriyor. Bir başka ayette ise: "(İstersen) içinde bulunduğumuz şehire ve aralarında bulunduğumuz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz." buyurulmuştur.[21] Maksadın şehire sormak olmayıp, şehir halkına sormak olduğu mana olarak açıktır. Dil konusunda ilim erbabından olanlar bu hususta ihtilaf etmez. Çünkü şehir ve kafile onların doğru olduğundan haber vermez. Buraya kadar Araplarda (Arapça ile ilgili olarak) var olan bu tasarrufların hepsi İmam Şafiî'nin ifade ettiği şeylerdir. Bunların hepsi, Kur'an'ın ancak dil ile ilgili bilgilerle anlaşılacağını açıklamaktadır. İmam Şafiî Arap dilindeki yolların en kapalı olanlarını örnek olarak vermiştir. Çünkü Arapçadaki o diğer uygulamaları, bu işlerin erbabı olan nahv, sarf, beyan, meânı ve iştikak âlimleri geniş bir şekilde açıklamışlardır. Araplarla ilgili haberleri durumun gereğinegöre nakledenler bildirmişlerdir. Kur'an tüm bunları içine alarak gelmiştir. Onun içindir ki Kur'ana Arapça denmiştir. Bu tesbite göre şeriatla ilgili söz söyleyecek veya inceleme yapacak, şeriatın ana esasları ve detayları hakkında beyanda bulunacak kişinin iki görevi vardır: 1- Kendisi Arapçayı bilme hususunda Arap veya Arabın ulaştığı noktaya ulaşmakta Arap gibi olmadıkça hiçbir hususta konuşmamak. (Bu hususta bir şey söylemek için bu dereceye gelmemişse de) Halil, Sibeveyh, Kisâi, Ferrâ veya benzerleri veya onlara yakın derecede olan geçmiş imamlar gibi olmalıdır.[22] Arap gibi veya bu kimseler gibi olmaktan maksat, onların (bilgileri) topladığı gibi toplamak ve ezberlediği gibi ezberlemek değildir. Maksat, anlamının tamamen Arab(ın anladığı gibi) olmasıdır. Arapça âlimlerinden eskiler, son dönemdekilerden böyle olma özellikleri ile ayrılmışlardır. Çünkü onlar, kendilerinde bu manayı benimsedikleri için neticede konularında imam/önder olmuşlardır. Eğer bir kimse bu dereceye gelmemiş ise Kur'an'ın manasını anlamakta başkasına uymak yeterlidir. İlminde ehliyetli olana sormadıkça Kur'an'ı anladığı hususunda kendisi hakkında iyimser olmasın. Daha önce ifade edilen mana ortaya konulunca İmam Şâfıî şöyle demiştir. "Her kim ki Arap dilindeki bu özellikleri bilmiyorsa -ki Kur'an bu dil ile inmiş, sünnet/hadis bu dil ile söylenmiştir. Bildiği(ni ileri sürdüğü) şey hakkında, söylediği kelimeyi bilmeyen kimsenin yaptığı gibi yapmacıklı ve zorlamalı bir şey söylemiştir. Sağlam bilgisi olmayan, bilmediği şeyde bu duruma düşen kimsenin doğruya ulaşma başarısı -şayet bilmeksizin bir başarı elde etse bile- bu, övgüye layık bir başarı değildir. Çünkü bilgisinin doğru ile hata arasındaki farkı kapsamadığı bir konuda görüş bildirmiştir. İmam Şafiî'nin söylediği doğrudur. Çünkü Kur'an ve hadis hakkında bilgisi olmadığı halde söz söylemek, yapmacık ve zorlama bir şey söylemektir. Oysa biz müslümanlar bundan yasaklanmış durumdayız. Bu yasaklanan şeyi yapmak, aynı zamanda Hz. Peygamber'in: "....bilgin kimseler kalmayınca insanlar cahil kimseleri başlarına geçirirler." hadisinin ifade ettiği manaya girmektir. Çünkü Arap dilini tam manasiyle bilmek olmayınca o kimseler, Kur'an ve hadis hakkında Arapçaya uymayan bir anlayış ve mantığa başvurmaktadırlar. Böyle bir şey, delile dayanmaktan uzaktır ki kişiyi (ana) caddeden saptırır. İbn Vehb Hasen'den şu rivayeti kaydetmiştir. Hasen'e şöyle denilmiştir: bir kişinin dilini doğrultmak ve anlayışını düzeltmek için Arapça öğrenmesi hakkında görüşünüz nedir? Hasen bu soruya şu cevabı vermiştir: Evet, onu öğrensin. Çünkü kendi kendine okur ve (kendi mantığına göre) kavrarsa mahvolur. Yine Hasen'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onları ucme (Arapça dışındaki, Arapçaya uymayan bilgiler) mahvetmiştir. Çünkü onu (Kur'an'ı) gereken yorumu dışında yorumluyorlar. 2- Kur'an ve hadiste bir lafız veya manâda problemli bir durumda karşılaştığı zaman, Arapçada (güvenilir derecede) bilgisi olan bir zâttan kendisini destekleyen bir görüş olmadan söz söylememelidir. Bu kişi, belki Arapçada imam derecesinde olabilir. Fakat bazı vakitler kendisi için gizli kalan bir husus olabilir. Böyle bir kimse için en uygun olan ihtiyatlı davranmaktır. Çünkü bazen halis Arap olan bir kimseye dahi bazı manalar gizli kalır da onu sorar. Kendileri Arap oldukları halde sahabeden bile böyle pek çok şeyler nakledilmiştir. Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben "Eygökleri ve yeri yaratan.'..." âyetindeki[23] kelimesinin (gerçek) anlamını bilmiyordum. Tâ ki iki bedevi bir kuyu ile ilgili anlaşmazlıklarını bana getirdiler. Bunlardan birisi, diğerine diyordu. Yani "O kuyuyu ilk olarak meydana getiren benim" demekte idi. Yine rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer minberde (konuşuyor)iken Nahl sûresi 47. ayetindeki kelimesinin manasını sormuştu. Müzeyi kabilesinden bir adam, kabilelerinde bu kelimenin "azar azar eksiltmek" olduğunu söylemiştir. Bunun örnekleri çoktur. İmam Şâfiî şöyle demiştir: Arapça, diğer lisanlara göre kelimeleri en çok, ekol olarak en geniş bir dildir.İmam Şâfiî (devamla) şöyle diyor: Peygamber olmayan bir insanın Arapçanın tüm bilgisini kuşattığını bilmiyoruz. Fakat o kimse lisanların tamamını biliyor olamaz. Bu özellikte lisanı bilen kimse bulunmaz. Arapların Arapçayı bilmesi, fıkıh âlimlerinin hadisi bilmesi gibidir. Hiçbirini bırakmamacasına tüm hadisleri toplamış bir adam bilmiyoruz. Tüm âlimlerin bilgisi bir araya gelirse, hadislerin tamamı bir araya gelmiş olur. Alimlerin her birinin bilgisi ayrı ayrı düşünülürse, hadislerden bazılarının bilinememesi söz konusudur. Bir âlimin bilmediği, kendi derecesinde ve aynı alanda bilgin olanlardan bir diğeri tarafından biliniyor olabilir. Arapça da halk yanında da özel durumda olan bilginler yanında da böyledir. Araplar kendi dillerini eksiksiz bilirler. Arap lisanı başkasından öğrenilmez. Bu dili ancak Arap olandan aktaranöğrenmiş olur. Bu lisanı bilmek de ancak onu Araptan öğrenmek üzere peşine düşen ortak olabilir. Arapçayı Araptan alıp kabul eden onu bilen lisan ehlinden olur. Arap olmayanlar ise o lisanı terk ettiğinden onun ehli olamaz. Ama kendisini tamamen o lisana teslim ederse onun ehlinden olur. İmam Şafiî'nin söylediği budur. Onun söylediğinde hiçbir kimse ihtilaf etmez. Durum böyle olunca Kur'an ve hadis hakkında inceleme yapacak/söz söyleyecek kimsenin, onların ifade edildiği dili öğrenmesi gerekir. Arapçada uzman olanların, o konularda söz söylemeye hak elde ettiğine tanıklık etmeden kendi hakkında iyi zan beklememelidir. Bilgisi kapsamı dışında kalan problemli meselelerde tek başına söz söylememelidir. Eğer bu tavsiyelere uymakta devamlı olursa, -İnşâallah- Allah Rasûlünün ve sahâbe-i kiramın üzerinde oldukları hale ulaşmakta muvaffak olur. Abdullah b. Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz Hz. Peygambere: İnsanların en hayırlısı kimdir? Diye sorduk. Hz. Peygamber: "Hem'li[24] kalp ve doğru (söyleyen) dil sahibi kimsedir" buyurdu. Biz: Doğru (söyleyen) dil sahibini anladık. Hem'li kalp sahibi kimdir? dedik. Hz. Peygamber: "O, takva sahibi tertemiz, kalbinde günah ve hased olmayan kimsedir." buyurdu. Biz: Ondan sonra (en hayırlı insan) kimdir? Dedik. Hz. Peygamber: "Dünyayı unutup, âhireti seven kimsedir" buyurdu. Biz: Allah Rasûlünün Mevlasının yücelttiği dışında içimizde böyle birini bilmiyoruz, dedik. Ondan sonra (en hayırlı insan) kimdir? dediğimizde Hz. Peygamber: "Güzel ahlâklı mü'mindir" buyurdu: Biz: İşte böylesi bizim içimizde var, dedik. Yine rivayet olunduğuna göre bir adam Hz. Peygambere gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü! Koca, karısını delk eder mi?[25] dedi. Hz. Peygamber: "Evet, eğer erkek fakir ise" buyurdu. (Orada bulunan) Hz. Ebu Bekir (konuşulanları kavrayamamış ve Hz. Peygambere): Ey Allah'ın Rasûlü! Adam size ne dedi, siz ona ne dediniz? Diye sormuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Adam bana koca karısını (harcama konusunda ihtiyacını karşılamakta) oyalayıp geciktirme yapabilir mi? dedi. Ben de: Evet, eğer erkek fakir ise, dedim,” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir: Ey Allah'ın Rasûlü! Senden daha güzel şekilde Arapçayı konuşanı görmedim, dedi. Hz.Peygamber ise: “Nasıl güzel konuşmam? Ben Kureyşliyim ve de Sa'd oğulları kabilesinde emzirildim” buyurdu. İşte bu deliller, Arapçada bazı kelimelerin halis Arap olan bazı kimselere bile anlaşılamaz olduğunu göstermektedir. O halde yapılması gerekli olan, onların sorduğu gibi (bilinmeyenleri) sormaktır. Böylece onların hali üzere olacaktır. Aksi halde ayağı kayar ve (hükmünü) şeriatın dili ile değil kendi görüşü ile verir. şimdi buna (yukarda söylediğimize) altı örnek vereceğiz. 1- Câbir el-Cu'fı ".....babam bana izin verinceye kadar (bu) yerden ayrılmayacağım"[26] âyetinin yorumu henüz gelmemiştir, dedi. Yalan söyledi. Çünkü bu sözü ile mezhebi olan Rafızîliği kast etmişti. Zira onun mezhebi olan Rafızîlik şöyle diyordu: "Hiç şüphesiz Ali bulutlardadır, Onun çocuklarından biri ile ortaya çıkacak olanlar, Ali gökten "Fülan ile birlikte çıkınız" diye nida etmedikçe çıkmayacaklardır. İşte (yukardaki) âyetin manası budur." Süfyan, Cabir'in bu ayetin yorumu henüz gelmedi sözünü böyle tefsir etmiştir. Fakat bu ayet Hz. Yusuf un kardeşleri hakkında gelmiştir. Bu (bilgiler), Müslim'in mukaddimesinde yer almıştır. Akıl sahibi olan kimse, Kur'an'ın Süfyan'ın söylediğinin delili olduğunda, Cabir'in söylediğinin uygun olmadığında hiç şüphe etmez. 2- "....beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlanın."[27] ayetini delil göstererek bir adamın, dokuz kadınla evlenmesinin caiz olduğunu sanan kimsenin (bu) sözü de bir diğer örnektir. Bu iddiaya göre dört, üç ve iki topladığı zaman sayı dokuz ediyormuş. Bunu söyleyen kimse, Arap lisanında "fual" ve "Mefal" (veznin)in manasını anlamamış biridir. Ayetin manası: İsterseniz ikişer, üçer veya dörder evlenin şeklinde bir ayrıntıyı bildirmektedir. Yoksa onların dediği gibi değildir.[28] 3- Domuzun haram olan kısmı eti'dir. İç yağı helâldir, diyenin bu zannı ve sözü de bir başka örnektir. Güya bu iddianın gerekçesi şu imiş: Kur'an'da domuzun eti haram kılınmış, iç yağından söz edilmemiştir. Bu iddiayı ileri süren kimse eğer (et anlamına gelen) "Lalım" kelimesinin aynı zamanda iç yağı manasına geldiğini; (iç yağı anlamına gelen) "şahm" kelimesinin ise aynı zamanda et için söylenmediğini bilseydi, o lafı söylemezdi. 4- Her şey, hatta Allah'ın zâtı da fânidir, iddiasını ileri sürenin sözü de bir diğer örnektir. Yüce Allah onların bu söylediklerinden uzak ve yücedir. Bu iddiaya göre sadece Allah'ın yüz'ü baki kalacakmış. Çünkü ayette: "Onun (Allah'ın) vech'inden başka her şey yok olacaktır."[29] buyurulmuştur, diyorlar. Ayetteki (yüz anlamına gelen) vech'den maksat, onların söylediklerinden başka bir şeydir. Çünkü tefsir âlimleri bu hususta (birçok) yorumlar söylemişlerdir. Yukardaki sözü söyleyenin kasdı ne mana, ne de sözlük (lügat) bakımından isabetli değildir. Bu zavallının sözündeki maksada, tefsir âlimlerinin sözleri arasında en yakını "vech" kelimesinin, "zü'l vech" manasına olduğudur. Bu manayı şu örnekte görelim: "Ben şunu filan'ın vech'i için yaptım" dediğiniz zaman, bunun anlamı "filan için yaptım" demektir. Buna göre âyetin manası: "O'nun zatından başka her yok olacaktır." şeklindedir. İnsan suresi 9. ve Rahman suresi 27. ayetlerindeki "vech" kelimesinin anlamı da böyledir. 5- Allah'ın "cenb"i (yan tarafı) olduğunu sanıp bunu söyleyenin sözü de bir başka örnektir. Bunu söyleyen, Zümer suresi 56. ayetindeki "cenb" kelimesini delil olarak ileri sürmektedir. Bu ayetteki kelimenin “yan taraf” ile ne hakikat ne de mecaz olarak mana bakımından bir alakası yoktur. Çünkü Arap dilinde bunun örneği şu cümledir: "Bu iş, şu işin cenb'inde küçüktür." Bu sözün manası: "Bu iş şu işe oranla küçüktür" demektir. Buna göre ayetin manası şöyledir: ".... Allah teâla ile aramda(ki işlerde) aşırı gitmeden dolayı bana yazıklar olsun...!" [30] 6- Hz. Peygamber'in: "Dehr'e (zamana) sövmeyiniz. Çünkü dehr Allah'tır." hadisinin Dehriyye mezhebine gösterdiği sözü de bir örnektir. Bunu söyleyen kimse hadisin manasını bilmiyor. Oysa hadisin manası şöyledir: "Başınıza bir dert geldiğinde zamana sövmeyiniz. Çünkü size o derdi veren Allah'tır, zaman değildir. Zamana sövdüğünüzde, sövgü olayı yapana olur, zamana olmaz. Zira Cahiliye döneminde fiilleri zamana (dehr'e) nisbet etmek, Arapların adetindendir. Arapların "Onun malına dehr isabet etti." "Onun başına dehr belalar ve musibetler getirdi." sözleri bunun örneğidir. Cahiliye dönemi Arapları Allah'ın takdiri ile başlarına gelen her şeyi, dehr'e nisbet ederler ve şöyle derlerdi: Allah dehre lanet etsin! Allah dehri mahvetsin! Onların dehre sövmesi, dehr (zaman) içerisinde meydana gelen işlerden dolayı idi. Böylece onlar bu işleri yapana sövmüş oluyorlardı. Bu işleri yapan ise Allah'tır. Demek oluyor ki dehr'e sövmekle Allah'a sövmüş oluyorlardı. Bu örneklerle Allah'ın kelamını ve Hz. Peygamberin sözlerini mlamakta nasıl Arapça hataları yapıldığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu tür hatalar Allah ve Rasûlünün sözünü değiştirmeye yol açar. Sahabe-i kiram böyle bir hataya düşmekten beridir. Çünkü onlar halis Arap olup, Allah'ın kelamını anlamak için araç gerece ve -ğitim öğretime ihtiyaçları yoktur. Daha sonra sahabeyi müteakiben Krap dilini bilmeyen kimseler geldiler. Bunlar kendilerini zorlayıp Arapçayı öğrendiler. Bu öğrenmeden sonradır ki bunlar gerektiği gibi şeriatı öğrenip gerektiği gibi değerlendirmeler yaptılar. Selman-i harisi ve diğerleri gibi. Allah'ın kitabını ve Hz. Peygamberin hadislerini değerlendirmekte bunlara uyan herkes bir gayret içerisinde olmak dilerse insaallah en büyük cemaate girmiş ve onlar gibi olmuş olur. Sonuç itibariyle "Kurtulan grub" un içerisinde yerini alır.[31] [7] Zuhruf: 3 [8] Zümer: 28 [9] Şuarâ: 193-194-195 [10] Nahl: 103 [11] Fussilet: 44 [12] En'am: 102 [13] Hud: 6 [14] Tevbe: 120 [15] Kehf: 77 [16] Hucurat: 13 [17] Âl-i: İmran: 173 [18] Hac: 73 [19] A'raf: 163 [20] Enbiya: 11 [21] Yusuf: 82 [22] Burada adı geçen kişiler Arâpçada otorite kimselerdir. Zamanlarında olduğu gibi hâlâ ilim dünyası bu zâtların görüşlerinden yararlanmaktadır. (Çeviren) [23] Fâtır: l [24] Hz. Peygamber "üzüntü" anlamına gelen kelimesini başka bir anlamda kullanmıştır. Nitekim az ilerde İbn Ömer'in bunu anlayamadığı ifade edilecektir. Zaten bu ve bundan sonraki örnek bazı Arapça kelimeleri sahabenin dili; anlamakta güçlük çektiğini bildirmek için zikredilmiştir. (Çeviren) [25] Burudaki delk kelimesi ovalamak demektir. Fakat adam Peygambere bu manayı kasdederek sormamıştır. Bu sebeple kelimeyi tercüme etmedim aslını yazmayı tercih ettik. (Çeviren) [26] Yusuf: 80 [27] Nisa: 3 [28] Araplar. "Dokuz" demek için "iki ve üç ve dört” demez. Ayetteki bu kelimeler arasındaki "vav" harfi bedel (yerine) anlamınadır. Buna göre mana: (isterseniz) iki yerine üç, üç yerine dört ile evleniniz, demektedir. [29] Kasas: 88 [30] Zümer: 56 [31] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 2/314-322. |