๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => El-Bidaye Ven Nihaye => Konuyu başlatan: Esila üzerinde 03 Şubat 2011, 14:21:59



Konu Başlığı: Ye´cûc Ve Me´cûc -Ashab-ı Kehf-Lokmanın Kıssası
Gönderen: Esila üzerinde 03 Şubat 2011, 14:21:59
Ye´cûc Ve Me´cûc -Ashab-ı Kehf-Lokmanın Kıssası


 Ye´cûc Ve Me´cûc.

Ashab-ı Kehf

Biri Mü´min, Diğeri Kafir Olan İki Adamın Kıssası

Bahçe Sahiplerinin Kıssası

Cumartesi Günlerinde Aşırı Giden Eylelîlerîn Kıssası

Lokmanın Kıssası

Hendek Ehlinin Kıssası

Îsrail Oğullarının Haberlerini Rivayet Etmeye İzin Verilmesi

Îsraîl Oğulları Âbidlerinden Cüreyc´in Kıssası

Bersîsâ nın Kıssası



Ye´cûc Ve Me´cûc


Bunlar Adem peygamberin zürriye tindendirler. Bu hususta ihtilaf yoktur. Buna delil olarak da Buharı ve Müslim´in sahihlerinde Ebu Said´den rivayet edilen şu hadisi gösterebiliriz: Rasûlullah (s.a.v.) bu­yurdu ki:

«Cenâb-ı Allah, kıyamet gününde diyecek ki: «Ey Adem, kalk ve ateşin hasrı gibi zürriyetini hasret.» Adem de diyecek ki: «Ya Rab, ateş hasrı nedir » Cenâb-ı Allah şöyle buyuracak: «Her 1000´den 999´u ateşe, biri Cennet´e gidecektir.» İşte o zaman küçük çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile de karnındaki yavruyu düşürecek ve insanlan sarhoş halde göreceksin. Aslında onlar sarhoş değildirler, ama Allah´ın azabı şiddetlidir.»

Yanında bulunan sahabeler dediler ki:

- Ya Rasûlallah, hangimiz o 1000´de biriz

- Size müjdeler olsun, sizden bir kişi, Ye´cûc ve Me´cûc´dan 1000 İrişi (Cehennem´e gidecektir).»

Başka bir rivayette anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Size müjdeler olsun. Doğrusu sizde iki ümmet vardır ki, hiçbir şeyde yokturlar. Ancak onların çoklukları ve kalabalıkları vardır.» Bu da onların çokluklarını ve insanlardan kat kat fazla olduklarını gösteriyor. Keza onlar, Nuh Peygamberin soyundan diri ar. Zira yüce Al­lah, yeryüzü halkına beddua etmesi esnasında Nuh peygamberin çağrısına icabet etmişti. Nuh peygamber şöyle beddua etmişti:

«Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkarcı bırakma.» (Nah, 26.)

Cenâb-ı Allah da buyurdu ki:

«Ama biz, Nuh´u ve gemide bulunanları kurtardık.» (cl-Ankebût.ıs.)

«Ancak onun soyunu sürekli kıldık.» (es-Sflrcat, 77.)

Müsned ve Sünende rivayet edilen bir hadiste anlatıldığına göre Nuh peygamberin Sam, Hanı ve Yafes adında üç oğlu varmış. Sam, Arapların atasıdır. Ham, Sudanlıların atasıdır. Yafes de Türklerin atasıdır. Ye´cûc ve Me´cûc ise, Türklerden bir taifedir. Bunlar Moğollar olup çok güçlü ve bozguncudurlar. Denildiğine göre Türklere Türk denmesinin sebebi şudur: Zülkarneyn meşhur şeddi inşa ettiği zaman Ye´cûc ve Me´cûc, şeddin gerisine sığındılar. Ancak bir kısımları, şeddin bu tarafında kaldılar. Bu kalan kısım, Ye´cûc ve Me´cûc1 un öte yana geçenleri gibi bozguncu değildiler. Bu yüzden bunlar, şeddin bu tarafinda bırakıldılar. Kendilerine ilişilmedi ve (terk edilmiş anlamına gelen) Türk adı verildi.

Ye´cûc ve Me´cûc´un, Adem peygamberin ihtilam olduğu esnada spermasının yere damlayıp toprakla karışmasından yaratılmış olduklarım ve onların Havva´dan doğmadıklarını iddia eden kavle ge­lince, bu kavil, Şeyh Ebu Zekeriyya Nevevî´nin "Müslim şerhi"nde naklettiği bir kavildir. Bunu, başkaları zayıf bir kavil olarak nitelemişlerdir. Çünkü buna dair herhangi bir delil mevcut değildir. Ak­sine bu, bugünkü insanların tümünün Nuh peygamberin zürriyetinden olduklarına dair naklettiğimiz ve Kur´ân nassı ile teyid edilen görüşümüze muhaliftir. Aynı şekilde Ye´cûc ile Me´cûc´un muhtelif şekillerde ve birbirine zıt boylarda olduklarına, onlardan kiminin uzun hurma ağacı kadar uzun boylu olduğuna, kiminin de son derece kısa olduğuna, kiminin bir kulağı döşek edip yere sererek üzerine uzandığına, diğer kulağını da vücudunun üzerine örttüğüne dair riva­yetler de asılsızdır. Bütün bunlar, görmeden söylenen asılsız ve delilsiz sözlerdir. Sahih kavle göre bunlar, Adem oğullarındandır. İnsan şekline ve evsafına sahiptirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

«Doğrusu Cenâb-ı Allah, Adem peygamberi altmış zira boyunda yarattı. Sonra yaratıklar (vücut yapısı itibariyle) şu ana kadar eksilme­ye devam etmişlerdir.»

İşte bu hadis, bu konu ve diğer konularda kesin bir ölçü teşkil et­mektedir.

Ye´cûc ile Me´cûc´dan bir kimsenin kendi zürriyetinden 1000 kişiyi görmedikçe ölmeyeceğine dair söylenen söz, eğer sahih bir hadise da­yanmakta ise, bizim de kabul edeceğimiz birşeydir. Ama sahih bir hadi­se dayanmamaktaysa yine de red etmeyiz. Çünkü bu, akıl ve nakle aykırı değildir. Olabilecek birşeydir. Doğrusunu Allah bilir. Hatta eğer sahih ise, bu konuda sarih bir hadis de vardır:

Taberanî, Abdullah b. Muhammed b.Abbas el-Isbahanî kanalı ile Abdullah b. Amr´dan rivayet etti ki Peygamber (s.a.v.) şöyle

buyurmuştur:

«Ye´cûc ile Me´cûc, Adem oğullarındandır. Eğer yeryüzüne serbestçe bırakılacak olsalardı, insanların yaşantılarını bozar, onları fesada sürüklerlerdi. Onlardan bir adam, kendi zürriyetinden 1000, hatta daha fazla kişiyi geride bırakmadıkça ölmeyecektir. Onların geri­sinde üç ümmet vardır: Ta´vil, Ta´ris ve Mensik.»

Bu, cidden garip bir hadistir. Senedi zayıftır ve şiddetli derecede münkerdir.

İbn Cerir´in, "Tarih" adlı eserinde rivayet ettiği hadiste anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), İsrâ gecesinde Ye´cûc ile Me´cûc kavimlerinin yanma gitmiş, onları Allah´a imana davet etmiş, onlarsa ona icabet edip uymaya yanaşmamışlardır. Peygamber (s.a.v.), oradaki Ta´ris, Ta´vil ve Mensik ümmetlerini Allah´a imana davet etmiş, onlar onun bu davetine icabet etmişlerdir.

Sözü edilen bu hadis, Ebu Nuaym Amr b. Subh tarafından uydurulmuş mevzu bir hadistir. Ebu Nuaym, hadis uydurma suçunu işlediğini itiraf eden yalancılardan biridir. Doğrusunu Allah bilir.

Eğer üzerinde ittifak edilen ve onların kıyamet gününde Cehen­nem ateşine atılarak mü´minler için feda olacaklarına, oysa kendilerine peygamber gönderilmemiş olduğuna dair ileri sürülen hadis, nasıl bir delil teşkil ediyor Oysa Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: «Biz, pey­gamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.» (ci-Isrâ, ıs.) denilecek olur­sa buna cevaben deriz ki: Bunlara karşı delil ileri sürülmedikçe ve maze­retlerini geçersiz sayacak hususlar ortaya konulmadıkça, bunlara azab edilmeyecektir. Nitekim yüce Allah: «Biz, peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.» buyurmuştur. Eğer bunlar, Peygamber (s.a.v.)´in bf se­tinden önceki zamanda yaşamışlarsa kendilerine kendilerinden pey­gamberler gelmiştir. Ve böyle olunca da kendi aleyhlerine olan deliller ortaya konulmuş demektir. Eğer Cenâb-ı Allah, kendilerine peygamber göndermemiş ise, bunlar fetret ehli hükmündedirler.Kendilerine dave­tin ulaşmadığı kimseler statüsündedirler. Bir sahabe topluluğundan çeşitli yollarla rivayet edilen hadis de buna delalet etmektedir. Sözü edi­len hadiste Rasûlullah (s.a,v.) şöyle buyurmuştur:

«Bu durumda olan kimse, kıyametin meydanlarında imtihan edi­lir. Eğer davetçiye icabet ederse Cennet´e girer. Aksi takdirde Cehen-nem´e girer.»

«Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.» ayetinin tefsirini yaparken imamların bu hadisle ilgili görüşlerini nakletmiştik. Şeyh Ebu´l-Hasen el-Eş´arî bunu ehl-i sünnet ve´1-cemaattan bir icma olarak nakletmiştir. Bunların imtihan edilmeleri, kurtuluşlarını icap ettirmediği gibi cehennemlik olduklarına dair gelen haberlere de ters düşmez. Zira Cenâb-ı Allah, peygamberini dilediği gaybi hususlara muttali kılar. Ve onu, bu gibi kimselerin şakilerden oldukları ve karak­terlerinin de hakkı kabule aykırı olduğu hususundan haberdar kılmıştır. Bunlar, kıyamet günündeki davetçiye icabet etmezler. Bun­dan da anlaşılıyor ki onlar, dünyada -şayet kendilerine tebligat yapılmış olsaydı- hakkı şiddetli bir şekilde yalanlayacaklardı. Çünkü kıyamet gününün meydanlarında, dünyada iken hakkı yalanlamış olan kimse-

lerden bazıları, hakka boyun eğecekler. Görülen korkunç manzaralar karşısında kıyamet gününde iman etmek, elbette ki dünyadaki imana nisbetle vukuu bir nevi zorunlu olan imandır. Doğrusunu Allah bilir. Ni­tekim yüce Allah buyurmuş ki:

«Suçluları Rablerinin huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: «Rab-bimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu kesin olarak inandık» derlerken bir görsen!» {cs-Secde, 12.) «Bize geldikleri gün neler görüp neler işitecekler!» (Meryem, 38.) Peygamber (s.a.v:)´in İsrâ gecesinde Ye´cûc ile Me´cûc´u imana da­vet ettiğine ve onların bu çağrıya icabet etmediklerine dair nakledilen hadis; münker, hatta uydurma bir hadistir. Amr b. Sabh tarafından

uydurulmuştur.

Şedde gelince, önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi Zülkarneyn onu demirden ve erimiş bakırdan yaptı. Onunla yüksek, uzun ve ıssız dağları birleştirip dümdüz hale getirdi. Yeryüzünde ondan daha muaz­zam ve dünyevi hususlarda yaratıklara ondan daha faydalı başka bir bi­na ve yapı bilinmemektedir. Buharî´nin ifadesine göre adamın biri Pey­gamber (s.a.v.)´e:

- Ben şeddi gördüm, demiş. Peygamber (s.a.v.):

- Onu nasıl gördün diye sorunca adam;

- Süslenmiş bir aba gibi gördüm, demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):

- Ben de onu böyle gördüm, demişti.

İbn Cerir, Katade´nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Adamın biri dedi ki:

- Ya Rasûlallah, Ye´cûc ile Me´cûc´un şeddini-gördüm. Peygamber (s.a.v.):

- Bana onun özelliklerini anlat, deyince adam şöyle cevap vermişti:

- O süslenmiş bir aba gibiydi. Üzerinde bir siyah, bir de kızıl çizgi vardı.Peygamber (s.a.v.):

-Ben de onu bu şekilde gördüm, dedi.

Anlatıldığına göre halife Vasık, bir adamını şeddin bulunduğu yere göndermişti. Yoldaki hükümdarlara mektup göndermiş ve adamını şehir şehir oraya ulaştırmalarını tavsiye etmişti ki, bu adamı, gidip sed hakkında keşifler yapsın ve Zülkarneyn´in onu ne şekilde inşa ettiğini görsün ki, dönüşünde kendisine bazı bilgiler versin.

Vasık´m adamı gitti. Şeddin keşfini yaptı, dönüşünde şeddin özelliklerini anlattı. Orada büyük bir kapı bulunduğunu, kapının üzerinde asma kilitlerin takılı olduğunu ve gerçekten şahika, muhkem, sağlam bir yapı olduğunu, inşaattan artan demir kerpiçlerle aletlerin oradaki bir burcun içinde bulunduğunu, o eşyaların bugüne dek orada

muhafaza edildiğim, sınırdaki ülkelerin hükümdarlarına ait muhafız­ların orada nöbet tuttuklarını, şeddin yeryüzünün kuzey doğusunda bulunduğunu ve o beldelerin gerçekten geniş olduğunu, oradaki ahali­nin ekinlerden, tahıllardan yiyerek kara ve deniz avcılığı yaparak geçindiklerini, sayılarım ancak yaratanın bildiği kadar çok olduğunu anlattı.

Yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuş: «Artık Ye´cûc ve Me´cûc, onu ne aşabildiler ve ne de delip geçebildiler.» (cl-Kchf, 97.)

Buharı, müzminlerin annesi Zeyneb binti Cahş´ın şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.) uykudan uyandı. Yüzü kızarmıştı, şöyle diyordu: «Lâ ilahe illallah, Vukuu yaklaşan bir serden, büyük bir fitneden dolayı Arapların vay haline! Bugün Ye´cûc ve Me´cûc şeddinden şunun gibi bir delik açıldı. (Peygamber (s.a.v.) böyle derken baş parmağıyla onu takip eden şehadet parmağım halkaladı) Bunun üzerine ben dedim ki:

-Ya Rasûllallah! Aramızda bu kadar salih kimseler varken biz he­lak olurmuyuz

Rasûlullah (s.a.v.) da:

- Evet, kötülükler çoğaldığı zaman (helak olursunuz) diye cevap verdi.

Şimdi bu ayetle bu hadisi nasıl telif edip uzlaştıracağız diye soru­lacak olursa cevaben deriz ki: Eğer bunun şer ve fitne kapılarının açıldığına bir işaret olduğu, bunun sırf bir istiare ve darb-ı mesel olduğu söylenecek olursa, ortada herhangi bir problem yok demektir. Ama bu­nu hissedilen veya beklenilen bir durumun ihbarı olarak söyleyecek olursanız - nitekim akla ilk gelen de budur- yine bir problem yoktur. Zi­ra: «Artık Ye´cûc ve Me´cûc onu ne aşabildiler ve ne de delip geçebildiler.» ayetinde sözü edilen aşma ve delip geçme imkansızlığı, o zaman için söz konusu idi. Çünkü burada aşma ve delip geçme fiilleri, geçmiş zaman ki­pinde kullanılmıştır. İleride bunu aşmanın ve delip geçmenin imkansız olacağından söz edilmemiştir. Allah´ın izniyle onu aşmak ve delip geçmek, ileride mümkün olabilir. Allah´ın bunda bir takdiri vardır. Yavaş yavaş onları yani Ye´cûc ile Me´cûc´u bu şedde musallat kılar ve zamanı gelince de mukadder olan iş meydana gelir. Yani şeddi aşabilirler, delip geçebilirler. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

«Ye´cûc ve Me´cûc´un şeddi yıkıldığı zaman, her dere ve tepeden boşanırlar.» (ei-Enbiyâ, 96.}

Ama burada nakledeceğimiz başka bir hadis bundan daha müşkildir. O hadisi, imam Ahmed b. Hanbel kendi "Müsned"inde Ebu Hüreyre´den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)´m şöyle buyurduğunu nakletmiştir: «Doğrusu, Ye´cûc ile Me´cûc, her gün şeddi kazarlar. Öyle

ki şeddin gerisinden güneşin ışığım görecek kadar yaklaşırlar. (Şeddin duvarını inceltirler) başlarındaki amirleri de:

- Haydi, dönün bakalım yarın kalan kısmı kazarsınız, der onlar da yerlerine dönerler. Ertesi gün geldiklerinde şeddi eskisinden daha sağlam halde görürler. Nihayet vadeleri tamam olur. Cenâb-ı Allah, onları insanların üzerine göndermek ister. Şeddi kazmaya başlarlar. Derken güneş ışınlarını şeddin Öbür tarafından görecek gibi olurlar. Başlarındaki amirleri:

- Haydi, geri dönün, inşaallah yarın yine kazarsınız, der. (daha Önce inşaallah demediği halde bu defa inşaallah der.) Ertesi gün şeddin yanına geldiklerinde onu bırakmış oldukları gibi görürler, kazmaya de­vam ederler ve öbür tarafa insanların yanına çıkarlar, insanlar, kalele­rine sığınırlar. Göğe ok atarlar, okları yere döndüğünde üzerinde kan gi­bi birşey görürler. Ve: «Yeryüzü ahalisini mağlub ettik, gök ahalisine de üstün olduk.» derler. Cenâb-ı Allah, onların enselerine kurtçuklar mu­sallat eder; bu kurtçuklar onları öldürür. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

«Muhammed´in nefsi kudret elinde bulunan Allah´a yemin ederim ki, yeryüzündeki hayvanlar, onların etlerini ve kanlarını yiyerek şişmanlarlar ve oldukça şükrederler.»

Onların bu faaliyetleri, Kâbü´l-Ahbar´dan da rivayet olunduğu gibi ´insanların yanma çıkmalarına yakın bir vakitte ahir zamanda olacaktır. [1]



Ashab-I Kehf


Yüce Allah, Kur´ân-ı Kerim´de buyurdu ki:

«Ey Muhammed! Yoksa sen, mağara ve Rakım ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi zannettin »

Bir kaç genç mağaraya sığınmış: «Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl.» demişlerdi. Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk, sonra, iki taraftan hangisinin bekledikle­ri müddeti iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık.

Ey Muhammed! Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış bir kaç gençti. Onların hidayetle­rini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi: «Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O´nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız. Yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim mil­letimiz, Allah´ı bırakıp O´ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna dair ap açık delil getirmeleri gerekmez mi Allah´a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir » Onlara: «Siz onlardan ve Allah´tan başka taptıklarından ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin.» denildi.

Baksaydm, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğim, sol tarafından onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allah´ın mucizelerindendir. Allah´ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa artık ona, doğru yola götürecek bir rehber bulamaz­sın.

Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sanırdın, biz onları sağa ve sola döndürürdük. Köpekleri, dirseklerini eşiğe uzatmıştı, onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın.

Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri:

«Ne kadar kaldınız » dedi.

«Bir gün veya biraz daha fazla müddet kaldık.» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin. Orada nazik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın.» dediler.

«Zira onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler

veya dinlerine döndürürler. Bu takdirdede asla kurtulamazsınız.»

Böylece, Allah´ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopma­sından şüphe edilemiyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladık. Nitekim halk, bunların hakkında çekişip duru­yor: «Onların mağaralarının çevresine bir bina kurun.» diyorlardı. Oy­sa Rableri onları çok iyi bilir. Tartışmayı kazananlar: «Onların mağaralarının çevresinde mutlaka bir mescid kuracağız.» dediler.

«Karanlığa taş atar gibi, «Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir.» derler. Yahut, «Beştir, altıncıları köpekleridir.» derler. Yahut, «Yedidir, sekizincileri köpekleridir.» derler.

De ki: Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Önlan, pek az kimse­den başkası bilmez.»

Bunun için ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanın dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden birşey sorma. Herhangi bir şey için, Allah´ın dilemesi dışında: «Ben, yarın onu yapacağım.» deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle de: «Umulur ki Rabbim, beni doğruya daha yalan olana eriştirir.»

Onlar mağaralarında 309 yıl kaldılar, derler. De ki: «Onların ne ka­dar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı O´na aittir. O, ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir! İnsanların O´ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi hükümranlığına ortak kılmaz.»

Ey Muhammed! Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku. O´nun sözlerini değiştirecek yoktur. O´ndan başka sığınılacak bir kimse bulamazsın.» (ci-Kchf, 9-27.)

Ashab-ı Kehf kıssasının nüzul sebebi ile Zülkarneyn haberine dair ayetlerin nüzul sebebi Muhammed b. İshak ve diğer siyer âlimleri tarafından "es-Sîre" adlı eserde anlatılmıştır. Bu eserde anlatıldığına göre Kureyşliler, Rasûlullah (s.a.v.)´ı imtihan edip köşeye sıkıştırmak amacıyle Yahudilere adamlarını göndermişler; onlardan zor cevaplı bazı sorular almışlardı. Yahudiler, yanlarına varan Kureyşlilere demişlerdi ki: Geçmiş zamanda giden ve ne yaptıkları bilinmeyen bir kavmi Muhammed´e sorun. Yeryüzünde dolaşan adam (Zülkarneyn´i) ile Ruh´un mahiyetini de sorun.

Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz´e Ruh, Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf le ilgili ayetleri inzal buyurdu:

«Ey Muhammed! Sana Ruh´un ne olduğunu soruyorlar...»

«Ey Muhammed! Sana Zülkarneyn´i sorarlar...»

«Yoksa sen, ey Muhammed! Mağara ve Rakım ehlini şaşılacak ayet­lerimizden mi zannettin »

Yani bu meseleler, seni vakıf kıldığımız haberlere, göz alıcı mucize­lere ve garip acaipliklere nisbetle çok hayret verici şeyler değildirler.

Ayet-i kerimede sözü edilen Kehf, dağdaki mağara demektir.

Şuayb el-Cübaî: «Ashab-ı Kehfin mağaralarının adı "Hayzem" idi.» demiştir.

Ayet-i kerimede geçen Rakım kelimesine gelince, İbn Abbas: «Bu­nun ne anlama geldiğini bilemiyorum.» demiştir. Bu kelimenin, kitabe anlamına geldiğini ve bu kitabede Ashab-ı Kehfin adlarının yazılı olduğunu, maceralarının da kendilerinden sonra bu kitabeye kayd edildiğini söyleyenler de vardır. İbn Cerir ile diğerleri, bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları ise Rakîm kelimesinin, mağaralarının bulunduğu dağın adı olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas ile Şuayb el Cübaî: "Mağaralarının bulunduğu dağın adı, Benaclus dağıdır." demişlerdir. Bazıları ise Benaclus´uıı, mağaraların yanındaki vadinin adı olduğunu söylemişlerdir. Benaclus un, oradaki bir köy adı olduğunu söyleyenler de vardır. Doğrusunu Allah bilir.

Şuayb el-Cübaî´nin ifadesine göre Ashab-ı Kehfin köpeklerinin adı, Himran´dır. Yahudilerin, onların haberleriyle ilgilenmeleri Ashab-ı Kehfin yaşadığı zamanın çok eski bir zaman olduğunu isbatlamak-tadır. Müfessirlerden bazıları bunların, Mesih´ten sonra yaşadıklarını ve Hristiyan olduklarını söylemektedirler. Ayetin zahirinden de anlaşılacağı gibi bunların kavimleri müşrik olup putlara taparlarmış. Bir çok tefsirci ve tarihçinin anlattığına göre Ashab-ı Kehf, Dakyanus adındaki hükümdarın zamanında yaşamış olup devlet kademesinde bu­lunan ekâbir çocuklarıdır. Bunların, hükümdar çocukları olduğu da söylenmiştir. Bunlar, bir bayram gününde halkı ile toplanmış iken mil­letlerinin putlara saygı gösterip secde ettiklerini basiret gözüyle görüp müşahede ettikleri zaman Cenâb-ı Allah kalplerindeki gaflet perdesini kaldırmış, onlara doğru yolu göstermiş, onlar da kavimlerinin sağlam bir din üzerinde olmadıklarını anlamışlardı. Bu sebeple milletlerinin mensüb oldukları dini bırakarak bir ve ortaksız olan Allah´a kulluk et­meye yöneldiler. Anlatıldığına göre bunlardan her birisi, Cenâb-ı Al­lah´ın tevhid inancına kalpleri mazhar olduğu zaman topluluğun içinden sıyrılıp bir yerde bir araya gelmişlerdi. Nitekim Buharî´nin sahi­hinde de nakledilen bir hadis-i şerifinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Ruhlar, çeşitli nevilerden bir araya getirilmiş yığınlardır. Evsaf ve ahlakta birbirleriyle uyum içinde olanlar anlaşırlar. Uyum içinde olma-yanlarsa ihtilaf ederler.»

Halkının arasından sıyrılıp çıkan Ashab-ı Kehf den her birisi, diğerinin durumunu ve halini sordu. O da içinde bulunduğu durumu ve hali anlattı. Böylece hep birlikte kavimlerinden ayrılıp uzaklaşmaya, dinlerini kurtarmak için firar etmeye karar verdiler. Fitne ve serlerin zuhuru esnasında yapılması meşru olan davranış da budur. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:

«Ey Muhammedi Sana onların olayını gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar, Rablerine inanmış bir kaç gençti. Onların hidayetlerini arttırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup şöyle demişlerdi: «Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O´nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız. Yoksa and olsun ki saçma sapan söz söylemiş oluruz. Şu bizim milleti­miz, Allah´ı bırakıp O´ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi » Yani sahip oldukları ve üzerinde bulundukları durumun hakikat olduğunu ispatlayan apaçık bir delil getirmeleri icab etmez mi «Allah´a karşı yalan uydurandan da­ha zalim kimdir » Onlara: «Siz onlardan ve Allah´tan başka taptıklarından ayrıldınız.»

Yani siz kavminizin sapık dininden ayrıldınız ve onların Allah´tan başka taptıkları tanrılardan uzak durdunuz. Çünkü onlar, Allah´la be­raber başka tanrıları da Allah´a ortak koşuyorlardı. Nitekim İbrahim

Halil (a.s.) demiş ki:

«Beni yaratan hariç, sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni doğru yola eriştirecek olan, şüphesiz O´dur.» («-Zuhnıf, 27.)

İşte şu gençler birbirlerine şöyle dediler: Madem ki kavminizin di­ninden ayrıldınız, o halde bedenen de onlardan uzak durun ki kötülüklerinin size dokunmasından emin olasınız. «Bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin.» Yani Rabbiniz size perdelesin ve O´nun himayesi altına girin. Durumunuz da hayırla neticelensin. Nitekim bir hadiste şöyle buyuruimuş: «Allah´ım, bütün işlerde sonumuzu güzel eyle. Bizi dünyanın perişanlığından ve ahiretin azabından koru.»

Ashab-ı Kehfin içinde bulundukları mağara, Kur´ân´da şöyle tasvir ediliyor: Mağaranın kapısı kuzeye, dibi (arkası, derinliği) de kıbleye yönelikti. Bu durumdaki bir mekan, mekanların en faydahsıdır. Yani mekanın kendisi kıble, kapısı da kuzey cihetinde olursa, çok faydalı olur. Nitekim ayet-i kerimede de buyuruluyor ki: «Baksaydın, güneşin, mağaralarının sağ tarafindan doğup meylettiğini, sol taraûndan onlara dokunmadan battığını görürdün. » Yaz mevsiminde ve sıcak günlerde güneş doğarken mağaranın batı yanından içeriye vuruyordu. Azar azar güneş ışınları içeriye meylediyor, sağ taraftan içeri aydınlanıyordu. Böylelikle güneş yükseliyor, semanın ortasına geliyordu. Sonra yine batı tarafına yönelerek ışığı içerden kısılıyor, gurub vaktinde doğu tarafından içeriye azar azar güneş ışınları giriyordu. Böyle bir konumda olan bir mağaraya giin^ş elbetteki böyle girerdi. Bazı zamanlarda güneşin mağaraya bu şekilde girmesinin hikmeti, hayasının bozulmaması içindi. «Onlarında mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allah´ın mucizelerindendir.» Yani onların yemeksizin, içmeksizin, bedenen bir gıda almaksızın uzun bir müddet boyunca bu şekilde mağarada kalmaları, Allah´ın yüce kudretinin apaçık delil ve bürh anların dan dır. «Allah´ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırca artık onu, doğru yola götürecek bir reh­ber bulamazsın. Mağara ehli uykuda iken sen, onları uyanık sanırdın.» Onları uyanık sanırdın, çünkü bazıları demişler ki, gözleri açıktı. Gözlerinin açık olması, uzun süre uykuda kalmaları yüzünden bozulmaması içindi. «Biz onları sağa ve sola döndürürdük.» Bir kavle göre onlar, senede bir sağdan sola veya soldan sağa döndürülürlerdi. Belki de daha fazla miktarda ve sayıda sağa ve sola döndürülmüşlerdir. Doğrusunu Allah bilir. «Köpekleri, dirseklerim eşiğe uzatmıştı.» Şuayb el-Cübaî, köpeklerinin adının Himran olduğunu söylemiştir. Demek istediğimiz şudur ki, beraberlerindeki köpekleri, kavimlerinden ayrılmaları esnasında yanlarında durmuş, ama sadece kapıda bekçilik yapmış, dirseklerini´eşiğe uzatmış, mağaranın içine girmemişti. Bu da onun edebindendir. Ve onlara yapılan ikramlar cümlesindendir. Zira melekler, içinde köpekler bulunan bir eve girmezler. Bu yüzden köpek, içeriye girmemiş, kapıda beklemişti. Bir kavme veya bir kişiye bağlılık, insana, hatta köpeğe tesir eder. Köpek, onların mağarada bulundukları sürece onlarla beraber durmuştu. Çünkü bir kavimle beraber olan, on-´ larla beraber mutlu olur. Bir köpek hakkında durum bu iken, hayır ehli kimselere tâbi olan bir insanın durumunu sen düşün! Böyle biri elbette-ki ikrama layık olur. Kıssacı ve tefsirdi erden çoğu, bu köpekle ilgili uzun uzadıya haberler nakletmişlerdir ki, bu haberlerin çoğu, israiliyattan alınma ve yalandır. Hiçbir fayda içermemektedir. Tıpkı köpeğin adı ve rengi hakkında yaptıkları ihtilaf gibi... O da yararsızdır ve yalandır.

Ashab-ı Kehf in içinde bulundukları mağaranın nerede olduğu hu­susunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Çokları, bu mağaranın Eyle diyarında olduğunu söylemişlerdir. Ninova diyarında olduğunu söyleyenler olduğu gibi Belka diyarında olduğunu söyleyenler de vardır. Rum beldelerinde olduğuna dair bir rivayet de vardır ki, bu doğruya da­ha yakındır. Doğrusunu Allah bilir. Yüce Allah, onların haberlerinin en faydalı olanlarım bizle bildirmiş, durumlarından bizim için Önemli olanları nakletmiş ve tasvir etmiştir. Öyle ki bu konudaki Kur´ân ayetle­rini dinleyen bir kimse, onları ve durumlarım görür gibi olmaktadır. Bu hususta haber veren yüce Allah, onları, mağaralarının durumunu ve keyfiyetlerini müşahede etmiştir. Onların sağdan sola, soldan sağa döndürüldüklerini, köpeklerinin de eşikte dirseklerini uzatmış olduğunu görmüş ve müşahede etmiştir. Bu hususta yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

«Onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın.» Bu da haber almanın gözle görmek gibi olmadığını ispatlamaktadır. Nitekim hadis-i şerifte de böyle denilmiştir. Çünkü haber verilen şey, meydana gelmiş demektir. Oysa bu ayette sözü edilen geri dönüp kaçma ve kork-, ma hususu meydana gelmiş değildir.

Cenâb-ı Allah, onları 309 sene uyuduktan sonra uyandırmış olduğunu, uyanınca da birbirlerine şöyle dediklerini anlatıyor: «İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız » dedi. «Birgün veya daha az bir müddet kaldık.» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin (yani beraberinizde bulunan şu paraları birine vererek Defsus şehrine gönderin), en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin.» Yani yiyeceğiniz taamları size getirsin. Bu da onların zahitlik ve verâlarmın bir göstergesidir. «Orada nazik davransın (şenire girerken nezaketli olsun), sakın sizi kimseye duyurmasın.» dediler. «Zira onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler ve ya dinlerine döndürürler. Bu takdirde asla kurtulamazsınız.» Çünkü Allah sizi o dinden kurtarmıştır.

Ashab-ı Kehf, bir gün veya bir günden biraz fazla bir müddet uyuduklarını zannettikleri için böyle konuşmuşlardı. Oysa devletleri, çeşitli aşamalar geçirmiş, beldeleri ve orada yaşayan insanlar değişmişler, çağlarında yaşamış olan insanlar geçip gitmişlerdi. Başka nesiller gelmişlerdi. Bu sebepledir ki onlardan biri - rivayete göre Tizo­sis- tanınmamak için kılık değiştirerek şehre girdiğinde orayı tanımamış, halkı başka bir halk olarak görmüştü. Şehirdeki ahali, onun şekil, evsaf ve parasını garipsemişlerdi. Anlatıldığına göre onu, duru­mundan korktukları ve casus zannettikleri yahut zarar verici bir saldırıda bulunacağı endişesiyle yakalayıp yöneticilerine götürmüş­lerdi. Rivayete göre Tizosis, halkın elinden kaçmıştı. Başka bir rivayette anlatıldığına göre Tizosis, kendi durumunu ve arkadaşlarının durumu­nu, başlarına gelen hadiseyi onlara anlatmış, arkadaşlarını ve bulundukları yeri onlara göstermek için bazılarını da yanına katarak mağaraya dönmüştü. Mağaraya yaklaştıklarında Tizosis, arkadaş­larının yanma girmiş ve başlarından geçen durumun iç yüzünü, ne ka­dar süreyle uyumuş olduklarını arkadaşlarına bildirmiş, onlar da bu­nun Allah tarafından takdir edilen bir iş olduğunu anlamışlardı. Denildiğine göre onlar yeniden uykuya dalmışlar, başka bir rivayete göre ise ölmüşlerdi.

Şehir halkına gelince denilir ki onlar, Ashab-ı Kehfin uyumakta oldukları mağarayı bulamadılar. Cenâb-ı Allah, burayı onlara göstermedi. Başka bir rivayete göre ise onlar, korktukları veya Ashab-ı Kehf ten çekindikleri için mağaraya girememişlerdir. Şehir halkı, As­hab-ı Kehf hususunda ihtilafa düştüler. Kimi: «Onların mağaralarının çevresine bir bina kurun.» diyorlardı ki, mağarada bulunanlar dışarıya çıkmasmlar ve kendilerine eziyet verecek şeyler yapmasınlar.

Tartışmayı kazananlar: «Onların mağaralarının çevresinde mutla­ka bir mescid kuracağız.» dediler. Yani bu salih kimselere bitişik yerde bir mübarek mabed yapalım, dediler. Bu adet, bizden önceki ümmetlerde yaygındı. Bizim şeriatımıza gelince bu hususta Buharı ve Müslim´in sahihlerinde de sabit olduğu gibi Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Allah, Yahudilerle Hristiyanlara lanet etsin. Onlar, peygamberle­rinin mezarlarını mescid edindiler.» Yani Peygamber (s.a.v.), bizleri onların yaptıkları işlerden sakındırmıştır.

Yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: «Böylece, Allah´ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilemiyeceğini bilmeleri için insanların onları bulmalarını sağladık.»

Tefsircilerden birçoğu dedi ki: Cenâb-ı Allah, insanları onların durumlarından ve yerlerinden haberdar etti. Bu sayede insanlar ahire-tin, kıyametin şüphesiz ve gerçek olduğunu bilsinler. Ashab-ı Kehfin,, 300 seneden fazla bir müddet uyudukları halde bedenlerinde bir değişiklik olmaksızın yeniden uyanıp ayağa kalktıklarını bildikten son­ra bunları hayatta bırakan Allah´ın, ölüpte kurtlar tarafından yenilen bedenlere ruh verebileceğim insanlar anlasınlar. Bedenleri ve kemikle­ri ufalanıp çürüdükten sonra dahi Allah ölüleri diriltir. Mü´minlerin bunda şüphesi yoktur.

«Allah birşeyi dilediği zaman, O´nun buyruğu sadece, o şeye «01» demektir, hemen olur.» (Yâsîn, 82.) «Böylece, Allah´ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilemiyeceğini bilmeleri için....» ayet-i kerimesinde geçen bilmeleri fiili ile insanların bilmeleri ya da Ashab-ı Kehfin bilmeleri kastedilmiş olabilir. Veya hem Ashab-ı Kehfin hem de diğer insanların birlikte bilmeleri kasdedilmiş olabilir. Doğrusunu Allah bilir. Bundan sonra yüce Allah buyuruyor ki: «Karan­lığa taş atar gibi, «Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir.» derler. Yahut, «Beştir, altıncıları köpekleridir.» derler. Yahut, «Yedidir, seki­zincileri köpekleridir.» derler.»

Cenâb-ı Allah, Ashab-ı Kehfin sayıları hususunda insanların çeşitli görüşler ileri sürdüklerini beyan ediyor. Ve bu hususta üç kavil naklediyor ki bu kavillerin üçüncüsü, ilk ikisini zayıf kılıyor. Üçüncüde karar kılıyor. Bu da Ashab-ı Kehfin sayılarının yedi olduğunu, köpeklerinin de sekizinci olduğunu ispatlıyor. Eğer bundan başka bir kavil ileri sürülecek olsaydı, Cenâb-ı Allah onu da naklederdi. Eğer üçüncü kavil sahih olmasaydı Cenâb-ı Allah buna işaret ederdi. Bu gibi konularda çekişmek uygunsuzdur. Bu yüzden Cenâb-ı Allah bu konu­larda edepli olmayı, Peygamber (s.a.v.)´e tavsiye etmiştir. İnsanlar bu gibi durumlarda ihtilafa düştükleri zaman "Allah bilir" demeyi Pey­gamberine tavsiye etmiştir. Bu sebeple Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

«De ki: «Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kim­seden başkası bilmez. Bunun için, ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanın dışında, kimseyle tartışma.»

Yani bu konuda yumaşak ol. Bu gibi durumlarda mücadele yollarına girişme. Ashab-ı Kehfin durumu hakkında herhangi bir kim­seye birşey sorma. Bu sebepledir ki yüce Allah, kıssanın başında Ashab-ı . Kehfin sayısını kapalı bırakmış ve: «Onlar, Rablerine inanmış bir kaç gençti.» demiştir. Eğer onların sayısını belirlemede bir fayda olsaydı, görüleni ve görülmeyeni bilen Allah, elbetteki sayılarını bildirirdi. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Herhangi birşey için, Allah´ın dilemesi dışında: «Ben yarın onu yapacağım.» deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle de: «Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.»

Bu, Cenâb-ı Allah´ın peygamberine gösterdiği ve öğrettiği büyük bir edeptir. Mahlukatmı da bu edebe bağlı kalmaya teşvik etmiştir. Ayette tavsiye edilen edep kuralı şudur: İnsanlardan birisi, gelecekte yapacağı birşeyi söylerken inşaallah demelidir ki, bu onun azmini sağlamlaştirsin. Çünkü kul, yarın ne olacağını bilemez. Yapmaya niyetlendiği işin Allah tarafından takdir edilip edilmemiş olduğundan da haberi yoktur. "İnşaallah" demek, yapılacak işi şarta bağlamak değil, aslında azmin sağlamlığını gösterir. Bu sebeple İbn Abbas: «İnşaallah. yapacağım, sözü, bir seneye kadar geçerlidir.» demiştir. Bu sebeple Süleyman peygamberin kıssasında da geçtiği gibi o şöyle demiştir: «Bu gece yetmiş karıma uğrayacak, onlarla cinsel temasta bulunacağım ve her biri de Allah yolunda savaşacak olan birer erkek çocuk doğuracaktır.» Kendisine, "inşaallah de", denildiği zaman o, inşaallah dememiş ve karılarına uğrayıp hepsiyle cinsel ilişki kurduğu halde hiç biri çocuk doğurmamış, sadece biri yarı insan şeklinde bir yavru doğurmuştu. Bununla ilgili olarak Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Nefsim kudret elinde bulunan Zat´a yemin ederim ki eğer o (Süleyman peygamber) inşaallah demiş olsaydı, sözü yerine gelir ve istediği şeye kavuşurdu.»

«Unuttuğun zaman Rabbim an.» Çünkü unutmak bazan şeytandan olur. Allah´ı anmaksa şeytanı kalpten kovup uzaklaştırır. Bu durumda insan unuttuğu şeyi hatırlar.

«Ve şöyle de: «Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.» Bir iş zorlaşıp bir hal içinden çıkılmaz olunca ve bir hususta insanların sözleri çeşitli olunca, sen Allah´a yönel ki, o işini kolaylaştırsm ve seni muvaffak kılsın.

«Onlar, mağaralarında 309 yıl kaldılar.» Ashab-ı Kehfin mağarada uzun süre kalmış olmalarını söylemekte büyük yarar olduğu için Canâb-ı Allah söylemiştir. 300 seneye dokuz sene eklenmesi meselesine gelince bu, kameri (ay takvimi hesabı ile) seneleri, şemsi (Güneş takvimi) sene­lerle eşitlemek içindir. Çünkü 300 şemsi seneye karşı kameri senelerin sayısının 309 olması gerekir. Çünkü her yüz şemsi seneye, yüz kameri seneyi eşitlemek için üç seneyi, kameri senelere eklemek gerekiyor.

«De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir.» Sana bu hususta soru sorulacak olur da bu hususta senin yanında bir nakil yok­sa, sen bunun cevabını Aziz ve Celil olan Allah´a havale et. «Göklerin ve yerin gaybı, O´na aittir.» Yani Allah, gaybı bilendir. Yaratıklarından O´nun dilediğinden başkası, gayıptan haberdar olamaz. «O ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir!» Cenâb-ı Allah, yaratıkları için her şeyi yerli yerince koyar ve yerleştirir. «İnsanların O´ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi hükümranlığına ortak kılmaz.» Yani Rabbin, yegane hükümdardır. Yalnız başına tasarrufta bulunur. O´nun ortağı yoktur. [2]



Biri Mü´min, Diğeri Kafir Olan İki Adamın Kıssası


Yüce Allah, Kehf sûresinde Ashab-ı Kehf in kıssasını anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:

«Onlara iki adamı örnek olarak göster: Birine iki üzüm bağı verip, etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik. Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi. Hiç birşeyi de eksik bırakmamışlar­dı. İkisinin arasında bir de ırmak akıtmıştık. Onun gelirleri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken: «Ben malca senden zengin, nüfusça da senden daha itibarlıyım.» dedi.

Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girerken: «Bu bahçenin batacağım hiç zannetmem. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülür sem, and olsun ki orada bundan daha iyisini bulu­rum.» dedi.

Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: «Seni topraktan, sonra nutfe-clen yaratanı,sonunda daseni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun İşte O, berıi m Rabbim olan Allah´tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam, -her ne kadar beni kendinden mâl ve nüfus bakımından daha az bulu­yorsan da- bahçene girdiğin zaman, «Maşaallah! Kuvvet ancak Allah´a mahsustur!» demen gerekmez mi Rabbim senin bahçenden daha iyisi­ni bana verebilir. Ve seninkinin üzerine gökten bir felaket gönderir de bahçen yerle bir olabilir. Yahut suyu çekilir, bir daha da bulamazsın.» dedi.

Nitekim, ürünleri yok edildi, bağın altüst olmuş çardakları karşısında sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup, «Keşke Rab­bime kimseyi ortak koşmasaydım.» diyordu.

Ona Allah´tan başka yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.

İşte burada kudret ve hakimiyet, varlığı gerçek olan Allah´ındır. Mükafatlandırma bakımından hayırlı olan da, sonuçlandırma yönünde hayırlı olan da O´dur.» (ei-Kehf, 32-44.)

Bazıları bunun verilmiş bir misal olduğunu ve böyle bir hadisenin mutlaka vuku bulmuş olmasının gerekli olmadığını söylemişlerdir. An­cak cumhur-u ulema, bunun vuku bulmuş bir hadise olduğunu söylemişlerdir. «Onlara bir misal göster.» Yani Kureyş kafirlerine, onların zayıf ve falar kimselerle bir araya gelmeyişleri ve zayıflarla fa­kirleri horlamaları, onlara karşı övünmeleriyle ilgili bir misal ver. Nite­kim yüce Allah buyurdu ki:

«İnsanlara, halkına elçiler gelen kasabaları anlat (bu hususta onla­ra böyle bir misal ver).» (Yâsîn, 13.)

Musa peygamberin kıssasından önce bu iki adamın kıssasından bahsettik. Meşhur rivayete göre yukarıdaki ayet-i kerimelerde sözü edi­len iki adam birbirleriyle arkadaş idiler. Biri mü´min, diğeri kafirdi. Anlatıldığına göre bunlardan her birinin malı vardı. Mü´min olan kişi malını, Allah´ın taat ve rızası yolunda harcadı. Bununla da Allah´ın hoşnutluğunu elde etmek istedi. Kafire gelince o malı ile iki bahçe satın aldı. Bu iki bahçeden ayet-i kerimede söz edilmekte ve tasvirleri yapılmaktadır. Bu bahçelerde üzümler ve hurmalar vardı. Üzümlerle hurmaların etrafında diğer ekinler ve sağa sola akmakta olan nehirler vardı. Bu suların bir kısmı ile sulama, bir kısmı ile de zevkü sefa verecek işler yapıyordu. Bu bahçelerde meyveler bol miktarda yetişti. Nehirle­rin suları sağa sola aktı. Ekinler ve meyveler göze hoş görünecek derece­de bolca yetişti. Bunların sahibi olan kafir, fakir olan mü´min arkadaşına karşı övünerek şöyle dedi: «Ben malca senden zengin, nüfusça da senden daha itibarlıyım! Benim bahçelerim, seninkinden daha büyüktür. Böyle demekle o, kendisinin, mü´min arkadaşından da­ha hayırlı olduğunu ifade etmek istemişti. Yani sahip olduğun malı in-fak etmekle ne elde ettin Oysa senin de benim gibi yapman gerekir İd, benim gibi zengin olabilmen mümkün olsun.

Böyle demekle arkadaşına karşı övündü. «Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girdi.» Yani Allah´ın razı olmayacağı bir yolla bahçesine girdi ve: «Bu bahçenin batacağını hiç zannetmem.» dedi. Ara­zilerinin genişliğini, sularının bolluğunu, ağaçlarmdaki yeşilliğin güzelliğini gördüğü için, «Bu ağaçlardan biri yok olsa bile yerine daha güzel bir ağaç gelir.» dedi. Ekinleri her tarafı sarmıştı. Çünkü bahçesinde bol su vardı. Sonra: «Kıyametin kopacağını da sanmıyo­rum,» dedi. Geçici dünya hayatının parlaklığına güvendi. Daimi ve kalıcı olan ahiretin varlığını yalanladı. Sonra da: «Eğer Rabbime döndürülürse(m, and olsun ki, orada bundan daha iyisini bulurum.» de­di. Yani eğer ileride bir ahiret hayatı olsa ben orada bundan daha iyisini bulurum, dedi. Çünkü o, dünyasına aldanmıştı. Allah´ın bu malları sırf kendisini sevdiğinden ve kendisinin Allah katında şanslı bir kimse olduğundan ötürü bahşetmiş olduğuna inanmıştı. Nitekim kendisi ile Habbab b. Eret´in kıssasından Kur´ân-ı Kerim´de bahsedilirken As b. Vail´in şöyle dediği, Cenâb-ı Allah tarafından bize bildirilmektedir: «Ey Muhammedi Ayetlerimizi inkar eden ve: «Bana elbette mal ve çocuk verilecektir.» diyeni gördün mü O, görülmeyeni mi biliyor, yoksa Rah­man katından bir söz mü almıştır » (Meryem, 77-78.)

Yüce Allah kendisine nimet verdiği insanın durumunu haber vere­rek şöyle buyuruyor:

«Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağım sanmıyorum. Rabbi­me döndürülürsem, onun katında and olsun ki, benim için daha güzel şeyler vardır.» der. înkar edenlere, işlediklerini and olsun ki bildireceğiz. Onlara and olsun ki çetin bir azab tattıracağız!» (Fussüet, 50.) «Karun: «Bu servet ancak, bende mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir.» demişti. Yani benim bu mala müstahak olduğumu bildiği için Allah bunu bana vermiştir, dedi. Yüce Allah buyurdu ki:

«Allah´ın, önceleri, ondan daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri yok ettiğini bilmez mi Suçluların suçlan kendilerin­den sorulmaz.» (ci-Kasas, 78.) Musa peygamberin kıssasından bahsederken Karun´dan da bahsetmiştik. Yüce Allah buyurdu ki:

«Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarmızdır, yalnız, inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların yaptıklarına karşılık mükafatları kat kattır. îşte onlar, yüksek derece­lerde, güven içindedirler.» (Sebo1,37.)

«Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler Hayır; farkında değiller.» (d-Mü´minûn, 55-56.)

O cahil kişi, dünyada kendisine verilen nimetlere aldanarak ahire-ti inkar etti. Şayet ahiret hayatı varsa orada kendisine bu mallardan da­ha iyisinin verileceğim iddia etti ve bunu arkadaşına da duyurdu. «Ken­disiyle konuşan (tartışan) arkadaşı ona: «Seni topraktan, sonra nutfe-den yaratanı, sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyor­sun » dedi. Yani Allah´ın seni topraktan, sonra nutfeden yarattığını, sonra seni çeşitli aşamalardan geçirerek şekillendirdiğim ve böylece du­yan, işiten, gören, bilen, eliyle tutup yakalayan, kavrayıp anlayan, ta­mam bir adanı haline getirdiğini bildiğin halde ahireti inkar mı ediyor­sun Ahireti nasıl inkar edersin Oysa Allah, her şeyi yeniden yaratma­ya muktedirdir. «İşte O, benim Rabbim olan Allah´tır.» Ama ben, senin sözünden başkasını söylüyorum ve senin inancının aksi olan şeye inanıyorum. «O, benim Rabbim olan Allah´tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam.» O´ndan başkasına ibadet etmem. O´nun, çürüyüp yok olmalarından sonra bedenleri yeniden dirilteceğine, ölüleri yeniden ha­yata döndüreceğine, çürümüş kemikleri bir araya getireceğine inanırım. Yaratmasında ve hükümranlığında Allah´ın ortağa olmadığını, O´ndan başka tanrı bulunmadığını bilirim. Böyle dedikten, sonra arkadaşına, bahçesine gireceği esnada nasıl davranması gerektiğini anlattı ve gerekli tavsiyeleri yaparak şöyle dedi: «Bahçene girdiğin zaman, - her ne kadar beni kendinden mal ve nüfus bakımından daha az biliyorsan da- «Maşaallah! Kuvvet ancak Allah´a mahsustur!» demen gerekmez mi »

Bu sebepledir ki malından, ailesinden veya içinde bulunduğu du­rumdan hoşlanan herkesin böyle demesi müstahab olmuştur. Bu konu­da şahinliğinde şüphe bulunan merfu bir hadis de nakledilmiştir: Ebu Ya´lâ el-Musilî, Cerrah b. Muhalled kanalı ile Enes´ten rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Allah bir kula aile, mal veya çocuk gibi bir nimet bahşederse o kul; "Maşaallah, kuvvet ancak Allah´a mahsustur." demelidir.»

Mü´min arkadaş, kafirin malının ancak ölümüne kadar elinde bulunacağını gördüğü için ona şöyle demişti: «Bahçene girdiğin zaman, -her ne kadar beni kendinden mal ve nüfus bakımından daha az buluyor­san da-: «Maşaallah! Kuvvet ancak Allah´a mahsustur!» demen gerek­mez mi Rabbim, senin bahçenden daha iyisini bana verebilir (Yani onu ahirette bana ihsan edebilir.) ve seninkinin üzerine gökten bir felaket gönderir (aşırı derecede yağmurlar neticesinde ekinlerinin ve ağaçlarının kökünü söker). Böylece bahçen yerle bir olabilir. (Ekinsiz kaygan toprak haline gelebilir). Yahut suyu çekilir. Bir daha da bulamazsın.» dedi. Nitekim ürünleri yok edildi (Bahçesi.harap öldü). Bağın alt üst olmuş çardakları karşısında, sarf ettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup «Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım.» di­yordu. Bahçesi tamamen harab olup bir daha geri gelmesinin imkansız olduğunu görünce ümidini yitirdi. Söylemiş olduğu önceki sözlerden ötürü yüce Allah´ı inkar etmiş olduğunu düşünerek pişman oldu. Cenâb-3 Allah bu hususta şöyle buyurdu:

«Ona, Allah´tan başka yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.» Yani yaptığı kusurlarını telafi edecek, kendi­sine yardım edecek bir kimse bulunmadı. Kendi gücüyle de kendini o fe­laketten kurtaramadı. «İşte burada kudret ve hakimiyet, varlığı gerçek olan Allah´ındır.» «O gün, gerçek hükümranlık Rahmân´ındır. İnkarcılar için yaman bir gündür.» (ei-Furkân, 26.) Böyle bir durumda ve her durumda reddedilmez, engellenemez ve mağlub edilemez olan hüküm, sadece varlığı gerçek olan Allah´ın hükmüdür. «Mükafatlandırma bakımından hayırlı olan da, sonuçlandırma yönünden hayırlı olan da O´dur.» Yani Allah´ın muamelesi sevap bakımından kişi için hayırlıdır. O´nun muamelesi ve sonuçlandırması dünya ve ahirette kişi için hayırlıdır.

Bu kıssa, kişinin dünya hayatına meyletmemesi, aldanmaması ve bel bağlamaması, aksine her halükarda Allah´a taat ve tevekkülü ana hedef edinmesi gerektiği temasını işlemektedir. Bu kıssada kendi elinde bulunan mallardan çok, Allah katında bulunan şeylere güvenmek gerektiği anlatılmaktadır. Yine bu kıssada anlatıldığına göre bir kimse, Allah´a taat ve O´nun yolunda infakta bulunmak uğruna birşey sarfe-derse o şeyden mahrum olur. Hatta elinden tamamen alınır. Bu da onun hedeflediği amacının zıddı bir muameledir. Ki ahirette karşılığını bol bol görsün. Yine bu ayetlerde anlatılmak istenen hususlardan biri de şudur ki, kişi, müşfik kardeşinin öğüdünü kabul etmek mecburiyetinde­dir. Öğütçü kardeşine muhalefet etmesi vebaldir. Ve kendisi için bir he­laktir. Yine bu ayetlerde anlatıldığına göre kaderin vuku zamanı geldiği ve Allah´ın emri infaz edildiği zaman duyulan pişmanlık, kişiye fayda vermez. Allah´tan yardım diliyor ve O´na dayanıyoruz. [3]



Bahçe Sahiplerinin Kıssası


Yüce Allah buyurdu ki:

«Biz bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine -bir istisna payı bırakmaksızın- yemin etmişlerdi. Ama onlar daha uykuda iken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi salıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti. Sabah erken birbirlerine: «Ürünlerinizi devşirecek-seniz erken çıkın.» diye seslendiler. «Bugün orada, hiçbir düşkün yanımıza sokulmasın.» diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı. Yoksul­lara yardam etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler. Bahçeyi gördüklerinde: «Her halde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık.» dediler. Ortancaları: «Ben, size Allah´ı anmanız gerekmez mi dememiş miydim » dedi.

«Rabbimizi tenzih ederiz; Doğrusu biz yazık etmiştik.» dediler. Bir­birlerini yermeye başladılar. Sonra şöyle dediler: «Yazıklar olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdik. Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir, doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.»

işte azab böyledir, ama ahiret azabı daha büyüktür, keşke bilseler!» (ei-Kaiem, 17-33.) Bu, Cenâb-ı Allah´ın kendilerine ulu ve kıymetli peygam­beri göndererek in´amda bulunduğu, ama kendilerinin o peygamberi ya­lanlama ve muhalefetle karşılamalarına dair Kureyş kafirlerine vermiş olduğu bir örnektir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:

«Allah´ın verdiği nimeti nankörlükle karşılayanları ve milletlerini helak olacakları yere, yaslanacakları Cehennem´e götürenleri görmü­yor musun Ne kötü bir duraktır!» (ibrahim, 28-29.)

İbn Abbas dedi ki: Ayette kendilerine nimet verildiği söylenen kim­seler, Kureyş kafirleridir. Cenâb-ı Allah onlara çeşitli ekin ve meyveler­le dolu, hasadı yaklaşan bir bahçenin sahiplerini misal olarak anlatarak şöyle buyurdu: «Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine -bir istisna payı bırakmaksızın- yemin etmişlerdi.» Yani sabah vakti bir yoksul ve muhtacın kendilerini görmeyeceği ve böylece ona bir şey vermeyecekleri bir esnada bahçeyi devşireceklerine yemin ettiler ve yeminlerinde istisna payı da bırakmadılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Al­lah onları, bahçeyi devşirmekten aciz bıraktı. Bahçelerine bir yangın musallat etti. Yangın neticesinde bahçede yararlanılacak hiç bir şey kalmadı. Bu sebeple Yüce Allah buyurdu ki: «Ama onlar daha uykuda iken Rabbının katından gönderilen bir salgın, o bahçeyi sanvermişti de bahçe kapkara kesilmişti.» Bahçe, simsiyah zifiri karanlık bir gece gibi olmuştu. Gecede nasıl ışık yoksa bahçede de ürün kalmamıştı. Bu da onların amaçlarının tersi bir muameleye maruz kalmalarıydı. «Sabah erken birbirlerine: «Ürünlerinizi devşirecekseniz erken çıkın.» diye ses­lendiler. Sabah erken uykudan uyanınca birbirlerine seslenerek: Güneş yükselmeden, dilenciler çoğalmadan çabuk bahçenize gidin de devşirin, dediler.. «Bu gün orada, hiçbir düşkün kimse yanımıza sokulmasın.» di­ye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.» Kendi aralarında gizlice konuşarak ve istişare yaparak bu hususta karar verdiler.«Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.» Yoksullara yardım etme gücüne sahip oldukları halde onlara herhangi birşey vermeme gibi bozuk niyeti içlerinde saklayarak yola koyuldular.

İkrime ile ŞaTti dediler ki: Onlar yoksullara karşı öfkeli bir şekilde harekete geçtiler.

Süddî, ayet-i kerimede geçen "Hard" kelimesinin, ekinlerinin adı olduğunu söyleyerek uzak bir ihtimali ortaya sürmüştür. «Bahçeyi gördüklerinde» bahçeye varıp ta o güzelim, göz alıcı manzaralı, parlak bahçenin kötü niyetleri sebebiyle bu tanınmaz hale gelişini müşahede ettiklerinde «Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız, belki de biz yoksun bırakıldık.» dediler. Başka bir yola koyulduk, bahçeye ulaşamadık. Hayır hayır aksine biz kötü niyetimiz sebebiyle cezalandırıldık. Bahçemizin ürünlerinin bereketinden yoksun bırakıldık, dediler. «Ortancaları (İbn Abbas ile Mücahid ve diğer müfessirlere göre ise en adil ve en hayırlıları): «Ben size Allah´ı anmanız gerekmez mi dememiş miydim » Yani yemin ederken istisna payı bırakmanız gerekirdi. Kötü söz seyleyeceğinize hayırlı ve iyi söz söylemeliydiniz. «Rabbimizi tenzih ederiz, doğrusu biz yazık etmiştik.» dediler. Birbirlerini yermeye başladılar. Sonra şöyle dediler: «Yazıklar olsun bize, doğrusu azgınlık edenlerdik.» Pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişman oldu­lar. Azabı gördükten sonra günahlarım itiraf ettiler ki, bu da bir yarar sağlamadı.

Denilir ki, bu bahçe sahipleri bir kaç kardeşti. Bahçe, babalarından kendilerine miras kalmıştı. Babaları kendi egemenliği altında iken bahçenin ürünlerinden çok miktarda sadaka verirdi. Ama bahçe oğullarının eline geçince babalarının yönetimini hoş görmediler. Fakir­lere birşey vermeksizin bahçenin bütün ürününü kendilerine ayırmak istediler. Bu sebeple Cenâb-ı Allah, onları şiddetle azablandırdı. İşte bu sebepten dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, hasad gününde bahçe ve tarlaların ürününden sadaka (zekât=öşür) vermeyi emretmiştir:

«Ürün verdiği zaman ürününden yeyin. Devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin.» (ei-En´âm.uı.)

Ayet-i Kerimede sözü edilen bahçe sahiplerinin, Yemen´in Darvan kasabasından oldukları söylenmiştir. Habeşistanlı oldukları da nakle­dilen rivayetler arasındadır. Doğrusunu Allah bilir.

«İşte azab böyledir.» Yani emrimize muhalefet eden ve yaratıkl arımız dan muhtaç olan kimselere eğilmeyen, onlara şefkat göstermeyen kimselere böyle azab ederiz. «Ama ahiret azabı daha büyüktür.» Ahiretin azabı, dünya azabından daha büyük ve daha kat­merlidir. Keşke bilseler!»

Bu sûrede zikredilen bahçe sahiplerinin kıssası, şu ayet-i kerimede anlatılan misale ne kadar da benziyor:

«Allah size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misal verir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah´ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı. And olsun ki, aralarından kendilerine bir pey­gamber gelmişti. Onu yalana saydılar. Haksızlık