๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => El-Bidaye Ven Nihaye => Konuyu başlatan: Esila üzerinde 02 Şubat 2011, 03:54:21



Konu Başlığı: Hz. Peygamberin Risaletle Görevlendirilmesi Ve Buna Dair Müjdeleri
Gönderen: Esila üzerinde 02 Şubat 2011, 03:54:21
Hz. Peygamberin Risaletle Görevlendirilmesi Ve Buna Dair Müjdeleri

 Hums Faslı

Hz. Peygamberin Risaletle Görevlendirilmesi Ve Buna Dair Müjdeleri

Fasıl

Bu Konuda Nakledilen Garip Haberler.

Amr B. Mürre El-Cühenî´nîn Kıssası

Seyf B. Zi Yezen El-Hîmyerî´nîn Kıssası Ve Peygamberimizi Müjdelemesi




Hums Faslı


Ibn îshak, Kureyş tarafından ortaya atılan ve adına Hums denilen bir deyim (ıstılah) den de bahseder. Hums, dini konularda tavizsizlik ve sertlik anlamına gelir. Evet, onlar böyle bir kelimeyi ortaya attılar. Çün­kü Harem´e aşırı saygı ve tazimde bulunuyorlardı. Öyle ki bu sebeple, arefe gecesinde Harem dışına çıkmama hususunda kendilerini zorunlu saydılar. "Biz Harem´in çocukları ve Beytullah´m sakinleriyiz." diyor­lardı. Bizzat kendilerinin uydurdukları batıl bid´atler düzeninin dışına çıkmış olmamak için, Hz. İbrahim´in hacla ilgili prensiplerinden biri olduğunu bildikleri halde Arafat´ta vakfe yapmazlardı. İhramlıykeri çö­kelek ve yağı evlerinde bulundurmaz, iç yağını etten sıyırmazlardı. Kıl çadırların altına girip de gölgelenmezlerdi. Ancak deri çadır olursa, altı­na girip gölgelenirlerdi. Hac veya umre için Mekke´ye gelenleri, ihram­da oldukları sürece Kureyşlilerin yemeğinden başka bir yemek yemek­ten; Kureyşlilerin verdikleri elbiselerden başka bir elbise giymiş olarak Ka´be´yi tavaf etmekten men´e derlerdi. Hacı ya da umrecilerden biri, Hums elbisesi bulamazsa, kadın da olsa Ka´be´yi çıplak olarak tavaf ederdi. Hums kelimesi, Kureyş, Kinanî ve Huzaalüar için kullanılan bir tabirdir. Bunlardan elbise temin edemeyen bir kadın, Ka´be´yi çıplak olarak tavaf ederken elini tenasül organının üzerine koyarak şöyle der­di:

"Bu gün birazı veya tamamı görünür,

Görünen kısmını ben helal etmiyorum."

Hums elbisesi temin ettiği halde âlicenaplık edip tenezzül etmeye­rek kendi elbisesiyle tavaf eden bir kimse, tavafını tamamladıktan son­ra o elbisesini bırakmak mecburiyetinde kalırdı. Ondan artık ne kendi­si, ne de başkaları yararlanabilirdi. Kimse, ona el süremezdi. Araplar, bu elbiselere, "Lüka" derlerdi. Nitekim şairin biri demiş ki:

"Ona saldırışım, üzüntü olarak yeter. Tavaf edenler arasında o, san­ki ihramlının elbisesi gibidir."

İbn İshak dedi ki: Cenâb-ı Allah´ın, Hz. Muhammedi peygamber olarak göndermesine ve onların batıl âdetlerini reddetmek için de ken­disine Kur´ân´ı indirinceye kadar Araplar bu âdetlerini sürdürdüler. Şu ayet, onların bid´atlerini reddediyordu:

"Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden, (Ey Arap toplulu­ğu; Arafat´tan) siz de akın edin. Allah´tan mağfiret dileyin. Allah bağış­lar ve merhamet eder." (ei-Bakara, 199.)

Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber, kendisine vahiy gel­meden önce de Allah´ın tevfiki ile Arafat´a gidip vakfe yaparmış.

Arapların mutlaka Hums elbisesi giyme ve hums yiyeceği yeme mecburiyeti koyma âdetlerini bâtıl sayıp reddeden Cenâb-ı Allah, peygamberine şu ayetleri inzal buyurmuştur:

"Ey Adem oğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin. Yeyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü O (Allah), müsrifleri sevmez.

Ey Muhammedi De ki: "Allah´ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir " (el-Araf, 31-32.)

Ziyad el-Bekkaî, İbn îshakin şöyle dediğini rivayet eder: "Kureyş-liler, bu Hums bid´atini fil vakasından önce mi uydurdular yoksa sonra mı Bunu bilemiyorum." [1]



Hz. Peygamberin Risaletle Görevlendirilmesi Ve Buna Dair Müjdeleri


Merhum Muhammedb. İshak´a göre biset zamanı yaklaştığında Ya­hudi hahamları, Hristiyan rahipleri ve Arap kahinleri, Hz. Peygam­berin gönderileceğinden söz ediyorlardı. Hahamlar ile rahipler, Hz. Peygamberin ve zamanının niteliklerine dair kendi kitaplarında bul­dukları bilgilere ve önceki peygamberlerin onun hakkında söyledikleri sözlere dayanarak onun bisetinden bahsettiklerini açıklıyorlardı. Cenâb-ı Allah, bu konuda şöyle buyuruyor:

"Onlar ki, Tevrat ve İncil´de yazılı buldukları, okuyup yazması ol­mayan (ümmî) peygamber (Muhammed)e uyarlar. O peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder. Temiz şeyleri helal, mur­dar şeyleri haram kılar. Onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir. Bu peygamber´e inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlaryok mu İşte onlar, saadete erenlerdir." (el-Arâf, 157.)

"Meryem oğlu İsa: "Ey İsrail oğulları! Doğrusu ben, benden önce gel­miş olan Tevrat´ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah´ın size gönderilmiş bir peygamberi-

yim."dedi. (es-Saff, 6.)

"Muhammed, Allah´ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar, inkarcılara (kafirlere) karşı sert, birbirlerine ise merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah´tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görür­sün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tev­rat´ta anlatılan özellikleridir. İncil´de de şöyle anlatılmışlardır: Onlar, önce ince bir filiz çıkaran, sonra kuvvetlenen, daha sonra kalınlaşıp sap­ları üzerinde dimdik duran bir ekin gibidirler ki, çiftçiler bundan mem­nun olur. Allah, böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları Öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vaad etmiştir." (ei-Fetih, 29.)

"Allah, peygamberlerden ahid almıştı; "Andolsun ki size, kitap ve hikmet verdim. Sizde olanı tasdik edecek bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. İkrar edip bu ahdi kab´ül ettiniz mi " demişti de onlar: "Evet, ikrar ettik." demişler­di. Bunun üzerine "Şahid olun, ben de sizinle beraber şahidlerdeninı."

demişti. "(Âl-i Imrân, 81.)

Sahih-i Buharî´de îbn Abbas´ıri şöyle dediği rivayet edilir: "Cenâb-ı Allah, gönderdiği her peygamberden mutlaka şu sözü almıştır: Eğer kendisi hayattayken Muhammed´e peygamberlik verilirse, ona mutla­ka yardım edecek ve ona tabi olacaktır.

Cenâb-ı Allah, kendilerinden bu sözü aldığı peygamberlerine, üm­metlerinden şöyle bir söz almalarını emretmiştir: "Eğer onlar hayattay­ken Muhammed´e peygamberlik verilirse, ona mutlaka yardım edecek ve ona tabi olacaklardır."

Bütün bu ifadelerden anlaşıldığına göre onlar, Rasûlullah (s.a.v.)´m geleceğini müjdelemişler ve ona uymakla emrolunmuşlardır.

Hz. İbrahim, Mekke´liler için dua ederken şöyle demişti:

"Ey Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten temizleyen bir peygamber gön­der. Doğrusu güçlü ve Hakim olan ancak sensin." (el-Bakara, 129.)

Ahmed b. Hanbel, Ebu Ümame´nin şöyle dediğini rivayet eder; De­dim ki; "Ya Rasûlallah! Senin işinin evveli ne idi " Buyurdu ki:

"Atam İbrahim´in duası, İsa´nın da müjdesiyim. Annem, kendisin­den bir nur çıktığım ve o nurun, Şam^araylarını kendisine aydınlattığı­nı görmüştü."

Yani Hz. Peygamber´e durumunun evveli, başlangıcı, insanlar ara­sında adının, sanının yayılıp meşhur oluşu sorulmuş, o da buna ceva­ben; Arapların atası İbrahim peygamberin duasını, sonra da İsrail oğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusu Hz. İsa´nın müjdesini anlatmış. Bu ikisi arasında geçen peygamberlerin de, Rasûlullah (s.a.v.)´m geleceğini müjdelediğini göstermektedir.

Yüce âlemlerde ise Hz. Peygamberin şan ve şöhreti, Hz. Adem´den önce yayılmıştı. Nitekim Ahmed b. Hanbel´in, İrbad b. Sariye´den riva­yetine göre Hz. Peygamber, bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

"Adem´in kendi çamuru içinde yerde (cansız) yattığı esnada da ben, Allah katında son peygamberdim. Bu işin başlangıcını size bildireyim: Atam ibrahim´in duası, İsa´nın beni müjdelemesi, benim annemin ye ay­nı zamanda mü´minlerin annesinin gördüğü rüyadır."

Bunu, Muaviye b. Salih´ten rivayet eden Leys demiş ki: "Hz. Pey-gamber´in annesi, onu doğururken bir nur görmüş. O nur da, Şam saray­larını aydınlatarak kendisine göstermişti."

Ahmed b. Hanbel, Meyseretü´1-Fecr´in şöyle dediğini rivayet eder: "Yâ Rasûlallah, ne zaman peygamber oldun " diye sordum. Buyurdu ki: "Adem, beden ile ruh arasındayken..."

"Delailü´n-Nübüvve" adlı Mtapda Ömer b. Ahmed b. Şahin, Ebu Hü-reyre´nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)´a; "Peygamber­lik sana ne zaman vacib oldu " diye soruldu. Buyurdu ki: "Adem´in yara-tılışıyla ona ruh üflenmesi arasında..." Bu hadisin başka bir tarikinde şöyle bir ifade görülmektedir. "Adem, çamuru içinde yerde (cansız) yat­maktayken peygamberlik bana vacib oldu."

Beğavî´nin, Ebu Hüreyre´den rivayetine göre; "Peygamberlerden söz almıştık. (Ey Muhammed!) senden ve Nuh´tan... da sağlam bir söz al­mışızdır." (ei-Ahzâb, 7.) ayeti hakkında Hz. Peygamber şu açıklamayı yap­mıştır:

"Yaratılışta peygamberlerin ilki, gönderilişte ise sonuncuları ol­dum."

Ebu Müzahim´in bir rivayetinde İbn Abbas´m şöyle dediği nakledi­lir: ´Ya Rasûlallah! Sen ne zaman peygamber oldun " diye soruldu. Bu­yurdu ki: "Adem, ruh ile beden arasındayken..."

Arap kahinlerine göre: Cinlerin şeytanları, semadan haber çalarak bu kahinlere getiriyorlardı. Çünkü o zamanlarda şeytanların yıldızlar­la taşlanarak semalardan kovulma durumu yoktu. Haber çalmalarına engel olunmuyordu. Bu vesileyle de bazı kahinler, Hz. Peygamberle il­gili bazı haberleri elde edebiliyorlardı. Ama Arapların, bu haberlerle il­gilendikleri yoktu. Nihayet Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammedi peygamber olarak gönderdi ve haberi anlatılan şey gerçekleşti, onu öğrenip tanıdı­lar.

Hz. Peygamber´in zamanı yaklaşıp biset vakti geldiğinde şeytanlar, haberleri dinlemekten engellendiler. Daha önce haber hırsızlığı yap­mak için semada oturdukları yerlerde oturmaktan menolundular. Yıl­dızlarla taşlandılar. Şeytanlar, bunun yüce Allah´ın emriyle meydana " gelen birşeyden ötürü böyle olduğunu anladılar. Bu hususta yüce Allah, peygamberine şu ayetleri indirdi:

"Ey Muhammed! De ki: Cinlerden bir topluluğun, Kur´ân´ı dinlediği bana vahyolundu, onlar şöyle dediler: "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur´ân dinledik de ona inandık. Biz, Rabbimize hiç­bir şeyi ortak koşmayacağız..."

"Ey Muhammed! Kur´ân´ı dinleyecek cinlerden Bir takımını sana yö­neltmiştik. Onlar, Kur´an´ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: "Su­sun" dediler. Kur´an´m okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine dönüp şöyle dediler: "Ey Milletimiz! Doğrusu biz, Musa´dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik." (cl-Ahksf, 29-30.)

Bütün bu ayetlerin tefsirini, tefsirimizde (îbn Kesir Tefsiri) detaylı olarak verdik.

Muhammed b. İshak´m anlattığına göre eski Araplar, Sakif kabilesinin üzerinden bir yıldız kaydığında paniğe kapılarak kendilerinden biri ve aynı zamanda da Araplann en bilgili ve dâhi adamı olan Beni Haclardan Amr b. Ümeyye´nin yanına gitmiş ve ona şunu sormuşlardı: "Ey Amr! Gökte cereyan eden şu yıldız kaymaları ne demek oluyor " Amr, onlara şöyle karşılık verdi: "Evet.. Bakın bakalım. Eğer bu yıldız­lar, karada ve denizde kendilerine bakılarak yön tesbiti yapılan ve ken­dilerine bakılarak insanların geçimlerinde faydalarına olan yaz ve kış mevsimleri Öğrenilebilen yıldızlardansa, Allah´a andolsun ki bu, dünya­nın dürülüp sonunun gelmesi ve halkın helak olması demektir. Ama başka yıldızlarsa ve sözünü ettiğim diğer yıldızlar, eski halleriyle yerle­rinde sabit iseler, bu, Cenâb-ı Allah´ın toplum için istediği birşeyden ötürüdür. Ama bu şey acaba nedir "

İbn îshak dedi ki: İlim sahibi bazı kimselerin bana anlattıklarına göre, Sehra oğulları kabilesinden Gaytala adında bir kadın, cahiliye dev­rinde kahin idi. Gecenin birinde kocası yanma geldiğinde, onun altına yatıp: "Bedir, Bedir nedir Kesip boğazlama günüdür." dedi. Kureyşli-ler, bu sözü duyduklarında:"O, ne demek istiyor " dediler.

Kocası, bir başka gece yine Gaytala´mn yanına geldiğinde yine Gay-tala´mn altına yattı. Ve: "Vadi.. Vadi nedir O günde aşık kemikleri bö­ğürlere değer." dedi. Kureyşliler, bu sözü duyduklarında: "O ne demek istiyor Bu söylediği, mutlaka olacak bir iştir. Bekleyin de onun ne oldu­ğunu görün bakalım." dediler. Vadiler içinde Bedir ve Uhud savaşları oluncaya dek bu sözlerin ne anlama geldiğini bilemediler. Ama bu sa­vaşlar olduğunda, Gaytala´ya o haberleri getirenin, kocası olduğunu anladılar.

İbn İshak dedi ki: Yemen´deki Cenb kabilesinin cahiliye devrinde bir kahini vardı. Hz. Peygamber´in durumu ve Araplar arasında yayılan şöhreti kendisine anlatıldığında Cenb kabilesi, o kahine gidip: "Bizim´ için şu adamın durumuna bir bak hele." dediler. Kahinin oturmakta ol­duğu dağın eteğinde bir araya gelip toplandılar. Gün doğarken kahin, dağdan inip yanlarına geldi. Ayakta, kendi yayına dayanarak durdu. Başını kaldırıp uzun süre semaya baktı. Sonra sıçrayıp hoplamaya baş­ladı ve şöyle dedi: "Ey İnsanlar! Doğrusu Allah, Muhammed´e ikramda bulunarak onu seçkin kılmış, kalbini ve diğer iç kısımlarını temizlemiş­tir. O, aranızda az bir süre kalacaktır!"

Böyle dedikten sonra, geldiği yere dönüp koşarak gitti. [2]



Fasıl


îbn İshak´a göre Asım b. Amr b. Katade, kendi kavminden bazı adamların şöyle dediklerini rivayet eder: İslâm´a girmemize tesir eden sebeplerden biri de, Allah´ın, bize bahşettiği rahmet ve hidayetin yanısı-

ra, bazı Yahudilerden duyduğumuz şu sözdür: Biz, müşrik ve putperest idik. Ehl-i Kitaptan da bazı kimseler vardı ki, bizde bulunmayan bilgi, onlarda vardı. Aramızda sürekli savaş vardı. Hoşlarına gitmeyen bazı durumları başlarına getirdiğimizde bize derlerdi ki: "Şimdilerde risa-letle görevlendirilecek olan bir peygamber, artık ortaya çıkmak üzere­dir. Onunla el ele verip sizi Ad ve İrem halkı gibi öldüreceğiz." Bu sözü onlardan çok duyardık. Cenâb-ı Allah, Rasûlullah (s.a.v.)´ı risaletle gön­derip de bizi, Allah´a davet ettiğinde ona icabet ettik. Ehl-i Kitabın ona dayanarak bize yaptıkları tehditleri anladık. Böylece onlardan önce biz, Rasûlullah´a icabet ettik. Bu sebeple biz ona inandık, onlar ise inkar et­tiler. Bunun üzerine bizimle onlar hakkında şu ayet nazil oldu:

"Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden ki-tab geldi -ki onlar bundan önceleri, inkar edenlere karşı kendilerine yar­dım gelmesini beklerlerdi.- Bildikleri gelince, onu inkar ettiler. Allah´ın laneti inkar edenlerin üzerine olsun." (el-Bakara, 89.)

Verka, Ali el-Ezdî´den naklederek Yahudilerin şöyle dediklerini söyler: "Allahım, şu peygamberi bize gönder M, bizimle insanlar arasın­da hükmünü versin."Onlar böyle diyerek Hz. Peygamber vasıtasıyla Al­lah´tan yardım diliyorlardı.

Beyhakî, îbn Abbas´m şöyle dediğini rivayet eder: "Hayber Yahudi­leri, Gatafanhlarla savaşıyorlardı. Her karşılaşmada, Hayber Yahudi­leri yeniliyordu. Yahudiler, aşağıda belirtilen dua ile Allah´a sığınıp şöyle diyorlardı: "Allahım! Ahir zamanda çıkacağını bize vaad ettiğin, okur-yazarlığı olmayan (ümmî), peygamber Muhammed hakkı için bizi Gatafanlılara üstün kılmanı ve onlara karşı bize yardım etmeni senden diliyoruz."

Bu dua ile cepheye geldiklerinde Gatafanlıları yeniyorlardı. Ama Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamber olarak ortaya çıktığında, onu inkar ettiler. Yüce Allah da şu ayeti indirdi: "Ki onlar bundan önceleri inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi.´ (el-Bakara, 89.)

İbn İshak, Bedir savaşma katılanlardan biri olan Seleme b. Selam b. Vakş´m şöyle dediğini rivayet eder: Eşhel oğullarından Yahudi bir kom­şumuz vardı. Bir gün evinden çıkıp bize doğru gelerek Abdüleşhel oğul­larının kapısında durdu. O gün, onların arasında yaşça en küçük olan bendim. Üzerimde ki kürke sarınarak evimin avlusunda uzanıp yatmış­tım. O Yahudi, kıyametten, yeniden dirilişten, hesaptan, mizandan, Cennet´ten ve Cehennem´den bahsetti. Bunları, ölüm sonrası dirilişin gerçekleşeceğine inanmayan müşrik ve putperest bir topluluğa anlatıyordu. Dinleyiciler ona dediler ki:

- Yazıklar olsun sana! Ölümlerinden sonra insanların, Cennet ve Cehennem´e sebep olan amellerinin karşılığım görecekleri bir yurdda diriltilip gönderileceklerine, böyle birşeyin gerçekleşeceğine inanıyor musun

- Evet.. Adına yemin edilene andolsun ki, bütün bunlar gerçekleşe­cektir. Kişi, o ateşten çıkıp dünyada kurulacak en büyük tandıi´a atılıp içinde yakılmak ister.

- Yazıklar olsun sana! Senin buna dair delilin var mı

- Evet, vardır. (Eliyle Mekke ve Yemen tarafına işaret ederek) şu beldelerden çıkacak bir peygamber, buna delildir.

- O peygamberi, ne zaman görürüz

- (Bana baktı. Ben, yaşça onların en küçüğüydüm.) Bu çocuk, eğer ömrünü tam olarak yaşarsa, o peygambere ulaşır.

Allah´a and olsun ki, aradan bir gün ve bir gece geçmeden Allah, Hz. Peygamberi aramıza gönderdi. Biz ona inandık, ama o Yahudi, asilik ve kıskançlığından ötürü onu inkâr etti! Ona: ´Yazıklar olsun sana! Bu ko­nuda bize birşeyler söyledin ama sen ona inanmadın!" dediysekte o: "Öy­le ama bu, o sıfat ve özelliklere sahip olan peygamber değildir." dedi.

"Delail" adlı eserde Ebu Nuaym, Muhammed b. Seleme´nin şöyle de­diğini rivayet eder: Abdüleşhel oğulları arasında sadece Yuşa´ adında bir Yahudi vardı. Ben, daha izar içinde bir çocuk iken onun şöyle dediği­ni işittim: "Şu beytten çıkacak bir peygamberin zuhur etme vakti geldi!" Böyle dedikten sonra da eliyle Beytullah´a işaret ederek sözünü şu cüm­leyle tamamladı: "Onun zamanına ulaşan, onu tasdik etsin." Nihayet Rasûlullah (s.a.v.) ortaya çıktı.. Biz Müslüman olduk. O Yahudi de ara­mızda yaşamakta olduğu halde asilik ve çekemezliğinden dolayı Müslü­man olmadı. Yahudi Yuşa´mn, Hz. Peygamber´in zuhuru, evsaf ve nite­likleri hakkında verdiği açıklamaları kapsayan ve Ebu Said´in babası tarafından nakledilen haberi daha önce nakletmiştik. Keza Zübeyr b. Bata´nm Hz. Peygamber´in doğumunu bildiren yıldızın görüldüğüne dair verdiği haberi de nakletmiştik.

İbn İshak, Kurayza oğullarından yaşlı bir adamın, Asım b. Amr b. Katade´ye şöyle dediğini rivayet eder:

- Beni Hedl kabilesinden olup cahiliye döneminde Kurayza oğulla­rıyla âdeta kardeş gibi birlik olan, sonra da İslâmiyet döneminde efendi­leri olan Salebe b. Sa´ye, Üseyd b. Sa´ye ve Esed b. Ubeyd´in niçin Müslü­man olduklarını biliyor musun deyince;

- Hayır, dedim.

- Şam diyarında yaşayan İbn Heyyiban adında bir Yahudi, İslâmiyet´ten iki yıl önce bize geldi. Aramızda yaşamaya başladı. Valla­hi, beş vakit namazı, ondan daha mükemmel kılan bir kimse görmedik. Yanımızda ikamet etti. Yağmur yağmaz olduğunda ona: "Ey Heyyiban! Bizim için yağmur duasına çık." dediğimizde o şöyle derdi:

- Çıkmadan önce sadaka vermezseniz vallahi duaya çıkmam.

- Ne kadar sadaka verelim

- Bir ölçek hurma veya iki ölçek arpa...

Bu miktarda sadaka verirdik. Sonra da o, bizi şehrin dışına çıkarır, yağmur yağsın, diye bizler için dua ederdi. Allah´a and olsun ki o, otur­duğu yerden daha ayrılmadan bulutlar gelir, üzerimize yağmur yağdı­rırlardı! Bu, ne bir, ne iki, ne de üç kez böyle oldu. Bu, birçok defa tekrar

etti.

Yanımızdayken hastalanıp ölüm döşeğine yattı. Öleceğini anlayın­ca da bize şöyle dedi:

- Ey Yahudi topluluğu! Üzüm bağları ve bahçeleri olan bir beldeden çıkıp bu açlık ve perişanlık yurduna niçin geldiğimi biliyor musunuz

Biz:

- Sen daha iyi bilirsin, dedik. Bunun üzerine o:

- Vakti yaklaşan bir peygamberin çıkış zamamnı beklemek için bu beldeye geldim. Hicret edip buraya gelecektir. Ortaya çıkacağım ve ken­disine tabi olacağımı umuyordum. Gelmesine az bir zaman kaldı. Ey Ya­hudiler! Ona tabi olmakla, başkalarından geri kalmayın. O, kendisine muhalefet edenlerin kanını akıtmak ve çocuklarını esir almak yetkisiy­le gelecektir. Ama bu yetkisi, sizin ona tabi ülmanıza engel olmasın.

Muhammed (s.a.v.), risaletle görevlendirilip de Beni Kurayza yur­dunu kuşatma altına alınca, yetişmiş birer genç olan Salebe b. Sa´ye, Üseyd b. Sa´ye ve Esed b. Ubeyd dediler ki: "Ey Kurayza oğulları! Bu, İbn Heyyiban´m size sözünü ettiği peygamberdir." Ama Kurayza oğulları, dostlarının uyarısını dikkate almayıp; "Bu, o peygamber değildir." dedi­ler. O üç genç ise; "Vallahi bu, odur. Anlatılan vasıflar kendisinde vardır." diyerek kaleden inip Müslüman oldular, canlarını, mallarını ve ailelerini korudular.

îbn îshak dedi M: Yahudi âlimlerinden bu konuda bize ulaşan haber

budur.

Yemen hükümdar (Tübbablarından Ebu Kerib Tübban Es´ad´m, Medine´ye gelip orayı kuşatmasından bahsederken ilci Yahudi âliminin, karşısına çıkarak ona şöyle dediklerini anlatmıştık: "Sen, Medine´yi alamazsın. Çünkü ahir zamanda çıkacak olan bir peygamber, buraya hicret edecektir." Böylece onu Medine´yi almaktan vazgeçirmişlerdi.

"Delail" adlı eserde Ebu Nuaym, Abdullah b. Selamın şöyle dediğini rivayet eder: Cenâb-ı Allah, Zeyd b. Sa´ye´nin hidayete ermesini diledi­ğinde, Zeyd şöyle demişti: "Kendisine baktığımda ikisi dışında peygam­berlik alametlerinin tamamını Muhammed (s.a.v.)´in yüzünde gördüm. Göremediğim o iki alametten biri, yumuşak huyluluğun cehaletini geri­de bırakmış olması, diğeri de kendisine karşı gösterilen şiddetli cehale­tin de onun yumuşak huyluluğunu daha fazla artırmasıydı.

Yumuşak huyluluğun ne kadar, cehaletinin ne kadar olduğunu an­layabilmek için, bir yolunu bulup yanma sokulmak istedim (Sözün burasında Abdullah b. Selam; Zeyd´in, Hz. Peygamberle meyve üzerine se­lem muamelesi yaptığını anlatarak konuşmasını şöyle sürdürüyor:) Ödeme zamanı gelince - s ahab eleriyle beraber bir cenazedeyken -Rasû-lullah´m yanına gelip gömleğiyle abasının yakasını birlikte tutarak ters bir yüzle kendisine bakıp şöyle dedim: "Ya Muhammedi Hakkımı ödemi-yecek misin Allah´a and olsun ki, siz Abdülmuttalib oğullarının borçla­rını ödemede ağır davrandıklarını bilmiyordum!"

Ben böyle deyince, Ömer b. Hattab bana (hışımla baktı) gözleri, ade­ta bir küre gibi (yerlerinden fırlayarak) yüzü üzerinde dolaşıyordu. Ba­na şöyle dedi: "Ey Allah´ın düşmanı! Şu işittiğim sözleri, Rasûlullah´a sen söylüyor ve gördüğüm şu kötü hareketleri de ona sen yapıyorsun, öy­le mi! Onu hak ile gönderen Allah´a andolsun ki, eğer onun beni kınama­sından korkmasaydım, mutlaka senin boynunu kılıçla vururdum!"

Öte yandan Rasûlullah (s.a.v.) da sükûnet, vakar ve gülümseyişle Ömer´e bakıyordu. Sonra şöyle buyurdu: "Ey Ömer! Ben de bu (adam) da, başka başka bir tavırla karşılanmalıydık. Borcumu güzelce ödeme­mi bana tavsiye etmeliydin. Buna da, alacağını güzelce istemesini tavsi­ye etmeliydin. Onu al götür, hakkını ver ve yirmi ölçek hurma da fazla ver." Zeyd b. Sa´ye, bu olay üzerine Müslüman oldu. Diğer savaşlarda hep Rasûlullah´la beraber oldu. Tebük savaşının yapıldığı yılda da vefat etti. Allah rahmet etsin."

Sonra İbn İshak, Selman-ı Farisî (r.a.)´nin Müslüman oluşunu anla­tarak şöyle der: Asım b. Amr b. Katade el-Ensarî, Abdullah b. Abbas´m şöyle dediğini rivayet eder: Selman-ı Farisî´nin bizzat kendisi bana dedi ki: "Ben, İsfahan´a bağlı Gey köyünde yaşayan bir İranlı idim. Babam, köyün yöneticisiydi. En çok sevdiği insan, bendim. Bana olan sevgisi de­vam ediyordu.Bir gün beni, âdeta kız evladı gibi eve kapattı. Mecusilik­te epeyi gayret gösterdim. Öyleki Mecusilik ateşinin başına oturup onu hiç sönmesin diye, devamlı surette tutuşturuyordum.

Babamın, büyük bir köyü vardı. Bir gün bazı bina işleriyle meşgul iken bana: "Oğlum! Bugün bazı bina işleriyle meşgul olduğum için köye gidemedim. Sen git de biraz oralara bak." dedi, yapılmasını istediği bazı şeyleri yapmamı bana emretti. Sonra sözlerini şöyle tamamladı: "Sakın benden uzaklaşıp kaybolma. Çünkü sen, benim için köyden de önemli­sin. Eğer kaybolursan, hiçbir iş yapamaz olurum." Ben de onun beni gön­derdiği köyün yoluna koyuldum. Yolda bir Hristiyan kilisesine uğra­dım. İçeride namaz kılıp dua etmekte olanların seslerini duydum. Ba­bam, beni evde âdeta hapsedilmiş gibi tuttuğundan, insanların neler yaptıklarım bilmiyordum. Seslerini duyunca içeri girip ne yaptıklarım görmek istedim. Namaz kılmakta olduklarını görünce, namazları hoşu­ma gitti. Durumlarına imrendim. Ve: "Allah´a and olsun ki bunların yolu, bizim dinimizden daha hayırlıdır." dedim. Gün batmcaya kadar yanlarından ayrılmadım. Babamın köyüne de gitmedim. Sonra onlara; "Bu dinin aslı nerededir " diye sordum. "Şam´dadır." dediler. İşini gücü­nü bırakıp beni aratmakta olan babamın yanma döndüm. Yanma vardı­ğımda; "Oğulcağızım! Nerelerdeydin Oysa ben sana tenbihatta bulun­mamış mıydım " dedi. Ben de dedim ki:

- Babacığım! Ben, kiliselerinde namaz kılmakta olan bir takım in­sanlara uğradım. İbadetlerini görünce de dinlerinden hoşlandım. Valla­hi gün batımına kadar da yanlarından ayrılmadım.

- Oğulcağızım! O dinde hayır yoktur. Senin ve babalarının dini, on­dan daha hayırlıdır.

- Hayır, vallahi o din, bizimkinden daha hayırlıdır, dedim.

Ben, ona böyle dedikten sonra babam bana haksızlık etti, ayağıma bukağı vurdu. Sonra da beni eve hapsetti. Kiliselerine varmış olduğum Hristiyanlara şöyle bir haber gönderdim. "Şam´dan size bir kervan gelir­se, bana haber verin.» Nihayet o Hristiyanlarm yanına Şam´dan bir ker­van geldi. Onlar da yanıma gelerek bana bildirdiler.

Kendilerine: "Bu kervan işini tamamlayıp ülkesine geri dönmek üzere olduğunda bana haber verin." dedim. Kervan, ülkesine geri dön­mek üzere olduğunda bana haber verdiler. Ben de ayağımdaki bukağıyı çıkarıp attım. Aralarına katılıp yola koyuldum. Nihayet Şam´a geldim. Oraya vardığımda; "Burada Hristiyanlarm en bilgin şahsiyeti kimdir " diye sordum. Kilisedeki piskoposun en büyük Hristiyan bilgini olduğu­nu söylediler.

Yanına varıp: "Ben, bu dine girmek ve kilisende sana hizmet etmek, senden ilim tahsil etmek ve seninle birlikte namaz kılmak istiyorum." dedim. "Olur." dedi. Dinine girip onunla beraber kilisede kalmaya baş­ladım. Çok kötü bir adamdı.. Sadaka vermeleri için halka tavsiye ve teş­viklerde bulunurdu. Halktan topladığı sadakaları yoksullara vermeyip yanında alıkoyar, kendi şahsı için saklardı. Öyleki yedi küp altın ve gü­müş biriktirmişti. Bu yaptıklarını görünce ona çok kızmıştım.

Gün gelip Öldü. Hristiyanlar onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki: "Bu, kötü bir adamdı.. Sadaka vermenizi size emreder ve sizle­ri buna teşvik ederdi. Getirdiğiniz sadakaları kendi şahsı için saklayıp, düşkünlere birşey vermezdi."

"Böyle yaptığını nereden biliyorsun " diye sordular. Ben de; "Stok­larım size göstereyim mi " dedim. "Göster." dediler. Stokların yerini on­lara gösterdim. Altın ve gümüşle dolu yedi küpü çıkardılar. Altın ve gü­müş dolu küpleri görünce de: "Onu asla mezara defnetmeyiz." dediler. Onu asıp taşlamaya başladılar.

Sonra da başka bir adam bulup, onun makamına geçirdiler. Beş va­kit namaz kılıp ondan daha faziletli, daha zahid, onun kadar dünyadan daha çok el çekmiş, ahirete yönelmiş, gece-gündüz onun kadar zahmet çekip yorulmuş başka bir kimse görmedim. Daha Önce hiç kimseye karşı duymadığım bir sevgi ile onu sevdim. Bir müddet yanında kaldım. Son­ra hastalanıp can çekişmeye başladı. Ona şöyle dedim: "Bu kadar za­mandır ki seninle beraber oldum. Daha önce hiç kimseye göstermediğim bir sevgiyle seni sevdim. İşte enır-i hak vaki oldu. Ölmek üzeresin. Kime gitmemi tavsiye eder ve bana ne emredersin "

Bana dedi ki: Oğulcağızım! Allah´a andolsun ki, benden başka, be­nim bu yolumda bulunan herhangi bir kimse tanımıyorum. İnsanlar he­lak oldular. Dinlerinin bir çok hükümlerini değiştirip birçok hükümleri­ne de uymaz oldular. Yalnız Musul´daki falan kişiyi tanıyorum. O, be­nim bağlı olduğum dindedir. Var, ona git."

Vefat edip defnedilmesinden sonra kalkıp Musul´daki arkadaşının yanma gittim. Ona:-"Ey falan! Falan kişi, vefat edeceği esnada bana, se­nin yanma gelmemi tavsiye etti. Senin de kendisinin meşrebinde oldu­ğunu söyledi. Bana: "Onun yanında dur, diye emir verdi." dedim. Ve ya­nında ikamete başladım. Onu, arkadaşının meşrebine bağlı, çok hayırlı bir kimse olarak gördüm. Çok geçmeden o da vefat etti. Can çekişmek­teyken kendisine şöyle dedim: "Ey falan! Falan kişi, gelip senin yanında kalmamı bana emir ve tavsiye etmişti. Görüyorum ki emr-i hak vaki ol­mak üzeredir. Ölmek üzeresin. Kimin yanma gitmemi tavsiye eder ve ne yapmamı emir buyurursun " Dedi ki: "Oğulcağızım! Allah´a andolsun ki, bizim yolumuzda bir kimse bulunduğunu bilmiyorum. Yalnız Nusay­bin´de falan adam vardır. Onun yanma git."

Vefat edip defnedilmesinden sonra kalkıp Nusaybin´deki arkadaşı­nın yanma gittim. Durumumu, önceki iki arkadaşımın bana verdikleri emirleri, yaptıkları tavsiyeleri ona anlattım. "Yanımda kal." dedi. Ben de yanında ikamet etmeye başladım. Onun, arkadaşlarının yolunda ol­duğunu gördüm. Yanında kaldığım bu şahıs, çok iyi bir insandı. Allah´a andolsun ki, çok geçmeden bu da vefat etti. Can çekişirken kendisine şöyle dedim. "Ey falan! Falanca kişi bana, falanın yanma gitmemi tavsi­ye etmişti. O falan da, bir başkasının yanma gitmemi tavsiye etmişti. Şimdi sen, bana kime gitmemi tavsiye eder ve ne yapmamı emir buyu­rursun

Dedi ki: "Oğulcağızım! Allah´a andolsun ki; bizim yolumuzda bizden başka bir kimse kaldığını bilmiyorum M, yanma gitmeni sana emredebi­leyim. Yalnız Rum diyarında, Amuriye beldesinde, bizim meşrebte bir adam vardır. İstersen ona git. O, bizim yolumuzdadır."

Vefat edip defnedilmesinden sonra kalkıp Amuriye´deki arkadaşı­nın yanma gittim. Durumu ona anlattım. "Yanımda kal." dedi. Ben de arkadaşlarının doğru yolunda ve meşrebinde olan o çok hayırlı adamın yanında ikamete başladım. Çok çalıştım, mallarım ve davarlarım oldu. Sonra emr-i hak vaki oldu. Arkadaşım can çekişmeye başlayınca kendisine şöyle dedim:

"Falanca şahıs, falana gitmemi tavsiye etti. O falan da bir başkasına gitmemi tavsiye etti. O da diğer birinin yanma gitmemi tavsiye etti. O da senin yanma gelmemi tavsiye etti. Şimdi sen, kime gitmemi tavsiye eder ve ne yapmamı emir buyurursun "

Dedi ki: "Oğulcağızım! Allah´a andolsun ki; Dinimize bağlı herhangi bir kimse tanımıyorum ki, ona gitmeni sana emredebileyim. Ancak İb­rahim peygamberin dinine bağlı olup Arap diyarından zuhur edecek bir peygamberin ortaya çıkma zamanı yaklaştı. İki taşlık arasındaki hur-malıklı bir şehire (Medine´ye) de hicret edecektir. O peygamber de kendişinde, saklı kalmayacak apaçık peygamberlik alametleri vardır. He­diye kabul eder, ama sadaka almaz. İki omuzu arasında peygamberlik mührü vardır. Eğer o şehirlere gidebilirsen git."

Böyle dedikten sonra vefat etti ve defnedildi. Allah´ın dilediği bir sü­re kadar Amuriye´de bekledim. Bir müddet sonra Beni Kelb kabilesin­den bir tüccar kafilesi bana uğradı. Onlara: "Şu mallarımı ve davarları­mı size vereyim. Buna karşılık siz de beni Arap diyarına götürün." de­dim. Olur, dediler. Bunun üzerine mallarımı ve davarlarımı kendilerine verdim. Beni yanlarına alıp götürdüler. Vadi´l-Kura´ya vardıklarında bana haksızlık edip, köle olarak bir Yahudi´ye sattılar. O adamın yanın­da kaldım. Hurmalıkları görünce, arkadaşımın sözünü ettiği o şehrin burası olacağını umdum, ama bunu kesin olarak bilemedim.

Ben, onun yanında ikamet etmekteyken bir ara, Medine şehrinin Beni Kurayza mahallesinden amcası oğlu yanına geldi. Sahibim, beni amcası oğluna sattı. O da beni alıp Medine´ye götürdü. Allah´a andolsun ki; Medine´yi görür görmez, sahibinin tasvirine göre onu hemen tanıdım ve orada da ikamete başladım.

Nihayet Rasûlullah (s.a.v.), peygamber olarak ortaya çıktı. Bir müddet Mekke´de ikamet etti. Köle olduğumdan ve efendimin işlerini yapmakla meşgul olduğumdan dolayı Rasûlullah hakkında söylenen sözleri pek duyamıyordum. Sonra o, hicret edip Medine´ye geldi.

Allah´a yemin ederim ki günlerden bir gün, efendimin hurmalığında bir ağaç üzerinde çalışırken, efendim de benim alt tarafımda oturmak­tayken bir amcası oğlu, yanına gelip durdu. Ve: "Ey falan! Allah, Kayle oğullarını (Ensâr´ı) öldürsün! Allah´a andolsun ki onlar, Küba´da, Mek­ke´den gelen bir adamın etrafında toplanmış durumdadırlar. Onun pey­gamber olduğunu iddia ediyorlar!"

Adamın bu sözlerini duyunca bir sarsıntıya yakalandım. Öyleki, efendimin üzerine düşeceğimi sandım. Hurma ağacından indim. Efen­dimin amcası oğluna: "Ne diyorsun, ne diyorsun " diye sordum. Efendim öfkelenerek bana sert bir yumruk attı, sonra da:

"Bu işten sana ne İşinin başına dön!" dedi. Ben de: "Birşey yok..

Sadece bu adamın söylediklerinin pekiştirilmesini istedim." dedim. Yanımda, daha önceden yığdığım birşeyler vardı. Akşam olunca o şeyle­ri alıp Küba´ya Rasûlullah´m yanına gittim. Huzuruna vardığımda ona: "Duyduğuma göre sen, salih bir adammışsm. Yamnda muhtaç ve garip arkadaşların var. Yanımdaki bu yiyecek de sadakadır. Başkalarından çok siz, bunu alma hakkına sahipsiniz." dedim ve elimdeki yiyeceği ken­disine takdim ettim. Rasûlullah (s.a.v.), sahabelerine: "Yeyiniz." dedi. Ama kendisi elini uzatmadı. Kendi kendime: "İşte, bu peygamberliğinin bir alameti." dedim. Sonra yanından ayrılıp gittim. Birşeyler daha top­ladım. O da artık Medine´ye geldi. Tekrar yanma varıp: "Ben, senin sa­daka yemediğini gördüm. Ama bu defa hediye getirdim. Rasûlullah (s.a.v.), takdim ettiğim yiyeceği yedi. Ashabına buyur etti, onlar da yedi­ler. Kendi kendime: "Bu da peygamberliğinin ikinci alameti oldu." de­dim. Sonra Bakiü´l-Garkad´da ashabından birinin cenaze merasimin-deyken yanına varıp selam verdim. Sahabeleri arasında oturmaktaydı, üzerinde iki örtü vardı. Selam verdikten sonra arka taranna geçtim. Sır­tına bakayım da, arkadaşımın anlattığı peygamberlik mührünü görebi­lir miyim, göremez miyim diye düşünüyordum. Rasûlullah (s.a.v.), ar­ka taranna geçtiğimi görünce, kendisi hakkında bana anlatılmış olan birşeyi tesbit etmek istediğimi anladı.. Sırtındaki abasım çıkardı. Ben de peygamberlik mührüne bakıp tamdım. O da bana; "Ön tarafa gel." de­di. Önüne geçtim ve -Ey İbn Abbas, tıpkı sana anlattığım gibi- durumu kendisine anlattım. Bu anlattıklarımı sahabelerinin duymuş olmaları, Rasûlullah´m hoşuna gitti."

Selman, köle olduğu için efendisinin işinde çalışmak zorunda oldu­ğundan Rasûlullah in yamnda Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. Selman, daha sonra başından geçenleri şöyle anlatır: "Rasûlullah (s.a.v.) bana; "Efendinle mükateblik akdi yap." dedi. Ben de özgürlüğü­mü vermesi karşılığında efendimle kırk okiye altın vermek ve 300 hur­ma fidanı dikmek üzerine anlaştım. Akid yaptık. Rasûlullah (s.a.v.) da, sahabelerine: "Kardeşinize yardım edin." dedi. Onlar da kimi otuz, kimi yirmi, kimi onbeş, kimi on, kimi de bulabildiği kadar hurma fidanı vere­rek bana yardım ettti. Nihayet yanımda 300 hurma fidanı yığıldı. Rasûlullah (s.a.v.) da bana; "Ey Selman! Git de şu fidanlar için çukur kaz. İşini tamamladığında yanıma gel ki fidanları yerlerine diken ben olayım." dedi.

Çukurları kazdım. Kazı işinde arkadaşlarım bana yardıma oldular. İş tamamlanınca, Rasûlullah´m yanma gelip durumu kendisine bildir­dim. Benimle birlikte fidanlığa geldi. Fidanları kendisine veriyorduk. O da onları eliyle dikiyordu. Sonunda işimizi tamamladık. Allah´a yemin ederim ki, o fidanlardan bir tanesi bile bozulmadı. Hepsi tuttu. Hurma­lığı efendime teslim ettim. Ama vermem gereken altınları daha verememistim. Bir gün Rasûlullah (s.a.v.)´a tavuk yumurtası iriliğinde bir altın hediye edilir, o da: "Mükateblik sözleşmesi yapan Farisî ne yaptı " diye sorar. Bunun üzerine ben huzura çağrıldım... Yanma vardığımda bu­yurdu ki: "Şunu al da borcunu öde!"

"Bu, benim borcumu karşılar mı ya Rasûlallah " dedim. Buyurdu ki:"Sen şunu al hele.. Allah, bununla senin borcunu kapatacaktır." Ben de onu alıp tarttım.. Selman´m nefsi elinde bulunan Allah´a andolsun ki, tam tamına kırk okiye ağırlığmdaydı. Böylece efendimin alacağım öde­dim.

Selman, artık özgürlüğüne kavuşmuştu. Ondan sonra yapılan Hen­dek savaşma Rasûlullah´la birlikte hür olarak katıldım. Artık her gaz­ve de,Rasûlullah´ın yanında yer alıp savaştım.

İbn îshak, Selman´m şöyle dediğini de rivayet eder: "Bu altın topağı, benim borcumu nasıl karşılar ya Rasûlallah " deyince, Rasûlullah (s.a.v.), o topağı alıp diline sürdü, sonra da; "Bunu al ve efendinin alaca­ğını öde." dedi. Ben de alıp kırk okiyelik altın borcumu ödedim.´´

Muhammed b. îshak, Ömer b. Abdülaziz b. Mervan´m şöyle dediğini rivayet eder: Selman´dan bahsedilirken onun, Rasûlullah´a şöyle bir ha­diseyi anlattığı da nakledilmektedir:

Arauriye´deki arkadaşım bana; "Şam´ın falan mıntıkasına git. Ora­da iki meşelik var. Her sene bir adam, bu meşeliklerden birinden çıkıp ötekine geçip gider, sonra da görünmez olur. Çıkışında hastalar onun et­rafını kuşatırlar. Kime dua ederse o şifa bulur. Aramakta olduğun dini ona sor. O, sana gereken bilgiyi verir." dedi.

Ben de yola çıkıp, arkadaşımın belirttiği yere gittim. İnsanların, hastalarını getirip topluca beklediklerini gördüm. Onlar o gece, o ermiş kişinin meşeliklerden birinden çıkıp diğerine gitmesini bekliyorlardı. Nihayet meşeliklerden birinden çıktı. İnsanlar, hastalanyla birlikte çevresini sardılar. Her kime dua ettiyse, o şifa buldu. Bana yol vermedi­ler. Ona ulaşamadım. Ancak girmek istediği meşeliğe girerken omuzu-nu tutabildim; "Bu da Mm " deyip bana döndü. Ben de: "Allah sana rah­met etsin. İbrahim peygamberin dini olan Haniflik hakkında bana ha­ber ver." dedim. Bana: "Bu gün insanların sormadıkları birşeyi soruyor­sun. Harem halkından olup bu dini getirecek bir peygamberin ortaya çıkma zamanı geldi. Ona git; o, seni bu dine götürür." dedi ve sonra da meşeliğe girip kayboldu.

Bunları kendisine anlattıktan sonra Rasûlullah (s.a.v.), bana şöyle dedi: "Ey Selman! Bana anlattıkların doğruysa, iyi bil ki sen, Meryem oğlu İsa ile karşılaşmışsın."

Bu söz, gerçekten gariptir. Çünkü Hz. İsa ile Hz. Muhammed ara­sında geçen fetret dönemi, en azından 400 senedir. 600 şemsî sene olduğunu söyleyenler de vardır. Anlatıldığına göre Selman-ı Farisî, 350 sene yaşamıştı. Abbas b. Yezid el-Bahranî´nin ifadesine göre kendisinin, üstadlan, Selman´m 250 sene yaşadığı hususunda ittifak etmişlerdir. 250 seneden 350 seneye kadar yaşadığı hususundaysa ihtilaf etmişler­dir. Doğrusunu Allah bilir. Zahir rivayete göre ise Selman, "Meryem oğ­lu İsa´nın vasisi ile karşılaştım." demiştir ki, bunun doğru olması müm­kündür.

Taberî´nin ifadesine göre İsa, göğe kaldırıldıktan sonra tekrar yer­yüzüne inmiş, benzeri olan şahsın asıldığı sehpanın dibinde annesiyle başka bir kadının ağlamakta olduklarını görmüş, onlara öldürülmedi ğini bildirmiş, bundan sonra havarilerini irşad için çevreye göndermiş­tir.

Gökten bir defa inmesi mümkün olduğuna göre, bir kaç defa inmesi de mümkün olur. Sonra haç kırılıp, domuz öldürüldüğünde açıkça ine­cek ve Cüzam oğulları kabilesinden bir kadınla evlenecektir. Vefat etti­ğinde ise, Rasûlullah (s.a.v.)´m ravzasındaki hücreye defnedilecektir.

Beyhakî, "Delailü´n-Nübüvve" adlı kitapta, Yezid b. Sevha´nm şöyle dediğini rivayet eder: "Selman´m, İslâm´a girişinin başlangıcı hakkında uzun bir kıssa anlattığını duydum. O, bu kıssasında kendisinin Ramhürmüz vilayetinden olduğunu, kendisinden daha büyük ve zengin bir kardeşi bulunduğunu, kendisinin de babasının geçimini temin et­mekte olduğu fakir bir kimse olduğunu ifade etmiştir. Yaşadığı vilaye­tin valisinin oğlu, kendisinin arkadaşıymış. İkisi birlikte devamlı ola­rak bir hocanın yanma giderlermiş. Arkadaşı, Hristiyan âbidlerinin ibadet ettikleri bir mağaraya arasıra uğrarmış. Bir gün Selman, arka­daşından kendisini de o Hristiy ani arın bulunduğu mağaraya götürme­sini istemiş, arkadaşı ise: "Sen genç bir çocuksun. Onların sırrını ifşa et­menden ve bu nedenle babamın onları Öldürmesinden korkuyorum." de­miş: Selman ise, onlar hakkında onun ve kendilerinin hoşlanmayacağı birşeyi yapmayacağını, sırlarını da ifşa etmeyeceğini söylemiş. Böyle bir taahhüdde bulunmuş.

Bunun üzerine arkadaşı, Selman´ı alıp, o Hristiyanlann bulunduğu mağaraya götürmüş. Onların altı veya yedi kişi olduklarını görmüş. Çö­küp ibadet ettiklerinden ötürü de sanki cesetleri ruhsuz hale gelmişti. Onlar, gündüz oruç tutar, geceleyin ibadetle meşgul olur, ağaç yaprağı veya buldukları şeyleri yerlermiş.

Selman, onların önceki peygamberlere iman ettiklerini, İsa´nın ise Allah´ın kulu, elçisi ve Meryem´in oğlu olduğuna, Allah tarafından muci­zelerle desteklendiğine inandıklarını anlatmış. Arkadaşı ile birlikte Hı­ristiyanların yarana gittiğinde onlar, Selman´a şöyle demişler: "Ey ço­cuk, doğrusu senin bir Rabbin vardır. Ahiret hayatına gideceksin. İleri­de senin karşına, Cennet ve Cehennem çıkacaktır. Şu ateşe tapan millet ise, küfür ve sapıklık ehlidirler. Allah, onların yaptıklarından razı değildir. Onlar, Allah´ın dininden değildirler."

Selman, arkadaşıyla birlikte sık sık bu Hristiyanlann yanma git­meye başlamış, sonunda onlardan ayrılmaz olmuş. Nihayet o beldenin valisi (Selman´m arkadaşının babası), onları kendi topraklarından sür­gün etmiş, kendi oğlunu da yanında hapsetmiş. Selman, Hristiyan dini­ni, kendisinden yaşça büyük olan kardeşine anlatmış, kardeşi ise: "Ben geçimimi sağlamak için çalışmakla meşgulüm." diyerek Selman´m bu teklifine kulak vermemiş.

Selman, o Hristiy anlarla birlikte göç etmiş, nihayet Musul kilisesi­ne gitmişler. Selam verip kilisedekilerin yanlarına varmışlar. Arkadaş­ları onu, kilisedekilerin yanına bırakmak istemişlerse de Selman, onların arkadaşlığından ayrılmak istememiş. Bu sebeple hep birlikte yine yola koyulmuş ve dağlar arasındaki bir vadiye gelmişler, o mıntıka­nın rahipleri akın ederek yanlarına gelip selam vermiş ve etraflarım sarmışlardı. Rahipler, o Hristiyan grubun uzun zamandan beri neden kayıp olduklarım kendilerine sormuşlar. Benim kim olduğumu onlar­dan öğrenmek istediklerinde arkadaşlarım beni Överek iyi bir kimse ol­duğunu söylemişlerdi.

Aralarında muhterem bir şahsiyet olan birisi, yanlarına gelerek kendilerine hitapta bulundu, Allah´a hanıd-ü senadan sonra peygam­berleri ve mucizeleri anlatmaya başladı. Bu arada Meryem oğlu İsa´dan da söz etti. Onun, Allah´ın kulu ve elçisi olduğunu anlattı. Hayır işleme­lerini arkadaşlarına tavsiye edip, onları kötülükten sakındırdı. Arkadaşları oradan ayrılmak istediklerinde Selman, o adama tâbi olup yanmdan ayrılmaz oldu. O adam, gündüzleri oruç tutar, bu orucunu pa­zardan pazara kadar devam ettirir, geceleri ise ibadet ederdi. Toplulu­ğun yanına gelir, onlara vazu nasihatte bulunur, iyilikleri emreder, kö­tülüklerden de sakmdırırdı. Bu durum, uzun bir müddet böyle devam etti. Sonra Beyt-i Makdis´i ziyaret etmek istedi. Selman da ona arkadaş

oldu."

Sözün burasında Selman, anlatımını şöyle sürdürüyor: ´Yolda iken arkadaşım bana iltifat eder, bana bakıp vazu nasihatte bulunur, çeşitli öğütler verir, bir Rabbin olduğunu anlatır, ileriki hayat­ta Cennet´in, Cehennemin, hesabın olacağını söylerdi. Bana bazı şeyle­ri öğretir, o topluluğa pazar günü anlattığı şeyleri, bana da anlatırdı. Ba­na söylediği şeylerden biri de şu idi: "Ey Selman! Doğrusu Cenâb-ı Allah, Ahmed adında bir peygamber gönderecektir. O, Tihame taraflarından çıkacaktır. Hediye kabul eder ama sadaka almaz. İki omuzu arasında peygamberlik mührü vardır. Onun ortaya çıkma zamanı yaklaşmıştır. Ben, yaşlı bir kimseyim. Onun zamanına ulaşacağımı sanmıyorum. Eğer sen onun zamanına ulaşırsan, onu tasdik et ve ona tabi ol." Ben, kendisine: "O peygamber, senin dinini terk etmemi, senin yolundan ayrılmamı bana emretse de mi kendisini tasdik edeyim. Ve ona tâbi ola­yım " diye sorduğumda, bana: "Sana bunları emretse de kendisini tas­dik et ve ona tâbi ol. Çünkü hak, onun getirdiğindedir. Onun söyledikle­rinden Rahman olan Allah da razıdır." diye cevap verdi."

Selman daha sonra, arkadaşıyla birlikte Beyt-i Makdis´e gidişlerini ve orada arkadaşının bazı yerlerde namaz kıldığını anlatarak sözünü şöyle sürdürür: "Arkadaşım uyudu. Uyurken de bana, gölgenin falan noktaya ulaştığı anda kendisini uyandırmamı tenbihledi. Fakat biraz daha istirahat etsin, diye onun dediği vakitte kendisini uyandırmadım. Uyandığında Allah´ı zikretti ve tenbihine uymadığım için beni kınadı. Bilahare birlikte Beyt-i Makdis´ten çıktığımızda kötürüm bir adam, ona şöyle dedi: "Ey Allah´ın kulu, buraya geldiğinde senden dilekte bulun­muştum ama sen bana birşey vermedin. İşte şimdi senden yine aynı di­lekte bulunuyorum." Arkadaşım ona baktı. Herhangi bir kimseyi göre­medi. Elinden tutup: "Allah´ın adıyla kalk." dedi. O kötürüm kişi, kendi­sinde hiç bir hastalık ve sakatlık kalmaksızın ayağa kalktı. Sanki bir bağdan kurtulmuş gibi oldu. O şifa bulan kötürüm, bana dedi ki: "Ey Al­lah´ın kulu! Eşyamı omuzuma yükle de aileme gideyim ve onlara müjde­yi vereyim." Ben, onunla meşgul olurken arkadaşım yoluna devam edip gitti. îşimi tamamladıktan sonra peşine düştümse de ona ulaşamadım. Nereye gittiğini de öğrenemedim. Hem kime sorduysam bana; "O, sen­den biraz ileridedir." dediler. Nihayet, Araplardan Beni Kelb kabilesin­den bir kervanla karşılaştım. Arkadaşımı onlara sordum. Kervandan biri, devesini ıhdırarak çöktürdü. Beni arkasına alıp yola revan oldu. Nihayet onların şehrine ulaştık. Beni köle olarak sattılar. Ensâr´dan bir kadın, beni satın alıp bahçesine yerleştirdi. Bir müddet sonra Rasûlullah (s.a.v.) da Medine´ye geldi. Ben de arkadaşımın onun hak­kında söylediklerini araşt