๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => El-Akl ve Fehmül Kuran => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 06 Temmuz 2011, 18:06:42



Konu Başlığı: Üslubu
Gönderen: Ekvan üzerinde 06 Temmuz 2011, 18:06:42
Üslubu


Haris eserlerinde; Abdülhamid tarafından başlatılan sonra İb-nu'I-Mukaffa, daha sonra Sehl b. Harun ve Hicri üçüncü asırda be­yan ilminde zirve olarak kabul edilen el-Cahız tarafından sürdürü­len o dönemin hakim üslubunu kullanmıştır.

Haris yaşadığı çağın dışında kalmamış, Ebu Ubeyd ve başka hocalardan belagat okumuştur. el-Akl, eİ-Mesail, er-Riaye ve diğer eserlerinde şairlerden ve Halid b. Safvan ve Şebib b. Şeybe gibi belagat ve hitabet ustalarından alıntılar yapmıştır.

Abdülhamid'den el-Cahız'a kadar Hâris'in yaşadığı asrın bela­gat ustaları karşılaştırıldığında; el-Mukaffa'nın atasözleri ile süslü ve Fars dili etkisinde fikrî bir üslub, [200] Abdülhamid'in ise ses uyu­munu [201] ön planda tutan fonetik bir üslub kullandığı söylenebilir.

Sehl b. Harun taktili (ölçülü), ses tekrarına dayalı, mayotik bir üslub ile tanınmıştır. el-Cahız ise; sık sık intikale, kelime ve ifade oyunlarına, nükteli ve alaylı anlatıma baş vuran irrasyonel eğilimli bir estetik tiryakisi idi.[202]

Muhasibi, fikrî oluşum dönemine ait ilk eserleri ve et-Tevehhüm'de Sehl b. Harun ve Cahız'ın estetik anlatımından önemli öl­çüde ve bir şekilde etkilenmiş görünmektedir. Yine el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân'ı telif ettiği fikrî oluşum döneminin ikinci aşamasında da diğer Mutezilî kelamcıların ve İbn-i Mukaffa'nın fikrî üslubun­dan önemli ölçüde etkilenmiş olduğu görülmektedir. el-Vasaya ve Adabu'n-Nüfus gibi ilk eserlerinde ise; bölüm tertibi ve kelime ter­cihi gibi kriterler dikkate alındığında üslup kaygısı taşımadığı söy­lenebilir. Sanki Muhâsibî bu eserleri kaleme aldığı dönemde her bakımdan ve tam anlamı ile bir içkriz yaşamaktadır.

Öyle görünüyor ki bu süreçte onun zayıf ve nahif kişiliği; arzu ve umut dışında dünyadan, ahiretten ve hemen her şeyden endişelidir. Bu nedenle basit ve sıradan bir üslup kullanmakta ve hiç üs­lub endişesi taşımamaktadır:

Kardeşlerim! Yüce Allah'ın ve O'nun Elçisi'nin size tanıdığı ruhsatı alın. Bize Allah'ın ruhsatlardan yararlananları sevdiği bildirildi. Ay­rıca Allah (c) azimete sarılanları da sever. Basit, kolay ve mubah olanı isteyin. Bize Hz. Peygamber'in basit ve kolay olanları tercih ettiği bildirildi. Her konuda afiyetten ayrılmayın ve belalı işlere yö­nelmeyin. Biz belaya yönelenlerden değiliz.

Şimdi hoşunuza gitmeyen bîr musibet ile imtihan edilirseniz, böyle sıkıntılı anlarda nefsinizi sabra zorlamalısınız. Bela ve musibet, ku­luna Allah'ın bir takdiridir. Böyle anlarda sızlanmaktan kaçının. Bu da Allah'ın kulunu gözetmesidir.[203]

Bu üslup umursamazlığına karşılık Risaletu'l-Müsterşidin'den itibaren; yeniden kişilik kazanması paralelinde son derece açık bir biçimde gerçek üslubu da belirmeye ve kalbî alanlardan daha çok aklî ve hissî alanlara da yoğunlaşmaya başlamıştır.

Haris; cehennemliklerin karşılaşacakları azaptan söz ederken şunları söylemektedir:

Sonra cehenneme itilirler. Cehennem bedeni yakar kavurur. Etler parça parça dökülüp kemikler kalır. Orada insan ateş yer, kaynar su ve ateş arasında, birinden diğerine gider gelir. 'Keşke ikisinden biri serin olsaydı' der ama nafile![204]

Cenneti ve cennet nimetlerini tasvir ederken de şunları söyle­mektedir:

Tertemiz, güzel kokulu cennet rüzgarları eser, keskin miss, safran, sarı kâfur, amber kokulu, pırıl pırıl, ışıl ışıl, tertemiz cennet kokuları her yanı kaplar. Cennette tertemiz kokulu meyveler vardır. Yeşil sütunlu; zümrüd, kırmızı yakut ve beyaz inci ile bezenmiş yollardan geçerken mimarî harikası cennet saraylarına hayran kalır, ışık, kon­for ve güzellikten kendini alamazsın.[205]

Daha sonra iri gözlü cennet hurilerini ve onların cennetteki köşklerinden aheste aheste cennetlik salih kullara süzülüşlerini tas­vir eder. Daha önce cehennem azabının şiddet ve dehşetini tasvir ederken yaptığı gibi yine abartılı bir dil kullanmaktadır ki bütün bunlar özendirme ve sakındırma kablündendir.

Muhâsibî'nin; aklî, mantıkî ve fikrî gelişimine paralel olarak üslubunun da sürekli gelişmekte ve Maiyyetu'l-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân'da terim ve cümlelerin mantık kurgusu üzerinde yoğunlaş­makta olduğunu görmekteyiz. Bu üblub onun fıkhı eğilimlerini de yansıtan bir kelamcı üslubudur; Haris benimsediği ya da karşı çık­tığı her iddiayı, isimleri daha önce geçen hocalardan, senetlerini de zikrederek rivayet ettiği hadislerle desteklemektedir.

Muhâsibî'nin kişilik ve özgüveni ilk kez bu iki eserde açıkça or­taya çıkmaktadır. Bu özgüven nerede ise kibir ve aşırı güvenleri ne­deni ile daha önce eleştirdiği zümreleri hatırlatacak boyutlardadır:

Diğerleri ise fttraten akı! sahibidirler. Onlar ne beyanı ne de beyan sahibini düşünüp anlar, müşrik Arablar gibi sadece bildikleri dilden bir takım ifadeler duyar ama ne anlama geldiğini düşünmez ve anla­mazlar. Allah (c) onlar için; Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da şaşkındırlar [206] buyurmaktadır. Onlar fıtraten akli sahibi oldukları halde, kendi kanaatlerini beğeniyor, baba ve atalarını taklid ediyor ve Allah'ın emrini düşünmeksizin fıtraten sahip oldukları aklı dünyevî çıkarlar için kullanıyorlardı. Şayet kendi düşüncelerine hayran olmaktan ve büyüklerini taklid etmekten vazgeçip iyice dü­şünecek olsalar Allah'ın ayetlerini de anlayabilirlerdi. Oysa onlar atalarını taklid ve kendi görüşlerini beğenmeyi inatla sürdürmüşler­di. Allah (c) onlar için: Halbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlar [207] ve: Yoksa ona kötü ameli süslendi de o güzel mi gördü [208] buyurmaktadır.

Şöyle devam etmektedir sözüne Haris:

Sağar b. Cüveyriye'den [209] naklen bana Affan rivayet etti ve: Rablerini ve Rableri katından gelen emir ve yasakları düşünenlere gelince onlar; Allah'tan şifa, hidayet ve rahmet isterler, katı kalplerini O'nunla tedavi eder, günah artığı pislikleri O'nun lütfü ile temizler­ler, gönül yaralarına O'nun merhemini sürerler. İçlerindeki kötü ni­yeti ve gönüllerindeki yalnızlığı O'nunla giderirler. Kur'ân'ın hida­yet çağrısına uyar ve kendilerine imam kabul ederler. [210] O'nun huzurunda her türiü şehveti yok eder, her isteğe O'nu düşü­nerek yönelir, O'nun teşviki ile Yüce Mevla huzurunda boyun eğer ve sıkıntılı olsun rahat olsun her an Allah'ın hükümleri karşısında sabrederler. Her iddialarında O'nun terbiye ettiği biçimde kendileri­ni terbiye eder, bütün hallerini O'nun öngördüğü ahlâk ile taçlandı­rırlar; O'nun emirlerini yerine getirerek, kendilerini kulluğa verenler sembol durumuna gelirler.[211]

Şayet Hâris'in fikrî gelişimindeki akılcı merhaleyi geçerek el-Mekasib ve el-Mesail isimli eserine dönersek, eseri kısımlara, bö­lüm ve alt bölümlere ayırırken Hâris'in kendine özgü bilinen dik­kati yanında, onun fıkhî eğilimleri ve fıkthçılara özgü üslubu ile karşılaşırız:

Kulların yerine getirmeleri farz olmayan bütün nafile ibadetlerde altı haslet bulunmaktadır:

1- Ebu Hureyre ve Temim ed-Dari'nin rivayeti ile Hz. Peygam­ber'den gelen bir habere göre nafileler farzları tamamlar ve günahlara kefaret olurlar.

2- Nimet vereni hoşnud etme ve nimetlerini esirgememesini temin arzusu ile nimet verene şükür niteliği taşırlar.

3- Sonuçta kendilerine döneceği için nafile ibadet ehli, gönüllerini ve gönül hayatını tecrid ve imar etmiş olurlar. Nitekim Allah (c): Al­lah hidayet ehlinin hidayetini artırır ve onlara takvayı nasip eder [212] buyurmaktadır.

4- Bir anı bile olsa ömrün Allah'a itaatten gafil ve hüsran ile geçme­sinden endişe eder ve: Dünyadan da nasibini unutma [213] ayetinin tefsirini de böyle anlar.

5- Gönülleri Allah ile meşgul olanların gönüllerinden Allah sevgisi taşar ki en üstün haslet budur...

6- Manevî basamaklarda yükseleceklerini ve Allah'a yakın olacakla­rını bildiklerinden, ahiretteki hesab ve cezanın az ve hafif olması için nafile ibadete yönelirler. Çünkü onlar Allah'ın kendilerine acı­ması bir yana ancak takva ile cennete girebilirler. [214]

Gördüğümüz gibi bir önceki fikrî evrede Hâris'in üslubuna yansıyan kelamî eğilimler bu dönemde yerini sufî eğilimlerle karı­şık fıkhı eğilimlere bırakmıştır. Alıntı yaptığımız metinde dört madde fıkhî eğilimlerini, iki madde de sufî eğilimlerini yansıtmak­tadır.

el-Kevakibu'd-Dürriye müellifi Muhâsibî'den şu ifadeleri alıntılamıştır:

Marifet konusunda bir eser kaleme aldım. Ben eseri beğenmiştim. Tam bu güzel eseri gözden geçirirken bir genç içeri girip selam ver­di ve: "Ebu Abdullah! Marifet Allah'ın kul üzerinde bir hakkı mıdır?" diye sordu. Ben de: "Evet kul üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" cevabını verdim. O: "Bu bilgi konusunda hak sahibi olabilmesi için onu açığa çıkarması daha doğru olmaz mı?" diye sordu. Ben de ce­vaben: "Tam aksine bu bilgiyi ortaya çıkarmak yaratıcı üzerinde kul için bir haktır" dedim. O: "Allah son derece adildir ve zulmetmek­ten beridir" dedi. Sonra da selam verip çıktı. Abdest aldım (temizlendim) ve "Bundan böyle asla marifetten söz etmeyeceğim" dedim. [215] Bu alıntıda, son aşamada kelamı, hakikate ulaşma amacına hizmet etmeyen boş bir uğraş olarak gören sufî anlayışın kelamî eği­limlerle iç-içe olduğu açıkça görülmektedir. Muhâsibî burada hüsn-kubh (iyi-kötü) sorunu ile bağlantılı önemli bir kelamî soru­na çözüm aramaktadır. Bu sorunu, "İnsan şer'î teklif ve delillerden önce Allah'ı bilebilir mi bilemez mi? Böyle bir bilgi şer'an mı yoksa aklen mi vaciptir?" şeklinde özetlemek mümkündür.

Muhâsibî sünnî olduğu için konuyu tasavvufî bir yaklaşımla ele alma eğilimindedir. Bu alıntıda söz konusu genç tasavvuf dili ile konuşurken; Muhâsibî'nin şeriat dili ile konuştuğunu ve tasav­vufî eğilimleri nedeni ile de gencin ileri sürdüğü sözkonusu delil­leri reddetmediğini söyleyebiliriz. el-Mekasib ve el-Mesail isimli eserlerde yerini fıkhî eğilimlere bırakmak üzere kelamî eğilimler hemen hemen tamamen ortadan kalkmaktadır.

Artık hem değerlendirme, hem tertip, hem de kavram ve tanım­lar itibarı ile Muhâsibî'nin üslubuna fıkıhçıların üslubu hakimdir. O, el-Mekasib'te şunları söylemektedir:

Ebu Cafer'e takva hakkında soru sordum. Bana bu hususta üç iddia var: Birincisi: Gönülleri işgal eden bütün söylenti ve dedikoduları terketmektir.

ikincisi: Helal mi yoksa haram mı oldukları açıkça belli olmayan her şeye karşı dikkatli olmaktır.

Üçüncüsü ise: Atıyye es-Sadî'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği "Hiç bir sakınca taşımadığı halde belki sakıncası vardır endişesi ile bir şeyden vaz geçmedikçe gerçekten takva sahibi olamazsınız" ha­disinde yer alan tanımdır.

Bazı alimler, hadisçiler, kurra ve bir kısım sufî söz konusu her üç ta­nıma ve bu tanımlardaki içeriğe itibar etmişlerdir.

Haris şunları ilave ediyor:

Gönüllerde yer alan her tür söylenti ve dedikoduyu terk, ki bu Ebu Abdullah Süfyan b. Said b. Mesruk es-Sevrî, İbrahim b. Ethem, Vüheyb b. el-Verd ve Muhammed b. Yusufun takva anlayışlarıdır. İkinci tanım ise aralarında: Mahlfd b. el-Hüseyin ve Ali b. Bekkar gibi inziva hayatı yaşayan sufîlerîn ve bir grup hadisçinin tercih etti­ği tanımdır ki el-Evzai'den rivayet edilmiştir. Üçüncü tanıma gelin­ce: Amr b. Mürre'nin mezhebi olarak Tavus, Muhammed b. Şirin, Eyyub b. Avn, Yunus b. Ubeyd ve İbn-i Uyeyne'nin azadlısı el-Vasıl'dan nakledilmiştir. İnziva ehli ile, el emeği ve alın teri ile elde ettikleri kazancın çok azı ile yetinip, sebeplere sarılarak çalışan ve takva sahibi olmak için çaba sarfeden bir gurup sufî ve kurra da bu görüşü tercih etmişlerdir.'[216]

Muhâsibî'nin son dönem bütün eserlerinde açıkça görülen bu fıkhı eğilimi; onun Abdük ve Ebu Hamza gibi sufîlere karşı çıka­rak savunduğu sünnî-selefî tasavvuf anlayışı ile ilintilendirmek mümkündür.

Muhâsibî'nin hayatında son döneme tam anlamı ile damgasını vuran tasavvuf; onu fıkha sarılmaya zorlamıştır. Çünkü fıkıh; sırf bi­çimsel kalıplar arasında donup kalmamak ve tasavvuf? bîr içerik kazandırıldığı takdirde dinini kurtarmak isteyenlerin sığınabileceği gü­venilir bir sığınaktı. Yukarıda alıntıladığımız iki paragraf bunu gös­termektedir. Onun bu dönem üslubunu belirleyen unsur bu düşünce­dir. Muhâsibî son dönem eserlerinde sağlam, mantık ilkelerine uy­gun titiz bir tertibe yönelmiş; daha önce kullandığı terimleri yeniden kullanmış olsa bile bunların seçiminde daha dikkatli ve titiz davran­mıştır. er-Riaye ve Bid'ü men Enabe İlellahi isimli eserlerinde ise bu nitelikleri doruğa çıkmıştır. Ele alıp işlediği konuların satır araların­dan onun konuya hakim, ince eleyip sık dokuyan bir müellif ve he­men hemen alanında bir numara olduğunu anlayabiliriz. Dikkatli bir okuyucu Hâris'in; nefsin arzu ve eğilimleri arasında son derece has­sas bir ayrıma ve sufîyane hazlara yöneldiği için, anlatmak istediğini ifade konusunda kullandığı dilin yetersizliğinden şikayetçi olduğunu fark edecektir. Muhâsibî; kibir, kendini beğenme (ucb) ve öğünme (iftikar) arasında; yine gösteriş (riya) ve gösterişli yürüme (hatarat) arasında ayrım yapmakta, daha sonra önce gösterişi sonra da göste­rişli yürümeyi bölümlere ayırmakta ve bunu yaparken kullandığı te­rimlerin hem sözlük anlamlarından hem de çağrışımlarından yararlanmaktadır. Hâris'in uslub özelliklerini şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Eseri belirli bir ya da bir kaç konuyu ele alan bilimsel bir oturum şeklinde tasarlayarak okuyucunun dikkatini sürekli canlı tutmak istemektedir: Hoca ile öğrencisi konuyu birlikte ele almak­ta, öğrenci sorarken hoca cevap vermektedir. Ne var ki hoca zaman zaman kendisini unutmakta ve bizim soru sahibinin cevabı hâlâ dinleyip dinlemediğini anlamamış olmamıza aldırmaksızın bölümü kapatmaktadır. Belki eserdeki bu zor anlaşılırlık gerçektir ve Muhâsibî'nin bütün eserleri öğrenci ve müridlerine ders verdiği dönemlere ait olup onlara verdiği derslerin bir özetinden ibarettir. Bu dersler uzun bir süre, yani Hanbelîlerin katı engellemeleri, Hâris'le öğrencileri arasına girinceye kadar devam etmiştir.

2- Akıl Allah'tandır (el-aklu anillah), idrak Allah'tandır (el-fehmu anillah), rabbinin lütfü ile düşündü (akale an rabbihi), rabbinin lütfü ile anladı (fehime an rabbihi) gibi terimler dikkate alın­dığında; Hâris'in kullandığı kendine özgü üslubun süreklilik arzettiği görülebilir. Elbette bu durum el-Akî ve Fehmu'lKur'ân isimli eserlerinde açıkça görülen kelamî eğilimlerinin Haris Üzerinde var olan etkilerinden biridir. Bu özellik Hâris'in daha önce ve daha sonraki dönemlere ait eserlerinde de hissedilmekte ise de bu iki eserde oldukça belirgindir.[217] Haris sürekli, eserlerini Kur'ân ve sünnetten, sahabe ve tabiinden Özellikle el-Hasen, Mücahid, İbn-i Münebbih, es-Sevrî ve diğer selef ulemasından yaptığı alıntılarla zenginleştirmiştir.

3- Ele aldığı konuyu daha açık ifade edebilmek ve anlamı zihin­lere yerleştirebilmek için bir takım örneklere yer vermiştir: "Övgü­ye aldırmayan biri için size bir örnek vereceğim; böyle biri kendisi ile alay eden biri gibidir".[218] Ayrıca o, gaflet ve gafilleri, [219] Hz. Adem kıssası, [220] vesvese veren şeytan ve böbürlenerek yürüyen­ler, [221] ölüme hazırlık; [222] şeytandan ve düşmandan sakınma [223] ve bu konuda hataya düşme, [224] ölüm duygusunun insanı hoşnud etmemesi [225] gibi konulan darb-ı mesellerle desteklemiş ve ölümü hatır­lama hususunu da Hz. Ebubekir'den örnek vererek anlatmıştır.[226]

4- Terimler arası kullanım farklılıkları üzerine yoğun bir biçim­de eğilmiş ve bu yoğun dikkat çok küçük nüanslara bile yansımış­tır. [227] Daha önce de belirttiğimiz gibi Muhasibi kullandığı terimin, ifade etmek istediği anlamı birebir karşılaması hususunda bir ta­kım güçlükler yaşamıştır. O, aşıkların bireysel coşkuları ve kemale erme yolundaki çaresizlik durumlarını ifade için başvurdukları te­rimleri ödünç alan ve kullanan ilk düşünürlerdendir.

5- Mantık (sistematik anlatım), tahlil (çözümleme), estetik ifa­de, bölüm ve alt-bölümler halinde anlatım ve doğurtma (mayotik) gibi yöntemlere baş vurma eğilimi: Muhasibi bu hususta şunları söylüyor:

Kulluğun temeli vera'dır. Vera'nın temeli takva, takvanın temeli ne­fis muhasebesi, nefis muhasebesinin temeli havf ve recadır (korku ve ümit). Havf ve reca ise vaad ve vaid (cennet ve cehennem) bilgi­sine dayanır. Vaadin iyi anlaşılması cezanın hatırlanmasına, cezanın hatırlanması da düşünüp ibret almaya bağlıdır.[228]

Biz yine Hâris'e kulak verelim:

Her şeyin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri akıl, aklın cevheri de tevfiktir (Allah'ın rıza ve muradına uygun hareket etmek). Zühd za­hidin bilgisi, bilgisi aklı, aklı da sahip olduğu imanın gücü ile oran­tılıdır.

Biz bu iki metin ile karşılaştırılması amacı ile aşağıya Abdulhamid ve el-Cahız'dan birer paragraf alıntıladık. Abdülhamid şöy­le demektedir:

Bil ki hikmetin; sonuçta elde edeceği rahatı, şeref ve üstünlüğü amaç edinip tehlikeye atılan ve hikmet yolunda ilerlemek isteyenle­ri; başlangıcı tehlikelere sürükleyen bir takım yolları vardır. Kıt ze­kalı insanlar bu uzun macerayı kaldıramazlar ve aşırı gaflet ortamı hikmetin yeşermesini engeller.

el-Cahız ise şöyle diyor:

Eseri henüz bitirdim. Ne kadar güzel bir servet ve birikim, yalnızlık anları için ne güzel bir dost ve ne güzel bir azık, ne güzel bir gezinti ve ne kadar hoş bir esinti.

Her ne kadar Muhâsibî'nin üslubunda sufî eğilimlerin etkisi daha belirgin ve açık ise de yukarıdaki metinlerden yola çıkarak Muhâsi­bî'nin; Abdülhamid ve Sehi b. Harun'un katkıları ile gelişen ve el-Cahız'da zirveye çıkan estetik ve mayotik uslubtan etkilendiğini söy­leyebiliriz. Nitekim örneklerle anlatım ve düşünceyi (içerik) ifadenin (biçim) önünde tutma konusunda -yani hem biçim hem de içerik olarak- İbnu'l-Mukaffa'dan etkilendiğini daha önce söylemiştik.

Buna karşılık er-Riaye ve Bidu men Enabe İlellahi gibi eser­lerde kullandığı üslubun; fazlasız ve eksiksiz tam bir Muhasibi üslubu olduğunu ve tam anlamı ile onun kişiliğini yansıttığını; bu iki eserde onun üslup sorununu çok iyi kavradığını ve tam anlamı ile konuya hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bu son uslub artık hadisçilerin uzun cümlelerinden fıkıhçıların sonu gelmez ıstılahla­rından, kelamcıların inat, ısrar ve anlamsız delillerinden arınmış, yeterince olgunlaşmış benzersiz bir üsluptur. Artık sıcak bir sami­miyet, her yeni eserde görülen yenilenme arzusu, kendinden emin ve cesur bir yaklaşımla fazlalıklardan arınmış duru bir üslup kul­lanmaktadır:

Ben bir takım yüzlerin sıkıntıdan bunalacağı, seslerin titreyeceği, zorbaların hüsrana uğrayıp kibirlilerin büyün bükeceği, önceki ve sonrakilerin ziller ve meskenet içerisinde alemlerin rabbi olan Al­lah'a boyun eğecekleri bir gün konusunda sizi ve kendi nefsimi uya­rıyorum! O gün ilahlıkta bir benzeri olmayan, bir ve kahhar olan ve kulları üzerindeki hükümranlığında bir ortağı bulunmayan Allah, uzun imtihanlardan sonra gizli ve açık işledikleri, emir ve nehiylernin yerine getirilip getirilmediği hususunda hesaba çekilmeyen hiç bir kul bırakılmayacağını nefsi üzerine yemin ederek bildirmiştir. Herhangi birinin orada, O'nun huzurunda kendisine sorulacak olan sorulara cevap verdiği anı düşün; cevap için savab gerekir. Allah o gün sadece doğru söyleyenleri tasdik eder ve yalan söyleyenleri yalanlar.[229]


[200] Dr. Şevki Dayf; el-Fennu ve Mezahibihu fi'n-Nesri'l-Arabi, s. 40-41; (l. bas. Daru'n-Nehdatu'l-Mısriyye).

[201] Dr. Şevki Dayf; el-Fennu ve Mezahibihu fi'n-Neri'l-Arabi, s. 51-52: (I. bas. Daru'n-Nehdatu'l-Mısriyye); Raif Havrî; et-Ta'rif fi'l-Edebi'l-Arabî, s. 257.

[202] Dr. Şevki Dayf; el-Fennu ve Mezahibihu fi'n-Nesri'I-Arabi, s. 55-62; (I. bas. Daru'n-Nehdatu'l-Mısriyye); Raif Havrî; et-Ta'rif fi'l-Edebi'l-Arabi, s. 304-305.

[203] el-Vasaya, s. 66.

[204] et-Tevehhum, s. 27.

[205] et-Tevehhum, s. 27.

[206] A'raf: 7/179.

[207] Kehf: 18/104.

[208] Fatır: 35/8.

[209] Maiyyelu'l'AkI (yazma nüsha).

[210] Fchmu'l-Kur'ân (yazma nüsha).

[211] Fchmu'l-Kiü'ân (yazma nüsha).

[212] Muhammed: /17.

[213] Kasas: 28/77.

[214] el.Mesail fi A'mali'l-Kulub ve'I-Cevarih, s. 123-124.

[215] el-Kevakibu'd-Dürriyye,c. 1/219.

[216] el-Mekasib, s. 205-206.

[217] Fehmu'l-Kur'ân (yazma nüsha); Risaletu'l-Müsterşidin, s. 31; er-Riaye (Smith) s 388; el-Hilye, c. 1/95.

[218] el-Vasaya, s. 125 (Afadülkadir Ata baskısı).

[219] el-Mesail fi'z-Zühd,

[220] er-Riaye, s. 81.

[221] er-Riaye, s. 112.

[222] er-Riaye, s. 79.

[223] er-Riaye, s. 166

[224] er-Riaye, s. 169.

[225] er-Riaye,s 119-l20.

[226] er-Riaye,s. 124-125.

[227] er-Riaye,s 78.81, 112, 166, 169; el-Mesail fi'z-Zühd, 81.

[228] Tezkiratu'l-Evliya.c. 10/226.

[229] er-Riaye, s. 27. Haris El- Muhasibi, El- Akl Ve Fehmü’l Kur’an, İşaret Yayınları, İstanbul, 2003: 82-91.