๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => El-Akl ve Fehmül Kuran => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 16 Haziran 2011, 17:32:51



Konu Başlığı: 2 Kur an Fıkhı
Gönderen: Ekvan üzerinde 16 Haziran 2011, 17:32:51
2- KUR'ÂN FIKHI

 

Ben anladım ki Kur'ân'ın anlaşılması kurtuluşa, Kur'ân'dan gaflet ise helaka götürür. Arşı ötesinden, yedi kat göklerden, bizzat Allah konuştuğu için; Allah'ın kelamını dinledikleri zaman yer ve gök ehli erişe ya da (tamamı?) [784] cansız düşüp ölseler; bu onların hakkıdır ve kendilerine çok görülmemelidir. Kur'ân'ı Yüce Allah vahyettiği ve söze olan sevgi, söyleyene olan sevgi gereği olduğu için; Kur'ân'ı vahyeden Allah'ı yüceltme duygusu göğsünü kapla­dığı zaman, Allah'a saygının bir gereği olarak senin nazarında ar­tık O'nun kelamı ve bu kelamı anlamaktan daha yüce, asil, yararlı, tatlı ve daha leziz hiç bir şey bulunmamalıdır.

Biz kendi aramızda, kendi yapımızda ve varlıklarda aynı şeyi görürüz.

Babanın, akrabanın, alim ve asillerin sözlerini, onlan sevdiği­miz oranda sever ve onlara duyduğumuz saygı oranında da söyle­diklerine saygı duyarız. Kendi aramızda tekrarlar ve sahibine duy­duğumuz saygı gereği, içeriğini anlamaya gayret ederiz.

Bize göre alimin sözü cahilin sözünden; asil olanın sözü ayak ta­kımının sözünden; bize iyilik yapanın sözü yapmayanın sözünden daha hoş, tatlı ve üstündür; içten gelerek bize nasihat edenin sözü nasihat etmeyenin ya da içten gelerek yapmayanın sözünden daha güzeldir. Bizi seven, bize acıyan ve üstümüze titreyen annemizin sö­zünde bulduğumuz tad ve lezzeti, bir başkasının sözünde bulamayız.

Müminler olarak bize göre Allah'tan daha büyük ve şerefli hiç bir varlık yoktur. Üstelik büyüklük ve şerefin sadece Allah'a ait ol­duğunu kabul etmeyenler için büyüklük ve şeref diye bir şey yoktur. Allah'tan daha alim, bize daha yakın ve daha merhametli bir varlık yoktur. Üstelik bir başkası, Allah kalbine merhamet hissi ilham etti­ği, kalbini rahmet ve merhametle bezediği ve güzel öğüt telkin ettiği için bize merhamet edebilir, acıyabilir ve içten davranabilir.

İşitmiyor musun? Abdullah, "Birinin Allah'ı sevip sevmediğini öğrenmek istiyorsan, Kur'ân'ı sevip sevmediğine bak" demektedir.

Yezid b. Harun, Şube, Ebu İshak, Abdurrahman b. Yezid'ten [785] bize gelen bir rivayete göre Abdullah, "Birinin kalbinde Allah ve Peygamber sevgisi bulunup bulunmadığını anlamak istiyorsan bak: eğer Kur'ân'ı seviyorsa Allah'ı ve Peygamber'i de seviyordur" demiştir.

Huceyn el-MÜsennâ, İsrail ve Ebu İshak'tan.bize gelen bir riva­yete göre Abdullah b. Yezid, "Herhangi bir kul, nefsine sadece Kur'ân'ı sorsun; kim Allah'ı ve Rasuiü'nü seviyorsa Kur'ân'ı sever, Kur'ân'ı seveni ise Allah da sever" demiştir.

Kur'ân'ı seven biri, kendi nefsinden ve var olan herşeyden çok Allah'ı sever.

Kur'ân'ı seven biri nezdinde, Kur'ân okumak ve onu anlamaya çalışmak en lezzetli şeydir ve aynı zamanda kalbi için en yararlı uğraştır. Kur'ân'ı seven biri Kur'ân'ı düşünmeyi asla ihmal etmez. Allah'ın büyüklüğünü, yüceliğini, Allah sevgisini, ilahî emir ve yasakları, İlahî irşadı, ahlâk ilkelerini, vaad ve vaidi Allah'ın mura­dı doğrultusunda anlamaksızın sadece Kur'ân okumakla yetinmez. Kur'ân okuyan nazarında, ahiret nimetleri, başarı ve kurtuluş; an­cak kurtuluşun bütün yollarını göstererek, insanı helak olmaktan kurtaran Allah'ı tanımakla mümkündür. Yİne o bilir ki son nefeste ve ahirette Allah'ın hidayeti olmaksızın ilahî azabtan korunup sa­kınmaya imkan ve ihtimal yoktur.

Bunu anladığında, ilahî azabtan ve helak olmaktan kurtulmak amacı ile İlme yönelir. İlim kendisine doğru yolu ayan beyan gös­terir ve açık seçik gerçek ortaya çıktıktan sonra da helake götüren yollardan sakınır.[786]

İlme yöneldiğinde, tutarlı bir akıl yürütme sonucu ilmin, en üs­tün kriter, akılların ulaşabileceği ve gözlerin görebileceği en açık gerçek olduğunu görür.

Yine ilme yöneldiğinde ilmin değerinin, sahibinin değeri ile orantılı olduğunu anlar ve ilim sahiplerinden hangisi daha alim ise, ilmi, daha aşağı düzeydeki alimlerden değil, ondan öğrenmek ister.

Görmüyor musun? Peygamberler üstün insan oldukları için; in­sanlar, ilmi onlardan dinleyip öğrenmeye öncelik verir ve üstün tu­tarlar; çünkü onlar, ilmi Allah'tan öğrenmiş ve Allah onları dini konusunda hata yapmaktan korumuştur. Peygamberlerden öğren­dikleri bilgilerin hatadan masun olduğu konusunda müminler nez­dinde tam ve sürekli bir inanç bulunmaktadır. Elbette ilimde pey­gamberlere tâbi olanlar da böyledir ve başkalarına tâbi olanlardan daha üstündür.

Önce bu gerçeği, sonra da Kur'ân'ın kimin kelamı olduğunu anlamalısın. Kur'ân ile konuşan ve söyleyenden daha alim biri olabilir mi? Kur'ân'ı vahyeden; şanı yüce, isimleri kutsal ve alem­lerin rabbi olan Allah'tan başka hiç kimse gerçek bilgiye sahip olamaz.

O halde sana göre de Allah alimlerin en alimidir ve hatta Al­lah'ın öğrettiği dışında hiç kimse hiçbir bilgiye sahip değildir. İşit­mez misin Allah, Her ilim sahibinin üzerinde ondan daha iyi bilen biri vardır [787] buyurmaktadır. Sonuçta ilmin ulaşacağı son gaye yüce Allahtır.

Abdullah "İlim öğrenmek isteyen Kur'ân okusun, [788] Kur'ân'da sizden öncekilerin ve sonrakilerin bilgileri mevcuttur" demiştir.

Bunu anladıktan sonra artık, Kur'ân ilk, ezelî, yüce, büyük ve kerem sahibi olan Allah kelamı olduğu için hiç bir ilmi, Allah ke­lamına tercih etmez, böyle bir bilgiden tad almaz ve okuyup anla­mak için herhangi bir neden göremezsin. Kur'ân'ı vahyeden ve Kur'ân ile konuşan Allah'a karşı duyduğun sevgi ve saygıdan do­layı senin için, Allah'ın kelamını anlamak dünyadaki en tatlı ve haz verici çaba durumuna gelir. Allah, Kur'ân'ı vahyederek kendi zatını tanıtmak, nimetlerini hatırlatmak, gafillere içine düştükleri gafleti göstermek, kalplere hayat, [789] gözlere ışık vermek, gönülleri tedavi etmek, bilgisizlik ve şüpheleri yok edip ortadan kaldırmak, kir ve pislikleri temizlemek, doğru yolu göstermek, zulmet ve şüp­heleri dağıtmak, şeytanın hile ve tuzaklarını, kalplerdeki vesvese­leri boşa çıkarmak, Kur'ân'a vakıf olanları, başka bir bilgiye muh­taç olmaktan kurtarmak, kullarını kendisine yaklaştırmak, Kur'ân'ı tekrar tekrar okuyup ona tâbi olanları hoşnud etmek, iyilik ve ihsa­na garketmek istemiştir.

Kur'ân, gösterdiği doğrultuda hareket edenleri nimet ve ihsana garkeden, her tür bela ve felaketten kurtaran, Rabbine yakın olan­ları cennet bahçeleri ile müjdeleyen, dirliş ve hesap gününe yönelik endişeleri hafifleten, Allah katındaki makam ve derecelerini yükselten ve kavuşma günü Allah'tan hüsn-i kabul görmelerini sağlayan dosdoğru yoldur.

Kur'ân; Allah'a bağlayan bağdır, sapasağlamdır ve kopmaz. Kim Kur'ân'a tutunursa kurtulur, ondan başka tutunacak bir şey arayan helak olur, ondan başka bir şeyden herhangi bir şey isteyen sapkınlığa düşer, Kur'ân'a uygun konuşan son noktayı koyar, di­linden güzel tavsiyeler dökülür ve Allah'ı tanıyanlardan olur.

Allah'ın buyruklarını anlayan birinin başka hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Bu sayede her tür zilletten kurtulur. Kur'ân'ın çok okunma­sı ve tekrarı müminlerin gönlündeki tazelik ve tadından bir şey eksiltmez. Kur'ân'ı vahyeden Allah (c) ezelîdir, değişmez, eskimez, zaman ve olaylardan etkilenmez. Bunun için de çok okunma ve tekrar nedeni ile müminlerin gönlünde O'nun kelamı her hangi bir değişime uğramaz.

İster peygamber, ister sıddîk, ister hatib, ister şair kim tarafın­dan söylenmiş olursa olsun her güzel söz, tekrar edilmesi halin­de [790] kalbi usandırır. Bu, insan fıtratında var olan bir durumdur ve akıl sahiplerinden hiç kimse bu konuda birbirinden farklı değildir.

Allah (c) Kur'ân'ı bilmediğimiz ve okuduğumuz zaman anla­madığımız bir lisanda vahyetmiş olsa biz, varlıklar arasında benze­ri olmayan Allah kelamı olduğundan başka hiç bir şey bilmesek, sonra da yer ve gök ehli ile birlikte erisek, bu şaşılacak bir şey de­ğildir.

Bundan da öte bütün varlıklar, Kur'ân okunduğu zaman onun Allah kelamı olduğunu ama daha önce duymamış olduklarını farketseler, Kur'ân'a ve Kur'ân'ı vahyeden Allah'a olan saygıları ve 'sakınmaları gereği, farkettikleri anda baygın düşseler yeridir. Ne var ki çoğunlukla böyle olmaz.

Aynı şekilde biri Kur'ân'ı Arabça okusa, biz sesini işitip içeri­ğine nüfuz edemediğimiz halde, sadece Yüce Rabbimizin kelamı olduğunu bildiğimiz için ona olan saygımız gereği ve onu kutsa­mak amacı ile hepimiz toptan ölsek bu şaşılacak bir durum değil­dir. Çünkü Kur'ân'ı vahyeden Allah'ın şanı yüce ve hiç bir varlık O'na denk olamaz. Bu bizim doğuştan sahip olduğumuz bir nite­liktir ve sevip saygı duyduğumuz insanların sözünü dinleriz, ne söylediğini anlamasak bile sesini duyduğumuz anda içimiz rahat­lar, gönlümüz genişler ve kendimizden geçeriz. Allah'ın kelamını işittiğimizde bu neden olmasın?

Allah (c), ilk varlıktır, varlığının bir başlangıcı ve öncesinde başka her hangi bir varlık yoktur. O arşın ötesinden bizzat konuş­muş, kendisinin söylemediği her hangi bir ilave veya bir tek harf­lik bile olsa herhangi bir eksilme şüphesini gidermek için melekle­rinden Cibril-i Emin vasıtası ile yeryüzünün en güvenilir şahsiyeti­ne vahyetmiştir.

Kur'ân bize -kendi ifadesi ile- "açık ve anlaşılır bir Arabça" ile okunur. Eğer Allah kendi zatını yine kendi kelamı ile niteleme­miş, nimetlerini hatırlatmamış, kendi emirlerini bildirip hoşlanmadıklarını yasaklamamış, ilahî terbiye ile bizi terbiye ve ilahî azab ile tehdid etmemiş, ilahî sevab vaad etmemiş olsaydı Kur'ân sade­ce bir şahsın diğerine tavsiyeleri mesabesinde olur ve dinleyen; içinde din ve dünyaya ilişkin ne bir vaad, ne bir akid, ne de bir ra­hatlık bulunmayan ifadelerle, konuşanın sadece kendi bildiği, gö­rüp haber verdiği bu tavsiyeyi dinlemekle yetinirdi. Çünkü şayet konuşanın senin nezdinde bir değeri varsa söylediklerini, bildir­diklerini ve anlatmak istediklerini anlamaya çalışırsın. Anlattıkları masal olsa bile söyleyene ve konuşana olan sevgi ve saygından ötürü bunları dinlersin. Allah, Kur'ân'ı kalbine açar da sen onunla meşgul olmaz ve söyleneni anlamazsan, Allah sana buğzeder ve bilir ki sen O'na ve kelamına yeterince değer vermiyorsun.

Kur'ân'ın senin nazarında bir değeri olsaydı, anlamasan bile söylediklerine kulak verirdin. Ancak sen, sana hitab eden insanla­rın sözleri ile oyalandın. Bunlar senin iç dünyanda var olan bilgiye yabancı sözlerdir. Onların söyledikleri iç dünyanda var olan bilgi­lere yabancı olsa bile; anlamaksızın söylediklerini dinlemekle, söylediklerinin değeri oranında onları da sevmeksizin sadece anla­makla yetinmez, söylediklerini anladığını göstermek için onlara ve söylediklerine zihnini motive edersin. Onlara cevap vermekle ye­tinmez, söylediklerini onaylarsın, onların değer verdiklerine değer verir, güzel bulduklarını güzel, çirkin bulduklarını da çirkin bulur­sun. Halbuki bu söylediklerinin çoğu boş ve yararsız sözler olup, ne dünyevî ne de başka herhangi bir yararları yoktur. Bu söyledik­lerini anlamaz ve gereği gibi hareket etmezsen sana karşı her han­gi bir hak da iddia edemezler. Sözlerini anladığın için onların sen­den razı olmaları ve anlamadığın takdirde ise sana öfkelenmeleri söz konusu bile değildir.

Senin kendisine yakarışını kolaylaştırmış, sana yardım etmiş; saçma, batıl ve boş söz asla söylememiş, dalgınlık eseri ve şaka ol­sun diye de konuşmamış olan Yüce Allah (c) için durum nasıldır? Allah, bu gibi şeylerden beri ve münezzehtir.

O, sana ve diğer kullarına, sağlam ve açık bir delil olmak üzere insanların ileri süreceği bahaneleri ortadan kaldırmak ve onları uyarmak için ilahî bir amaç ve irade doğrultusunda hitab etmiştir.

Zihnini motive edip içeriğine nüfuz ederek ilahî emirleri dinle­mediğin takdirde Allah senden asla hoşnud olmaz. Allah'ın kela­mını ve sana öğretmek istediği bilgileri iyice anlamalı ve başka hiçbir şeyle ilgilenmemelisin.

Allah (c) bu kadarcık bir ilgi ile nasıl hoşnud olur ki! O, bize söz ve yeminlerin en sağlam ve geçerli olanı ile hitab etmiş, tam ve gerçek anlamda emir ve yasaklar koymuştur. Allah; kendi emir­lerini bu şekilde anlamaksızm sadece dinlediğimiz, haklarına ri­ayet etmeksizin sadece anladığımız ve savsaklamak ve geciktir­meksizin vacib oldukları zamanlarda ilahî emirleri sabırla yerine getirmediğimiz takdirde, sadece onları yerine getirme azminden ötürü hoşnud olmaz. Çünkü Kur'ân ilahî bir söz olup Allah onunla bütün azamet ve yüceliği ile bize yönelmiş, bize hitab etmiş ve kendisinden başka hiç bir ilah olmadığını öğretmiştir. Onunla bizi kendisine yaklaştırmış, kendisine yakın ve komşu olmamızı ve görmemizi kaçınılmaz kılmış ve bize, kendisini hoşnud edecek davranışları emretmiştir. O'nu hoşnud etmeyecek davranışlara yö­nelmemiz halinde ise sonu olmayan, kesintisiz ve elem verici bir azabı bize vacib kılmıştır.

Allah Kur'ân'da bizi seçkin ahlâk ve makamlara davet etmiş ve bizden kesin söz almıştır. Kalbi dünya ile meşgul olan birinin Kur'ân'ı sadece okuması nasıl yeterli olabilir? Allah'ın bize verdi­ği fıtratın bir gereği olarak, kulak verip dinlemedikçe ne okuduğu­muzu bilemeyiz. Zihnen motive olup dinlesek bile, başka her şey­den ilgimizi kesmedikçe dinlediğimizi anlayamayız. Anlayabil­mek için ayrıca sözün sahibine saygı, hoşnud olacağı ve olmaya­cağı şeylere de özen göstermeliyiz ki dünyaya dalanlarda, dünya ve dünyalıklara karşı aşırı düşkünlüğü olanlarda bu saygı oluşmaz. Ancak sürekli Kur'ân okumak ve anlamı üzerinde zihni motive et­mek sureti ile böyle bir saygı oluşabilir. Yoğun bir dikkat ve moti­vasyon sayesinde insan Kur'ân'ın ne dediğini anlayabilir ve içine düştüğü aymazlıktan kurtulabilir. Gayb aleminin sırlarını kendi gözleri ile görür ve elde edeceği karşılığı -sevap ve ceza- sanki gözü ile görmüş gibi tasavvur edebilir.

Bu düzeye geldikten sonra artık Kur'ân okuyan Rabbini idrak eder, ve kendi kendine; "Kur'ân'ın söylediklerini anladığı andan itibaren insan Rabbine gözü ile görmüş gibi inanıyor" der. Kul, Allah'a yönelmeye görsün Allah, bu ilgiye hemen cevap verir ona yönelir. Yine eğer kul Allah'a yönelir ve anlama azmi ile Kur'ân okursa Allah, öğrenmek istediğini ona öğretir. Zihnini motive edip, anlama azmi ile Allah'a yönelenler, kesin olarak amaçlarına ulaşacaklardır. Zira Allah, Şüphesiz bunda, aklı olan, yahut şahit olarak kulak verip dinleyen için bir öğüt vardır [791] buyur­maktadır.

Mücahid, "Şehîd aklın (okuduğuna) motive olması, gaib olma­masıdır. O esnada aklı, gözü ile görür gibi sırlar alemine tanık olur" demektedir.

Allah'ın kitabını anlamayı, kalpteki güçlü ve kararlı irade mümkün kılar. Bu idrak gerçekleştikten sonra artık insan, Rabbini, O'nun vaad ve vaidini güzü ile görüyor gibidir. Ubeyy b. Ka'b'tan gelen bir rivayet bu duruma açıklık getirmektedir. Bu rivayete gö­re: Ubeyy, Kur'ân okuyan birini alıp Hz. Peygamber"e götürür. Hz. Peygamber (s.a) kendisinden Kur'ân okumasını ister. Sonra ona 'Güzel okudun' buyurur. Daha sonra bu şahıs "Hz. Peygamber sırtıma vurdu ve 'Rabbim! Onun şüphesini gider!' diye dua etti. Ben boncuk boncuk terlemiştim ve içimi bir korku kaplamıştı" ifa­deleri ile olayı nakletmiştir.

Akılda bu idrak gerçekleştiği zaman artık sanki göz gibidir.

İnsan, bedeni ile bu dünyaya ait, zihni ile Allah ve ahiret ale­minin sırları ile ilgili duruma gelir.

Allah'tan sakınmalı, O'nun emirlerine sırtını dönmemeli ve O'nun söyledikleri konusunda lakayd davranmamalısın. Bu tür tavırlar Kur'ân'ı anlamaya engeldir. Kelamını yücelteni, Allah kendi katında kesin olarak yüceltir ve kelam'ına saygılı olmayanı da rezil eder.

Allah'ın kelamına saygısı olan onu, başka her bilgiye, söz ve davranışa yeğ tutarak anlamaya ve gereğini hakkı ile yerine getir­meye, başka her şeyden fazla özen gösterir.

İnsan bir tek ayeti bile anlamaya gayret etse ve bu ayet çerçe­vesinde Allah'a karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışsa, sadece bunun için bile dünya hayatı kendisine yetmeyeceğine göre nasıl olur da Allah'ın kitabında ortaya koyduğu delilleri, tanıkları, örnekleri ve Allah'ın sıfatlarına, ahirettekî sevap ve cezaya ilişkin haber ve bilgileri anlayabilir ve gereğini yerine getirebilir. Yezid b. Harun, Cureyr b. Hazim, el-Hasen ve el-Ferezdak'ın amcası Sa'saa b. Muaviye kanalı ile gelen bir rivayet bu noktaya açıktık getir­mektedir: Sa'saa, bir gün Hz. Peygamber'e gelir. Hz. Peygamber (s.a) kendisine Kim zerre miktarı iyilik yaparsa iyiliğin, kötülük yaparsa da kötülüğün karşılığını görür [792] ayetlerini okur. Sa'saa "Benim için yeterli, daha fazlasına gerek yok" der. Halbuki bu şahıs, hicret etmemiştir. Hz. Peygamber'le de uzun süreli bir yakınlığı olmamıştır.

İslâm'da önplana çıkmamış ve daha önce Kur'ân okumamış olan birine Hz. Peygamber (s.a) bir ayet öğretmiş, o şahıs sadece bu ayetle yetinmiştir ve bu bir tek ayet o şahısa Allah'tan utanma hissini öğretmiştir. İslâm diyarında doğmuş Allah'ın kitabı kendisi­ne öğretilmiş, Hz. Peygamber'den hadisler, Allah dostlarından Kur'ân'ın tefsiri ve onların hayat hikayelerine ilişkin kesitler din­lemiş olan biri nasıl oluyor da baştan sona okuduğu halde Allah'ın kitabını anlamıyor. Bu, onun; kalbi, Kur'ân'la hiç ilgili değilken Kur'ân'ı ilgisizce okuması; okurken, anlama kaygısı taşımaması, Kur'ân'ı vahyeden Allah'a yeterince saygılı olmaması ve Allah'ın rahmeti ve merhametinin bilincinde olmamasının bir sonucudur. Sözünden asla dönmeyen, kesin ve açık bir ifade ile teminat ver­miş olan Yüce Allah Kur'ân'ı gönüllerdeki dertlere şifa, hidayet ve rahmet olarak vahyettiğini ve Kur'ân'da gönüllerdeki dertlere şifa olduğunu kesin olarak ifade etmiştir. Allah'tan utanmaya, boşa ge­çen bir hayatı ve gönlündeki hastalıklara esef etmeye, Allah'ın ke­lamını anlamayandan daha layık kim olabilir ki?

Böyle biri, kalbindeki dert ve yaraları müzminleştirmekten öte bir şey yapmış olmaz. Bu, kendi tedavisi ile yeterince ilgilenme­mesi, Allah'ın ayetleri ile tedavi olmaması ve ilahî emirleri an­lamamasının bir sonucudur. Halbuki Yüce Allah onun, ebedî ni­metler içinde barınma ve kesintisiz azaptan kurtuluş reçetesi vaaetmeyen ve insanlara ait olan söz ve yazılarla ilgilendiğini bilm­ektedir. Üstelik, Kur'ân'ın dışında başka sözlerle ilgilenmesi, kendisi için zararlı olup Allah'ın gazabını celbedebilir. Öğrenmek istediği, bilgi sahibinden başkasını ilgilendirmeyebilir, ya da önemsiz bir ihtiyaç veya bir bilgi içerebilir, çünkü kendisine dedi­kodu kabilinden bir takım bilgiler ya da ödül beklenmeyecek ve insanı her hangi bir şeye teşvik etmeyecek türden basit bir ihtiyaca cevap verebilir. Bu tür bir bilgiyi insan, olsa olsa kınanma ve dış­lanma endişesi ile öğreniyor olabilir.

Bize herhangi bir fayda ya da zarar veremeyen, bizi diriltip öldüremeyen ve tekrar diriltemeyecek olan küçücük kulların söz ve yazılarını önemseriz de bütün bunlara kadir olan Allah'ın kelamını nasıl olur da önemsemez, anlama endişesi taşımaz, bütün boyutları ile düşünmeyiz?

Bizden birine emretme, yasak koyma ve tavsiye etme konumun­da olmayan birinden, bir akrabası, kardeşi, işçisi ya da ortağından bir yazı geldiği zaman, sahibine olan sevgisi dolayısı ile okuyama­dığı bu yazıyı defalarca okuttuğunu, istediğini anlamak amacı ile dikkatini toplayıp yazının içeriğine nüfuz etmeksizin yalnızca harf­leri anlamakla yetinmediğini Allah bilir ve görür. Bazı kelimeleri gözleri seçmekte zorlanırsa, zorlandığı kelimeleri okuması için bir başkasından yardım ister, içindeki faydalı bir anlam ya da kendisini uyaran zararlı bir bilgiyi kaçırma endişesi ile kendisine nelerin ya­zıldığını, nelerin istendiğini ve nelerin gizlendiğini bilmek ister.

Belki de yazıyı yazan kendisinden bunları beklemeksizin sade­ce talep ettiği bir ihtiyaç ya da bilinmesini arzu ettiği bir şey için bunları yazıp göndermiştir. Belki yazıyı yazan, muhatabının, anlat­mak istediğini derinlemesine anlamasını, yazı ve harflerin içerik ve arkaplanına nüfuz edip yazıyı en ince ayrıntılarına kadar incele­mesini arzu etmemiştir! Belki kendisinden haber beklediğimiz, belki gelecekte elde edeceğimiz bir menfeaati yitirmemizden endi­şe ettiği, bize yakınlık duyduğu, bizim bir ihtiyacımızı gidermeyi arzu ettiği, bizden teşekkür beklediği, ödül umduğu, her hangi bir beklentisini yitirmekten endişe ettiği, bizim bir ihmalimizi kınadı­ğı veya belki bizden utandığı için bize yazmış olabilir! Yazdıklarından bir kısmını bize sorduğu zaman, kalbimiz dayanamaz ve "Yazdığını okumadık" ya da "Okuduk ama ne yazdığını anlamdık” demekten utanırız. Çünkü bunun bize ait bir ihmal [793] ve özensizlik olduğunu düşünecektir. Yarın Allah'ın huzuruna çıkaca­ğız O'na kavuşacağız. O, daha önce vahyettiği ayetler, kendi katın­da yitirdiğimiz nimetler, hak ettiğimiz ceza ile birlikte Kur'ân'ı na­sıl anladığımız, amel ettiğimiz, ona gereken saygıyı nasıl gösterdi­ğimiz, ilahî emirlerin gereğini yerine nasıl getirdiğimiz ve yasak­lardan nasıl sakındığımız konusunda bizi hesaba çekecek.

İşitmez misin! Bütün insan ve cinler kıyamet günü; dünyada peygamberleri tarafından kendilerine okunan Allah'ın ayetlerini dinleyip dinlemediklerine ilişkin hesaba çekilecekler? Kitap gön­dermek sureti ile Allah onların ileri sürebilecekleri mazeret ve ge­rekçeleri, geçersiz kılmıştır. Allah kıyamet günü şöyle buyuracağı­nı haber vermiştir:

Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size, ayetlerinizi anlatan, bu günkü karşılaşmanız konusunda uyaran peygamberler gelmedi mi? [794] Size ayetlerimiz okunmadı mı? [795]Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet ola­rak ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik. (Fakat onlar) onun te­vilinden başka bir şey beklemiyorlar. Tevili geldiği gün (haber ver­diği şeyler ortaya çıktığında) daha önce onu unutmuş olanlar derler ki... [796] Dünyaya geri gelmemiz mümkün olsa da o zaman daha önce yapmış olduklarımızdan başkalarını yapsak.. [797] Allah'ın cehennemle ilgili ayetlerinin tevili (kıyamet) geldiğin­de, peygamberler tarafından getirilen ilahî kelamı unuttukları, an­lamaya yanaşmadıkları için pişmanlık çığlıkları atacaklar, şefaat dileyecekler veya ilahî kelamı düşünmek ve gereğini yerine getirmek için tekrar dünyaya döndürülmelerini isteyeceklerdir.

Ben Muhâsibî'ye "Okuduğum ya da bana okunan ayetlerin an­lamlarına nüfuz edebilmek için bir başkasından yardım isteyebilir miyim?" diye sordum.

Muhasibi "Bütün dikkatini toplamalısın; bu şekilde anlayabilir ve anladığını pekiştirebilirsin. İşitmez misin? Allah Şüphesiz bu Kur'ân'da aklı olan ve kulak verip dinleyenler için bir öğüt vardır [798] buyurmaktadır" diye cevap verdi.

Veya kulak veren ifadesi için Mücahid, "Kur'ân dinlemeksizin bir şey telkin etmez", O tanıktır ifadesi için ise "Kalbin, okuduğu­na motive olmasıdır" demiştir.[799]

Ben, "Yüce Rabbimizin kelamını anlamaktan aciz bir tanık ol­mamak için aklımı nasıl motive edebilirim?" diye sordum.

Muhasibi bana, "Rabbinin kelamını anlama dışında başka bir şeyle ilgilenerek zihnini dağıtmamak için dikkatini toplayıp Kur'ân üzerinde yoğunlaşmalısın" diye cevap verdi.

Ben, "Kur'ân dışında başka bir şeyle ilgilenmemek için dikka­timi nasıl toplayabilirim?" diye sordum.

"Yüce rabbinin kelamını anlama isteği dışında zihninin başka bir şeyle ilgilenmesini engellemek sureti ile" diye cevap verdi.

Ben "Aklımı Kur'ân üzerinde nasıl yoğunlaştırabilirim?" diye sordum.

Şöyle cevap verdi: "Zihnin meşgul olmadığı bir şeyle, uzuvlar da meşgul olmamalı; her uzvunu, aklına yardımcı olacak şekilde kullanmalısın, örneğin; gözün Kur'ân'da iken kulağın da okumakta olduğun ya da başka biri tarafından okunmakta olan Kur'ân'da ol­ması, aklını başka her tür düşünce ve hayalden alıkoyar, içindeki Allah'ın kelamını anlama arzusu güçlenir. Çünkü, uzuvları başka bir şeyle meşgul etmezsen, zihnini de başka bir düşünce ve ilgiden arındırırsan, dikkatini toplamış ve zihnini motive etmiş olursun. Zi­hin motive olduğu zaman aklın berraklaşır, aklın berraklaştığı za­man anlama arzun artar, kesin bilgi oluşur, hafızan berraklaşır ve düşünme kabiliyetin artar. Allah, kitabını bu şekilde okuyanlar için: Kur'ân'ı dinlemeye konsantre oldukları zaman susun dediler [800] buyurmakta; yani [801] "Sus! Allah'ı dinlemeyecek miyiz?" diyerek Peygamber tarafından okunanları dinlemelerine engel olma­ması için konuşmamaları sebebi ile onları övmektedir. Onlar, oku­nan şeyi ve içeriğini anlamadıkları halde böyle davranmışlardır. Peygamberin kendilerine okuduklarının Allah katından gelen ayet­ler olduğunu anladıktan sonra, uyarıcılar olarak geri dönüp kendi kavimlerine haber verdiler ve: [802] Ey kavmimiz! Doğrusu biz Mu­sa'dan sonra indirilen, kendisinden öncekileri doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'a davet eden davetçiye icabet edin ve ona iman edin ki Allah da sizin gü­nahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun. Yeryüzünde Allah'ın davetçisine uymayan kimse Allah'ı aciz bırakacak değildir. Kendisinin Allah'tan başka dostları da yoktur [803] dediler. Yine cinler: Gerçekten bizi doğru yola ileten son derece güzel bir Kur'ân dinledik ve ona iman ettik [804] dediler.

Onlar, keskin zeka ve berrak zihinleri ile bir yerde bir takım ayetler dinledikten sonra kavimlerini, kesin ifadeler kullanarak Al­lah'ın dinine çağırmış ve bu şekilde kavimlerinin elem verici ahiret azabından kurtulmaları ve bağışlanmaları ümidi ile Rasulullah'ın okuduğu ilahî sözlerden yüz çevirenlerin ise Allah'ı tanıyamayacağını ve sonunda dönüşün O'na olacağını bilemeyeceklerini haber vermişlerdi.

Bir takım ayetleri bir yerde bir saatten az bir süre dinlemeleri sebebi ile böyle bir idrakin doğması mümkünse, küçüklüğünden itibaren Kur'ân'ı baştan sona ezberleyip hayatı boyunca uzun yıl­lar sürekli Kur'ân okuyan, Yüce Rabbinin sözlerini dilinden dü­şürmeyen kimselerin Allah'ı düşünmeleri ve ilahî emirleri anlayıp gereğini yerine getirmeleri nasıl mümkün olmaz? Tam aksine on­lar, Rasulullah'ın okuduğu ayetleri dinledikleri için önce birbirleri­ni güzel ahlâka ve kendi aralarında konuşmamaya, ve Allah'ın ke­lamını dinleyip itaat etmeye davet ederler. Yüce Rabbimiz Kur'ân okunurken konuşanların bu davranışlarını kınamış ve Biz onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini ve kendi aralarında fısıldaştıklarını çok iyi biliriz [805]buyurmuştur.

Eğer inanan biri isen Allah'ın küfür diye nitelendirdiği bir ahlâ­kı kişiliğinde barındırmamaya dikkat etmelisin. Çünkü Allah'ın yasakladığı söz ve davranışlarda kafirlere muhalefet [806] insanın ah­lâkî kemalini gösterir. Allah (c), işittiklerimizi anlayabilmemiz için susmamızı, Kur'ân'ı dinlememizi, kendisinden rahmet taleb etmemizi emretmiş ve bize rahmetle muamele edeceğini vaadederek, Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merha­met edilsin [807] buyurmuş; yani merhametle muamele olunmak için böyle yapmalısınız demiştir. Yani Yüce Allah'ın, kendisine rahmetle muamele etmesi ve işittiğini anlayabilmesi için insan işittiği ile amel etmeden önce konuşmayı bırakıp Kur'ân'ı dinlemelidir. Böyle yaparlarsa kullar üzerine ilahî rahmet vacib olur. Allah Dinleyip de sözün en güzeline göre hareket eden kulla­rımı müjdele! işte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Onlar gerçek akıl sahibidirler [808] buyurmaktadır.

Allah Kur'ân'ı dinleyenleri, yine Kur'ân ayetleri ile övmüş, yü­celtmiş ve akıl sahibleri diye nitelemiştir. Sen, tam bir dikkat, ar­zu, aşk ve halis bir niyetle zihnini motive etmelisin. Kur'ân'ın emirlerini anlamaya çalışmalı ve Allah'ın sevdiği tavır ve davra­nışlara yönelmelisin. O'nun sevmediği tavır ve davranışlardan sa­kınmalısın. Allah'ın rızasına yönelmelisin. Kur'ân'dan anladıkları­nı hareket ve davranışlarına yansıtmalı ve gösteriş yapmamalısın. Sen bu durumda iken kalbine nazar eden Allah, gönlünden geçen­leri görür, sana gaybın sırlarını, ilahî vaide ilişkin bilgileri öğretir ve aklını güçlendirir. İşte o zaman Kur'ân senin için anlaşılır duru­ma gelir, sana kapalı olan sırları Allah kesin ve apaçık bir biçimde sana gösterir, Kur'ân'dan elde edeceğin faydaları artırır, seni şüphe karanlığından kurtarır, hidayet yolcularının yöneldiği yolu gösterir ve takva ehlinin elde ettiği hazzı sen de elde edersin.. Çünkü Al­lah'ın kelamı erdemli insanların gönüllerindeki bahardır.

Kur'ân'ı anlamak kalbi tenbel olanlar için ağır bir yüktür. Allah Kur'ân'ı düşünenlerin gönüllerindeki perdeleri paramparça eder ve gönüllerini coşturur. Onlardan bir kısmının boşa geçen ömürleri ve Allah tarafından bilinen günahları dolayısıyla kalpleri daralır ve esefle iç geçirirler. Gönül gözleri ile Allah katındaki ruhlar alemini görürler. Geçmiş günahlarından dolayı ilahî nimetlerden mahrum bırakılmaktan endişe etmekle birlikte Allah'a yakın olmayı ve bü­tün beklentilerin gerçekleştiği yer olan cennette ebedî kalabilmeyi arzular ve özlerler.

Eğer samimiyetle anlamayı istersen, sana ilahî yardım gelir. Al­lah kendisinden sakınanlarla ve iyilerle beraberdir [809] ayeti bu dediklerimizi doğrulamaktadır. Allah'ın kitabını anlamak sadece kalbi, zihni çalışmayanlara ağır gelir. İşitmez misin Cenab-ı Hak, Eğer Allah onlarda iyi bir hal görseydi, mutlaka onların du­yup işitmelerini sağlardı [810] buyurmaktadır

Eğer onlarda bir iyilik görseydi, kesinlikle onlara işittirirdi. Çünkü eğer onlar "sağır” [811] olmasalardı Peygamber'in okudukları­na kulak verirlerdi, ama onlar anlama yetisini yitirmiş kimselerdir. İşitmez misin Allah (c), Onların kalpleri vardır, kalpleri ile düşün­mezler; gözleri vardır gözleri ile görmezler; kulakları vardır ku­lakları ile işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da şaşkındırlar. İşte gafiller onlardır A'raf: /179. [812] buyurmaktadır.

İşitmez misin Allah (c), Onlar ne gerçekleri görebilir ne de işi­tebilirler [813] buyurmaktadır ki bu ayette onların hiç işitme­diklerini değil, kulakları olduğu halde anlamadıklarını kasdetmektedir.

İşitmez misin Allah, Onların sana baktıklarını görürsün [814] buyurmaktadır. Onlar Hz. Peygamber'den gözlerini hiç ayırmazlar, halbuki Onlar görmezler [815] buyurmaktadır".

Haris söyle devam etmektedir: "Onlar Hz. Peygamber'in, pey­gamberliğine ilişkin ilahî delilleri kavrayamazlar. Buna karşılık se­nin, halis bir niyetle bütün dikkatini vererek anlamak istediğini gördüğü takdirde Allah seni başka Kur'ân okuyanlar gibi amacına ulaştırır. İşitmez misin Cenab-ı Hak, Eğer Allah sizde bir hayır gö­rürse sizden alınandan daha hayırlısını size lütfeder ve sizi bağış­lar [816] buyurmaktadır.

Allah'a tevekkül ederek halis bir niyetle bütün dikkatini toplar ve nefsine değil de anlayış kapılarını açan Allah'a yönelirsen, sü­rekli itiyad ettiğin zikir sayesinde Allah (c), Kur'ân'ı düşünme ve anlama ümidini boşa çıkarmıyacaktır. İnşaallah!..."

Ben dedim ki: "Allah'ın kitabını anlama arzusundan önce neyi bilmeliyim? Çünkü Allah'ın razı olmayacağı bir anlamı benimse­yip hata edebilir, O'nun razı olacağı bir anlamı inkar ederek sanına yaraşmayan bir şey düşünebilir; farz kılındıktan sonra farziyeti dü­şürülmüş olan bir yükümlülüğü tekrar ihdas etmiş olabilirim?

İmlası bana karmaşık gelebilir, imlası bana göre karmaşık olan bir konuyu (ayeti), düşman, şüpheye düşürmek için iyi bir fırsat olarak görebilir, Allah'ın, önce vahyettiği (mukaddem) bir ayeti sonra, sonra vahyettiği (muahhar) bir ayeti önce vahyetmiş gibi al­gılayabilirim. Özel (hass) bir haber, farz veya tehdidi genel (amm) bir haber veya genel bir haberi, tehdit veya emri de özel bir hüküm gibi algılayabilirim. Muhkem bir hükmü müteşabih veya müteşabihi muhkem gibi algılayabilirim".

Şunları, söyledi: "Kur'ân ayetlerinden bazıları nasih, bazıları mensuh, bir kısmı muhkem bir kısmı müteşabihtir. Bu gerçeği bil­melisin. Bunun bir kaç yönü vardır:

"Bazı ayetler, bir kısmının diğer bir kısmını neshetmesi söz ko­nu olmaksızın imla (tilavet) bakımından müteşabihtir. Bir kısmı Yaratıcı nezdinde ve Allah'ın yarattığını haber vermiş olduğu var­lık nezdinde farklı zamanlara tekabül ettikleri için müteşabihtirler. Bir kısmı, farklı anlamlara geldiği için müteşabihtir. Bir kısmı mu­kaddem, bir kısmı muahhardır. Bîr kısmı hass, bir kısmı amm hü­küm vaz'eder, bir kısmı mevsul, bir kısmı ise mefsuldur. Bir kısmı, garib'tir. Bir kısmı ancak sünnet ve icma yardımı ile anlaşılabilir ve bir kısmı da devamındaki ayetler ve benzer ayetler yardımı ile anlaşılabilir.

"el-Kasım b. Sellam, [817] Abdullah b. Salih, [818] Muaviye b. Salih [819] ve Ali b. Ebî Talha el-Kuraşî'den [820] gelen bir rivayete göre Îbn-i Abbas, Sana kitabı indiren Allah'tır. Onun bazı ayetleri muh­kemdir ki bunlar kitabın esasıdırlar. Diğerleri de müteşabihtirler [821] ayetine ilişkin şunları söylemiştir: 'Muhkem ayetler nasihtir ve Kur'ân'daki helalleri, haramları, feraizi, inanılması, amel edilmesi ve edilmemesi gereken hususları kapsarlar'.

"Ebu Ubeyd, Abdurrahman b. Mehdî, [822] Süfyan, [823] Yahya b. Said, [824] Ebu Husayn, [825] Ebu Abdurrahman es-Sülemî'den gelen bîr rivayete göre Alî b. Ebî Talib kıssa nakleden birine "Nasih ve mensuh'u bilİyormusun?" diye sormuş, "Hayır" cevabını alınca "Hem kendin helak oldun, hem de başkalarını helak ettin" buyur­muştur.

"el-Kasım b. Sellam, Abdullah b. Salih, Muaviye b. Salih, Ali b. Ebu Talha el-Kureşî'den gelen bir rivayete göre Kendisine hikmet verilene pek çok hayır verilmiş demektir [826] ayetine iliş­kin İbn-i Abbas, "Hikmet, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih, muahhar-mukaddem, helal-haram ve Kur'ân kıssalarına ilişkin bilgidir" demiş; ve O'nun te'vilini Allah'tan başkası bilmez [827] ayetine ilişkin ise "Kıyamet gününü Allah'tan başkası bil­mez" demiştir".

Ebu Abdullah [828] şöyle devam ediyor: "Ebu'l-Ahves ve Abdul­lah'tan "Kur'ân'ın her ayetinin bir zahiri, bir batını, bir başlangıcı, bîr sonu vardır" dediği rivayet edilmiştir.

Ebu Abdullah "Zahiri anlamı ayetin okunması, batını anlamıyorumu, haddi ise son kavrayış sınırıdır" demiştir.

Kur'ân ile bu yakınlık sağlandığında Allah (c) gerçekten Kur'ân okuyanlar ile yalancılar, Kur'ân tefsirini bilenler ile yete­rince bilmeyenler ve Kur'ân'i anlama konusunda son noktaya ula­şanlarla ulaşmayanlar arasında ayrım yapar. Çünkü inanan birinin, imandan sonra sergileyebileceği en asgari sadakat belirtisi Rabbinden gelenleri anlama ve gereğince amel etme arzusudur.

Ancak insanların, [829] Allah'a gereği gibi saygı göstermemeleri, ayetleri anlamalarına engel olur. Başlangıcı (matla’) ise azgınlık, taşkınlık, bilgiçlik taslama ve isyan gibi sebeplerle şer'î sınırlara tecavüz etmektir. Cenab-ı Hakk'ın, Bunlar Allah'ın koyduğu sınır­lardır, sakın onları çiğnemeyin [830] ayeti bu noktaya işa­ret etmektedir.

Başka birinin [831] rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle demiş­tir: "Kur'ân dört vecih üzere vahyolunmuştur: a) Helal-haram (bunları bilmemek caiz değildir); b) Tefsir (ilim sahipleri bilirler); c) Arabça (yalnız Arablar bilirler) ve d) Te'vil (sadece Allah bilir) ve ilimde derinleşenler, 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katın­dandır' derler. [832] İbn-i Abbas, "Müteşabihlerin te'vilini sadece Allah bilir. İlimde derinleşenler ise ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır" derler [833] ayetini okumayı adet edinmişti.

Ubeydet'üs-Selmanî ise' [834] şöyle demiştir: "Te'vilini nereden bi­lecekler? İlimde derinleşenlerin varabilecekleri son nokta, Ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır [835] demeleridir".

Mâlik b. Enes'e, [836] Onların te'vilini ancak Allah bilir [837] ayeti münasebetiyle "Müteşabihlerin te'vîli, ilimde derinle­şenler tarafından bilinebilir mi?" diye sorulduğunda, "Hayır, bu ayet, 'müteşabihlerin te'vilini ancak Allah (c) bilir' anlammadır" dedikten sonra, "İlimde derinleşenler müteşabihlerin anlamını bil­mez, Allah ilimde derinleşenler ona inandık hepsi Rabbimiz katın­dandır [838] buyurmuştur. Bana göre sonraki ayet, yani Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme [839] ayeti daha açıktır" demiş ve "İlimde derinleşenler, Kur'ân'la amel edip Kur'ân'a tabi olanlara Kur'ân'ı öğretenlerdir" diye ilave etmiştir.

Ebu Ubeyde İse [840] Diğerleri müteşabihlerdir [841] ayetinin anlamı konusunda, "Bir kısmı bir kısmına benzer" demiş­tir.[842]

Mücahid'in de "İlimde derinleşenler bilir ve 'Kur'ân'a inandık’ derler" dediği rivayet edilmiştir.

Bazı filologlar "Bu ayetin anlamı: İlimde derinleşenler, 'Ona inandık diyenlerdir' İfadesinin anlamı gibidir" demişlerdir. [843]


[784] Parantez ve soru işareli Hüseyn el-Kuvvetli'ye aittir. (Çev.)

[785] Abdurrahman b. Yezid b. Kays en-Nehaî (H. 83). Ebubekir el-Kufî, Osman ve Abdullah b. Mes'ud'dan hadis rivayel etmiştir; oğlu Muhammed, İbrahim en-Ne­haî, Ebu îshak es-Sebiî ve başka bir grup ravi de kendisinden hadis almıştır. İbn-i Sa'd, el-İcîî ve ed-Darakutnî'ye göre sikadır. Bkz. Tehzibu't-Tehzib, c. 6/ 299.

[786] Yücanibü kelimesi yazma nüshada tücanibü şeklindedir. (H.K.)

[787] Yusuf: 12/76.

[788] Yazma nishada felyakra'ifadesi, felyüsevvir şeklindedir ki bu takdirde "okusun" değil "tercih etsin" anlamına gelir.

[789] Yazma nüshada fi bulunmaktadır.

[790] Yazma nüshada tilavet ifadesi yoktur.

[791] Kaf: 50/37.

[792] ZiIzaI: 99/7-8.

[793] Yazma nüshada zararun değil zavaran şeklindedir.

[794] En'am : 6/130.

[795] Mü'minun: 23/105.

[796] A'raf: 7/51-52.

[797] A'raf: 7/52.

[798] Kaf: 50/37.

[799] Yazma nüshada tehavünen şeklindedir.

[800] Ahkaf: 46/29.

[801] er-Riaye li-Hukukullah, s. 20. Yüce Allah: "Şüphesiz bu Kur'ân'da akıl sahipleri veya kulak verip dinleyenler için bir öğüt vardır, o bir tanıktır" (Kaf: 50/37) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirine ilişkin şunlar söylenmiştir: "Kalbi olan için" yani aklı olan için. "Kulak verip dinleyen için o bir tanıktır" ifadesi için ise Mücahid, "Kal­bin tanık olmaması durumunda Kur'ân'ın ona söyleyeceği bir şey yok" demiştir.

[802] Yazma nüshada ey yerine ilâ ifadesi bulunmaktadır.

[803] Ahkaf: 46/30-32.

[804] Cin: 72/1-2.

[805] İsra: 17/47.

[806] Yazma nüshada tehaddesü yerine tehaddedû ifadesi bulunmakladır.

[807] A'raf: 7/204.

[808] Zümer:39 /17-18.

[809] Nahl: 16/128.

[810] Enfal: 8/23.

[811] Yazma nüshada muhalefetün ifadesi müzayefetün şeklindedir.

[812] Enfal: 8/23.

[813] Hud: 11/20.

[814] A'raf: 7/198.

[815] A'raf: 7/198.

[816] Enfal: 8/70.

[817] Yazma nüshada summen ifadesi sumumun şeklindedir.

[818] Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam. Daha önce Hâris'in üsladlarından söz ederken bi­yografisini vermiştik.

[819] Abdullah b. Salih el-Basrî el-Cühenî, el-Leys b. Sa’d'ın mal katibidir. Ahmed b. Hanbel: "Başlangıçta sıhhat şartlarına uygun bir ravi iken, sonra bu hali bozul­muştur" demektedir. el-Mizan, c. 2/404.

[820] Muaviye b. Salih el-Hudrî el-Hımsî (H. 158). Endülüs Kadısıdır. Kendisi Mekhul'den, İbn-i Mehdî, İbn-i Vehb ve Ebu Salih de kendisinden rivayette bulunmuş­lardır. el-Mizan; z. 4/134.

[821] Âl-i İmran: 3/7.

[822] Ali b- Ebu Talha el-Kureşî. Haşimoğullarının azadlısıdır; Adı Ebu Talha Salim, künyesi Ebu'l Hasen'dir; sahabenin hiç biri ile görüşmemiştir: Nasih ve Mensuh'a ilişkin buradaki rivayet kendisine aittir. Halbuki İbn-i Abbas'ı görmemiştir. Meşahiru Ulema'il-Emsar, s. 182. Doğrusu Ali b. Talha'dir.

[823] Abdurrahman b. Mehdî (H. 125-198). Hadis alanında halife ve büyük bir İmamdır; sika ve ihtiyatlı bir ravi olup hadisle otoritedir; çok sayıda hadis rivayel etmiştir. et-Tehzib, c. 6/279.

[824] Süfyan İbn-i Said b. Mesruk es-Sevrî (H. 97-161). Hadis alanında müslümanların halifesidir; sika ve ihtiyatlı bîr ravi, hadiste otorite: ümmetin güvenine mazhar ol­muş seçkin bir şahsiyettir; çok sayıda hadis rivayet etmiş olup bütün dönemlerin en büyük alimlerinden biridir. İbn-i Sa'd, c. 6/257; Tarihli İbn-i Hayyat, c. 6/686; Meşahiru Ulemai'l-Emsar, s. 169; Tehzibu't-Tehzib, c. 4/111.

[825] Yahya b. Said el-Ensarî el-Medenî (H. 143). Hire kadısıdır, sika ve hadiste otori­tedir; Enes ve kendisi ile aynı kuşak bir grup raviden hadis rivayet etmiştir; arala­rında iki Süfyan'ın da bulunduğu bir grup ravi de kendisinden hadis almıştır, et-Tehzib;c- 11/221.

[826] Bakara: 2/269.

[827] Âl-i İm-ran: 3/7.

[828] Ebu Husayn Osman b. Asım b. Husayn el-Esedî el-Kufî (H. 128).

Bir grup sahabiden hadis rivayet etmiştir; sika olup hadiste otoritedir. et-Tehzib c. 7/126.

[829] Ebü Abdullah Haris el-Muhûsibîdir, demiştir .

[830] Bakara: 2//229.

[831] Yazma nüshada en-nas ifadesi bi'n-nas şeklindedir.

[832] Âl-i İmran: 3/7

[833] Âl-i İmran: 3/7.

[834] Bir önceki sayfada Muhâsibînin görüşünü aktardığı Abdullah b. Mes'ud'dan başka biridir.

[835] Âl-i İmran: 3/7.

[836] Ubeydel'üs-Selmanı (H. 72). İbn-i Sa'd, İbn-i Kays es-Selmanî olduğunu ve Murad kabilesine mensub bulunduğunu söylemektedir. İbn-i Hibban ise, "İsmi İbn-i Amr es-Selmanî el-Hemedanî olup künyesi Ebu Müslim'dir" demekledir. Hz, Peygamber'in vefatından iki yıl önce müslüman olmuştur, ama sahabi değildir, künyesi Ebu Ali ve İbn-i Mes'ud olarak tesbİt edilmiştir. Abdullah b. Mes'ud'un tanınmış beş öğrencisinden biridir; diğerleri ise Ubeyde, Alkame, Mesruk, el-Hemedanî ve Şureyh'tir. İbn-i Sa'd, c. 6/62; Meşahir'u Ulema'il-Emsar, s. 99.

[837] Âl-i İm­ran: 3/7.

[838] Âl-i İmran: 3/7.

[839] Âl-i İmran: 3/8.

[840] Mâlik b. Enes (H. 93-179). Künyesi Ebu Abdullah olup üçüncü kuşağın en büyük temsilcüerindendir; İmam, ilmin zirvesi, sika ve ihtiyatlı bir ravi ve İslâm'ın temel taşlarından biridir. Muvatta müellifi ve hicret yurdu olan Medine'nin imamıdır. İmam Şafii onun için: "Alimler hatırlanacak olsa Mâlik ilim yıldızıdır" demiştir. Tarihu İbn-i Hayyat. c. 2/719; Tabakatu İbn-i Hayyat, c. 2/688; Meşahiru Ule-mai'l-Emsar,s. 140; e-İber, c. 1/272; el-Bidaye ve'n Nihaye.c, 10/174; Tehzibu't-Tehzib. c. 10/5. İbn-i Abdülberr'in el-İntika’sı ve Tertibu'l-Medarik.

[841] Âl-i İmran: 3/7.

[842] Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna et-Teymî el-Basrî (H. 110-208). İshak b. İbra­him kendisini Bağdat'a nisbet etmekledir; Arab dili, tarih ve kültürü konusunda zirve bir şahsiyettir; kendisi Hişam b. Urve'den hadis rivayet etmiş, Ebu Ubeyd el-Mazinî, Ebu Hatem es-Sicistanî. İbn-i Şeybe ve diğerleri de kendisinden hadis ri­vayet etmişlerdir: Haricî ve Şuubî olan Ebu Ubeyde Arabları sevmezdi. Muhâsibî Fehmu'l-Kur ân'da kesdisinden bir çok nakilde bulunmuştur. Tarihu Bağdat, c. 13/252.

[843] Haris El- Muhasibi, El- Akl Ve Fehmü’l Kur’an, İşaret Yayınları, İstanbul, 2003: 285-304.