๑۩۞۩๑ Bilim Dunyası ๑۩۞۩๑ => Eğitim Dünyası => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 09 Şubat 2012, 22:53:52



Konu Başlığı: Akademik dünyanın prangaları
Gönderen: Sefil üzerinde 09 Şubat 2012, 22:53:52
Akademik dünyanın prangaları

Her yıl yeni üniversiteler eğitime başlıyor. Yüz binlerce öğrenci yükseköğretime başlamak için birbiriyle yarışıyor. Dönüm noktası olarak görülen akademik dünyanın eksiklikleri ise ancak bir üniversitenin kapısından içeri girildiğinde anlaşılıyor.

İtalyan Mimar Fossati, İstanbul'un en tarihî bölgesinde bir bina yapmak için mukavele imzalar. Ayasofya civarında tespit edilen arsaya üç katlı, Avrupa'daki emsallerini aratmayacak kadar gösterişli bir bina inşa eder. Yapı yükseköğrenim için tahsis edilmek üzere yirmi yılda bitirildiği halde, ani bir kararla Maliye Nezareti'ne verilir. Hal böyle olunca talebeler, başka bir binaya taşınır. Okula talebelerin binadan binaya sevki eğitimle paralel olarak sürekli devam eder. Medreselere alternatif olarak kurulan ve Doğu'dan Batı'ya yönelişi simgeleyen 'Fen Evi' yani Darü'l-Fünun'da öğretim, öğrenci yetersizliği sebebiyle sekteye uğrar. Talebe yetiştirecek müderris tahsis edilemeyip, yükseköğrenime uygun formasyonda yetişmiş adaylar da başvurmayınca bu teşebbüs yarıda kalır. 1870'te 'Darü'l-Fünun-i Osmanî' adını alan kurum, Latince, Fransızca ve Farsça eserlerden müteşekkil bir kütüphane, yurtdışından gelen hocalar ve ilim tahsil etmek için başvuran binlerce kişi arasından imtihanla seçilen dört yüz elli talebesiyle eğitime başlar. Fakat amacına yine ulaşamaz. 'Darü'l-Fünun-i Sultani', ardından yeni bir kadro, anlayış ve elli beş yıllık acı tecrübe ışığında 1900'de Sultan II. Abdülhamit 'Darü'l-Fünun-i Şahane'yi açarak bugünkü üniversitelerin temelini atar. Kurumun kısa tarihi akademi dünyasının devamlı yenilik ve değişime açık bir alan olduğunu gösteren bir ilim tecrübesi olarak tarihe geçer.

Bugün neredeyse her ile bir üniversite düşecek biçimde yaygınlaşan yükseköğrenimde öğrenci sayısı yetersizliği ya da kitap basılamaması gibi sorunlar yok. Ancak kâfi teknik altyapı olmayışı, akademik kadro yetersizliği, laboratuvar ve bilimsel çalışmalara bütçe bulunaması gibi eksiklikler hâlâ geçerliliğini koruyor. Nitekim, son yıllarda yeni açılan kurumlarla birlikte sayısı 174'e ulaşan üniversitelerin en büyük problemlerinden biri ise öğrenimin pratiğe dökülememesi. Akademik çalışmaların nasıl yürütüleceği bölümler arasında farklılıklar gösterse de Türkiye'de akademik dünyanın yaşadığı sorunların birbiriyle paralel olduğunu söylemek yanlış olmaz. Örneğin, bir ülkenin veya üniversitenin uluslararası bilim camiasında ne kadar üretken ve etkili olduğu, Science Citation Index (SCI) dergilerinde yayımlanan makalelerin 'h-indis değeri' ne bakılarak değerlendiriliyor. Türkiye'nin son yirmi yılda elde ettiği h-indis değeri, yani bir bilimsel çalışmalarının uluslararası arenada etkinliği, diğer ülkelerle kıyaslandığında belirginleşiyor. Örneğin, Türkiye'nin h-dis değeri, ABD'deki en iyi teknik üniversite MIT-Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nün bilimsel çalışmalarının oldukça altında. Zira enstitünün çalışmalarının h-indis değeri, ülkemizin toplamda elde ettiği değerin onlarca birim üzerinde. Peki, üniversitelerimiz, neden dünya çapında kayda değer bilim ve teknoloji üretemiyor? Bu sorunun cevabını en iyi verecek olan kişiler hiç şüphesiz bilimle uğraşan akademisyenler.

Öğrenci yetiştiren, çalışmalarıyla ülkenin gelişimine katkı sağlayan akademisyenler dünya çapında araştırma yapabilen üniversitelerin sayısının az olması, çalışmaların laboratuvardan hayatımıza girememesi konusunda hemfikir. Türkiye'de ve yurtdışında nano teknoloji alanındaki başarılı projeleriyle tanınan Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Bayındır, bilimsel çalışmalarda orta ve uzun dönem için teknoloji ve sanayi aksiyon planlarımızın olmamasının başarıyı etkilediği görüşünde. Ayrıca etkin bir Ar-Ge sisteminin kurulmamış olması da proje ve tezlerin hayata geçirilmesini sekteye uğratıyor. Bayındır, öğrencilerin daha kaliteli eğitim alabilmesinin ve dünya çapında araştırma yapamamasının önündeki engelleri ise şöyle sıralıyor: "Üniversitelerdeki bölünmüşlük (politik, dünya görüşü) ve istikrarsızlık (rektörlük seçimleri), öğretim üyelerinin ağır ders yükü ve maddî durumlarının yetersizliği, birinci sınıf araştırma yapan bilim insanlarının sayısının azlığı ve az olanın da etkin kullanılamaması, çalışmaların orijinallikten yoksun olması, kontrol edilemeyen beyin göçü ve askerlik mecburiyeti."

Üniversitelerdeki politik ayrışmadan öğrenciler de olumsuz etkileniyor şüphesiz. İstanbul Üniversitesi Temel İslâmî Bilimler Bölümü'nde lisansüstü eğitim öğrencisi Fatma İleri, bu sıkıntıları yaşayanlardan yalnızca biri. Ona göre hiyerarşi ve hocalar arası bölünme, bilimselliğin önüne geçebiliyor: "Bilimsel çalışmama danışmanlık etmesi için lisans birikiminden yararlandığım bir Yrd. Doç. Dr. hocamızı seçmek istediğimde, kendisi ve diğer o alanın uzmanı akademisyenler şöyle bir yönlendirme yaptı: 'Mutlaka X hocayı seçmelisin. Yoksa tezini ve seni ona karşı savunmamız mümkün değil.' Bahsedilen hocayı seçtim, ancak tez süresi boyunca üniversite çalışmaları dışında birçok alanda çalışan hocamdan hiçbir destek almadım. Jüriye "Öğrenci bu tezi kendisi yazdı. Ben onun yazdığı ve bilmediğim bir teze onay vermem." dedi.

'BİLİMSEL ÇALIŞMALARA TESCİL VE AR-GE ŞART'

Üniversiteler ilim tahsil edilen öğrenim kurumları olarak hepimizin hayatının seyrini etkiliyor. Aldığımız eğitim etrafında şekillenen bir zihin yapısına bürünüyoruz ister istemez. Niyet yalnızca meslek sahibi olmak dahi olsa üniversitelerde üretilen çalışmaların ekonomi, teknoloji ve sağlık alanlarında ülkeye katkı sağlaması teorik olarak amaçlanır. Fakat akademik çalışmaların hangi alanda olursa olsun pratiğe dökülmesi çoğunlukla mümkün olmuyor. Doktora ve yüksek lisans alanındaki çalışmalar ya da üniversitelere ait projeler hayata geçirilemiyor. Ulusal Nanoteknoloji Araştırma Merkezi (UNAM) müdür yardımcılığını da yürüten Bayındır, yeni bir bilim-teknoloji politikasının belirlenmesi ve bu politikaların sürdürülebilirliğinin garanti altına alınması gerektiği kanaatinde: "Bilimin sınırlarındaki yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçlar dünya çapında tescillenerek koruma altına alındıktan sonra teknolojik geliştirme ve ürüne dönüştürme fazlarının tamamlanması gerekmektedir. Elde edilen yüksek teknolojik ürünlerin risk sermayesi veya devlet desteğiyle kurulan küçük ölçekli şirketlerle dünya pazarına sunulması sağlanmalı. Ürünlerin Ar-Ge süreci hiçbir zaman sonlanmamalı ve mutlaka yeni bilimsel bulgular ışığında hep daha ileriye götürülmeli."

2006 yılında Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılan üniversiteler arası bir araştırmada öğrencilerin, tez ve ödevlerini başkalarına yaptırdığı, bilimsel etik değerlerini çoğunlukla dikkate almayarak derslerden geçmeyi amaçladığı ortaya çıkıyor. Buradan hareketle Psikolog Sümeyra Akkor, üniversitenin aile ve çevre tarafından gençlere dayatılmasının olumsuz sonuçlar doğurduğu görüşünü savunuyor: " Hayatımıza sanat, tıp ya da siyaset bilimiyle katkı sağlamayı amaçladığımızda okunan her satırın, uykusuz geçirilen her haftanın, yazılan her tezin, bilime olduğu kadar insanın özsaygısına da katkısı olacaktır. Zira 'insan olma' gayesinin önüne başka şeyler geçmeden ilim için ilim aşılanırsa, olumlu sonuçlar alınabilir."

BİLİMDE 'TABUSAL ALAN' YASAĞI

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) 2011 yılında üniversitelerdeki değişimin yol haritasını içeren bir rapor yayımladı. Rapor mevcut eksiklikleri belirginleştirmek açısından da önem taşıyor. Çalışma, üniversitelerin özerkliğinin geliştirilmesi, bütçelerin artırılması gibi yeni uygulamalara gidileceğinin sinyali veriliyor. YÖK'ün altını çizdiği sorunlardan biri de 'bilimsel bağımsızlık'. Türkiye'de maalesef bu konuda evrensel standartlar yakalanabilmiş değil. Üniversitelerin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan pek çok sorun olmakla birlikte, otorite ile ilgili olanlar da var. Fatih Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İhsan Yılmaz, üniversitelerin bilgi üretirken bağımsız davranabilmesi konusunda dikkatlerimizi YÖK'e çeviriyor: "Öncelikle 1980 askerî darbesinin bir ürünü olan YÖK sistemine bakmamız gerekir. Çok ciddi bir merkezden kontrol etme aracı olan bu kurum, akademik kalite ve standartlara odaklanması gerekirken tüm üniversiteleri idare açısından yöneten bir bürokratik üst kurum durumunda. Bırakın rektörleri, dekanların kim olacağına bile o karar veriyor. Üniversitelerin kendilerine has, özgün programlar sunmasına da engel oluyor. Bu yüzden tüm üniversitelerin birbirinin yaptığı işi kopyalayan, tıpa tıp aynı kurumlar olmasına yol açıyor."

Üniversite yönetiminin öğrenim sürecini doğrudan etkilediği bir gerçek. Hatta bazı yasakların geçmişte keyfî olarak uygulandığı kurumları hepimiz hatırlıyoruz. Beraberinde üniversitelerin özellikle sosyal bilimlerde özgün çalışmalara imza atmasının önündeki engellerden biri de maalesef yönetim olabiliyor. Bu noktada Doç. Dr. İhsan Yılmaz, özgünlük ve özerklik kriterlerinin sağlanması için okul yönetimlerinin bilimden yana taraf olması gerektiğine inanıyor: "Rektörlük fedakârlıkla nöbetleşe yapılan bir vazife değil, müthiş maddî-manevî imkânların size sunulduğu bir makam haline getirilmiş durumda. Bundan daha önemlisi, ideolojik mahalle baskıları. Türkiye'de her konuda yazıp çizmeniz ve fikirlerinizi özgürce ifade edebilmeniz pek kolay değil. Birçok 'tabusal alan' var. Çizgiyi aşanlara yapılanlar, diğerlerine ibret almaları yönünde mesaj veriyor zaten."

BİLGİ ÇAĞINDA DİLE MUHTAÇ ÖĞRENCİLER

Üniversitede belli seviyede de olsa yabancı dil eğitimi görülüyor. Ancak yabancı dil, akademik çalışma yapmak için yeterli değil. Dil şartı olmayan bölümler tercih edilse bile yabancı dil bilmediği için literatüre hakim olamayan öğrenciler, aslî kaynaklara da ulaşma ve proje üretmede sorunlar yaşıyor. Bu sebeple İhsan Yıldırım, öğrencilerin akademik dünyaya kariyer ya da meslek gözüyle bakmanın ötesine geçmesi için eğitimde metot değişiklinin şart olduğunu ifade ediyor: "Örneğin Batı'daki üniversitelerde, araştırma profesörü denilen hocalar vardır. Hiç ders vermezler, tek işleri üniversite adına araştırma ve yayın yapmaktır. Bu yol Türkiye'de de izlenebilir. Bunun için uzmanlaşma alanlarının yeniden düzenlenip teşvik edilmesi gerekiyor."

Her haber bülteninde sağlıklı yaşamın sırlarını veren bir doktora rastladığımız gibi tartışma programlarında da ekonomi, siyaset bilimi ve dış politika alanlarında hep aynı uzmanlarla karşılaşıyoruz. Bu tablo ilk anda birkaç alanda uzmanlaşılabildiği fikrine yol açsa da aslında her zaman gerçeği yansıtmıyor. Doç. Dr. İhsan Yıldırım da Avrupa'da her konunun uzmanı olduğu halde Türkiye'de bilgi verme işinin yerleşmiş bir kadrosu olduğu görüşünde: "Özellikle sosyal bilimler alanında ağzı olan her konuda konuşuyor. 'Bu benim alanım değil, bilemiyorum, başka birine sorun' diyen çok az akademisyen var. Sanki bir mikrofon şehveti var. Üstelik dar alanda uzmanlaşınca, sizin cahil olduğunuzu ima eden bir akademik kültür(süzlük) ortamı var. Bir de akademisyenliği sabah 09.00-akşam 17.00 memurluğu olarak algılayıp, yıllarca aynı şeyleri anlatmayı akademisyenlik sananlar da var. Her üniversitenin ve akademisyenin 4 yılda bir ciddi akademik performans teftişinden geçmesi ve sonuçlarının kamuoyu ile paylaşılması gerekir. Ayrıca devlet desteği alanlara yapılan yardımlar da ona göre esnek bir şekilde ayarlanmalı."

Akademik dünyanın prangalarını sıraladık ancak, geçmişle kıyaslandığında yükseköğretimdeki araştırma ve geliştirme çalışmalarında olumlu bir gidişattan da söz etmek mümkün. Son yıllarda TÜBİTAK'ın bütçesinin katlanması ile birlikte sosyal bilimler alanında da başarılı çalışmalar artıyor. Son dokuz yıl içinde akademisyenlere proje bazında verilen kaynakların meblağı kırk kattan daha fazla artmış durumda. Dünya ile rekabet edebilen ve iyi çalışan bilim adamları, finansman ihtiyacını yurtiçi ve yurtdışı kaynaklardan karşılayabiliyor. Öğrencilere TÜBİTAK tarafından karşılıksız burs tahsis ediliyor. Nihai analizde görkemli binalar, milyarlarca lira harcanarak yurtdışından getirilen cihazlar, üretilen eserler ve kurulan kütüphaneler, 'bilim adamı' olmayı meslekten ziyade öğrenme aşkı olarak görenleri bekliyor.

zaman