๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Efendimiz => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 02 Mayıs 2011, 15:51:37



Konu Başlığı: Abdullah ibn Selam daki tebliğ heyecanı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 02 Mayıs 2011, 15:51:37
Abdullah İbn Selam'daki Tebliğ Heyecanı

Abdullah İbn Selam, Müslüman olmuştu, ama henüz bundan kabilesinin haberi yoktu. Aile efradına dönüp geldi­ğinde onların da Müslüman olmalarını istemiş ve bu isteğine olumlu cevap da bulmuştu. Ancak onun hedefinde, daha geniş kitleler vardı. Aynı zamanda neş'et ettiği topluluğun genel ka­rakterini de ortaya koyup rehberini bilgilendirmek istiyordu. Tasarladığı bir planla birlikte huzur-u risalete geldi:

- Ya Resülallahl

Benim kavmim olan bu İsrailoğulları, inatçı ve dönek bir millettir. Onlar, henüz benim son halimi bilmiyorlar. İsti­yorum ki onlar, Sana geldiklerinde beni bir kenara gizleyesin ve onlara, benim ve atalanm hakkında sorular sorasını Şüp­hesiz, beni de atalarımı da methedeceklerdir. Ve tam bu esna­da ben, ortaya çıkıp Müslümanlığımı ilan edeyim. Göreceksin ki, hem beni hem de ecdadımı yerden yere vuracak ve çeşit çeşit iftira sıralayarak, binbir kusur bulma yarışına girecek­lerdir, dedi.

Abdullah İbn Selam'ın planına göre, aynı zamanda Efen­dimiz, onlardan söz alacaktı; şayet Abdullah iman ederse onlar da inanacak ve kendilerine daha önce indirilen Tevrat'ta yazılı bulduklan hususlan tasdik edeceklerdi. Dolayısıyla burada belli bir masıahat gözetiliyordu ve Abdullah'ın teklifi hüsn-ü kabul gördü. Planlananlar aynen Hz. Abdullah'ın dediği gibi yapıldı. Bu arada adamlar da gelmişti. Efendiler Efendisi, hoşbeşten sonra sözü Hz. Abdullah ve ecdadına getirdi:

- Sizin aranızda Husayn İbn Selam nasıl bir adamdır, diye sordu.

Ne şüpheleri olabilirdi ki? Sadece Husayn'ı değil, yıllarca bütün aileyi, biricik rehberleri olarak görmüş ve birer otorite olarak hep onlara müracaat etmişlerdi:

- Hem efendimiz, hem de efendimizin oğludur ... İçimiz­deki en hayırlı kişi ve en bilgemizdir. Hem fazilet hem de Allah'ın kitabını bilme konusunda en önde olanımız odur.

Onlann, kendilerinden emin böyle bir tezkiyelerinin ar­dından Efendimiz:

- Şayet Abdullah, benim Allah'ın Resülü olduğuma ve ba­na indirilen kitaba iman ve şehadet ederse siz de iman eder misiniz, diye sordu.

İşkillenseler de, buna imkan yoktu. Husayn gibi bir Yahu­di alimi, bunu yapmazdı, yapmamalıydı!.. Böyle bir sorunun altından ne çıkacağını da merak etmiyor değillerdi. Fakat bu meclis, daha metin durmalan gereken bir meclisti ve sözlerin­de şüphe eseri görülmemeliydi:

- Evet, diye cevapladılar. Ancak hallerindeki gariplik ve içlerinde duyduklan huzursuzluk yüzlerinden okunuyordu. Ne için gelmişlerdi ve şimdi ne ile karşılaşıyorlardı?.

Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah'ı çağırmış ve o da gizlendiği yerden çıkıp huzura gelmişti. Onu gören gözlere kin ve nefret yürümüş, yüzlerde de bir sararma olmuştu. Nasılolabilirdi; Husayn gibi birisi gelip kendi kabile­sinin otoritesine baş kaldırarak bir başkasının arkasında saf tu­tar, onu peygamber olarak kabul edebilirdi. Hala inanmak iste­miyorlardı. Bu, ya bir şaka veya uyanılacak bir rüya olmalıydı.

Ancak her şey gerçekti ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel­lem) Abdullah'a sordu:

- Ey Selam oğlu Abdullah! Sen, benim Tevrat ve İncil'­de yazılı olarak bulduğunuz; bana iman etmeniz hususunda hepinizden sözü alınmış; mesajımın ulaştığı anda bana tabi olmakla emredildiğiniz Allah'ın Resülü olduğumu bilip bana inanıyor ve iman ediyor musun?

Ortalık bir anda buz kesilmişti. Bu arada Abdullah, Resü­lullah'ın sorusunu:

- Elbette Ya Resülallah, diye cevaplaınıştı. İmkansızdı bu!.. Bu kadar köşeye sıkışmak olamazdı ... Buradan da bir çı­kış yolu bulunmalıydı ve onlar da, minderin dışını tercih etti­ler. Hep bir ağızdan:

- Senin Resüllullah olduğunu bilmiyor ve tanımıyoruz, diyorlardı.

Halbuki onlar, O'nun Resülullah olduğunu öz oğullarını bilmenin ötesinde bir bilgi ile biliyorlardı ve O'na indirilenin hak olduğu konusunda da yakin derecesinde malumatları var­dı. Aynı zamanda, az önce konuşanlar, Husayn iman ederse biz de inanırız, diyenler de bunlar değil miydi?. Fazla söze ne hacet; kaypaklık ve dönekliğin fiilen sahnelenmesinden başka bir şey değildi bu.

Çıkışma sırası şimdi de Abdullah İbn Selam'a gelmişti:

- Bizim en şerlimiz ve en şerlimizin de oğlusun sen, deyip onda noksan bulma yarışına girdiler. Güneş balçıkla sıvana­mazdı ki! .. Güneşin ışınlarına karşı gözlerini kapatanlar, sa­dece kendilerine gece yaparlardı. ..

O gün yaşanılanlar, alemlerin Rabbi tarafından da müşa­hede edilmekteydi ve O şu ayetleri indirecekti:

- De ki: Söyleyin bakalım; eğer bu Kur'an, Allah tara­fından geldiği halde siz reddetmişseniz, İsrailoğullarından da bir şahid, tevhid, ahiret gibi bazı iman esasları hakkında Kur'an' da bildirilen hakikatlerin benzerine şahitlik edip iman ettiği halde, siz büyüklük taslayarak iman etmezseniz sizden daha şaşkın, daha zalim kimse olabilir mi? Allah, elbette böyle zalimleri hidayete erdirmez.s'"

Ayette anlatılan İsrailoğullarından iman eden kişi, Ab­dullah İbn Selam; irikarı seçenler ise, gerçeği gördüklerinde kaypaklık gösteren elit tabakaydı.

605 Bkz. Ahkaf,46/1O

Bütün bunlan, daha işin başından tahmin eden ve ge­lişmeler de tahmini istikametinde gerçekleşen Abdullah İbn Selam, bir gerçeği ortaya çıkarmanın hazzıyla Yahudi ileri ge­lenlerine yöneldi ve şöyle seslendi:

- Ey Yahudi Topluluğu! Allah'tan korkun ve size gele­ni kabul edin. Vallahi siz de biliyorsunuz ki, bu, özelliklerini Tevrat'ta okuyup durduğunuz, adını sanını bildiğiniz Allah'ın beklenen ve müjdelenen Resülü'dür, Ben şehadetle iman edi­yor, biliyor ve tasdik ediyorum ki o Allah'ın Peygamberidir.

Artık yüzler değişmişti ... Perde bir kez yırtılmış ve cephe­ler de netleşmişti. İşin en kolay yolu inkardı ve onlar da bunu seçtiler:

- Yalan söylüyorsun, dediler.

Artık Yahudilerden iş çıkmayacağı kesindi ve bu sefer Ab­dullah, Resül-i Ekrem'e yöneldi:

- İşte, ya Resülallah, dedi. Durum gördüğün gibi!..

Ben, bunlann yalancı, iki yüzlü, dönek ve iftiracı insanlar ol­duklannı söylemiştim.

Zaten, Cibril de gelmiş şu mesajı getiriyordu:

- Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu öz oğullannı ta­nıdıklan gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.606

Ayette, bizzat Allah Resülü'nün ismi zikredilmeyip de "O'nu" denmesi işaret ediyor ki, ehl-i kitap bütünüyle, son ge­lecek peygamber kastedilerek "O" dendiğinde hep Tevrat ve İncil' de adı geçen Zat'ı anlıyordu. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed'di (sallallahu aleyhi ve sellern). Ve O'nu öz evlatlann­dan daha iyi tanıyorlardı.

Hz. Ömer (radıyallahu anh), bir gün karşısına alacak ve Abdul­lah b. Selam'a soracaktı:

- Allah Resülü'nü öz evladın gibi tanıyor muydun?

606 Bkz. Bakara, 2/146

Tereddütsüz cevap verdi Abdullah:

- Öz evladımdan daha iyi tanıyordum.

Nasılolabilirdi?. Bir insan bu kadar kesin nasıl konuşabi­lirdi!.. Ama Abdullah, hakkı temsilin timsaliydi ve onu her yer­de söylemekten çekinmezdi. Hz. Ömer ise, onun kanaatindeki kesinliği ayrıca tescil ettirmek istiyordu ve ikinci defa sordu:

- Nasıl yani?

Yine demir Ieblehi gibi bir cevap geliyordu:

- Evladım hakkında şüphe edebilirim. Belki, beni, hanı­mım kandırmıştır. Fakat Allah Resülü'nün son peygamber ol­duğundan zerre kadar şüphem yoktur.

Bu cevap Hz. Ömer'i öyle sevindirecekti ki, kalkacak ve Abdullah b. Selam'ın başından öpecekti. 607