๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Edebiyat => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 11:13:42



Konu Başlığı: Yazıda Açılan Gedik
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 11:13:42
Yazıda Açılan Gedik
Celil CİVAN • 55. Sayı / EDEBİYAT GÜNDEMİ


Bugün yazı yazarken kullandığımız, doğrusu büyülendiğimiz, sevdiğimiz kavramlarla aramızdaki mesafe ayarı yazının gediğini, yazarın yarasını daha fazla açabilir. Ama kavramlara, dahası dile dönük mesafesizlik, sadece dilin kaybolmasına değil metnin daha biçimlenmeden dağılmasına, dahası sayfalarca yazının bembeyaz bir boşluktan ibaret kalmasına da sebep olur.

Lukacsçı ironi ve melankoli epik bütünlüğün, başka bir ifadeyle kâinatla öznenin arasındaki birliğin dağılmasını ima eder. Hegelci bir bakış açısıyla Lukacs modernleşmeyle birlikte epiğin yerini romanın aldığını söyler. Roman daha başlangıcından itibaren bir melankoli ve ironiyle doğmuştur öyleyse. Bireyin dünyayla ilişkisi içsel ve dışsal bütünlüğünü kaybettiği için bu kayıp melankoliyi ima eder; bu bütünlük arayışına dönük çabanın gülünçlüğü ise ironiden başka bir şey değildir.

Ancak modern dönemin edebiyatını sadece bu tür geçmek bilmeyen ontolojik bir yas çalışmasıyla açıklamak yeterli değildir. Modern roman kahramanı kâinatla arasındaki bağı kuramadığı gibi bir yandan da dilin içinde kaybolmaya başlar. Bu dilin içinde kayboluş, Todorov’un dediği gibi modern edebiyatın dilden ibaret olması, dilin kendi üzerine kapanması kâinatın tümden yok olduğunu, kahramanın elinde ise dilden başka bir aygıtın kalmadığını da söylemez mi?

Dilin kendisi başlı başına bir ironi ve melankoli aygıtıdır zira baştan başa mesafeyle alakalıdır: Anlatmak istediklerimizle anlatabildiklerimiz, anlatmaya çalıştıklarımızla anlaşılanlar söz konusu yazı olunca ağırlığını daha da hissettirir. Gündelik dilin basit iletişim işlevinin ötesine geçildiğinde dilin verdiği huzur bir huzursuzluğa, mevcudiyet yerini boşluğa bırakır. Yazı yazan için masanın başında beliren ilham perisi falan değil düpedüz yazıyı yaralayan, bazen felce uğratan kısa, özlü ve yalın bir sorudur: “Derdimi anlatabiliyor muyum acaba?”

Burada ne “beni anlamıyorlar” ne de “anlatmalıyım” gibi birbirine koşut, okura yönelik bir kaygı söz konusudur. Dahası yazının sıfır derecesinde, daha bırakın alıcıyı yazar bile yokken beliren bir yırtılma. Yazının bütünselliğine, sağlamlığına, metanetine dönük inancı devirebilecek bir yarılma, gedik değil midir bu?

Batı dillerinde romanın, hikâyenin yerini metnin (text) alması boşuna değildir öyleyse. Burada sadece hiçbir edebiyat türüne sığamama meselesi değil ama bütünlüğünü ne yaparsa yapsın elde edememenin endişesi yazarın kaygı eşiğine göre kendini ifşa eder. O yüzdendir ki bazı yazarlar dilin içinden çıkamaz görünür. Dahası Joyce gibileri dilde boğulurken Beckett tümüyle yoksul bir dilin çeperinde gezen bir göçmen gibidir.

Derrida “bir metin (text) hiçbir zaman algılanamaz” derken metnin bitimsizliğini, metinsel örgünün sonsuza dek oyununu sürdürdüğünü söylediği gibi onun aslında beklenen, tahmin edilen veya en azından umut edilen sağlamlıktan (metinlik) uzak olduğunu da ima eder gibidir. Derrida’nın burada ima ettiği herhangi bir mevcudiyetin yokluğudur: Dil bir mevcudiyeti değil ama yokluğu, boşluğu imler. Bu yokluk bir yandan bir ‘geç kalmışlığı’ ifade eder. Yazar dilin içinde, sözcük öbeklerinin arasında, örgünün liflerinde iki soruyla yüz yüze kalır böylece. “Derdimi anlatabildim mi” kadar basınçlı bir sorudur bu: Bütün bunları anlatmakta geç mi kaldım? Sadece “her şey oldu bitti artık anlatmanın ne anlamı var?” demek değildir bu; aynı zamanda “benden önce de anlattılar zaten” mânâsını da taşır. Ancak dilin başta söz ettiğim melankoli ve ironisi bu soruların kaygısını birkaç kat daha artırır: “Gerçekten de anlatabilir miyim?”

Öyleyse bir yanda bütün bir ağı, dokusu dağılabilecek bir ‘örgü’ ile sağlamlığı, bütünlüğü, dahası metaneti tehdit altında kalan bir ‘metin’ yok mudur burada? Kendi ontolojisini basbayağı örgüyle dağılma, sağlamlıkla gülünçleşme arasında kurmuş, yazarken yaralanmayı göze almış bir uğraş değil midir bu?

Nurdan Gürbilek Kör Ayna, Kayıp Şark’ta yazıya özgü bu sıkıntıya, yazarın bu kaygısına toplumsal, kültürel bir bağlamdan bakar: Türk romanı Doğu ve Batı meselesini kurcalarken öncelikle Batılı bir aygıtla (romanla) bu işi kotarmaya çalışır. Dahası yazarın geç kalmışlığı ikiye katlanır: Yazarak geç kaldığı gibi Batı’nın karşısında da geç kalmıştır. Kitabın alt başlığının “Edebiyat ve Endişe” olması rastlantı değil öyleyse. Ancak Gürbilek’e göre böylesi bir “endişe” bir sorunsaldır ama iyi bir edebiyat için ipucunu da ihtiva etmektedir. Bu ipucunu gerçekleştirecek olansa yazarın endişesiyle arasındaki mesafeye bağlıdır. Dahası kolaya kaçmak yerine yazdığı endişeyi kahramanlarıyla birlikte taşımasıdır.

Öyleyse yazıyla yazarı arasındaki bu gediğe daha dikkatli bakmakta yarar yok mudur? Dil ile olan bu içiçelik (ki yanıltıcı bir biçimde yazarın kelimelerle içiçe olduğu düşünülür) onlara dönük mesafenin elden kaçırıldığını söyler. Oysa yazı yazan Derrida’nın aynı yerde dediği gibi okur da olmalıdır bu mesafe ayarı için. Yazarken kaybettiği mesafeyi okurken, okurken daralan arayı yazarken açmalıdır. Yoksa öbür türlü metnin taşıdığı melankoli ve ironi yazara geçip pathos ve gülünçlüğe dönüşüverir.

Bugün yazı yazarken kullandığımız, doğrusu büyülendiğimiz, sevdiğimiz kavramlarla aramızdaki mesafe ayarı yazının gediğini, yazarın yarasını daha fazla açabilir açmasına ama kavramlara, dahası dile dönük mesafesizlik, sadece dilin kaybolmasına değil ama metanet ve örgüyü gerektiren metnin daha biçimlenmeden dağılmasına, dahası sayfalarca yazının bembeyaz bir boşluktan ibaret kalmasına da sebep olur.