๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Düşünce => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 08 Ağustos 2012, 15:09:05



Konu Başlığı: İslam Düşüncesi ve Nüfûz Sorunlu
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 08 Ağustos 2012, 15:09:05
“İslam Düşüncesi” ve Nüfûz Sorun/l/u
Yusuf Kaplan • 85. Sayı / DÜŞÜNCE


Önce, bütün bildiklerimizi alt üst edecek iki soru sorayım: Birincisi: “İslam düşüncesi” diye bir şey var mı? İkincisi: İslam medeniyet tarihi boyunca, Müslümanlar, “İslam düşüncesi” diye bir tabir kullanmışlar mı acaba? Aynı sorun’un iki farklı cepheden veya açıdan vuzûha kavuşturulması gâyesiyle sorduğum temelde aynı ama kalkış noktaları, dolayısıyla sonuçları farklı bu iki soruya verilecek cevap da, sanıldığının aksine olumsuz.

Fetret dönemi ve “İslam düşüncesi” nitelemesi
Şöyle ki: Hem “İslam düşüncesi” diye bir “şey” yok; hem de Müslümanlar İslam medeniyeti tarihi boyunca “İslam düşüncesi” diye bir tabir, bir ibare, bir terim, bir tamlama, bir niteleme kullanmamışlar. “İslam düşüncesi” nitelemesi, yalnızca son dönemlere has, geçmişi birkaç asır öncesinden ötesine götürülemeyecek, bizim modern dünyayla tanışmamızdan sonraki süreçte icat edilmiş, daha doğrusu ithal edilmiş bir niteleme. Bu niteleme, başlangıçta, kabaca iki asır önce, önce “İslam tefekkürü”, daha sonra, Cumhuriyet döneminin ilerleyen dilimlerinde de “İslam düşüncesi” şeklinde hayatımıza girdi. Modern dünyayla tanışmamız, bizim kendimize duyduğumuz güvenin aşınmaya yüz tuttuğu, zamanla kendimize duyduğumuz güveni yitirmeye başladığımız modernliğin meydan okumasının bütün dünyayı olduğu gibi bizi de etkisi ve nüfûzu altına almaya başladığı zaman aralığında gerçekleşti. Bu zaman aralığı, ayaklarımızı bastığımız “toprak”ın hem fiilen, fizikî olarak, hem de metaforik olarak ayağımızın altından kaymaya başladığı bir alaca karanlıklar aralığı. Önce savunma psikolojileri, sonra da yenilgi psikolojileri geliştirmemize yol açan psişe bozuklukları çağı. Bu süreç, aslında bir fetret dönemi. İslam tarihi boyunca Müslümanların ilk defa maruz kaldıkları bir fetret dönemi. Bu nedenle, Müslümanların ilk defa İslam’la da, başka dünyalarla da irtibatlarının sakatlandığı, iki arada bir derede kalmalarına yol açan, zamanla ürpertici bir “kültürel şizofreni”nin yaşanmasına yol açan önce zihnî, sonra da hayatın bütün alanlarında gözlenen çok yönlü bir savrulma, bir yersiz-yurtsuzlaşma, çok katmanlı ve çok yönlü bir eksen kayması süreci. Bu süreç hâlen bütün şiddetiyle ve dehşetiyle devam ediyor. Bu eksen kayması, önce münevverlerde gözlenmiş, sonra safha safha, hatta zamanla hızlanarak ve toplumun bütününe hızla sayha sayha sirayet ediyor. Bu sürecin tam anlamıyla bir metamorfoz yeme/başkalaşma, yabancılaşma sürecine dönüşmesi, başlangıçta vasıtaların yitirilmesiyle gerçekleşti, sonra İslamî vasatın büsbütün yok olmasıyla nihâî noktasına ulaştı.

Medeniyet ve üstdil meselesi
Bilim, düşünce ve sanat gibi faaliyetler, bir medeniyetin üstdilini, dolayısıyla vasıtalarını oluşturuyor. Bir medeniyetin üstdili/vasıtaları yaşabiliyor ve sürgit kendisini yenileyebiliyorsa o medeniyetin vasatının, yani “dil”inin (varoluş ve hayat’ının) varlığını sürdürebiliyor olduğuna hükmedebiliriz. Eğer bir medeniyet, vasıtalarını/üstdilini yitirmişse bu, o medeniyetin vasatını, dolayısıyla hayatını da yitirdiği anlamına gelir. Elbette ki, vasıtaların kaynağı vasat; ama vasat, vasıtalar olmaksızın hayatını sürdüremez. İşte bu nedenledir ki, İslamî vasatımız modernliğin her alanda geliştirdiği meydan okumayla birlikte aşınmaya başladığı içindir ki, İslam medeniyetini yeşerten ve yaşatan ilim, irfan ve hikmet menzillerimiz çözülmüş, İslam’ı da, İslam medeniyetini de Batılı kavramlarla, nitelemelerle anlamaya ve tanımlamaya başlamamızın bir sonucu olarak “İslam düşüncesi” türünden nitelemeler zuhur etti.

Müslümanların tefekkür veya düşünme faaliyetleri elbette ki var, meşrû ve şu fetret döneminde, en temel sorunumuz Müslümanca bir zihin ve düşünme biçiminden büsbütün yoksun oluşumuz. Müslümanca bir düşünme, ancak Müslümanca bir varoluşla ve yaşayışla eşgüdümlü olarak ele alındığı zaman bir anlam ifade edebilir. Başka bir ifadeyle, düşünme, soyut, sadece zihnî bir faaliyet değil, bir varoluş çabası. Dolayısıyla bugüne kadar algılayageldiğimiz gibi, düşünme, salt epistemolojik, dolayısıyla seküler ve indirgemeci bir bilgilenme çabası değil, ontolojik ve çok katmanlı bir varoluş çabası. O yüzden “İslam düşüncesi” nitelemesi, salt epistemolojik, dolayısıyla zihnî bir çabayla sınırlı kaldığı sürece, İslamî bir çaba olmaz; dahası, bu çaba İslam’ın bir bütün olarak idrak edilmesini de sorunlu ve zamanla imkânsız hâle getirebilir. Eğer İslamî bir vasatta yaşıyor olsaydık, böyle bir sorunla karşılaşmıyor olacaktık ve yaptığımız bu faaliyete salt epistemolojik bir faaliyeti işaretleyen bir düşünce faaliyeti adını vermeyecektik. Nitekim İslam medeniyeti tarihinde böyle bir niteleme, adlandırma ve tavsife rastlamıyor oluşumuz, ne denli hayatî bir paradoksla karşı karşıya olduğumuzu kendiliğinden gözler önüne sermeye yetiyor olsa gerek. O hâlde, her ne sûretle olursa olsun, düşünme faaliyetini salt epistemolojik ve hayatı, varoluş çabasını parçalayan, atomize eden, bölmeli zihin yapısının zuhûr etmesine yol açan marazî bir faaliyete indirgemeyen bir çabanın ortaya konulabilmesinin şartı, vasat ve vasıta irtibatının sarsılmaz bir şekilde kurulabilmesi. Vasıta, vasat’ın hem ürünü, hem de yeniden üreticisi olduğu için, vasatın tesis edilebilmesi, vasıtayla mümkün olabilir. Önce zihnin, Müslüman zihninin inşa edilebilmesi gerekir. Müslüman zihninin inşası, İslamî bir vasatın tesisiyle sonuçlanmıyorsa, o zaman inşa edilen zihnin Müslüman bir zihin olduğu söylenemez.

Çağ körleşmesi ve kök-kaynaklara nüfûz sorunu
Bir dinin hayat bulmasının, hayat olmasının ve hayat sunmasının yegâne yolu, o dinin hem vasatına, hem de vasıtalarına nüfûz etmeyi mümkün kılabilecek bir medeniyet fikrine kavuşturulmasından geçer. Medeniyet fikri, bir dinin sunduğu hayatın hayat damarlarının yeniden canlanmasının, yeniden hayatiyet kazanmasının yegâne yolu. Zira medeniyet fikri, bir dinin ya da din-dışı bir düşüncenin varlığa, hakikate ve eşyaya ilişkin bütünlüklü bir tasavvur geliştirebilmesinin en münbit kaynağı. İşte tam bu noktada cevabını bulmak için kafa patlatmamız gereken yakıcı soru şu: Şu an içinden geçtiğimiz çağ körleşmesi çağında, bizim İslam’a, İslamî kaynaklara tam olarak nüfûz edebilmemiz mümkün mü? Mümkün değil. Çünkü daha önce de dikkat çektiğim gibi, içinden geçtiğimiz çağ körleşmesi sorunu, daha önceki insanlık çağlarında yaşanmamış, insanlık tarihinde ilk defa yaşadığımız ve bütün insanlığın kendi kaynaklarıyla doğrudan ve doğurgan irtibat kurabilmesini imkânsızlaştıran büyük bir felâket. İnsanlığın başına böyle bir felâket gelmedi. İşte bu nedenle, Müslümanların da, Hinduların da, Budistlerin de, Taoistlerin de kendi kaynaklarına nüfûz edebilmelerini imkânsızlaştırabilecek bir semantik intiharla karşı karşıya insanlık.

Nüfûz sorununun üstesinden gelebilmek için…
Peki, kaynaklara nüfûz edebilme sorununun üstesinden nasıl gelinecek? Bunun iki temel yolu var: Birincisi, içinde yaşadığımız çağın bütün insanlığı kendi ağlarına, bağlarına, bağlamlarına bağlayan, kavramlarına mahkûm eden bir çağ körleşmesi felâketiyle insanlığı başbaşa bıraktığı yakıcı gerçeğinin görünür-görünmez bütün boyutlarıyla kavranması. İkincisi de, bu çağ körleşmesi sorununu, çağın ağlarından ve bağlarından kurtularak aşma yolculuğuna soyunabilme çabası ortaya koyabilmek. Bu anlamda, şu aşamada, Müslümanların dışındaki dinlerin hiç birinin kendi kaynaklarına nüfûz edebilecek esaslı yolculuklara çıkabilmeleri pek mümkün görünmüyor. Bunun en temel nedeni, bunların, din bile olsalar, aslında, tarihî, tarihin belli dönemlerinde beşer tarafından üretilmiş -elbette ki, nice değerli, bilgece ve yüksek hakikatlere sahip- beşerî ve tarihin ürünü gerçeklikler olmaları.

Yalnızca İslam, tarihle kayıtlı ve sınırlı olmayan, bütün zamanları ve mekânları aşabilecek, kökleri Hz. Adem’e kadar gidebilen, bir yandan tarih-ötesi boyutu olan ama öte yandan da belli bir tarihî yoruma ve tatbikata imkân tanıyan ve inkişâf ettirilmesi mümkün olabilen ilâhî-beşerî boyutları aynı anda mezceden ilâhî-nebevî bir mirasa sahip. Ancak Müslümanların, esas itibariyle ilâhî kaynaklı mirasla kurdukları ilişki, son iki asırdan bu yana yaşadığımız çağ körleşmesinden ötürü büyük ölçüde beşerî ekseni harekete ve hayata geçirerek kurulmaya çalışılan marazî bir ilişki. O yüzden de, kök-kaynakla kurulmaya çalışılan her ilişki, son kertede, çağın beşerî ağlarından ve bağlarından arınmaksızın, nebevî kaynakla irtibat kurulmaksızın gerçekleştirilen bir ilişki olduğu için, İslam medeniyetinin bütün kaynaklarıyla kurduğumuz ilişkiler hep arızî ve sürekli arıza üreten marazî ilişkiler şeklinde tezahür ediyor. Kendi kaynaklarımızla bile doğrudan ve doğrudan olduğu için de doğurgan bir irtibat kurabilmemizi her dâim zorlaştırıyor. Kendi kaynaklarımızla irtibat kurmamızı engelleyen en büyük açmaz, bizim çağ körleşmesi yaşamamıza yol açan, Batı uygarlığının bizatihî kendisinin varoluş temellerini epistemolojik algılama biçimleri, epistemolojik olanı ontolojikleştirme marazî çabası üzerine inşa etmiş olması ve bütün dünyaya da bu tek-boyutlu, yalnızca bilgilenmeye dayalı kavrama biçimini dayatmayı başarmış olması.

Hakikati bir bütün olarak idrak etmek
Hakikatin üç temel kavranış ve varoluş alanı vardır: İlme’l-yakîn/“epistemolojik alan”, ayne’l-yakîn/“fenomenolojik alan” ve hakka’l-yakîn/ontolojik alan. Batı uygarlığının, başlıca temsilcisi olduğu pagan/putperest uygarlıklar, gerçekliği yalnızca epistemolojik alana, yani bilgilenmeye indirgerler ve diğer alanları kavrayamadıkları için, epistemolojik alanı ontolojikleştirirler. Özlü bir şekilde söylemek gerekirse, bu, parçanın bütün katına yükseltilmesi ve sonunda her şeyin paramparça edilmesi demek. Batı uygarlık tarihinde bunun en çarpıcı örneği, modernlikle birlikte gerçekleşmişti: Başlangıçta, yaratılmışlardan bir yaratılmış olan insanın her şeyin ölçütü ve ölçüsü yani tanrı katına yükseltilmesi; ama geldiğimiz noktada ise, varlık zincirindeki bu anarşiden, altüst oluştan ötürü, insanın da yok olduğu bir sürecin eşiğine bütün insanlığın sürüklenmesi felâketi bu. Postmodern düşüncenin bir diğer adı da, posthuman yani insan-sonrası düşünce. Bu, insanın her şeyin ölçütü olmasının terk edildiği bir süreç. Hakikati bir bütün olarak kavrama imkânlarını postmodernizm de bütünüyle yitirdiği, hatta hakikat fikrinin kendisine de karşı çıktığı için, insanı bu kez, arzularına ve hazlarına esir eden bir başka sapma üretildi. Modernlik bir ifrattı; postmodernlikse bir tefrit. Epistemolojik algılama ve kavrama biçimi, fiili/fenomenolojik olanı, münhasıran da hâli/ontolojik olanı ve alanı devre dışı bırakır ya da devre dışı bırakmadığı durumlarda ise kendiliklerinden kısa devre yapmalarına yol açacak dar alanlara fırlatır, hapseder. Böylelikle insanı araçların, güç ve haz üreten araçların pençesinde kıvrandırıyor. Öte yandan da, bütün diğer tarihî ve beşerî tasavvurları veya dinleri de ya tarih dışına iter ya da kendisine benzeterek ölü kültürlere dönüştürerek fosilleştirir. İşte bu çağ körleşmesi saldırısından Müslümanlar da bütün ürperticiliğiyle nasiplerini aldılar. İslam’ın kendisine, kaynaklarına, tarihî birikimine “ne ise o olarak” nüfûz etme imkânlarını yitirdiler. Ve kendi kaynaklarına, tecrübelerine ve birikimlerine farkında olarak veya olmayarak hep Batı’dan ithal edilen yöntemlerle, zihin kalıplarıyla, bakış açılarıyla ve Batılı kavramlarla baktılar. Bunun en ürpertici sonuçlarından biri, “din” kavramına ve olgusuna Batılı’lardan çok da farklı yaklaşamamaları hâlâ. Din, sadece bir kategori olarak algılanıyor meselâ. Sözgelişi, bir çalışmanın veya bir derginin “dînî, millî, siyasî, edebî” bir çalışma ve dergi olduğu söylenebiliyor. Bir Müslüman siyasetçi, yazar, müftü, ilâhiyatçı profesör bile, örneğin, “dînî ve millî değerlerimizi korumak zorundayız” gibi bir cümle kurabiliyor. Burada yalnızca sekülerleşmiş kişilerden söz etmiyorum. Bilakis İslamî duyarlıkları gelişkin çevrelerin ilim, fikir ve siyaset adamlarından sözediyorum.

Mesele başka alanlara kayınca daha da vahimleşiyor; farkına bile varılamıyor artık. İslamî kavramların içeriği bile seküler anlamlarla doldurularak bu kavramlar iğdiş ediliyor: Mesela “hak” kavramı; “insan hakları” kavramı, “özgürlük” kavramı, “medeniyet” kavramı bütünüyle seküler Batılı içeriklerle doldurulmuş ve tam anlamıyla semantik intihara maruz kılınmış durumda. İşte “İslam düşüncesi” nitelemesi de, böyle bir sorunla malul bir niteleme. İslam medeniyeti tarihine bir bütün olarak bakıldığında İslam medeniyeti tarihinde “İslam düşüncesi” nitelemesiyle karşılaşmıyoruz bile. Elbette ki, İslam medeniyeti tarihinde, “tefekkür” kavramı var ama İslam medeniyet tarihinin hiçbir döneminde “İslam tefekkürü / düşüncesi” gibi bir niteleme kullanılmadı. Bu tür bir kullanım biçimi, vasatın ve vasıtaların gayr-ı İslamîleşmesinden sonra yani medeniyet krizi yaşamaya başladığımız son iki asırlık süreçte söz konusu olabildi. O yüzden, modern/seküler düşüncenin kurucu babası Descartes’ın düşünce perspektifinden yola çıkılarak tasavvufun anlaşılması çabası içine girilen ve bununla da övünülen kitaplar bile yazılabildi. Oysa böylesi bir çabanın tasavvufu da, İslam’ı da tanınamaz hâle getireceğini söylemek bile gerekmiyor. Çağdaş Arap düşüncesi, bu anlamda tastamam bir felâket. Cabirî, Hanefî, Arkoun, Laroui gibi kişilerin temsil ettiği, yanlış bir şekilde “çağdaş İslam düşüncesi” olarak da nitelendirilen bu düşüncenin temel kalkış noktası, modernliğin akıl projesini eksene alarak bir İslam düşüncesi inşa etmek; ki, bunun sonuç itibariyle tastamam bir cinayet, bir semantik intihar anlamına geldiği henüz idrak edilemedi bile.

İlim, irfan ve hikmet menzilleri
Oysa bizim medeniyet tecrübemizde, bir ilim mesleği, bir irfan menzili, bir hikmet meşrebinden veya mezhebinden sözedilir. Meslek, menzil, mezhep ve meşrep nitelemeleri her üç alan için de kullanılır değişik zamanlarda ve değişik âlimlerce. Burada “meslek” kavramına özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Meslek, seyr-i sülûk kavramının da geliştirildiği “sülûk” kelimesiyle aynı kökten yani “s-l-k” kökünden gelir. Çeşitli ilim mesleklerinin hangi zeminde ve hangi suretle icra ve inşa edildiğini artık siz tasavvur edin. İşte bu nedenle, Müslümanların münhasıran “İslam düşüncesi” gibi bir nitelemeye neden başvurma ihtiyacı hissetmemiş oldukları meselesi üzerinde kafa yormak ve kök-kaynaklarımıza “nasılsa öylece” nüfûz edebilme çabası içine girmek gibi bir yükümlülükle karşı karşıyayız. Çünkü İslam medeniyet tarihinde, İslam medeniyetinin kurucu sütunlarını oluşturan ilim, irfan ve hikmet menzillerinden sadece ilim menzili, bugünkü “düşünce” çabasının kapsama alanından çok daha şümullü bir kapsama alanına sahip. Bu yakıcı gerçeği göz önünde bulundurmadan, tefekkürü salt epistemolojik alanla sınırlayan “İslam düşüncesi” nitelemesi üzerinden yapılacak düşünce faaliyetinin, İslam’ın bizden fikrî düzlemde ne talep ettiğini de, bir İslam tefekkür mirasının haritasının nasıl çıkarılabileceğini de, en önemlisi bütünlüklü bir tefekkür çabasının nasıl ortaya konulabileceği meselesini de imkânsız ve anlamsız kılacağı yakıcı gerçeğini idrak edebilmeliyiz artık. Bunun için, öncelikli olarak vasat-vasıta arasındaki ilişkilerin silbaştan yeniden düşünülmesi aciliyet kesbeden bir mesele. Aksi takdirde, İslam medeniyetinin yaşadığı ikinci büyük krizi anlayabilmemizi de, anlamlandırabilmemizi de, aşabilmemizi de mümkün kılabilecek çok katmanlı bir tefekkür çabası içine girebilmemiz mümkün olmayacak hiçbir zaman.


Konu Başlığı: Ynt: İslam Düşüncesi ve Nüfûz Sorunlu
Gönderen: Kader 7/C üzerinde 10 Ocak 2014, 14:53:24
Dünyada çeşitli dinler vardır. Aynı şekilde bir dinin içinde de değişik anlayışlarda insanlar bulunabilmektedir. Bu insanların hepsi de aynı dine inanmakla birlikte çeşitli sebepler yüzünden birbirinden farklı, hatta çoğu konuda birbirine ters anlayışlara sahip olabilirler. Yorumların farklı oluşu, bütün dinlerde var olan bir şeydir ve normal karşılanmalıdır.
Allah’ın Peygamberimize gönderdiği tek din vardır; o da İslam’dır. Bu dinin temel kaynakları bellidir. Kitabı Kur’an, değişmez ve sabittir. Kur’an’ın çizdiği yön ve ulaşmak istediği amaç açık ve nettir.

Ancak insanların kendi bilgileri, çağının yaygın düşünce akımları, kültürleri, onların dinî anlayışlarını şekillendirir. Hepimiz aynı çağda yaşamadığımızdan, aynı şekilde her birimizin bilgisi, kültürü, eğilimleri değişik olduğundan dinî anlayışlarımız da az çok birbirinden farklı olabilir.:)


Konu Başlığı: Ynt: İslam Düşüncesi ve Nüfûz Sorunlu
Gönderen: Gözdenur 8 üzerinde 21 Ocak 2015, 13:30:48
Islam dusuncesinde yer alan yorumlar mezhep veya ekol olarak isimlendirilir.


Konu Başlığı: Ynt: İslam Düşüncesi ve Nüfûz Sorunlu
Gönderen: sultan aktay üzerinde 05 Mart 2015, 21:33:42
isam düşüncesinde yer alan yorumlar mezhep veya ekol olarak isimlendirilmiştir. mezhepler islam dininin getirdiği fikir ve inanç özgürlüğü bağlamında ortaya çıkmışıtr. gidilecek yol görüş ve akım anlamlarına gelen mezhep br din içindeki görüş yorum ve anlayış farklıklraı nedeniyle ortaya oluşmuşları ifade eder ödewime yardım ettiğiniz için teşekrr edrm allaha emanet olun


Konu Başlığı: Ynt: İslam Düşüncesi ve Nüfûz Sorunlu
Gönderen: SeLiNaY 8 üzerinde 23 Mart 2015, 18:38:41
Bu bilgileri bizimle paylaştıgınız için Allah sizden razı olsun...


Konu Başlığı: Ynt: İslam Düşüncesi ve Nüfûz Sorunlu
Gönderen: SeLiNaY 8 üzerinde 03 Nisan 2015, 16:04:44
İslam düşüncesinde yer alan yorumlar, mezhep veya ekol olarak  isimlendirilmiştir.