๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 10 Temmuz 2011, 08:16:56



Konu Başlığı: Yüksek Yargıda Değişim Rüzgârı
Gönderen: Zehibe üzerinde 10 Temmuz 2011, 08:16:56
Dünya Hali


Kasım 2010 143.SAYI


Sadık ŞANLI kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.

Yüksek Yargıda Değişim Rüzgârı

Türkiye’de uzun yıllardır en temel sorunlarımızdan birinin adalet sistemindeki bozukluk olduğu tartışılır durur. Yapılan bu tartışmalarda, her ne kadar kanunlar önünde tüm vatandaşların eşit olduğu ifade edilse de, aslında bir eşitliğin söz konusu olmadığı; ülkede hukukun üstünlüğünün değil, üstünlerin hukukunun geçerli olduğu; hukukun, kendini devletin sahibi olarak gören bir seçkinler grubunun elinde ideolojik bir silaha dönüştüğü ifade edilir.

Doğrudur. Başörtüsü ve meslek liselilerin sorunlarının TBMM tarafından çözümünün yargı kurumlarınca engellenmesi, içi boşaltılan bankalar yoluyla haksız servet edinenlerin cezasız kalması ya da ufak cezalarla sıyrılmaları, yaklaşık 20 bin faili meçhul cinayeti işleyenlerin halen uluorta aramızda geziyor olması, ortaya çıkartılan suç örgütleri ve çetelerin zaman aşımı yoluyla davalarının düşmesi ve bu şebekelerin üzerine giden dürüst hukukçuların yargı makamlarınca cezalandırılması veya baktıkları davalardan el çektirilmeleri, karara bağlanmış birçok davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülerek Türkiye’nin milyonlarca liralık tazminatlara mahkum edilmesi vs. vs... Örnek çok.

Bu olumsuz tablodan olsa gerek, ülkemizde yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen bir adalet arayışı var. Toplumun hukuk/adalet ihtiyacına atıfta bulunarak kurulan birtakım siyasi partilerin büyük oy oranlarıyla iktidar olmaları da bir tesadüf olmasa gerek.

Hal böyleyken adlî sistemin yenilenmesi için birtakım girişimlerde bulunan siyasi iradelerin, mevcut sistemin değişimini engellemeye çalışanlar tarafından sürekli engellendiği, “devleti ve adalet mekanizmasını ele geçirmek” gibi tuhaf suçlamalarla sindirildiği de bu ülkenin yakın tarihteki en büyük gerçeklerinden biridir. Şimdilerde ise bu bozuk sistemin kurumlarının tüm karşı koymalarına rağmen, halkın ve siyasi iradenin adaleti yeniden tesis etme girişimlerini engelleyemediklerini görüyoruz.

Bu bağlamda ilk büyük değişim geçtiğimiz ay yaşandı. İşi hukuku/adaleti temin ve tesis etmek olduğu halde açık bir şekilde toplum mühendisliğine ve siyasete soyunan ve değişimin karşısında bir güç olarak beliren yüksek yargı kurumlarından biri olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) 7 üyesi görevlerinden istifa etti. Referandum sonrası yapısı yenilenen HSYK’nın yeni üyelerini belirlemek için 17 Ekim’de bir seçim yapıldı. Ülke tarihinde ilk kez kürsü yargıçlarının oylarıyla yeni bir HSYK yapısının oluşması, hem adlî sistemimiz hem de Türkiye’de idarî sistemin mantığı açısından önemli dönüm noktalarından biri.

Bu gelişmeden hareketle, ünlü Alman hukukçu Gustav Radbruch’ın “amacı adaleti gerçekleştirmek olmayan bir hukuk, suç aletinden başka bir şey değildir.” sözüyle yazımızı bağlarsak, küçük bir azınlığın ideolojik silahı ve oyuncağı haline gelmiş hukuktan, amacı sadece adaleti tesis etmek olan bir hukuk anlayışına doğru yol aldığımızı söyleyebiliriz. HSYK’da yaşanan bu dönüşümün darısı diğer yüksek yargı kurumlarının da başına.

Başörtüsü Sorunu Çözüm Yolunda

Başörtüsü sorununun çözümüne yönelik önemli gelişmelerin yaşandığı bir ayı geride bıraktık. Referandum öncesi CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü problemini çözeceklerine yönelik açıklamasıyla sorun yeniden gündeme gelmişti. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın da başına şapka taktığı için sınıftan atılan bir öğrencinin başvurusu üzerine İstanbul Üniversitesi’ne gönderdiği “Başörtülüleri dersten çıkarmayın!” içerikli bir yazıyla da konu yeni bir boyut kazandı.

Özcan’ın açıklamasından sonra birçok üniversitede başörtülü öğrenciler derslere girerken, sınıfına örtülü girmesine izin verilmeyen birçok öğrenci de, kendilerini ders almayan öğretim üyelerini YÖK’e bildirdiler. Bu tartışmalar sürerken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sorunu çözmek üzere muhalefet partilerine komisyon oluşturma teklifi geldi. Ardından AKP grup başkanvekilleri muhalefet partilerini ziyaret ederek çeşitli temaslarda bulundular. MHP ve BDP çözüme destek olacaklarını ifade ederken, CHP ile görüşmeden bir çözüm çıkmadı. Bu görüşmelerin sürdüğü sırada Yargıtay Başsavcılığı’ndan “Türban serbestisi laiklik ilkesine aykırıdır” açıklaması gelirken, hükümet yetkilileri ise Yargıtay’a “Haddinizi aşmayın, TBMM üzerinde vesayet kurmaya kalkmayın!” uyarısında bulundu.

Sürecin bundan sonra nasıl işleyeceği belirsizliğini korumakla birlikte, TBMM’deki partilere, bu sorunun çözümüne yönelik gerekli halk desteğinin arkalarında olduğunu belirtmekte fayda var. Türkiye’nin bu çağdışı ve hiçbir yasal dayanağı olmayan sorundan bir an önce kurtulması için gerekli yasal değişikliklerin bir an önce yapılması hepimizin beklentisi.

Eksen Değişikliği mi, Doğru Rotaya Girmek mi?

Geçtiğimiz son iki ayda Türkiye ile Çin arasındaki yakınlaşma dünya gündemine damgasını vurdu. İlk olarak Çin savaş uçakları, daha önce İsrail ile ortak yapılması planlanan fakat iki ülke arasında gerilen ilişkiler nedeniyle iptal edilen “Anadolu Kartalı” tatbikatına davet edildi. 20 Eylül ve 4 Ekim tarihleri arasında süren tatbikatın ardından ise Çin Başbakanı Wen Jiabao resmî temaslarda bulunmak üzere Türkiye’ye geldi. İki ülke arasında bir dizi fikir alışverişinin yanı sıra altyapı, enerji, ulaşım ve ticaret alanlarında çok sayıda anlaşma da imzalandı.

Dünya ekonomileri içinde en hızlı büyüyen üç ülkeden ikisi olan Türkiye ile Çin arasında imzalanan bu anlaşmaların en önemli noktası ise iki ülkenin birbirleriyle yapacakları ticarette para birimi olarak dolar yerine bundan böyle Türk Lirası ve Yuan’ı kullanacak olmalarıydı. Türk Lirası’nın uzun vadede değerlenmesini sağlayacak ve Türkiye’nin ticarette Avrupa Birliği ülkelerine bağımlılığını önemli oranda azaltacak bu anlaşma ve Türkiye-Çin yakınlaşması, bazı küresel güç odaklarında yeni bir rahatsızlığa yol açtı.

Türkiye’nin son dönemde Ortadoğu ülkeleri ve Rusya gibi bazı ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmesi, bu ülkelerle vizeleri kaldırması, ticaret hacmini artırması ve ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenlemesi, tıpkı Çin ile iyi ilişkiler geliştirmesinde olduğu gibi “Türkiye’nin ekseninin Doğu’ya kaydığı” eleştirisine neden olmuştu. Peki, bu eleştiri doğru mu, bunu iyi analiz etmek gerekiyor.

Öncelikle Türkiye, Doğu ve Batı arasında yer almakla birlikte halen Batılı ülkelerin müttefiki ve Avrupa Birliği’ne girmek hedefinden de şapmış değil. Diğer yandan Türkiye’nin ilişki kurmasından rahatsız olunan Rusya, Çin, İran gibi ülkeler dünyanın gelişmekte olan ülkeleri. Rusya ve Çin’in kurucusu olduğu, İran’ın da gözlemci statüsüyle katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), dünyanın geleceğine damga vuracak en önemli örgütlenmeler arasında. ŞİÖ, dünyada önemi her geçen gün artan enerji ve temiz su kaynaklarının yaklaşık yüzde 70’ini yönetiyor. Ayrıca dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisine ev sahipliği yapan bu ülkelerin birçoğu askeri alanda da oldukça güçlüler. Rusya, Çin, Hindistan ve Pakistan nükleer silaha sahip az sayıdaki ülkelerden bazıları.

Tüm bunlara Ortadoğu’nun enerji ve ticaret potansiyelini ve bu ülkelerin halklarıyla Türkiye’nin dinî ve kültürel bağlarını eklersek, son yıllarda dış politikada hayli aktif bir tutum sergileyen, bir bölge ve dünya gücüne dönüşme amacı taşıyan Türkiye’nin ulusal çıkarları gereği bu ülkelerle güçlü ilişkiler kurmaması mümkün değil.

Özetle, Türkiye’nin son yıllarda bölge ülkeleriyle kurduğu ilişkiler bir eksen kaymasını değil, Türkiye’nin kendine güvenen, diplomaside kendi politikalarını üreten ve her ülke ile ortak çıkarlara dayanan iyi ilişkiler geliştirmek istemesine yönelik tutumunu işaret ediyor. Denilebilir ki Türkiye’nin ekseni bir yere kaymıyor, rotası doğru yörüngeye oturuyor.

Kamuoyu Faillerin Peşinde

1993 yılı Türkiye’nin üzerine kara bir bulut gibi çökmüştü. Bu yılda, Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ve bu iki askere yakınlığıyla bilinen çok sayıda subay ve başta Uğur Mumcu olmak üzere birçok gazeteci ve aydın şüpheli bir şekilde ölmüş ya da çeşitli suikastlara kurban gitmişlerdi. Bu isimlerin ortak özelliği ise Kürt sorunu başta olmak üzere ülke sorunlarının çözümünde devlet politikalarının yanlışlığına işaret etmeleri, bu sorunları çözmek için çeşitli girişimlerde bulunmalarıydı.

Aradan geçen 17 yılda bu ölümler çok konuşulmasına rağmen ne şüpheler giderilebildi, ne de bu olayların failleri ortaya çıkartılabildi. 12 Eylül tarihinde halkoyuna sunulup kabul edilen referandum sonrası ise birçoğu faili meçhul durumdaki bu ölümler, bizzat ölen isimlerin ailelerinin medyada yer alan açıklamalarıyla kamuoyunda yeniden tartışılmaya başlandı. 

Bu ölümlerin yeniden gündeme gelmesinin, referandumda kabul edilen bazı maddelerle doğrudan ilgisinin bulunduğu bir gerçek. Çünkü askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi gibi çeşitli maddelerin kabul edilmesi, bu şüpheli ölümler ve suikastların aydınlatılması açısından kritik bir öneme sahip. Şüpheli ölümleriyle dikkat çeken askerlerin dosyaları daha soruşturma aşamasındayken kapatılmış durumdaydı. Bu durumu ne ölen askerlerin aileleri ne de kamuoyu vicdanı kabulleniyor.
Diğer yandan ünlü bir hukukçumuzun ifadesiyle, HSYK olmasa ya da hukuku ideolojik bir silah olarak kullanmak yerine adaletin tecellisi için kullansaydı, bu faili meçhuller yaşanmaz ya da sayıları 5-6’yı geçmezdi.

Bu fikir doğruysa insan sormadan edemiyor: Ülkemizde hukuk bugüne kadar faili meçhulleri aydınlatmaktan çok suçluları gizlemek, birtakım kirli ilişkileri ve çarpıklıkları örtbas etmek için mi kullanılıyordu? Eğer durum buysa, bunun böyle gitmeyeceği de ortada. Diliyoruz, girdiğimiz yeni süreç bu faillerin açığa çıkarılacağı bir dönem olsun. Türkiye artık normalleşsin, bir hukuk devleti olsun.

Kısa Kısa

Macaristan’ın Ajka şehrinde faaliyet gösteren bir alüminyum fabrikasının atık göletinin yıkılması sonucu çevreye yayılan zehirli çamur büyük bir felakete yol açtı. 700 bin metreküp kimyasal atığın çevreye yayıldığı felaket sonucu 7 kişi ölürken, 123 kişinin de yaralandığı açıklandı. Felaketin gerçekleştiği 40 kilometrekarelik alan kullanılamaz hale gelirken, bölgede yıllarca tarım yapılamayacağı açıklandı. Olayın Karadeniz’e dökülen Tuna nehri kıyısında gerçekleşmesi, zehirli atıkların Tuna üzerinden Karadeniz’e ulaşması ise Türkiye başta olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerde paniğe neden oldu. Umuyoruz kötü senaryo gerçekleşmez ve Karadeniz kirlenmez. Aksi halde Karadeniz’deki tabii hayat büyük zarar görecek ve uzun vadede ülkemiz Çernobil faciasında olduğu büyük zarar görecek.

***

5 Ağustos’ta Şili’de bulunan bir bakır madeninde medyana gelen göçük, 33 işçinin yer altında kalmasına neden olmuştu. Olaydan 17 gün sonra işçilerin yaşadıkları ortaya çıkmış ve tüm dünya yeraltındaki işçilerin kurtarılması için seferber olmuştu. Konuyla alakalı güzel haber ise 14 Ekim’de geldi. 69 gün boyunca yerin 622 metre altında mahsur bulunan işçilerin tamamı kurtarıldılar. Olay tüm dünyada sevinçle karşılanırken, ülke olarak 17 Mayıs’ta Zonguldak’ta bir kömür madeninde meydana gelen grizu patlamasını hatırladık. Bu kazada 30 işçimiz hayatını kaybetmişti. İşçilerden 2’sine aradan geçen 5 aya rağmen halen ulaşılabilmiş değil.

***

“Bedelli askerlik” ve “profesyonel orduya geçiş” konusu, Genelkurmay’ın hazırladığı ve Başbakan’a sunduğu bir çalışmayla yeni bir boyut kazandı. “Eşit Süreli Askerlik Sistemi” olarak isimlendirilen çalışmaya göre, 15 aylık askerliğin süresi 12 aya inerken, 6 aylık kısa dönem askerlik süresinin 8 aya yükseltilmesi öngörülüyor. Bedelli askerlik konusundaki belirsizlik ise halen sürüyor. Gelişmiş ülkelerinin çağın gereklerine uygun olarak mecburi askerlik hizmetini kaldırdığı ya da askerlik süresini 2 ilâ 4 ay gibi asgarî düzeye indirdiği bir dönemde, gençlerimizin uzun bir süre işinden ve toplumsal hayattan koparılacak oluşu, gündeme gelen sistemin daha çok tartışılacağını ortaya koyuyor.

***

Yıllardır çözüm bekleyen Kürt sorunumuz, Türkiye ile sınırlı olmayan, İran, Irak ve Suriye’yi de ilgilendiren bir konu. Öncelikli amaç sorunu çözerek, PKK’nın dağdan inmesini sağlamak. Bunun için PKK silah bıraktıktan sonra Türkiye dışındaki ülkelerden katılmış örgüt mensuplarının durumlarının netleşmesini de gerektiriyor. Bu sebeple geçtiğimiz ay Başbakan Erdoğan Suriye devlet başkanı Beşar Esad’ı ziyaret etti. Görüşmeden sonra Esad, yaklaşık 2 bin PKK mensubuna siyasi af çıkardıklarını duyurdu. İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan ise ABD ve Irak’ta konu hakkında çeşitli temaslarda bulundu. Bu temasların kısa zamanda sonuç vermesi ve sorunun tamamen sonlanması bölgemiz için, hepimiz için büyük bir kazanım olacak.