๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 03 Haziran 2012, 00:46:48



Konu Başlığı: Şeffaflık… Şimdi Değilse Ne Zaman?
Gönderen: Zehibe üzerinde 03 Haziran 2012, 00:46:48
Dünya Hali


Sadık Şanlı | Ocak 2012 | DÜNYA HALİ


Şeffaflık… Şimdi Değilse Ne Zaman?


2012 Bütçesi TBMM’de kabul edildi. Bütçeden pay alacak bakanlıklar ve kurumlar, yıl içerisinde yapacakları harcamalara tüm detaylarıyla yer verirken, Milli Savunma Bakanlığı TBMM’ye yalnızca iki sayfalık bir bütçe taslağı gönderdi. Bütçeden aldığı pay geçen yıla oranla yüzde 7 artırılan bakanlığın listesinde detay yok. Doğal olarak bakanlık bütçesinin nereye harcanacağı net değil. Yapılacak harcamaların hesabını sormak ise “gizlilik” ilkesine takılacak. Bakanlığın sivil ve asker bürokratlarının bildiğini, bütçeye onay veren milletvekili bilemeyecek. Halk olarak bilemeyeceğiz. Harcamaların denetimini yapacak olan Sayıştay da denetim sonuçlarını kamuoyuyla paylaşamayacak, harcamalar yargı denetimine kapalı olacak.

Bu anlamda geride bıraktığımız ay medyada yer bulan bir haber dikkat çekiciydi. Habere göre, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinden en büyük payı alan Genelkurmay Başkanlığı’nın karakollara ve savunmaya yönelik “acil ihtiyaç” statüsüne giren milyonlarca liralık ödeneği halı saha, lüks salon ve yol yapımına harcadığı ortaya çıktı. Yine bir başka habere göre ise İstanbul’da bir orduevinin bahçesine emekli bazı üst düzey askerlerin oturması için lüks villaların inşa edildiğini öğrendik.

Bu tablodan yola çıkarsak, hukuk ve demokrasinin evrensel anlamda işlediği bir devlette böylesi uygulamalara yer olmadığı aşikâr. Şeffaf ve modern bir devlet yapılanmasında devleti yönetenler ve kurumlar her kuruşun hesabını verir, vatandaş vergisinin nereye harcandığını/harcanacağını bilir. Böylesi bir ülkede eşitlik ve imtiyazsızlık ilkeleri yalnızca vatandaşlar arasında değil, devletin kurumları arasında da geçerlidir. Biri her kuruşun hesabını verirken, diğeri “gizlilik” ilkesinin arkasına saklanamaz.

Mevcut duruma göre Türkiye’nin şeffaf, demokratik bir hukuk devleti olmak yolunda alacağı daha çok yol var. Devlet-toplum ilişkilerinin sağlıklı bir yapıya kavuşması, halkın siyasetçisiyle bürokratıyla yönetenlere güven duyacağı bir yönetim anlayışına geçmemiz ülke için acil bir ihtiyaç. Bunun başarılması ise mevcut yasalarda yapılacak ufak değişikliklerle mümkün. Hal bu iken, soruna kalıcı çözüm üretmek için iktidar ve muhalefet neyi bekliyor? Değişim şimdi değilse ne zaman?

Yanlış Hesap YÖK’ten Döndü


Geçen ay köşemizde yer alan bir haberde, Türkiye’nin genç nüfusu arasında yaygınlaşan işsizlik problemine değinmiştik. Ülkedeki ticarî ve sanayi işletmelerin yoğun bir ‘ara eleman’ ihtiyacı olmasına rağmen çalıştıracak işçi bulamadıklarını, bu sorunun temelinde ise 1998 yılında Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından hayata geçirilen “düşük katsayı uygulaması” sonucu meslek liselerinin kapanma noktasına gelmesinin yattığını belirtmiştik.

Son birkaç yılda YÖK, üniversite giriş sınavlarında meslek liseleri ile düz liseler arasında uygulanan farklı katsayı hesaplarını ortadan kaldırmayı amaçlayan girişimlerde bulunmuştu. Bu girişimler tamamen ideolojik kaygılarla hareket eden çeşitli yapılarca engellenmişti. Özellikle İstanbul Barosu’nun, ülkenin onca hukuksal sorununa kafa yormak dururken, üzerine vazifeymiş gibi YÖK’ün bir sorunu çözmeye yönelik uygulamalarını sürekli olarak Danıştay’a taşımasını hayretler içinde izlemiştik. YÖK’ün aldığı her olumlu karar, meslek liseli öğrencileri sevindirirken, İstanbul Barosu’nun itirazı ve Danıştay’ın ret kararları öğrencilerde yıkıma ve geleceğe güvensizliğe neden oluyordu.

Nihayet YÖK Genel Kurulu sorunu tümden çözecek adımı atarak, 13 yıl boyunca milyonlarca öğrenciyi mağdur eden katsayı uygulamasını tamamen kaldırdı. YÖK’ün 13 yıl sonra gelen kararı “yanlış hesap Bağdat’tan döner” atasözünü hatırlatırken, ideolojik kaygıları uğruna milyonlarca insanı mağdur etmekten çekinmeyen zihniyet de esaslı bir cevap aldı.

Yakın Tarihle Yüzleşmek


Türkiye, yakın geçmişi zulüm ve katliamlarla dolu bir ülke. Pek çok dinî, siyasî ve etnik grubun mağdur olduğu bu zulüm ve katliamlar, son yıllarda hiç olmadığı kadar ülke gündemini meşgul ediyor. Yaşanan tartışmalarda, devletin kirli geçmişini bu kirliliğin sebebi olan fikriyatın destekçileri dışında sahipleneni bulmak da oldukça zor.

Başbakan Erdoğan’ın Cumhuriyet tarihinde bir ilke imza atarak “Dersim Özrü” dilemesi, devletin geçmiş uygulamalarının savunulacak bir yanı olmadığını ortaya koyuyor. Bu özür aynı zamanda tarihî bir kırılmaya denk düşerken, toplum olarak geçmişle hesaplaşmamız noktasında geri dönülemez bir süreci başlatmış bulunuyor.

Yakın bir gelecekte devletin faili olduğu başka olaylar için de özürler dilenecektir. Bu durumu kaçınılmaz kılan temel sebep ise son yıllarda toplum olarak yaşadığımız bilinç sıçraması.

Artık devleti ve uygulamalarını ve devleti kirleten karanlık elleri yoğun bir şekilde tartışabiliyoruz. Bu süreç ülke olarak bizleri nereye götürür, geçmişle yüzleşmemiz ne kadar sürer ve sınırı ne olur, bunu kestirememekle birlikte önümüzde dünyadan iki önemli örnek duruyor.

Yakın geçmişi tıpkı Türkiye gibi derin devlet yapılanmalarıyla, cunta örgütlenmeleriyle, darbe, muhtıra ve katliamlarla kirlenmiş Arjantin ve İspanya örneklerinden yola çıkarak, Türkiye’nin geleceğine yönelik çıkarımlarda bulunmak mümkün. Arjantin geçmişiyle tam bir hesaplaşma yoluna giderek, bu hesaplaşmayı hukuk yoluyla ve kirli işlerin ardındaki failleri ağır cezalara çarptırarak yapma yoluna gitti. İspanya’da ise kirlenmişlik öylesine büyük boyutlardaydı ki, bunda payı olan düzenin eski ve yeni sahipleri, farklı dinî, etnik ve ideolojik gruplar çareyi el birliğiyle geçmişin üstüne sünger çekmekte buldular. Buna karşılık, kirli geçmişin tekrar etmemesi için dünyanın en demokratik anayasalarından birini yaptılar. Peki, Türkiye hangi yolu izleyecek, bunu tartışmamız gerekiyor.

Şu an yargılamaları süren Ergenekon ve Balyoz Darbe Planı davaları, Başbakan’ın Dersim Özrü gibi somut verilere bakarsak, Arjantin modelinde olduğu gibi toplum ve devletin geçmişiyle hukuk yoluyla hesaplaşma iradesi gösterdiğini söyleyebiliriz. Diğer yandan son günlerde kamuoyuna yansıyan çeşitli tartışmalı yargı kararları ise aksini düşünmemize sebep olacak kadar vahim.

Özellikle Susurluk Skandalı’na adı karışan özel harekatçı polisleri tutuklayan hâkimin görevden alınması; tutuklu 7 özel harekatçı polisin -avukatlarının tahliye talebinde bulunmamasına rağmen- yurtdışına çıkış yasağı konulmaksızın tahliye edilmeleri izaha muhtaç gelişmeler. Buna benzer daha pek çok örnek var.

Hiç de iç açıcı olmayan bu tablodan hareketle, Arjantin modeline benzer bir hesaplaşmanın Türkiye’de tam olarak yaşanmadığını görüyoruz. Peki, İspanya örneği Türkiye’ye model olabilir mi? Bunun olması da oldukça zor. Çünkü Türkiye’nin mevcut siyasi yapısı, evrensel normlarda bir anayasaya kavuşacağımız konusunda pek de ümit vaad etmiyor.

Dileyelim ki tıpkı Arjantin’de olduğu gibi kirli geçmişle hukuk yoluyla hesaplaşılsın, İspanya’da olduğu gibi ülkemize de dünyanın en iyi anayasalarından biri kazandırılsın. Aksi durumda, mevcut durumu Türkiye daha fazla kaldıramayacağı gibi, doğacak olumsuz sonuçların altından iktidarıyla muhalefetiyle siyaset kurumu da kalkamayacaktır.

Birinci Yılında Arap Baharı

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu yangın yerine çeviren halk ayaklanmaları bir yılını geride bıraktı. Ayaklanmaların fitilini 17 Aralık 2010’da Tunuslu işportacı Muhammed Buzizi’nin kendisi yakması ateşlemişti. Tunus, Mısır ve Libya’da yönetim değişikliklerine neden olarak “Arap Baharı” adını alan ayaklanmalar, Suriye ve Yemen’i de iç savaşın eşiğine getirdi. Bu iki ülkede suların nasıl durulacağını gelecek günler gösterecek.

Arap Baharı’na dair genel bir değerlendirmede bulunmak gerekirse, halk devrimi olarak nitelenen ayaklanmaların şu an istenen sonucu verdiğini söylemek zor. Mısır’da askerî rejim gücünden bir şey kaybetmiş değil. Libya ise dünyaca ünlü müslüman düşünürlerden Tarık Ramazan’ın deyimiyle Batılı ülkelerin sömürgeleştirme faaliyetleriyle karşı karşıya.

Arap Baharı hali hazırda sürdüğü için bölge ülkelerinin bugünü ve yarınına dair net çıkarımlarda bulunmak için henüz erken. Ancak yaşanan olaylar, uzun yıllardır Batılı devletlerin emperyalizminden ve dikta rejimlerinden çok çekmiş ülkelerin, aynı kaderi tekrar yaşamaması açısından pek çok ders içeriyor, tarihî bir dönüşüm potansiyelini beraberinde getiriyor.

Meselenin Türkiye ayağına gelirsek; bölge ülkeleri için bir rol model ve bölgesel lider olarak görülen Türkiye’nin süreç içerisinde aktif olarak yer aldığını gördük. Bölge ülkelerinin gelecek adına Türkiye’den beklentisi de büyük. Türkiye’nin bu beklentileri boşa çıkarmaması ve parçalanmış bir görüntü arz eden İslâm coğrafyasının yeniden toparlanabilmesi için vereceği katkılar önemli. Bu ise olan bitenin dikkatle takip edilmesi, değerlendirilmesi ve Batılı ülkelerin bölgeye yönelik çıkar amaçlı politikalarını etkisiz hale getirecek politikalar geliştirilmesinden geçiyor.

Özür: Geçtiğimiz sayıda köşemizde iki farklı başlık altında aynı habere yer verilmiştir. Teknik bir sebeple yaşanan bu hatadan dolayı tüm okurlarımızdan özür dileriz.

Kısa Kısa

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Türkiye ziyareti sırasında katıldığı Küresel Girişimcilik Zirvesi’nde, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın ABD’ye göndermede bulunduğu “Büyük balık değil, artık hızlı balık küçük balığı yer” sözü, Türkiye ve ABD’nin mevcut durumunu özetlemesi açısından tarihî bir önem sahip. ABD şu sıralar siyasî ve iktisadî olarak sürekli gerileyen bir profil çiziyor. Türkiye ise son yıllarda güçlü ekonomisi ve aktif dış politikasıyla yükselen küresel bir değer. Bu yükselişin ülke politikacılarına verdiği özgüvenden olsa gerek, Babacan, Biden’a göndermede bulunabiliyor. Çok değil 12 yıl önce dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e, ABD ziyareti sırasında “Sizin ABD’ye ihtiyacınız var ama ABD’nin size ihtiyacı yok. Kıbrıs sorununu çözmezseniz, size kredi yok!” resti çeken Biden’ın bugün reste maruz kaldığı düşünülürse, aradan geçen sürede Türkiye’nin ne kadar mesafe kat ettiği ortaya çıkıyor.
Şike Yasası, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün vetosuna rağmen TBMM’de hiçbir değişikliğe uğramaksızın yeniden kabul edildi. AKP, CHP ve MHP’nin desteğiyle kabul edilen yasa tasarısı, Anayasa Mahkemesi’ne götürülmeksizin Cumhurbaşkanı’nca onaylandı. Artık spor müsabakalarında şike suçuna bulaşanlar daha az ceza alacak. Yasayı elbirliğiyle hazırlayan ve jet hızıyla onaylanmasını sağlayan üç siyasi partimizi toplum olarak halen anlamakta zorlanmakla birlikte, nadiren şahit olabildiğimiz uzlaşılarından dolayı tebrik etmemiz gerekiyor. Bu birlikteliği ve olağanüstü performanslarını ülkenin çözüm bekleyen daha önemli sorunlarının giderilmesi ve Yeni Anayasa’nın bir an önce ülkeye kazandırılması çalışmalarında da beklediğimizi belirtmek istiyoruz.
Yılın üçüncü çeyreğinde (Temmuz, Ağustos, Eylül) yüzde 8.2 büyüyen Türkiye ekonomisi, bu oranla Çin’den sonra dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi oldu. Türkiye’nin 9 aylık büyümesi yüzde 9.6 olarak gerçekleşirken, milli gelir 957.3 milyar lira oldu. Kişi başına düşen milli gelir ise cari fiyatlarla 17 bin 21 TL’ye yükseldi. Ülke ekonomisi, mevcut cari açık dışında iyi bir görüntü çiziyor. Cari açığın önümüzdeki yıllarda ülke ekonomisine bir tehdit oluşturmayacağını, sürekli artış gösteren ihracat rakamlarından yola çıkarak söyleyebiliriz. Ancak mevcut ekonomi politikalarının aksine, ülkenin demokratikleşmesinin önünü açacak reformların kesildiğini görmek ise gelecek adına kaygı verici. Türkiye’de mevcut statüko zihniyetini kalıcı bir şekilde ortadan kaldırmaksızın, evrensel standartlarda bir anayasa yapmaksızın, yaşanacak ekonomik gelişmelerin kalıcı olamayacağını ve istikrarın sağlanamayacağını hükümetin unutmaması gerekiyor.
Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde (CERN) gerçekleştirilen “yüzyılın deneyi”nde ilk sonuçlar açıklandı. Bilim adamları, “Higgs Bozonu” ya da Tanrı Parçacığı(!!!) olarak adlandırdıkları atomaltı parçacığının izini bulduklarını açıkladılar. Bilim adamlarının şimdiki hedefi atomaltı parçacıkları çarpıştırarak devasa bir enerjiyi ortaya çıkartmak. Bunun sonucunda bir yırtık oluşturarak zamanda yolculuk yapmayı hayal ediyorlar. Fakat bundan daha dikkat çekici olan konu Batı’daki zihin değişikliği. Rönesans ve Reform hareketleri sonucu yaşadıkları Aydınlanma Dönemi’nden beri dinle arası mesafeli Avrupa biliminin, yaptığı en büyük deneyin sonucunda ortaya çıkan parçacığı “Tanrı”ya atfetmesi ilginç bir gelişme.