๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 14 Temmuz 2011, 06:11:02



Konu Başlığı: Referandumla Ne Değişecek?
Gönderen: Zehibe üzerinde 14 Temmuz 2011, 06:11:02
Dünya Hali



Ağustos 2010 - 140.sayı


Sadık ŞANLI kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.

Referandumla Ne Değişecek?

Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren devleti yöneten politikacılar, askerî ve sivil bürokrasi, iktidarı hiçbir zaman halka bırakmayacak bir yönetim sistemi tesis etmeye çalıştılar. Bu düşünceye göre halk cahil, eğitilmeye, çağdaşlaştırılmaya muhtaç bir kitle idi ve bu kitle seçkin bir politikacı ve bürokrat zümresi tarafından yönetilmeliydi.

Çok partili sisteme geçilip de CHP iktidarını kaybedene kadar bu sistem sorunsuz işledi. 1950 yılında Demokrat Parti (DP)’nin ezici bir çoğunlukla iktidara gelişi sonrası, mevcut sistem yeni bir yapılanmaya giderek, halka kaptırdığını düşündüğü iktidarı yeniden elde etmek istedi. Sandıkta halk ile başa çıkamayan bu anlayış, 1960 askerî darbesi ile seçilmiş DP iktidarını alaşağı ederek, iktidarı yeniden ele aldı. Sonrasında yapılan 1962 ve devamı olan 1982 anayasaları ile oluşturulan kurumlar yoluyla, halk hangi siyasi partiyi iktidara getirirse getirsin, devlet yönetiminde son sözü bürokratların söyleyeceği bir yapı inşa edildi. 

Burada amaçlanan ise şuydu: Halk, bu sistemin onayını alan siyasi partileri iktidara taşıyacak, hükümet etme görevini devralan partiler ise bürokrasi tarafından belirlenmiş kırmızı çizgiler dışına çıkmadan ülkeyi yönetecek! Genellikle böyle de oldu. İktidarlar daha çok, bürokrasinin pek anlamadığı ekonomi, sağlık, bayındırlık gibi alanlarda politika yapıp amme hizmeti gördüler, askeri ve yüksek yargıyı ilgilendiren konulara pek ilişmediler. Bu konuda haddini aşan hükümetler ise ya yargı mekanizmasının engellemeleriyle karşılaştı ya da darbe, muhtıra ve parti kapatma gibi çeşitli yöntemlerle ehilleştirildi ya da iktidardan indirildi.

Yakın tarihimizde 28 Şubat sürecinde yaşananlar başta olmak üzere, başörtülülerin üniversitede okuması, meslek liselilerin üniversitede dilediği bölüme girmesi, Cumhurbaşkanı’nın seçilmesinde 367 şartının aranmaması ve benzeri konularda yüksek yargının aksi kararlar vererek, halk iradesinin, hükümetlerin ve topyekün milli iradenin tecelli ettiği TBMM’nin nasıl iş göremez hale getirildiklerine şahit olduk.

Hukuk dışı bu uygulamalara karşı kayıtsız kalabilmek mümkün değil. Askerî darbe ile oluşturulmuş bir anayasa ve devlet kurumlarının 21. yüzyıl Türkiye’sine ve insanına yetmediği aşikâr. Türkiye, önümüzdeki 12 Eylül’de mevcut sistemin bir nebze olsun değişip değişmeyeceği yönünde bir irade ortaya koyacak.
Hak ve özgürlüklerin daha kapsamlı olduğu, devleti birtakım atanmış bürokratların değil, seçilmiş iktidarların yönetmesini sağlayacak modern bir anayasayı bu ülke fazlasıyla hak ediyor. Referandumda oylanacak paketin beklentileri karşılamaktan uzak olduğunu belirtmekte fayda var. Fakat paketin kabulünün yeni bir anayasa yapılması için yeni bir sürece kapı aralayacağını ve yüksek yargının kararlarıyla önü tıkanan ülkeye bir nebze olsun soluk aldıracağı da bir gerçek.

Generaller de Yargılanır

Geride bıraktığımız Ocak ayında Taraf gazetesinde yayımlanan ve kamuoyunda “Balyoz Darbe Planı” olarak bilinen haberin doküman ve CD’lerinin savcılığa teslim edilmesinden sonra başlayan hukuki süreç, nihayet geçtiğimiz ay savcıların hazırladığı iddianamenin Beşiktaş 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmesi sonrası “Balyoz Davası”na dönüştü. Mahkemenin kabul ettiği iddianameye göre, aralarında üçü eski kuvvet komutanı olmak üzere dört orgeneral, 25’i halen görevli 29’u emekli olmak üzere toplam 54 general ve amiralin de bulunduğu 196 şüpheli ve sanık “darbeye eksik teşebbüs” suçlamasıyla yargı önüne çıkacak.

Hatırlanacağı üzere sözkonusu darbe planıyla, seçilmiş hükümeti iktidardan indirmek için toplumsal kargaşa çıkartılması hedefleniyordu. Birçok din adamı, politikacı, gazeteci, akademisyen ve öğrencinin tutuklanmasını, bazılarına suikast düzenlenmesini, Fatih Camii’nin bombalanması, hatta Ege Denizi’nde Yunan uçakları ile it dalaşına girilip bir uçağımızın düşürülmesinin sağlanması, bu olmazsa kendi uçağımızı kendimizin düşürerek Yunanistan ile suni bir gerginlik çıkarılması gibi bir dehşet senaryonun yürürlüğe konulması tasarlanıyordu.

10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin iddianameyi kabul etmesiyle birlikte söz yargıda. Bu davanın önemi ise, ilk kez bir darbe teşebbüsünden gerçekleşmediği halde hesap sorulması ve bu davada emekli ve muvazzaf çeşitli generaller ve orgenerallerin yargılanacak olması. Bu ise ülkemizin bir hukuk devleti olma yolunda hızla ilerlemesinin önemli göstergelerinden birisi kabul edebileceğimiz önemli bir milat.

Basma Eteklere Bulaşan Kan

Anadolu’da herhangi bir köyü ziyaret edenler bilirler; Anadolu kadınları genciyle yaşlısıyla çiçekli basma etekler giyerler. Bin bir renk ve desene sahip motifli kilimler kadar renklidir bu etekler. Üzerlerinde güller, papatyalar, laleler… Her biri farklı renk ve şekillerle bezenmiş bu etekler, ilkbahar kadar canlıdır. Anadolu kadınının iç dünyasının renkliliği, zenginliği adeta o basma eteklerde resmedilir. Bir de en az bir tane büyükçe ön cebi olur o eteklerin. O ceplerde tarlaya, dağa, kıra giderken ekmek, zeytin, peynir, dönerken taze domates, patates, fasulye taşınır. Bir de çocukları, torunları sevindirmek için şeker, çikolata, ceviz, fındık… Anadolu asırlar boyunca böylesi güzel manzaralara sahne olmuştur. Peki, ya şimdi?

Hatırlanacaktır, geçtiğimiz yıl Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Şenlik köyünde Ceylan Önkol isimli 12 yaşındaki bir kız çocuğu, dağa odun toplamak için gitmiş ve evden ayrılışından kısa bir süre sonra bir patlamayla havaya uçarak hayatını kaybetmişti. Sonradan annesinden dinlemiştik Ceylan’ın hikâyesini. Kendi halinde, annesine babasına saygılı, okul harici ev işlerinde annesine yardım eden, zeki bir kız çocuğuydu. Üstelik ölümünden birkaç ay önce Ramazan ayında tüm oruçlarını tutmuş, Kur’an’ı da iki kere hatmetmişti. O gün dağa odun toplamaya gitmiş, elindeki ağaç kesmeye yarayan tarhayı bilmediği bir cisme vurmuş ve askerî mühimmat olan o cismin patlaması sonucu parçalanmıştı.

Olayın bu kız çocuğunun ölümü kadar iç acıtan tarafı ise, Ceylan’ın annesinin kızının parçalanmış cesedini çiçekli basma eteğine toplayarak otopsi için yakındaki jandarma karakoluna götürmesi olmuştu.

Ceylan, ülkemizin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde 30 yıldır süregelen kirli bir savaşın kurbanı olan yaklaşık 500 masum çocuktan sadece birisiydi. Gönül son olması dilerdi, fakat ne mümkün! Geçtiğimiz ay Van’daki bir askerî bölgenin yanında piknik yaparken, ensesinden giren tek kurşunla ölen ve son sözü “oyyy” olan 16 yaşındaki Canan, İstanbul Halkalı’da yaşamını yitiren 17 yaşındaki Buse, ondan önceki ay yolun karşısına koşarak geçmek isterken panzer altında kalan Şırnaklı 10 yaşındaki Diren, akşam dershaneden Küçükçekmece’deki evine dönerken otobüse atılan molotof kokteyli sonucu yanarak hayata veda 17 yaşındaki Serap, diğer çocuklar ve gencecik yaşında şehit düşmüş insanlarımız… Geride kalan ise, gözü yaşlı, basma eteklerine kan ve gözyaşı bulaşmış analar…

Peki, ne için bunca ölüm, bunca acı? Ne adına o çocuklar ölmeye, o anneler ağlamaya devam edecek? Vicdanlarımıza bunu sormanın vakti geldi de geçiyor. Tabii bir de tüm bu acılara sebep olan, bu savaşın bitmemesi için her girişimde bulunanlara hesap sormanın.

Olanlar, Susanlar, Saklananlar

Geçtiğimiz ay ülke gündemine konu olan bir haber oldukça şaşırtıcıydı. Bir gazetede manşetten verilen habere göre, terörle mücadelede kullanılan ve teröristlerin yerlerini koordinatları ve fotoğraflarıyla belirleyen Heron uçaklarımızdan birisi, bir üsteğmen tarafından komutanı olan bir yarbaya düşürtülmek isteniyordu. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın telefon dinlemelerine takılan görüşmeye göre üsteğmen, komutanı olan yarbaya PKK’lıları kastederek “Heronlar sebebiyle çok adamımız ölüyor. Ya Heronları düşürün ya da koordinatlarını değiştirin…” diyordu.

Böyle bir olaya inanmak elbette güç. Bir ülkenin askeri, savaştığı düşmanı neden korumak ister? Neden büyük paralara alınan kendi uçağının düşürülmesini talep eder? Bu sorular gayet tabii ki sorulmalı ve cevabı aranmalıdır. Ki öyle de oldu. Medyanın duyarlı ve vicdanlı gazetecileri günlerce bu soruları sordu, fakat konunun birinci ağzı olan Genelkurmay Başkanlığı günlerce tek satırlık açıklama yapmadı. Günler sonra da bir gazeteye yaptığı açıklama ile halen görevde olan subaylar hakkında MİT’in raporundan sonra soruşturma açıldığı, fakat yetki karmaşası sebebiyle soruşturmanın devam etmediği mealinde kısa bir açıklamada bulundu.

Ne tuhaf! Haklarında yıllarca bir dava açılamamış o subaylar neden en azından açığa alınmadılar? Neden halen görevdelerdi? Asıl merak uyandıran ise görevi halkı bilgilendirmek olan birçok medya kuruluşunun böylesi ve benzeri iddialar karşısında neden sürekli susup, gazete ve televizyonlarında bu olaya tek satır yer vermediğiydi. O subaylar kimdi? Orduya sızmış PKK’lılar mıydı? Yoksa bir takım derin odakların adamları mı? Medya neden bunları sormuyor, susuyordu? Neden susuyorlar sahiden?

Galiba bir gazetecinin, “Türkiye’nin gerçek yüzünü görmek için medyanın hangi konularda sessiz kaldığına bakmak gerekir. Hastalık medyanın bu sessiz bölgelerinde saklı çünkü…” sözlerinde haklı. Sahi, neden susuyorlar? Yoksa öğrenmek istemeyeceğimiz bir takım kirli ilişkileri mi saklıyorlar bizlerden?

Kısa Kısa

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, uzun yıllardır kamuoyunu meşgul eden profesyonel ordu kurma çalışmalarının ilk aşaması olarak, teröre karşı mücadele edecek tamamı profesyonel askerlerden oluşan sınır birlikleri oluşturma amacında olduklarını açıkladı. Oluşturulması düşünülen birliklere dair teknik detaylara da değinen Erdoğan’ın açıklaması kamuoyunca olumlu karşılanırken, konu hakkında konuşan uzmanlar, bu askerlerin yeni bir JİTEM vakası yaşanmaması için iyi denetlenmeleri gereğini vurguladılar. Hatırlanacağı üzere JİTEM’in adı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da gerçekleşen yaklaşık 17 bin faili meçhul cinayet ve birçok karanlık olayla anılıyor.

***

Dünyanın en büyük 20 ekonomik gücünün oluşturduğu G-20 Zirvesi geçtiğimiz ay Kanada’nın Toronto şehrinde toplandı. İki gün süren toplantıların sonuç bildirgesinde, dünyada süren ekonomik krizin bir an önce atlatılabilmesi için katılımcı ülkelerin bütçe açıklarını 2013’e kadar yarıya indirme konusunda anlaştığı bildirildi. Bu sonuca göre aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 20 ülke ekonomide kemer sıkma politikaları uygulayacak. Bu da büyük oranda devlet yatırımlarının azaltılması ve kamu personellerinin maddi beklentilerinin tam olarak karşılanamaması anlamına geliyor. Global krizden ABD ve AB ülkeleri kadar etkilenmediği söylenen Türkiye’nin hangi politikaları uygulayacağını ve nasıl bir iyileşme kaydedeceğini hep birlikte göreceğiz.

***

Boşnak-Sırp savaşının sürdüğü 1995 yılının 11-15 Temmuz tarihleri arasında Bosna’nın Srebrenica şehrinde katliama başlayan Sırplar, 8372 Müslüman Boşnak erkeği katletmişlerdi. Bu katliam, 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırımdan sonra Avrupa’da yaşanan en büyük soykırım olarak tarihe geçmişti. Katledilen 8372 kişiden kimliği belirlenen 775 Boşnak geçtiğimiz ay düzenlenen bir anma töreniyle defnedildi. Törenin sürpriz konuğu ise Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç idi. Sırbistan parlamentosunun olayı katliam olarak tanımasının ardından Tadiç’in cenazeye katılması, Türkiye’nin arabuluculuk üstlendiği Boşnak-Sırp ilişkilerinde normalleşme dönemine girildiğini gösteriyor.

***

Kamuoyunda “taş atan çocuklar” olarak da bilinen, Terörle Mücadele Kanunu mağduru olarak cezaevinde tutulan yaklaşık 3 bin çocuğun büyük bir bölümünün serbest kalmasını sağlayacak yasa TBMM’de kabul edildi. Yasaya göre birçok çocuk tahliye edilerek ailesine kavuşacak. Bu şüphesiz ki olumlu bir gelişme. Fakat bu çocukların sokağa yeniden dönmesi sorununu kökünden çözmüyor. Doğu ve Güneydoğu illerimizde nüfusun üçte ikisi 18 yaş altı çocuk ve gençlerden oluşuyor. Bu çocukları suça iten şiddet ortamı ortadan kalkmadıkça provokasyonlara açık olacaklardır. Bölgede uzun vadede bir sosyal patlama yaşanmaması için önlemlerin şimdiden alınması ise son derece zaruri bir durum.