๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 06 Haziran 2012, 20:13:17



Konu Başlığı: MİT Krizi’nin Hatırlattıkları
Gönderen: Zehibe üzerinde 06 Haziran 2012, 20:13:17
Dünya Hali


Sadık Şanlı | Mart 2012 | DÜNYA HALİ   


MİT Krizi’nin Hatırlattıkları


Bir tekerrürler silsilesinden ibaret olan tarihten, toplum olarak alacağımız çok dersler var. Tarihî vakalar ortaya koyuyor ki, enerjisini mevcut sorunlarını çözmeye, gelişmeye ve kalkınmaya ayıran toplumlar hızla yol alıyorlar. Bunu başaramayan, enerjisini kısır iç tartışmalar, toplumsal, siyasî ve ekonomik kargaşalar ve kavgalarla harcayan toplumlar ise güçten düşerek silikleşiyorlar.

Türkiye, Osmanlı Devleti’nin dağılışı sonrası aradan geçen yaklaşık bir asırlık dönemde siyaseten parlak bir görüntü sergileyemedi. Bunun temelinde ise toplumsal dokuya, tarihsel ve kültürel birikime, günün gereklerine aykırı politikalarla yönetiliyor oluşu yatıyordu. Bu politikalar kaçınılmaz olarak çözüm üretmekten çok sorun üreten bir işlev görüyor, ülkenin önünü tıkıyordu.

Son yıllarda bu tablonun yavaş yavaş değiştiğine şahit oluyoruz. Genç ve dinamik nüfusuyla hızlı bir gelişme ve kalkınma sürecine giren Türkiye, iç sorunlarını –belki çok hızlı ve yeterli oranda olmasa da– çözme iradesi gösteriyor, dış politikada da yüklendiği tarihî miras ve misyona yakışır adımlar atıyor. Ülke olarak adeta kabuğumuzu kırıyor, yeniden doğuyoruz.

Bu süreçte, yakın tarihte yaşanan birçok acı olay sebebiyle arası açılan toplum ve devletin arasındaki mesafe her geçen gün biraz daha kapanıyor. Buna paralel olarak dış politikada dinî ve kültürel zihin coğrafyamızda yer alan toplumlarla da yakınlaşıyoruz.

Bu gelişmeler sayesinde kısa, orta ve uzun vadede Türkiye çok önemli kazanımlar elde edecektir. Diğer yandan Türkiye’nin dış politikada üstlendiği yapıcı ve barışçı rol, halihazırda huzur ve barışa hasret Ortadoğu, Balkan ve Kafkas coğrafyalarının yanı sıra tüm dünyaya çeşitli kazanımlar sunacaktır.

Bunun gerçekleşebilmesi ise öncelikle Türkiye’nin iç huzuru ve barışından geçiyor. Bu huzur ve barış ortamının yalnızca toplum ve devlet arasında değil, devlet kurumları arasında da gerçekleşmesi gerekiyor.

Son günlerde gündeme damgasını vuran Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile ilgili krizi bu anlamda bir yol kazası olarak değerlendirebiliriz. Siyasî irade ve MİT ile Yargı ve Emniyet ekseninde yaşanan bu kriz şimdilik aşılmış görülse de, benzer sorunlarla karşılaşmamak adına, hızlı adımların atılması gerekiyor. Bu konuda en büyük sorumluluk ise yasama ve yürütme organlarına düşüyor. Bu kurumların Türkiye’nin ihtiyacı olan yasaları bir an önce yaparak, toplum ile devlet ve devlet kurumlarının birbirleri arasındaki sorunları ivedilikle çözmeleri gerekiyor. Tüm bunlar olurken, kurumların sorumluluklarını bilerek ve birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin hareket etmeleri ise yeni çatışmalar yaşama lüksü olmayan Türkiye’nin istikrarı açısından büyük önem taşıyor.

Sen misin Müslümana Müsamaha Gösteren!


Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff bazı zengin dostlarından borç para ve pahalı hediyeler aldığı, dolayısıyla hakkında “çıkar sağlama” şüphesi uyandığı için Hannover Savcılığı tarafından soruşturulmak istenince istifa etti.

Wulff’un istifasının görünür sebebi bu. Bu tabloya bakarak, Almanya’da en ufak bir yolsuzluğa müsamaha gösterilmediğini, hatta yolsuzluğun kol gezdiği birçok dünya devleti için bu ülkenin örnek alınması gerektiğini düşünebiliriz. Oysa kazın ayağı öyle değil.

Almanya gündemini takip edenler için Wulff’un istifası sürpriz olmadığı gibi, bu istifanın hayli gecikmiş olduğunu da söyleyebiliriz. Bunun temel nedeni hiç şüphesiz, Wulff’un Hıristiyan Demokratların yönetimindeki Alman devlet aklı ile sağcı medyasını rahatsız eden çeşitli söylemleri oluşturuyor.

Peki, neler demişti Wulff? Örneğin; “Alman ekonomisi Türklere çok şey borçlu.” demişti. Daha da ileri giden devlet başkanı, “İslâm Almanya’nın ayrılmaz bir parçasıdır.” deyiverince kıyamet kopmuştu. Bu sözler nasıl sözlerdi! Üstelik başbakan Angela Merkel’in aksine Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde mutlaka yer alması gerektiğini belirtmiş, cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Almanya’da ağırlayarak iki ülke arasındaki dostluğu pekiştirmek istemiş, “dönerci cinayetleri”nin kurbanı olan Türklerin ailelerine taziye ziyaretinde bulunmayı istemek gibi pek çok affedilemez hata yapmıştı!

Wulff’un bu davranışları üzerine Bild gazetesi attığı manşetle Wulff’u “Türklerin Cumhurbaşkanı” ilan ederken, Focus dergisi takke ve hilal bıyık giydirilmiş Wulff fotoğrafına kapağında yer verip, “Benim Almanyam” başlığı atarak, Wulff’un Türkleşmiş ve İslâmlaşmış bir Almanya arzuladığı imasında bulunmuştu.

Wulff’un ipini çeken son söylemi ise, ekonomik krizle boğuşan Yunanistan’ın iplerini eline almaya çalışan Angela Merkel’in emperyal hedefleri doğrultusunda Yunanistan’a yeni kredi açılması istemesine karşı çıkmasıydı. Ve Wulff gitti…

Bize, tüm bu olan bitene rağmen, Wulff’un yüzde 6 faiz ile bir Alman bankasından kredi almak dururken, bir ev alabilmek amacıyla yakın bir arkadaşından yüzde 4 faizle borç para aldığı için yolsuzluğa bulaştığına inanmamız söylendi. Yani özetle Türk düşmanlığına, İslâm karşıtlığına ve emperyal hedefleri olan bir Almanya’ya karşı çıkan Wulff’u kötü bilmemiz istendi. Oysa biz kendisini iyi bilirdik, peki ya siz?

Herkes İçin ‘Hukuk’


Yakın geçmişi darbe ve muhtıralarla dolu Türkiye’de, bu girişimlerin müsebbiplerinin birer birer yargı karşısına çıkarılmaya başlanmasını hukuk anlayışı açısından önemli bir aşama olarak görebiliriz. Herkes bir gün yaptıklarının hesabını vereceğini bilirse hukuksuzluk asgariye iner. Hepimizin muhatap olacağı ahiret hesabından önce dünyada verilecek bir hesabın olduğunu bilmemiz de, dünya nizamının sağlanması bakımından vazgeçilmez öneme sahiptir.

Hesap korkusu olmayınca kanlı toplumsal olaylar ve terör eylemleri gerçekleştirmek, darbelere zemin hazırlayıp devlet yönetimini ele geçirmek için provokasyonlar yapmak sıradan işlerden oluyor. Haliyle, örneğin 12 Eylül darbesinin yargılanması için hazırlanan iddianamede olduğu gibi, halkı birbirine kırdıran, ülkede kardeş kanı dökülmesine neden olan olaylar nesillerin hayatını karartıyor.

Bunun gibi, değişik zamanlarda insan haklarının ayaklar altına alındığı dönemlere dikkatler toplanmış durumda. Bu dönemlerin ortak özelliği güç sahiplerinin haksızlığa meyillerinin ortaya çıkmış olması. İnsanların en büyük zaaflarından biri, güçlenince çevrelerine zarar vermeye başlıyor olması.

Bu konuya dikkat çekmek için politik sebeplerimizin olması şart değil. İnsan olmak, hele ki her şeyiyle zulme karşı olan bir dinin bağlısı olmak yeterlidir.

Zindanlarda insanların başına gelenler kimsenin kabul edebileceği türden değil. Bir tarafı tutmaya, bir siyasî görüşü desteklemeye hiç gerek duymadan insanlık dışı her tutum ve uygulamayı eleştirmek, bir daha yaşanmamasını istemek gerekir.

Bazı dönemlerde yaşanmış olanların hesabı sorularak haksızlıkların önüne geçilsin, günümüzde ve gelecekte bu olayların tekrarları yaşanmasın, kimsenin canı yanmasın. Bu konuda insanca bir anlaşmayla toplumsal mutabakata ulaşmaya, dolayısıyla herkes için daha fazla hukuka ihtiyacımız var.

Şehit Tabutunda Eroin Taşımak

Emekli Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz’un ismi, kamuoyunda ilk olarak 1996 yılında ortaya çıkarttığı bir çete ile duyulmuştu. Çete üyeleri bir dizi cinayet, adam kaçırma, işkence, tehditle para alma, kaçakçılık gibi suçlara bulaşmıştı. Yapılan yargılama sonucu çete üyeleri ceza almadığı gibi, aslında böyle bir örgütlenmenin olmadığına hükmedildi.

Aradan geçen 12 yılın ardından Hüseyin Oğuz, bu kez yazdığı bir kitapla gündeme geldi. Oğuz, “Karanlık Güçler, Çeteler ve Faili Meçhul Cinayetler” isimli kitabında, görevde olduğu süre içerisinde gerçekleşen bir dizi karanlık olayı çeşitli tanıklıklar eşliğinde anlatıyor.

Kitapta, Yüksekova Çetesi’nin halen tüm yönleriyle soruşturulmadığına ve çete üyelerinin korunduğuna dikkat çeken Oğuz, bu çeteyi ortaya çıkartmasıyla birlikte hayatının değiştiğini ve çok sayıda ölüm tehdidi aldığını belirtiyor.

Kitapta, bu kadarı da olamaz dedirten çeşitli olaylara da yer verilmiş. Örneğin, çetenin bir şehidin tabutu içine yerleştirilen 13 kilo eroini nasıl kaçırdığı detaylarıyla aktarılıyor. Bir başka örnekte de bir çobanın nasıl öldürüldüğü anlatılıyor. Çete daha önce iki çobanı öldürüyor. Bu olayın ardından rastladıkları yaşlı bir çobanı da, diğer iki çobanı öldürdüğümüzü görmüş olabilir düşüncesiyle öldürmeye karar veriyorlar. Yaşlı çoban, “Beni öldüreceksiniz bari namazımı kılayım..” dese de izin verilmiyor.
Bu anlatılanlar hukuk, din, vicdan, ahlâk tanımaksızın insanlara yapılan zulme birer örnek. Bu ülkenin nasıl karanlık dönemlerden geçtiğini gösteren bir örnek de Diyarbakır’da yapılan kazı sonucu ortaya çıkan insan kemikleri.

Manzara ürkütücü. Müslüman bir toplumda olması hiç beklenmez. Fakat anlaşılan insanlar bir kez kötülük yaptığında pişman olup tövbe etmek yerine yaptığını hazmettiği zaman kötülüğün ardı arkası kesilmiyor. Ülke olarak yapılanlara, yaptıklarımıza pişmanlık duymanın zamanı değil mi?

Kısa Kısa

Yoksulluk, halihazırda dünyadaki en temel sorunlardan biri. Uluslararası Hak İhlalleri Merkezi (UHİM)’nin yayımladığı “Yoksulluğa Sebep Olan ve Kalkınmayı Engelleyen İhlaller” başlıklı rapor da bu soruna eğilmiş. Raporda yoksulluğa sebep olan pek çok konu başlığı ve yoruma yer verilmiş. Bu yorumlar arasında öne çıkanlarından birini de, “istihdam imkânı oluşturduğu” söylemi ile hareket ederek, düşük ücretli işgücünden sonuna kadar faydalanan anlayış oluşturuyor. Bu anlayış, mevcut yasalardan yararlanarak böyle bir istismarda bulunsa da, sonuçta uygulamanın dinî, ahlâkî, insanî elle tutulur hiçbir yanı yok. Türkiye’de de her geçen gün yaygınlaşan ve “emek hırsızlığı” olarak nitelenebilecek bu uygulamaya karşı etkin mücadele edilmediği sürece, yoksulluğun engellenemeyeceğini hatırlatmaya gerek var mı?
Devlet ihaleleri özel sektör için önemli bir kaynak oluşturuyor. Devlet, parasını günü gününe ödeyen garanti bir müşteri olduğu ve ihalelerde büyük meblağlar döndüğü için, kaçınılmaz olarak devletin açtığı ihaleler özel sektör açısından önemli bir cazibe taşıyor. Taliplisi çok olan bu ihaleler, sonuç itibariyle işi en kaliteli malzeme ve işgücüyle, en nitelikli ve ucuz fiyatla yapacağını taahhüt edende kalıyor. Böyle de olmalı, olmasını bekliyoruz. Devlet kaynakları israf edilmeden en nitelikli hizmeti almak bu noktada en büyük toplumsal beklentimiz. Fakat bu durum her zaman bu beklentilerimize uygun gelişmiyor. Bunun son örneğini Kamu İhale Kurumu’nda yaşandığı söylenen yolsuzlukların yargıya taşınmasıyla gördük. Toplam 100 ihalede, 600 milyon dolar tutarında yolsuzluk yapıldığına dair iddialar, rüşvet karşılığı peşkeş çekilen ihaleler… İhalelerde şeffaflık sağlamak üzere oluşturulmuş bir kurumda da bu manzara ile karşılaşıyorsak kime güveneceğiz?
Her ebeveyn çocuklarının iyi bir eğitim almasını, okulunda başarılı olmasını ister. Bu uğurda bütçesi de elveriyorsa çocuklarını özel okullara ve yurtdışına göndermek dahil, hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü’nün yakın zamanda yaptığı bir araştırma, çocuklarının başarısını arzulayan ailelerin kulak vermesi gereken cinsten. Ankara’da 8. sınıf öğrencisi olan 100 öğrenci üzerinde yapılan araştırma sonuçlarına göre, kitap okumak çocukların zihnini, analiz yapma yeteneğini, dil becerisini, sahip olduğu kelime dağarcığını geliştirerek okuldaki başarısını artırıyormuş. Üstelik kitap okumanın başarıya katkısı yüzde 20 gibi hiç de azımsanmayacak bir orana sahipmiş. Ne dersiniz; çok da masrafa girmeksizin, çocuklarımıza yalnızca kitap okuma alışkanlığı kazandırarak başarı oranlarını artırmak için teşvikte bulunmamıza değmez mi?
Bu yıl kış mevsiminde hava sıcaklığı, Kuzey Yarımküre’de mevsim normallerinin biraz altında seyretti, bu durumdan Türkiye de etkilendi. Birçok akarsu ve göl buz tuttu. Yoğun yağışlar bazı yerleşim yerlerine taşkın tehlikesi yaşattı. Yine üzücü şekilde bazı kazalar ve soğuk nedeniyle ölümler gerçekleşti. Bu olumsuz tablodan yola çıkan ana akım medyamız ise kadim alışkanlığı olan felaket tellallığına soyunarak, kışı bir afet mevsimi olarak niteleyen habercilik anlayışını sürdürdü. Medyaya göre ölmüş, bitmiş, mahvolmuştuk! Ah şu kış olmasaydı ne de güzel olurdu! Oysa bu tablo olumsuz gibi görünse de, dolan barajlar, soğuk nedeniyle kırılan mikroplar, kışın çetin şartlarıyla mücadele eden yoksullara, evsizlere dikkat kesilen hayırseverlerin varlığı ve karı bir eğlence aracına dönüştüren çocuklarımızın, insanımızın neşesini görmemiz içimizi ısıttı. Kısaca kış rahmetiyle geldi, yaşandı ve gitti. Şimdi ise başka bir rahmet mevsimi ile karşı karşıyayız. Hoşgeldin bahar!